ADİL DÜZEN 306
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 27 - 30 Mayıs 2005 Fiyatı: Seminere katılmak veya (akevleronline) www.akevler.org
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 306. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
ÜSKÜDAR Adresi: Selami Ali Efendi Cd. No: 31 ÜSKÜDAR/İSTANBUL (Ana Çocuk Sağlığı yanı – Anadolu Gençlik bitişiği) Tel: (0532) 246 68 92
*TEFSİR SEMİNERİ [Cuma Üsküdar (19.00-21.00); Cumartesi Yenibosna (17.00-21.00); Pazartesi Ümraniye (19.00)]
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
(Hasan Özket, Yasin Kılar, Hasan Çetinkaya, Lütfi Hocaoğlu, Reşat Nuri Erol ve …………… dersi okumuş olarak geleceklerdir.)
Üsküdar ve Ümraniye’de Reşat Nuri Erol tarafından; diğer yerlerde ilgili ve sorumlular tarafından anlatılacaktır...
Hedefimiz; bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul’da 200, Türkiye’de 1000 yerde okunmasıdır. Süleyman KARAGÜLLE
NİSÂ SÛRESİ TEFSİRİ – 31
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَيَقُولُونَ طَاعَةٌ فَإِذَا بَرَزُوا مِنْ عِنْدِكَ بَيَّتَ طَائِفَةٌ مِنْهُمْ غَيْرَ الَّذِي تَقُولُ وَاللَّهُ يَكْتُبُ مَا يُبَيِّتُونَ فَأَعْرِضْ عَنْهُمْ وَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ وَكَفَى بِاللَّهِ وَكِيلًا(81) أَ َفَلَا يَتَدَبَّرُونَ الْقُرْآنَ وَلَوْ كَانَ مِنْ عِنْدِ غَيْرِ اللَّهِ لَوَجَدُوا فِيهِ اخْتِلَافًا كَثِيرًا(82) وَإِذَا جَاءَهُمْ أَمْرٌ مِنَ الْأَمْنِ أَوْ الْخَوْفِ أَذَاعُوا بِهِ وَلَوْ رَدُّوهُ إِلَى الرَّسُولِ وَإِلَى أُوْلِي الْأَمْرِ مِنْهُمْ لَعَلِمَهُ الَّذِينَ يَسْتَنْبِطُونَهُ مِنْهُمْ وَلَوْلَا فَضْلُ اللَّهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ لَاتَّبَعْتُمْ الشَّيْطَانَ إِلَّا قَلِيلًا(83)
وَيَقُولُونَ طَاعَةٌ (Va YaQUvLUvNa OAvGaTun) “Taat kavl ederler. Evet derler. Baş üstüne derler.”
Mü’minler hayatlarını topluluğa vakfetmiş olan kimselerdir. Allah onlardan mallarını ve canlarını cennet karşılığı satın almıştır. Onlar hareket ederken kendileri ile aile ve çocuklarını düşünmezler. Çünkü Allah yani topluluk onların geçimlerini tekeffül etmiştir. Başkan da kendisini ve başkanlığını düşünmemelidir. Başkan da nefsini bütün mameleki ile cemaatine vakfetmiştir. Başkanın hayatını kendisi değil cemaati korur. Başkanın kazandıkları cemaatin kazandıklarıdır. Bundan dolayıdır ki başkana kendi mirasçıları değil, başkanın yerine gelen kişi vâris olur. Başkan herhangi bir konuda cemaatiyle istişare eder ve onların lehine karar verir. İstişare esnasında onun kararına ses çıkarmazlar. “Ve itaat ettik derler.”
Çoğu zaman başkanın kararını ciddiye almamakta ve başkanın söylediklerine evet demekte iseler de yapma niyetinde olmazlar. Burada şu önemli nokta belirtilmelidir ki, başkan istişare ederken iki türlü beyanda bulunulmalıdır. Başkan kara alks ağabeyle bu konuda ona fiilen katılmayacağını baştan beyan etmeleri gerekir. Karar almasını istemeyebilir, ama alırsa katılacağını da beyan edebilir. Katılacağını beyan etmesi hâlinde bütün samimiyeti ile katılması gerekir. Artık o ona farzdır. Çünkü başkan ona göre karar alacaktır. Yetecek katılım varsa karar alacak, yoksa almayacaktır.
Burada bizim için çok önemli bir husus vardır. Biz cemaat olarak değişik teşebbüslerde bulunuruz. Bütünümün bu teşebbüslere katılma zorunluluğu yoktur. İçimizden bir grup yeter sayıyı ve gücü oluşturmuşlarsa onlar onu yaparlar. Ama katılan kimseler sözlerinde durmalılar. Bu katılmadan haber vererek çekilme hakları da vardır. O zaman o teşebbüs tasfiye olunur. Ortaklıklarda rıza şarttır. Kişiler bu ortaklıklara katılmak zorunda değillerdir. Ne var ki, bugün artık insanlar tek başlarına yaşayamamakta, yani kendi üretimini kendisi sağlayamamaktadır. Dolayısıyla birilerinin işçisi veya ortağı olmak zorundadır. Bu da cemaatleşmeyi önlemektedir. Aileden ve topluluktan kopmuş bir insan yığını hâline gelinmektedir.
Bir de güvensizlik ve huzursuzluk içindedir. Çünkü her an işsiz kalabilir veya çalıştığı yerde mağdur olabilir. Bu sebepledir ki mü’minler kendi aralarında cemaatleşip yalnız evlerini değil, aynı zamanda işlerini de birleştirmek zorundadırlar. İzmir Akevler, evleri birleştirdi ama işlerli birleştiremedi.
فَإِذَا بَرَزُوا مِنْ عِنْدِكَ (Fa EıÜAv BaRaZUv MıN GıNDıKa) “İndinden buruz ettiklerinde.”
“Bahr” deniz, “Berr” kara, “Berd” de suyu donduran soğuk demektir.
Baraza” demek, ortaya çıktı, göründü demektir. “Mübareze etmek” birine görünmek yani savaşmak demektir. Çölde giderken bir de bakarsınız ki, uzakta bildiğiniz dağ görünür olur. Yahut gemiden kara görünür olur. İşte bu durum “buruz etme”dir.
Senin yanından ayrılıp dışarı çıkınca, toplantı dağılınca, birbirleriyle işaretleşip toplanmalarını isterler. Yani birbirlerine bu konuda itaat edilmemesini telkin ederler. Başkana karşı muhalif bir grup oluştururlar.
İslâmiyet’te muhalefet yoktur. Çoklu sistem vardır. Akileler (dayanışma birlikleri) oluşturulur. Akile sorumluları başkanın danışmanlarıdır. Başkan bunlardan eşit mesafede bulunur. Bunlar 5’ten az, 20’den fazla olmamalıdır. Bunlar başkanın dışında bir araya gelip görüşmemeli, başkanın dışında ortak bir görüşme yapmamalıdır. Varsa söyleyeceklerini başkanın yanında söylemelidirler.
بَيَّتَ طَائِفَةٌ مِنْهُمْ (BayYaTa OAvEıFaTun MıNHuM) “Onlardan bir taife tebyit eder.”
“Tavaf etmek” dolanmak demektir. “Taife” demek, çevreleyen demektir. Halka olup görüşen gruplara taife denir. İstişare ettiğin kimselerden bir taife, ayrı grup oluşturan, alt grup oluşturan bir taife denmektedir.
Başkanın yanında söz verince akilesini toplayanlar, başkanın aldığı ve kendilerinin de iştirak ettiği kararlara uymak gerekirken, onlar kendi aralarında yanı kendi mensuplarına başka bir şeyi aktarırlar. Yahut diğer cemaatlerle birleşip başka şey kararlaştırırlar.
