ADİL DÜZEN 317
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 12- 15 Ağustos 2005 Fiyatı: Seminere katılmak veya (akevleronline) www.akevler.org
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 317. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
ÜSKÜDAR Adresi: Selami Ali Efendi Cd. No: 31 ÜSKÜDAR/İSTANBUL (Ana Çocuk Sağlığı yanı – Anadolu Gençlik bitişiği) Tel: (0532) 246 68 92
*TEFSİR SEMİNERİ [Cuma Üsküdar (19.00-21.00); Cumartesi Yenibosna (17.00-21.00); Pazartesi Ümraniye (19.00)]
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
(Hasan Özket, Yasin Kılar, Hasan Çetinkaya, Lütfi Hocaoğlu, Reşat Nuri Erol ve …………… dersi okumuş olarak geleceklerdir.)
Üsküdar ve Ümraniye’de Reşat Nuri Erol tarafından; diğer yerlerde ilgili ve sorumlular tarafından anlatılacaktır...
Hedefimiz; bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul’da 200, Türkiye’de 1000 yerde okunmasıdır. Süleyman KARAGÜLLE
NİSÂ SÛRESİ TEFSİRİ - 42
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
وَمَنْ يَكْسِبْ إِثْمًا فَإِنَّمَا يَكْسِبُهُ عَلَى نَفْسِهِ وَكَانَ اللَّهُ عَلِيمًا حَكِيمًا(111)
وَمَنْ يَكْسِبْ خَطِيئَةً أَوْ إِثْمًا ثُمَّ يَرْمِ بِهِ بَرِيئًا فَقَدْ احْتَمَلَ بُهْتَانًا وَإِثْمًا مُبِينًا(112)
وَلَوْلَا فَضْلُ اللَّهِ عَلَيْكَ وَرَحْمَتُهُ لَهَمَّتْ طَائِفَةٌ مِنْهُمْ أَنْ يُضِلُّوكَ وَمَا يُضِلُّونَ إِلَّا أَنفُسَهُمْ
وَمَا يَضُرُّونَكَ مِنْ شَيْءٍ وَأَنزَلَ اللَّهُ عَلَيْكَ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَعَلَّمَكَ مَا لَمْ تَكُنْ تَعْلَمُ
وَكَانَ فَضْلُ اللَّهِ عَلَيْكَ عَظِيمًا(113)
وَمَنْ يَكْسِبْ إِثْمًا (Va MaN YaKSiB EiÇMan) “Kim ismi kesb ederse.”
Üzümden yapılan içkiye “hamr” denir. “İSM” diğer herhangi bir meyveden yapılan içkinin adıdır. Hamrdan farkı, hamrda alkol miktarı belirlidir. Burada sarhoş edici madde de belli değildir. Bugün ‘uyuşturucu’ dediğimiz maddenin kullanımı olarak anlayabiliriz. Sonra insana zarar veren bütün suçlara “İSM” denmiştir. “Zenb” kuyruk demektir. Topluluğa karşı işlenen ve arkasına alıp gizlenilen şey anlamındadır. Yani, “zenb” sosyal suçtur, “İSM” ise kişisel suçtur. Bununla beraber “İSM” zenbi de içine alır, ama zenb ismi içine almaz. Böylece burada “kim genel olarak suç işlerse” anlamı verilebilir.
Burada “MEN” meni umumidir. Suç işleyenin insan olması yeterlidir. Mü’min olsun, kâfir olsun, kim olursa olsun değişmez. İşlenen suç işleyene aittir. “İSM” nekire olarak gelmiştir; suç ne olursa olsun, hangi suç işlenirse işlensin, o suç işleyene aittir.
“KESB” kelimesi getirilmiş, “Amel” kelimesi getirilmemiştir. “Amel” bir defa yapılan iştir, “KESB” ise küspeden gelir. Bir şeyi yığmak anlamına gelir; üst üste eklenen suçlar anlamına gelir. İnsan hayatta hataen veya cehaleten ara sıra küçük çapta suçlar işleyebilir. Bundan tevbe eder be bir daha işlememek üzere dikkatli olursa o affedilir. Ama rüşvet vermeyi ve almayı âdet hâline getirmişse, hile yapmayı âdet hâline getirmişse, sigara içmeyi âdet hâline getirmişse… Bütün bunlar “İSM” olur, “KESB” hâlindedir. Yahut bir adam öldürmeyi planlayarak, uzun zaman düşünerek hazırlık yaparak öldürürse bu büyük günahı kesb etmiş olur.
فَإِنَّمَا يَكْسِبُهُ عَلَى نَفْسِهِ (Fa EınNaMAy YaKSıBuHUv GaLAy NaFSiHi)
“Onu sadece kendi aleyhine kesb etmiş olur.”
Kişi onu kendi aleyhine kesb etmiş olur.