Başkan -yanlış veya doğru- bir karar aldı mı, o mutlaka uygulanmalıdır. Cemaat onu uygulamalıdır. O karar artık başkanın kararı değil, Allah’ın kararıdır. Başkana itaat etmek, Allah’a itaat etmektir. Karar yanlış olabilir. Ama kararın uygulanmaması daha kötü sonuçlar doğurur. Çünkü artık başkanın kararları geçersiz hâle gelir ve kimse onu dinlemez olur. Başkan da artık karar alamaz hâle gelir. Başkan da bu bakımdan dikkatli olmalıdır. Cemaatin uymayacağı kararlar almamalıdır. Bu sebepledir ki peygamberler uzun zaman cemaat yetiştirmekle meşgul olurlar.
Mekke’de 13 sene cemaat oluşturuldu ve 100-150 kişi yetişti…
Sonra, 10 senede bütün Arabistan’a hâkim oldular...
Sonra, bir asırda dünyaya hâkim oldular...
Biz Akevler’de cemaat olmadan işe başladık. Partiler de böyle oluştu. Sonuçlar bellidir.
Allah okumayı ve eğitimi geceye bırakmıştır. Sessiz ve sakin kendi aranızda çekilir ilim yaparsınız, ibadet yaparsınız. Ama topluluğa ait kararlar gündüz alınmalıdır, öğleden sonra alınmalıdır. Toplantılar herkese açık olmalıdır. İstişareden sonra kararı başkan veya yetkili almalıdır. Karar alındıktan sonra artık onun üzerine tartışma kesilmeli ve hep birlikte uygulamaya geçilmelidir. Başkanın kararı mutlaka yerine gelmelidir.
“Tebyit etmek” demek, gece kararlar almak demektir, gizli kararlar almak demektir. Bunun çoğunda hayır olmadığını Kur’an bildiriyor.
غَيْرَ الَّذِي تَقُولُ (ĞaYRa elLaÜIy TaQUvLu) “Kavlettiğinizin gayrisini tebyit ederler.
Nitekim biz de karar alındıktan sonra tereddüt göstermemeliydik. Mesela, Pendik/Kaynarca’yı aldık; almaya başladık. Ondan sonra başta ben olmak üzere azmimizi kaybettik. Adam bütün tapusunu vermekte idi. Eğer o tapuyu alsaydık, şimdi orası bizim ideal marketimiz olurdu. Ama biz gevşedik. Gayret göstermedik. Tapuyu bile almadık. Şimdi alacağımızı bile isteme mecalimiz yoktur. Burada da hata yaptık. Daha inanmadan işler yapmaya başladık. Aslında Yenibosna’daki bakkal da böyledir. Ben bu hataları hep yaptım. Artık siz yapmayın. Gücünüzün yetmeyeceği işlere kalkışmayın. Kalkıştıktan sonra da gevşemeyin.
Başladığımız her işin yarım kalmasının sebebi budur. Bunun bize yararı olmadığını söylemiyorum. Bu ilimleri ve birliği bu sayede elde ettik. İlmî bakımdan çok başarılı olduk. Ama amelî bakımdan başarılı olamadık. Bunları hep hazırlık devresi kabul edin. Ne zaman bir şeyi yapabileceğinize kanaat getirirseniz, işte o zaman başlayınız; ama başladığınız hiçbir işi yarım bırakmayınız. Ben de başladığım hiçbir işi yarım bırakmak istemiyorum, ama gücüm yetmiyor. Ölünceye kadar yine de uğraşmak zorundayım...
İşte başarısızlığın sebebi, kararlaştırılan şeye karşı hep karşı tebyitlerdir.
Bununla beraber ben kimseyi tenkit etmiyorum, çünkü ben yapamayacağımız işleri yapmaya kalkıştım.
وَاللَّهُ يَكْتُبُ مَا يُبَيِّتُونَ (Va elLAHu YaKTuBu MAv YuBayYıTUvNa)
“Allah tebyit ettiklerini ketbetmektedir.”
Hesaplarına borç olarak işlenmektedir. Karşı tebyitte bulunanlar da kötülüğü tebyit etmemektedirler. Onlar da daha iyisini yapacaklarını sanarak hareket ederler. Bu olmaz, şöyle olsun derler. Burada iki önemli hata yaparlar. Hatalardan biri, alınmış bir karar varsa o yerine getirilmelidir. O bitmeden başkasına girilmemelidir. Biz böyle hatalar yaptık. Ahşap ev bitmeden Kaynarca’ya giriştik! Kaynarca bitmeden Çatalca’ya gittik! Sonuç alamdık. Yenibosna’ya gittik, sonuç yok! Poşet imalâtına başladık! Hâsılı, daldan dala konduk!
Onların hepsi şimdi bize farz olmuştur. Allah onları yazıyor, yani farz kılıyor demiş oluyor. Madem başladık, artık onların hepsi farzdır. Kırgızistan’daki vakıf dahil, neyi yapmaya kalkışıp başaramamışsak, hepsi üzerimizde yüktür. Yapacağımız iş; bunlardan birini başarıya ulaştırmamız gerekir.
Bana göre ilk yapılacak ve en kolay iş Yenibosna’daki bakkaldır.
Bunu yapmadıkça, yapacağımız tek iş var; o da hâlen yaptığımız bu ilmî çalışmaları yapmaktır.
فَأَعْرِضْ عَنْهُمْ (Fa EaGRıW GaNHuM)
“Onlardan iraz et. Onlarla uğraşma.”
Onlara ‘niçin böyle yaptınız?’ deme. Yapılan hatadır. Başarısızlığın sebebidir. Ama bu hata yalnız onlardan gelmemiştir. Senin de uygun zamanda uygun karar almayışından doğmuştur. O kadar olması gerektiği için o kadar olmuştur. Onları kendi hallerinde bırak. Onlar aldıkları kararları uygulasınlar, başarılı olsunlar.
Aslında Türkiye’de hep böyle olmuştur. Hattâ dünyada böyle olmuştur. Hazreti İsa ile Hıristiyanlık arasında ne kadar büyük fark vardır. Ne var ki Hıristiyanlık bu şekliyle büyüdü ama tarihe karanlık çağ olarak geçti, Kilise mezalimi ile geçti. Daha sahabeler zamanında saltanat devrine geçilmedi mi? 1400 sene İslâmiyet’in dışında yönetim sürüp gitmedi mi? Bunlar İlâhî takdirdir. 2000 yılına kadar olan olaylar hep hazırlık safhasıdır. Şeriat düzeni ancak bu asrın başlarında gelmeye başlayabilecektir. Günü beklenmektedir.
وَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ (VaTaVakKaL GaLAy elLAHı) “Allah’a tevekkül et.”
“Vekl” dayanaktır. Kişinin sırtını dayadığı direk veya ağaç vekldir. Allah’a tevekkül edilecektir.
Burada topluluğun oluşmadığı yerde Allah’a tevekkül edilerek beklemek gerekmektedir. Başkan, ayrıca topluluk oluşmuşsa, o zaman da doğrudan halka tevekkül edecektir. İstişareleri açık yapacaktır. Kararları açık olarak verecektir. Halk ona inanmalı ve güvenmelidir. Merkezi yönetim bunun için yoktur. Halk kabileler yani bucaklar hâlinde örgütlenmeli, başkanlarını kendileri seçmeli, beğenmedikleri başkanları varsa bucaklarını değiştirmelidirler. Yoksa başkana itaat etmelidirler. İslâm’da demokrasi böyle oluşmuştur. Yer değiştirmek istediğinde yönetime ulaşırsın. Buna ‘hicret demokrasisi’ diyoruz. Eğer merkezî yönetim olursa, bu hicret hürriyeti ortadan kalkar. Halk başkana karşı çıkan âkile sorumlularını dinlememelidir. Başkana sadakat gösteren âkile içinde kalmalı, başkana karşı olan dayanışma ortaklığını terk etmelidir.
وَكَفَى بِاللَّهِ وَكِيلًا(81) (Va KaFAv BilLAHı VaKiYLan) “Vekil olarak Allah kifayet eder.”
Kimse zannetmesin ki tarihî olayları insanlar kendileri yapıyor. Tarihî olayları Allah insanlara yaptırıyor. O ne isterse o olmaktadır. Kimse akışı değiştiremez. Geçmişte cereyan eden bütün olaylar hep Allah’ın iradesi ve izni ile olmuştur. Onun kaderidir. Dolayısıyla hayır ve şer de ondandır. Biz bu oyunda aldığımız rolü oynayıp oynamadığımızdan sorumluyuz. Niyetlerimizden sorumluyuz. Yoksa biz bir şey yapmayacağız. “Adil Düzen”i biz getirmeyeceğiz, İlâhi takdir getirecektir. O takdir bize burada bir rol vermiştir. Onu samimiyetle ve layıkıyla oynayıp oynamadığımız önemlidir. Biz ondan sorumluyuz. Biz yapacağımızı yaptıktan sonra artık sonrasını ona bırakırız. O ne isterse o olur.
***
أََفَلَا يَتَدَبَّرُونَ الْقُرْآنَ (EaFaLAv YaTaDabBaRUvNa elQuRANa) “Kur’an’ı tedebbür etmiyorlar mı?”
“Tedebbür etmek” demek, gerisin geriye neler olduğunu görmek ve ona göre tedbir almak demektir.
“Kur’an’ın tedebbürü” ne demektir? Kur’an üzerinde düşünme demektir. Kur’an nâzil olduğu zaman Mekke’de okuyup yazma bilen sadece 17 kişi vardı. Bütün Arapça yazılmış kitap, Mekke’deki 600 beyit şiirlerden ibaret idi. Yani 40 sahifelik bir külliye vardı. Kur’an 600 sahife olarak nâzil oldu. Geçmişe ait şeyler anlattı. Geleceğe dair haberler verdi. Kâinatın ve toplulukların tâbi olduğu kanunları anlattı. Ve en önemlisi, şeriat düzenini getirdi. Geçmişe ait Kur’an’ın verdiği haberler 1400 senedir teker teker ispatlanmaktadır. Doğru söyledikleri ortaya .çıkmaktadır. Yine Kur’an’ın geleceğe ait verdiği haberler de doğru çıkmaktadır. Gerek tabiî, gerek sosyal kanunlardan yanlış olanı göstermemiştir.
En önemlisi; Kur’an’a dayanılarak oluşturulmuş olan ‘fıkıh’ bugün bütün gücü ile etkisini sürdürmektedir. Onun istediğine aykırı hükümler zaman zaman uygulanmış ama ömürleri birkaç asır bile sürmemiştir. Sosyalizm 70 yılda yıkılmıştır. Ama Kur’an’ın getirdiklerinde en küçük bir yaşlanma sözkonusu olmamıştır. İşte Kur’an’ın geçmişine bakılarak onun İlâhi kitap olduğunda tereddüdümüz kalmaz. Mekke devrinde olsaydık, inanmamız zor olurdu. Öyle olmasına rağmen Muhacirler ve Ensar Kur’an’a inandı ve Kur’an’ın söyledikleri on sene içinde gerçekleşmeye başladı.
İşte 1400 yıldır Kur’an açık olarak elimizde delil olmakta, mucize olmaktadır. Gün geçtikçe mucizesi daha belirgin hâle gelmektedir. Kıyamete kadar onun mucizesi bitmeyecektir.
وَلَوْ كَانَ مِنْ عِنْدِ غَيْرِ اللَّه “Eğer o Allah’ın indinin gayrisinden olsaydı.”
Tarihte yazılmış nice kitaplar vardır. En yakın tarihimizde Max’ın Kapital’i vardır, Mustafa Kemal’in Nutuk’u vardır. Gün geçtikçe bu kitapların sözleri eskimekte ve artık günümüzde modası geçmiş fikirlere dönüşmektedir. Bırakın kitabı, ilkeleri bile terk ediliyor. Sosyalizm Marksizm olmaktan çıkmıştır. Cumhuriyet düzeni de Kemalizm olmaktan çıkmıştır. Ama Kur’an bütün haşmetiyle karşımızda durmakta ve ben varım demektedir. 1400 yılın bozduğu İslâm şeriatı bugün çağımızın mantığı içinde taptaze olarak yerini almıştır.
Bunlar nelerdir?
a) Demokrasi: Yani, devleti hanedanların değil, seçilmiş kişilerin idare etmesi sistemdir. Bugün demokrasiyi reddeden topluluk yok gibidir. Kilise bile papayı seçimle getirmektedir. Ama ekseriyet sistemi ile demokrasinin olmayacağı açıktır. Kur’an müşavere sistemini getirmiş, içtihat ve icma sistemlerini koymuştur. Batı demokrasisi İslâm demokrasisinin yanında çocuk bile sayılmaz.
b) Lâiklik: Dinde zorlamanın olmaması. İnsanların kendi istedikleri gibi yaşamaları. Batı bunu önce dinsizlik şeklinde anlamış, sonra tekrar tek din anlayışına dönmüştür. Oysa İslâmiyet âkile sistemi (yani dayanışma ortaklıkları) ile çoğulcu demokrasi getirerek sorunları kökünden çözmüştür.
c) Liberalizm: Batı İslâmiyet’ten devşirdiği liberalizmi önce sermaye tekeline, sonra da devlet tekeline dönüştürmüş; böyle olamayacağı için de sonunda iflas etmiştir. Liberalizm faiz yüzünden kendi kendisini yemiştir. Oysa Kur’an karz-ı hasen ve zekât sistemi ile liberalizmi yaşatmıştır.
d) Sosyalizm: Batı sosyalizmi sermayenin insanları sömürmesi için aidatlı sigorta şeklinde tedvin etmekle işe başlamıştır. Oysa Kur’an zekât ile genel ve aidatsız sigorta sistemini getirmiştir. Özel sigortaları dayanışma ortaklıkları (yani âkile sistemi) içinde çözmüştür.
e) Hukuk: Batı dünyası ‘hukuk devleti’nden bahsetmektedir. Hukuk devleti demek, yargı üstünlüğü demektir. Batı bunun sahtekârlığını yapmaktadır. Hakimleri atamakta, sonra da kararlarını merkezî yönetimin keyfine bırakmaktadır. Kur’an ise hakemlik sistemini getirmiştir. Uygulama ise dayanışma ortaklıklarına kalmıştır. Dava ikame yetkisi de bunlara verilmiştir.
1400 sene sonra sadece Kur’an’ın çözümleri çözüm olmaktadır. Batı düşünürlerinin kitaplarını okuyun. Sonunda ne diyorlar biliyor musunuz? “Evet, ‘kapitalizm kötüdür’, ama daha iyisi yoktur! Evet, ‘sosyalizm kötüdür’, ama daha iyisi yoktur!” Kendi yalanlarına kendilerinin inanması için Arapça okumayı, Kur’an okumayı yasaklatarak, okulları ve kursları kapatarak, başörtülülere okuma yasağı getirerek sanki akılları sıra çözüm buluyorlar. Zavallılar! Allah’la savaşan akılsızlar! Sosyalizm nasıl çekip gitti ise; aynen kapitalizm de çok yakında çekip gidecektir. Sermaye sömürüsünün tek tekerli arabası da böylece tarihe karışacaktır.
ِ لَوَجَدُوا فِيهِ اخْتِلَافًا كَثِيرًا(82) (LaVaCaDUv FIYHı EıPTıLAvFan KaÇIyRan)
“Orada birçok ihtilaf bulurlardı.”
Basit örneklerle açıklamaya çalışalım. Kur’an bütün insanlara indirildiğini ilan etmiştir. Eskiden peygamberler geliyor ve kitaplar iniyordu. Uygarlıklar öyle doğuyordu. Kur’an bunu böyle anlatıyordu.
Peki, bundan sonra ne olacak? Peygamberler gelmeyeceğine, kitaplar inmeyeceğine göre, ne olacak?
Eğer bunun cevabı verilmeseydi, Kur’an ütopik olurdu. Ama Kur’an öyle yapmamış, içtihat müessesesini getirmiş, icma müessesini getirmiştir. Bazı aklı evvellerin hoşlarına gitmemiş ki, içtihat kapısını kapatmışlar; ama şimdi yeniden ona sarılıyorlar. Kur’an hiçbir zaman tek İslâm devletini kabul etmemiş, devleti kavimlere yüklemiştir. Eğer Kur’an böyle yapmadan savaşı meşru saysaydı çelişkiye düşerdi. Savaşı meşru gördükten sonra köleliği kaldırsaydı, Batılıların düştüğü gibi çelişkiye düşerdi. Çok evliliği getirmeden zinayı yasaklasaydı, Avrupa’nın düştüğü akıbete düşerdi. Kur’an’ın içinde bulunan hükümler ve varsayımlar, matematikte olduğu gibi çelişkisizdir. 1400 senelik fıkıh bunun açık şahididir. Cezada kesinlik derler, ondan sonra hakime bir seneden beş seneye kadar takdir hakkını verirler! Ceza kanununda baştan ‘kanunsuz ceza olmaz, suç olmaz’ deniyor, ondan sonra sonuna kadar kanunsuz maddeler koyuyor.
Kur’an’ın 1400 senelik tarihini inceleyenler onun İlâhi sözlerden ibaret olduğunda şüphe etmezler.
Çağımızın beğenmediği hükümler vardır. 1400 senedir Müslümanlar onu uygulamakatadurlar. Recim cezası bunun başında gelir; Kur’an’da yoktur. Erkeğe boş ol ile boşama hakkı tanıyıp kadına tanımamak; Kur’an’da yoktur. Aksi vardır. Kocaların karılarını dövmesi Kur’an’da yoktur. Zamanla yanlışlığı sabit olanlar Kur’an’da yoktur. Yalnız Müslümanlar cennete gidecek; Kur’an’da yoktur. Sadece bu âyetler bile Kur’an’ın İlâhi sözlerden ibaret olduğunu ispatlamaya yeterlidir. Kitap Araplık kokmuyor. Çöl hayatına göre düzenlenmemiş. Her türlü hükümleri içerdiği halde, sadece bir çağın sorunları içinde gömülmüş değildir.
Bu sadece kâfirlere veya diğer dinde olanlara hitap değildir. Kurtuluşu Kur’an’da arayacaklarına, Avrupa Birliği’nde arayan Müslümanlara hitap etmektedir; hem de “Adil Düzen”i duyurduktan sonra. Şeriat dışında kurtuluş arayan herkese hitap etmektedir.
***
وَإِذَا جَاءَهُمْ أَمْرٌ (Va EıÜAv CAEaHuM EMRuN) “Onlara bir emr ciet ettiğinde.”
Hayatta doğal kurallar sürüp gider. Bunun farkına bile varmayız. Her an saniyede nefes almaktayız, ama bunun farkında bile değiliz. Tüm canlıların böyle rutin hayatları vardır. Ama bir düzen içinde akıp giden bu hayatta beklenmedik olaylar olur. Sürü tatlı tatlı otlarken, bir de bakarsın ki bir kurt saldırır ve hayatı mahveder.
İnsanlar için de daima böyle beklenmedik olaylarla karşı karşıya kalınır. Bu olaylar bazen iyi bazen de kötü olur. “Kur’an’ı tedebbür etmiyorlar mı?”dan sonra bu gelmiştir.
28 Şubat böyle beklenmedik bir geliştir… 3 Kasım 2002 seçimleri de böyledir…
Olaylar beklenmedik bir şekilde gelmektedir. Bunun dışında çoğu zaman işten ayrı olarak haber gelir. Tehlike belirir, bazen de tehlikeler geçer.
مِنَ الْأَمْنِ (MıNa eLEaMNı) “Emnden”
Hayatta en büyük tehlike, kendini emniyette hissedip tedbirleri bırakmaktır. Nasılsa kazanıyorum deyip işyerine gitmemek… Ben sağlam kimseyim deyip korunmamak… Benim bildiklerim doğrudur, daha araştırıp öğrenmem gerekmiyor… İşte böyle veya benzer şekilde insan kendisini güven içinde hisseder ve tembelleşir. Topluluklar bu şekilde uyutulur.
Balkan Savaşında Avrupalılar Osmanlıları öyle uyuttular. Önce borç verdiler, güven tesis ettiler. Sonra Cezayir’e çıkarma yaptırdılar. Nasılsa bunlar bizim dostumuzdur, borç verdiler deyip Osmanlı askerlerini oralara sevk ettirdiler. Sonra Balkanlar’dan saldırıp İstanbul/Çatalca sınırlarına kadar geldiler!..
Düşmanın en büyük silahı, karşı tarafın hedefini saptırmaktır. Düşman başka yerdedir der, topluluk onunla meşgul edilir. İşte sözde ‘irtica tehlikesi’ budur. Kıbrıs tehlikesi budur.
Böyle davranırsanız, asıl düşmanı bırakıp da dostları düşman yaparsınız. Dolaysıyla bir güven geldiği zaman hemen arkasında bir tuzak arayıp ona göre tedbirli olmak gerekir.
أَوْ الْخَوْفِ (EaVı eLPaVFı) “Yahut havfden”
Güvenin yanında topluluk zaman zaman boş şeylerden korkar, her gün panik ve heyecan içinde hayatlarını yok ederler. Ordumuzu ne için besliyoruz? Düşmanlarımız bize saldıracaklar diye. Hayır, düşman saldırmaz dersek, o zaman ordumuzu dağıtmamız gerekir. Müstevli devletler her zaman bu çareye başvururlar. Osmanlı İmparatorluğu’nun ordusunu böyle yaptılar. Dolayısıyla emn içindeyiz diye tedbirleri elden bırakmamamız gerekir. Ordumuz güçlü bir şekilde her zaman hazır bulunmalıdır.
Böyle rehavetin yanında hem bize saldırıyormuş gibi saldırıya geçmemiz veya saldırı durumu almamız da yanlıştır. İran atom bombasını yapacak, öyleyse biz şimdi ona saldıralım demek de yanlıştır. Ne zamana kadar? İnsanlar diğer devletlerin atom bombasını yapmasına mâni olacaklardır. Benzer şekilde Irak’ta biyolojik silah var, yok kimyasal silah var, kitle imha silahı var diye ona saldırmayı meşru yapmaz.
Düşman böyle muhtemel korkuları gerçekleşmiş korku hâline çevirir ve topluluğu etkin yapar. Komşularımız bize saldırır diye bizim silahlı gücümüzün olması normaldir. Ama komşu bize saldıracaktır diye biz ona saldıramayız. Ne zaman ki düşman bize saldırır, biz de o zaman ona saldırırız. Bu her olay için böyledir.
Hasta olacağız diye ilaç kullanamayız. Ama hasta olabiliriz, ilacı çantamıza koyarız. Hasta olunca kullanırız. Potansiyel tehlikeleri gerçekleşmekte olan tehlike gibi gösterip halkı heyecana düşürmek de çok tehlikelidir. Korkumuzdan biz ona saldırırsak, o da bize saldırır.
أَذَاعُوا بِهِ (EaÜAvGUv BiHi) “Onunla zeyğ ettiler.”
Zeyğ ile Zey yakın kelimelerdir. “Zeyğ” suya düşen boya maddesinin yayılması olarak düşünebiliriz. Basar zeyği bir yere teksif etmeyip adeta görmez hâle gelmektedir. “Haberlerin izaası” ise onu bir merkezde değerlendirme yerine dedikodu olarak yayılmasıdır. Korku veya güvene ait herhangi bir siyasi haber duyulduğu zaman, onun mutlaka değerlendirilmesi gerekmektedir. Duyulan bir haberi siz sadece duyu olarak aktarırsınız, ama size inanmış güvenen kimse o haberi sizden duyduğu içi ciddi kabul eder. Yanlış ve kötü etkisi olan haber topluluk içinde yayılır, gereksiz güven getirip sonra mağlubiyete sebep olur. Tarihte böyle kaybedilmiş savaşlar vardır. Veya olmamış saldırı haberi birliğe yayılır, cephe alınır ve düşmana saldırılır, böylece savaş başlatılmış olur. Tarihte bu şekilde başlayan pek çok savaş vardır
“Onu zeyğ ederler” demiyor da; “Onunla zeyğ ederler” deniyor. Onunla topluluğu kötü istikamete götürürler. Toplulukta panik başlar, topluluk kendisi zeyğ etmeğe başlar. Haberle beraber topluluk da aktif hâle gelir. Toplulukları çökerten, birbirine savaştıran, anarşiyi oluşturan genellikle bu olmaktadır. Bu âyet insanların günümüzde en çok duçar oldukları kötü durumu anlatmakta ve ona karşı çare öğretmektedir. Hiç şüphesiz ki böyle haber alındığında asla heyecanlanmadan, paniğe kapılmadan haberin tahkik edilmesi gerekir. Herkes tahkiki yapamayacağına göre, ilgili kurumlara götürülmesi gerekir.
وَلَوْ رَدُّوهُ إِلَى الرَّسُولِ (VaLaV RadDUvHu EıLAvy elRaSUvLı) “Onu Resule reddetmeliydiler.”
Topluluğun sağlıklı karar alması için doğru bilgilere sahip olması gerekir. Bugün bu amaçla gizli istihbarat örgütleri kurulmuştur. Ne var ki bu örgütler yeraltında mafya ile temasa geçmekte ve kendileri fitne kaynağı olmaktadır. Acaba ne yapılmalıdır? Açık haber alma örgütü vardır.
Bizim 25 Genel Hizmetin biri de haber almadır. Hattâ dışişleri bu haber alma örgütünden ibarettir. Yani dışarıdaki olayları haber alma dışişlerini oluşturur. Elçilik ise devamlı değil de, haberin ulaştırılacağı zaman gönderilir. Herkesin bir habercisi vardır. Duyduğu haberleri ona iletir. O bu haberleri ya o ocağın başkanına iletir ve bununla yetinir. Yani, sadece o bucağı ilgilendiren haberse, onu bucağın ilgili bakanına iletir. Haber önemli ise bu ilçedeki haberci görevlisine ulaştırır. O da ildeki bakana iletir. Eğer olay ülke çapında ise ilçedeki haberci bölgedeki danışmanına ulaştırır. Bölgedeki danışman ülkenin haber alma bakanına götürür. Eğer insanlığı ilgilendiriyorsa, o zaman da kıta merkezindeki danışmana ulaştırır. O da insanlık bakanına iletmiş olur. Böylece haber önemine göre alınmış olur. Her vatandaş ne kadar haberdar ise o kadar bilgi iletilmiş olacak. Bütün halktan bilgiler toplanmış olacaktır.
Bundan sonra ikinci bir kuruluş daha vardır: Soruşturma kuruluşu. Gerekli görülenler soruşturma yapılarak tahkik edilir. Sonra bu değerler araştırma merkezine gider ve orada sonuçlar elde edilir. Burası istinbat merkezdir. Başkan şurayı topar, onlarla da istişare eder ve sonunda haber değerlendirilmiş olur. Haber aynı kanallardan halka doğru gider ve halk doğrusunu öğrenmiş olur. İşte buna istinbat mekanizması diyoruz.
Hiçbir zaman genel yayın organları ile haber halka iletilmez. Halk bunları ancak haber alma teşkilatından öğrendikten sonra basındaki yayında yorumunu duyar.
Bunun dışında herkesin gizli dosyası vardır. Evrak genel hizmetinde tutulur. Bu dosyaya kendisi ile ilgili her türlü bilgi ve belge girer. Biri onun hakkında bir ihbarda bulunmuşsa, derhal dosyasına gider ve haberdar edilir. Kişi savunmasını yapar ve her ikisi dosyaya konur. İhbar edenin de dosyasına konur. Kişi kendi hakkında söylenen her sözü bilmiş olur. Bunun dışında kendisine dair gizli herhangi bir kayıt tutulamaz. Tutulursa, ‘tecessüs etmeyin’ âyetine aykırı olur.
Bunun dışında gizli istihbarat örgütü yoktur. Sadece askerlik amaçlı ve vatandaş olmayanlara karşı dosya tutulur. Kişinin dosyasına konmak şartıyla askerler siviller hakkında dosya tutabilirler. Ancak bunu yalnız ve yalnız savaşta ve sıkıyönetimde kullanabilirler.
وَإِلَى أُوْلِي الْأَمْرِ مِنْهُمْ (Va EuLı EıLAvy eLEaMRı MıNHuM) “Kendilerinden olan ulilemre”
Kur’an’da başka yerde “Uluilemri Minkum” denmektedir. Biz orada sizden olan yani sizin seçtiğiniz ulilemr diye anlamıştık. Ancak buna itiraz edebilir, sizin seçtiğiniz değil de, mü’minlerden olan ulilemr şeklinde yorumlanabilir. Eskiden öyle anlamışlardı. Ama bu âyette çok açık olarak kendilerinden olan ulilemr denmiştir. Demek ki herkes kendi emirini kendisi seçecektir. Komutan da seçilecektir. Güvenlikle yükümlü olan silahlı birlikler de biat yoluyla, dayanışma yoluyla oluşacaktır. İlçe yöneticisi veya karye yöneticisi olayları değerlendirip gerekli tedbirleri alacaktır. Bölge yöneticisi, kıta yöneticisi emni sağlayacaktır. Bu havf (korku) veya emn (güven) sadece düşmandan gelmez. Zelzele, sel, bulaşıcı hastalık, virüs gibi doğal âfetler olabilir. Silahlı birliklerin merkezlerinde oluşturulmuş bir heyet olur, haberleri onlar değerlendirirler. Askerlikte buna karargah denir. Derin devlet yalnız budur. Bunun dışında gizli toplantılar yapmak meşru değildir.
لَعَلِمَهُ الَّذِينَ يَسْتَنْبِطُونَهُ مِنْهُمْ (LaGaLiMaHu elLAÜIyNa YaSTaNBıOUvNa MıNHBuM)
“Onlardan istinbat edenler elbette ilmederler.”
“Alellezine Ya’lemune” denmiyor. “LeAlime” diyor. Yani; Allah öyle bir hassa vermiştir ki, bu mekanizmalar çalışınca kararlar açık ve kesin çıkar, yanılma çok az olur. “Onlardan istinbat edenler bilirler” denmektedir. İstinbat bir ilimdir; içtihat ilmidir. Öğrenilebilir ama onu kullanmak kısmen yaradılışla ilgilidir. Allah her hassayı herkese vermemiştir. O hassaya kimler mâlik ise onlar o göreve getirilmelidir. Bunun testleri geliştirilmelidir. İstinbat kabiliyeti olanlar görevlendirilmelidir.
“Nebat” bitki demektir. “Te” “Ta”ya dönüşmüş, istinbat olmuş. Yani; toprakta dağınık halde bulunan maddeleri nasıl bitki birleştirir, onu dizer, bitki olursa; dağınık halde bulunan bilgileri yan yana getirip monte ederseniz sonunda o haber olur. “İstinbat etmek” demek bu demektir. Allah topluluğu öyle var etmiş ki, hareketler gizli kalmıyor, istihbar ediliyor. Bunun için gizli istihbaratçılar değil. Her duyan haber verir. Sonra kıymetli haberleri verenler mükâfatlandırılır. Herkes bir ajandır. Kendi habercisine bildirir. Bunlar kimin aleyhine haber ise ona duyurulur ve savunması istenir. Haberler toplanır, tasnif edilir ve istinbat edenler gider. İstinbat edenler bu haberleri yan yana getirerek hadiseyi ortaya çıkarırlar. Ayrıca soruşturma ekipleri vardır. Bunlar gizli haberci değil, açık habercidirler. Dört çeşit resmi soruşturma vardır:
a) Yerinde soruşturma yapılır. Soruşturmacı kayıt cihazı ile ve açık olarak kişileri ziyaret eder ve onlarla konuşur. Konuşmayı kabul etmeyen olabilir.
b) Bunlar kaydedilir ve ilgili kişilere yazılı olarak sorulur, onlardan yazılı cevap istenir.
c) Cevaplarda eksiklik varsa başkana başvurulur, karakol soruşturması yapılır. Karakol soruşturması açıktır ve eziyetsizdir.
d) Çok önemli olduğu zaman hakemlere gidilir. Karakol soruşturması yapılır. Karakolda hapsedilebilir, eziyet verilebilir. Ancak kişi ister itiraf etsin ister etmesin, karakolda kaldığı günlerin iki misli ücreti ödenir. Ayrıca eziyet edilmişse diyeti ödenir.
Sonunda soruşturmacılar kanaatlerini beyan ederler. Kanaatleri hakemlerce onaylanırsa yürürlüğe girmiş olur
İşte böyle olan topluluklar varlıklarını korurlar. Diğerleri ise böyle olanlara yem olurlar.
Adil Düzenciler bu sistemi aralarında şimdiden kurmalıdırlar. Kooperatife bunun için ihtiyacımız vardır. Marketler zincirini oluşturduğumuz zaman karakol ve duruşmalı soruşturma dışında her türlü hizmetleri yapabiliriz. Televizyon ve radyoda duyduklarını değil, haberleşme hizmetinin değerlendirdiği haberler geçerli olur. Dergide bu yayınlanır. Herkes dergiyi alıp okuduğu zaman gerçekleri öğrenir ve inanır. Dergi elden teslim edilir. Yazılı belge elden verilirse geçerlidir. Onun dışındaki hukuken geçerli değildir.
وَلَوْلَا فَضْلُ اللَّهِ عَلَيْكُمْ (VaLaV LAv FaWLu elLAHı GaLaYKuM)
“Allah’ın sizin üzerinizde fadlı olmasaydı.”
“Fadl” artık demektir. Suyu kullandığınız zaman kapta su artarsa o fadldır. Yahut tabakta meyve yediniz, arttı, o fadldır. Birine borcunuz var. Borcunuzu ödediniz. Fazlasını verirseniz o da fadl olur.
“Allah’ın fadlı” demek, Allah’ın insanlara hak ettiklerinden fazlasını vermesidir; yahut topluluğun fadlının sizin üzerinizde olması demek olur. Birlikte yaşamanın, örgütlenmenin faziletini anlatmaktadır. Birlikte yaşadığımız içindir ki bilgiler bir merkezde toplanmakta, onların montesinden doğru haber oluşmakta ve doğru iş yapılabilmektedir. Parça bilgiye sahip olan bütün bilgilere sahip olur. Bu fadl bir araya gelmeden doğmuştur. Kişilerin parça bilgisi kişi adedince çarpılmaktadır. %50 bilgi varsa, 50 kişi de hepsinden yararlanıyorsa, 2500 yararlılık ortaya çıkmaktadır. Yol da böyle değil midir? Ortak yol yaparız ve tek başına yaptığımız gibi ondan yararlanırız.
وَرَحْمَتُهُ (Va RaXMaTuHUv) “Ve rahmeti olmasaydı.”
“Fadl” bir araya gelmekten oluşan kazançtır. Bir de dayanışmadan oluşan bir kazanç vardır, işbölümünden doğan kazanç vardır. Ben hasta olduğum zaman siz bakarsınız, siz hasta olduğunuz zaman ben bakarım. Ben işsiz olduğumda siz bana ortak edersiniz, siz işsiz olursanız ben ortak ederim. Bu rahmettir. İnsanlar bir araya gelince aralarında dayanışma ve işbölümüne girer, bu sayede rahmetin içine girerler.
“Fadl” maddi saadettir. “Rahmet” ise insanlar arasındaki manevi saadettir.
Başka yerde rahmet nimet karşılığı getirilmiştir. İstanbul halkının Adil Düzene göre kendi kendine örgütlendiğini düşünün ve ne olduğunu, nasıl fadl ve rahmet içinde olacağını tasavvur ediniz…
لَاتَّبَعْتُمْ الشَّيْطَانَ (La itTaBaGTuM elŞaYOaNa) “Şeytana tâbi olurdunuz.”
Emnin rehavetine dalardınız veya havfın dehşetinde kalırdınız. Allah size fadl etmiştir, rahmet etmiştir de bunların içine düşmüyorsunuz. İşte Allah’ın fadlı ve rahmeti bunları bize öğretmesidir; bu teşkilatı kurmamızı öğretmesidir. Haberleşme çok önemlidir. İstanbul zelzeleyi yaşadı. Günlerce en yakın kimseden haber alamıyorsunuz. Oysa böyle bir teşkilat olduğu zaman haberler hemen merkeze ulaşacak ve emin haberler alınacaktır. Adres verilip kişi sorulacak ve o adrese hemen varılacaktır. Önce telefon veya elektronik araçlarla ulaşılacaktır. Sesler telefonlarda tanınabilecektir. Karşılıklı konuşmada teyitler alınabilecektir. Böylece şeytanın kandırmacası düşülmeyecektir. İstanbul ve diğer büyük şehirler hep böyle havf ve emn haberleri tehklikesi ile karşı karşıyadır. Kendimizi barışta terörden, savaşta saldırılardan korumamız ancak böyle mümkün olacaktır. Zelzele ve sellerden ancak böyle korunabileceğiz.
إِلَّا قَلِيلًا(83) (EilLAv QaLıyLan) “Kalilinz dışında.”
Yani, çok az kimse böyle durumlarda bu tür haberleri değerlendirip inanmaz. Çoğumuz bu durumlarda hiç olmazsa şüpheye düşeriz. O halde Allah’ın emrimi yerine getirelim ve artık kooperatiflerimizi faaliyete geçirelim. İstanbul’u teşkilatlandıralım. Dünyanın merkezi olan kenti bu halde bırakmayalım.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ - 306 ADİL DÜZEN DERSLERİ - 136 İstanbul, 27 Mayıs 2005
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI
(Selahattin Öztürk ve Reşat Nuri Erol Üsküdar’da değerlendirecektir.)
METAL FIRTINA VE SAVUNMA SAVAŞI
‘Metal Fırtına’ adlı kitabı okuyorum… Kitaptaki konuya bakılırsa, ABD Türkiye’ye saldırıyor, Türkiye perişan… Ama sonunda Türkiye galip geliyor... Kitabın henüz yarısındayım.
Bugün ABD inanılmaz hava üstünlüğüne sahiptir. Bu nedenle denizlere de hâkimdir. Onun hava üstünlüğüne karşı dünyada direnecek bir güç yok. Ne var ki, ABD’nin bir bu kadar da kara kuvvetleri yok gibi. Hemen hemen karada galip gelecek bir devlet yok. Havadaki üstünlükle korku salıyor, halk teslim oluyor. Ama halk bitmiyor. Gitmesini bekliyor. Hâsılı, ABD işgal edebiliyor ama işgal ettiği yerleri savunamıyor.
Gelecekte orduların savaşı değil, ‘halkın savunma savaşı’ olacaktır. Halk kendi topraklarını savunacaktır. Halkın bu savunmasını yapabilmesi için halk organize olmalıdır.
a) ARABA: Büyük şehirlerde oturan herkesin ailesini alıp kent dışına çıkacak bir arabası olmalıdır. Kentte araba ev kadar önemlidir. Bunun için şu tedbirler alınmalıdır. 1) Araba ne kadar eski olursa olsun çalışır seviyede olmasına izin verilmeli, ithalatına izin verilmelidir. 2) Arabalar vergiden muaf olmalıdır. 3) Askeri merkezler arabaları çok ucuz şekilde tamir etmelidir. 4) Savaş zamanında kullanılmak üzere yakıtlar depolanmalıdır.
b) DİNLENME EVİ: Herkesin İstanbul dışında bir barakası yani dinlenme evi olmalı. Savaş tehlikesi belirir belirmez hemen ailesini alıp oraya götürüp yerleştirmelidir. İnsanlar orada kendi imkanları ile yaşayabilmelidirler. Hayvan besleyebilirler. Sebze ekebilirler. Bu evler dağınık olacak. Buralarda herkes gerektiğinde sipere girecek şekilde olacak; hattâ gerektiğinde üretim orada da devam etmelidir.
c) HABERLEŞME: Savaşın en tehlikelisi haberleşmenin kesilmesidir. Bunun için herkes cep telefonu kullanmalı. Ancak bu cep telefonlar yakın mesafelerde bedava konuşabilmelidir. Bu telefonları biz üretip dağıtmalıyız. Vergiden muaf olmalıdır. Ayrıca PTT dışında kablolarla evler ve mahalleler birbirine bağlanmalıdır. Lokal santraller olmalıdır. En önemlisi, savaş veya tehlike anlarında civar ilişkilerle ağlar kurulmalıdır. Aracılarla en uzak yerlere kadar iletişim sağlanmalıdır. Böyle anlarda isteyen istediğine her zaman aracılarla ulaşabilmelidir.
d) NAKLİYE VE ÜRETİM: Diğer taraftan yine çok önemli olan mesele taşımadır. Yani, haberleşmenin yanında mallar da her aileye ulaşacak şekilde düzenlenmelidir. Savaş anlarında herkes herkese istediği malı verebilmeli, sadece ondan belge alıp saklamalıdır. Savaş sonrasında hesaplaşmalar yapılır. Savaş esnasında üretim durmamalı, hayat devam etmelidir.
Halkımız savaşa dayanabilmelidir. Eğer savaş esnasında çalışma ve yaşama devam ederse, düşman eninde sonunda pılıyı pırtıyı toplar ve gider.
Her zaman iki türlü halk olacaktır. 1) Ben uşak olmaya razıyım. Kim gelirse gelsin, ona itaat ederim, emrinde olurum diyenleri serbest bırakalım. Onları zorla savaşa sürüklemeyelim. Onlar semtlerini ve yerlerini kursunlar, gelen düşman da onlara saldırmasın. 2) Ama ‘biz bağımsız olmak istiyoruz’ diyenler de savaşa hazır olsun. Yalnız bağımsızlığın bir bedeli vardır. O da ölümü göze almaktır. ‘Ya istiklâl ya ölüm’ dediğiniz zaman çok rahatlarsınız, sizde korku diye bir şey kalmaz. Seçeneğinizi yaptınız. O halde artık sizin işiniz savaşmak, size saldıranları ölünceye kadar savmaktır. Sadece savunmak için ölmeyi istemektir.
Eğer Türk halkı böyle bir ölüme hazırsa, hiç olmazsa yüzde onu böyle bir ölüme hazırsa, bu devleti kimse yıkamaz. Ama ölmektense esir olmayı kabullenmişse, o tür devletleri kimse yaşatamaz. Onlar ABD gibi devletlerin esiri olmaya mahkumdurlar.
Gelin İstanbul halkının hiç olmazsa yüzde onu olarak örgütlenelim. Gerektiğinde ölmeye, ama esir olmamaya azimli olduğumuzu gösterelim. Kurbanlık koyun gibi beklemeyelim.
NE YAPALIM?
a) Önce İstanbul’da ‘halk marketleri’ kuralım; esnaf, konsinye, mala-mal ve elektronik marketleri kuralım. Belediyeleri bunlara katılmaya ikna etmeye çalışalım.
b) Bu marketlerden sonra gelin bu marketlerde arabaları ve parçaları ‘mala-mal esası’ üzerinden alıp satalım. Bunların bakımlarını yapalım. Güvenilir tamircileri ortaya çıkaralım.
c) Gelin bir ‘ahşap ev ortaklığı’ geliştirelim. Arsa sahiplerini ortak edelim, belediyeleri ortak edelim ve şehir dışında ‘dinlenme siteleri’ oluşturalım. ‘Ya istiklâl ya ölüm’ diyenlerin savunma yerleri olsun. Burası hem dinlenme hem de kaçma yerleri olsun.
d) Gelin, savaş veya zelzelede üretim imkanlarımızı dinlenme yerlerine dağınık olarak taşıyalım.
‘Hayır! Biz bunları yapamayız!’ diyorsunuz, siz bilirsiniz.
O zaman bekleyin… Biz de bekliyoruz…
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ - 306 ADİL DÜZEN DERSLERİ - 136 İstanbul, 27 Mayıs 2005
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI
(Selahattin Öztürk ve Reşat Nuri Erol Üsküdar’da değerlendirecektir.)
AHİM VE ÖCALAN
Elimizde iki büyük hukuk külliyatı vardır. Biri Tevrat, diğeri Kur’an’dır. Bunları getiren kişiler bu kitapların kendilerine ait olmadığını, Kâinatı var eden Allah’a ait olduğunu beyan etmişlerdir. Bu iddianın tabii sonucu ne olmalıydı? Bütün insanlık bu hükümleri kabul etmeliydi. Herkes Allah’ın emirlerine uymalıydı. Allah’ın kanunları varken, başka herhangi bir kanun söz konusu olabilir mi? Ama insanlar böyle yapmadılar.
Hz. Musa; ‘Bu Kitap yalnız İsrail oğullarını bağlar, diğer kavimlerin kanunu değildir’ diyerek ilk lâikliği tesis etmiştir. Son Peygamber ise; ‘Bu Kitap bu kitaba inanmayanları bağlamaz, onlar kendi kitapları ile hükmetsin’ demiş. Sadece bununla yetinmemiş, Kur’an’ı kabul edenleri de kendi anlayışlarında bırakmıştır.
Kur’an’a göre kaza merkezleri beldelerdir. Cuma namazı kılan cemaat içinde Kur’an anlaşılır ve uygulanır. Merkez asla karışamaz. Hattâ, eğer belde başkanı kişiyi asmaya yetkili değilse, ona bu yetki tanınmıyorsa, o başkan Cuma namazını kıldıramaz. Cuma namazı kılanlar da birbirleriyle her gün karşılaşan ve dolayısıyla birbirlerini tanıyan topluluklardır. Niçin böyle yapılmaktadır? Çünkü insan özgürdür. Topluluklar da bağımsızdır. İşte bu sebepledir ki Tevrat 3000 yıldır uygulanmaktadır. Kur’an da 1400 yıldır uygulanmaktadır.
Şimdi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne bakın. Önce İlâhi hukuka inanmıyorlar. Ondan sonra da Avrupa hukukunu oluşturuyorlar. Kimdir bunu oluşturanlar? Üç beş kopyacı, Tevrat’ı ve Kur’an’ı kopya eden üç beş zavallı. Sonra da bir kasabadaki mahkemenin kararlarına müdahale etmektedir. Bunlar temyiz edilmektedir. Ondan sonra da biz Avrupa birliğini kuracağız diyorlar. Onlar bu akılları ile kümes bile kuramazlar.
Bugün ‘Avrupa müktesebatı’ dediğinizde anlaşılan nedir? Yahudi istismarcıların dünyaya öğrettikleridir. Onlara göre gerek Hıristiyanlar, gerek Müslümanlar, yani bütün dünya onların uşağıdır. Onlar hizmet ederler ve yaşarlar. Bunlar hayvan mertebesinde oldukları için âhirette de cennete giremezler. İsrail oğullarını dinlemedikleri için de cehenneme atılırlar. Böyle bir dünyayı yönetme hakkı onlarındır. Tarihte bunu Mason locaları ile denediler. Asırlar boyu başarılı oldular. Onlar aracılığı ile dünyayı fesada verdiler. Derebeylikleri yıktılar, krallığı icat ettiler. Protestanlıkla Kilise’yi parçaladılar. Krallıkları yıktılar, cumhuriyeti icat ettiler. Cumhuriyeti yıktılar, sosyalizmi icat ettiler. Bunları hep Masonları taşeron olarak kullanıp yaptılar.
Şimdi Masonlar etkisini kaybetti. Çünkü Masonlar zengin oldular ve kafa tutmaya başladılar. Masonlar halk içinde deşifre oldular, etkileri kayboldu. Aslında bugün gelişen teknoloji ile Masonlara ihtiyaç kalmadı. Artık haberleşme, ulaşım, teknoloji ve üniversiteler sayesinde doğrudan doğruya yönetme kararını aldılar. Masonların altında Lions ve Rotaryen gibi kulüpleri gibi kulüpler ürettiler, Masonların üstünde Bilderberg gibi yeni kurumlar kurdular.
En önemlisi, devletleri yıkan saçma kanunlar çıkarttılar. Nedir bunlar? Siz 30 000 kişiyi öldürürsünüz, ama sizi öldürmezler; çünkü idam cezası kaldırılmıştır! İhtilaller yapar devletleri yıkarsınız, ama siz hapishanede zerre kadar işkence görmemelisiniz! Yaptıklarınıza mukabil lüks otellerde yani günümüz hapishanelerinde iskan olunmalısınız? Neden? Çünkü onların parası var. İstedikleri gibi hareket etmeyen kimseleri mafyaya öldürtürsünüz ve öldürenleri himaye edersiniz. Sizin korkunuzdan dünyadaki herkes emrinize girer. Artık ‘hukuk düzeni’ yerine sermayenin ‘eşkıya düzeni’ dünyayı yönetir! Siz başbakan olabilirsiniz, ama ne haddinize, bir adım ileri gidesiniz! Şimdilik bu silahı kullanmıyorlar, çünkü bu kuralı tam yerleştiremediler. Daha orduları dağıtamadılar. Bu gidişle belki birkaç on sene sonra bu hedefe ulaşacaklarını sanıyorlar.
Türkiye’ye gelince, en zor çözülecek bir ülke. Çünkü ordudan başka hiçbir şeyleri yok. Bunların elinden orduyu almak imkansız. İşte böyle saçma dayatmalarla kolayca yıkma peşindedirler. Böyle saçma şey olur mu? 30 000 kişiyi öldürecek ama siz onu asmayacaksınız! Bir de, yok mahkemenin karşısına üç gün çıkarılmamış!
Bir defa dünyada iki yönetim sistemi vardır; hukuk sistemi, askeri sistem. Başka bir sistem yoktur. Tarihte kimse icat edememiştir. Türkiye’de aynı kaynak ‘olağanüstü hal’ diye bir şey icat etti. Sonra ‘devlet güvenlik mahkemeleri’ kurdu. Oysa tarihten beri bilinen ve değişmesi mümkün olmayan muhakeme sistemi var. Askeri muhakeme veya hukuki muhakeme. Devlet normal hallerde hukuki muhakeme sistemleri ile muhakeme olunur. Onun kuralları vardır. Ama savaşlarda ve fevkalade hallerde örfi idare ilan edilir ve yine askeri mahkemelerde muhakeme edilir. Ara formül devleti parçalama formülü idi. Anayasada duran bu hüküm uygulanamaz olmuştur. Çünkü saçmalıktır. Ne kuş, ne deve.
Ne yapılmalıdır? Kör, sağır ve dilsizler duymayacaklar ama biz yine söyleyelim.
Önce Öcalan’ın muhakemesi iade edilmelidir. Ama Öcalan savaş suçlusudur ve askeri mahkemede muhakeme edilmelidir. Askeri mahkeme yalnız Türkiye’de yoktur. Dünyada vardır. Eğer Öcalan askeri mahkemede muhakeme edilmeyecekse kim muhakeme edilecektir? Askeri mahkemelerde hükümler sanığın işlediği fiilden dolayı verilmez. Buna öyle ceza verelim ki gelecek için yararlı olsun denir. İdamsa kurşuna dizer, hapisse hapseder, sürgüne göndermekse sürgüne gönderir, isterse bir askeri birlik kurar ve onun başına komutan yapar. Askeri mahkeme için bunların hepsi makuldür. Batı buna ses çıkaramaz. Savaş suçlusu değildir diyemez. Askeri mahkemeler yoktur diyemez. Askeri mahkemelere karşı insan haklarına başvurma yetkisi yoktur.
Sonra yapacağı iş illere özerklik vermek, jandarma teşkilatını kendi içlerinden kurmalarını sağlamak ve kendi iç güvenliklerini kendilerine bırakmaktır. Devlet ancak bağımsız il talepte bulunursa sıkıyönetimi il kendisi ilan eder, davet eder ve o zaman askeri yargılama yapılır. Yoksa il kendi güvenliğini kendisi sağlar. Bu ikinci tedbirdir.
Hakemlik getirerek adil yargılama sistemini ülkesine yerleştirir. Hakemlerin kararları bozulmaz, icra edilir. Üst mahkemelere başvurulur. Ama yargılayanlar tazminata mahkum edilir. Karar bozulmaz. Onların kararları da devlet mahkemelerinde muhakeme edilir. İl hakimleri yargılanır. İnsanlık mahkemesine de başvurulur, ama devlet hakimleri yargılanır. Yoksa ilçede alınan kararları Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin takip etmesi mümkün değildir.
Türkiye’de etkili dosya bulunamaz ki Öcalan’daki kusurların on katı kusur halinde olmasın. Yalnız bizde değil, dünyada bulunamaz. O halde bütün dünyadaki ceza davalarını yenileyelim. Yahut devletleri tazminata mahkum edelim. O zaman işte tam sömürü sermayesinin istediği anarşi en kısa zamanda gerçekleşir.
Siz yine kulaklarınızı tıkayıp ölüme doğru yolculuğa devam ediniz; sağırlar, körler ve dilsizler!..
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92