“İNNEM” kelimesi hasr içindir. Yani, bir başkası için işlemiş olmaz.
Bu son derece büyük bir sosyal kuraldır. Anayasalarda ‘suç şahsîdir’ diye geçer. Baba oğlunun işlediklerinden sorumlu değildir. Oğul da babanın işlemiş olduğundan sorumlu değildir. Kardeş kardeşinin işlediklerinden sorumlu değildir. Aynı partiden biri bir suç işlerse diğerleri sorumlu tutulamaz. Başkan da suç işlerse; derneğin, cemiyetin, vakfın diğer kimseleri sorumlu tutulamaz.. Bu sebepledir ki bir kavim azarsa ve kollektif suç işlemeye devam ederse, onların elebaşıları öldürülür, diğer kimselere ceza verilmez.
Savaşta ancak onlar siper almışlarsa ateş edebiliriz, savaşmayanlar da o arada ölebilir. Ama savaşmayanlara ateş açılamaz. Savaşmayan esirleri öldürmek yoktur.
Batılılar bu cezada ‘şahsi sorumlu olmayı’ yasalarına Müslümanlardan anlamadan kopya etmişlerdir. Bundan dolayı hâlâ parti kapatıyorlar, hâlâ dernek kapatıyorlar, hâlâ işyeri kapatıyorlar... Oysa sorumluluk şahsidir ve yalnız insan sorumludur. Eşya sorumlu olamaz. Çünkü onlar “MEN” değil “M”dır.
Kur’an’ın pek çok âyetlerinde bu hususa işaret etmektedir. Bunun dışında alkol alan kişi kendisine zarar verir. Allah insanlar için zararlı olmayan hiçbir şeyi haram kılmamıştır. İsmi işleyen kendisine zarar verir. Domuz eti yiyen kendisine zarar verir. Görünürde zararını bilemeyebiliriz.
وَكَانَ اللَّهُ عَلِيمًا حَكِيمًا(111) (Va KAvNa elLAHu GaLIyMan XaKIyMan)
“Allah alîm ve hakîm bulunmaktadır.”
Allah tabiî ve sosyal kanunları bilmekte ve ona göre hükümler koymaktadır. İsmleri ona göre tanzim etmektedir. Acemice hiçbir şey yapmamaktadır. Asırlarca bazı mabetler uyuşturucu kullanmayı Allah’a yaklaşmak için bir araç olarak görmüşlerdir. Ama Kur’an bunları yasaklamıştır. Uyuşturucuların haramlığında icma vardır. Kilise şarap içmeyi mukaddes saymıştır! Oysa Kur’an içkiyi haram etmiştir.
Kur’an’da yer alan bir tek hüküm yoktur ki gelişen müsbet ilimlerle teyid edilmesin.
Kur’an’a aykırı hükümler konmaktadır. Mesela, idam cezası kaldırılmaktadır. İnsanları örgütleyerek 30 000 kişiyi öldürecek ama siz onu as(a)mayacaksınız! İsrail oğulları bu hükmü dünyayı sömürmek için Hıristiyanlara empoze ettiler, o aptallar da buna uyup ülkelerini kan gölüne çevirmektedirler. Ama bir müddet sonra Kur’an’ın “kısasta sizin için hayat vardır” âyetini okuyacaklar ve idam cezasına geri geleceklerdir. Çünkü “Allah alîm ve hakîmdir.”
Burada “ALÎM” ve “HAKÎM” nekire gelmiştir. Demek başka bilmesi gereken de vardır ve da devlettir. Devlet, koymuş olduğu hükümlerde âlim olmalı yani tabiî ve sosyal ilimlere dayanmalıdır. Meclis ilimlere aykırı kanun çıkaramaz. O sebepledir ki hakemlerden oluşan yargı sistemi vardır. Yargı Meclis’in üstündedir. Eğer Meclis ilme aykırı bir karar alırsa; ilmî, dinî, mesleki veya siyasî dayanışma ortaklıklarının sorumluları hakemlere gidebilirler. Bir hakemi davacı, diğer hakemi meclis başkanı, seçer; baş hakemi de seçilen hakemler seçerler. Karşılıklı deliller ileri sürülür ve eğer tabiî veya sosyal kanunlara aykırı ise o karar veya o kanun iptal edilir. Çünkü kanunlar ve kararlar ilme aykırı olmamalıdır. Bunun demokratik olması için tek çıkar yol vardır, o da hakemlik sistemidir. Hakemliği kabul etmeyen topluluklar ‘demokrasi’ ile değil, ‘oligarşi’ ile yani ekseriyetin dediği ile yönetilirler. Demokrasi ancak ve ancak ‘hakemlik sistemi’ varsa vardır.
Hakemlik de yalnız Kur’an’da tedvin edilmiştir.
Bugün hakemlik sistemini kabul eden bir devlet yoktur. Dolayısıyla dünyada ne lâik ne de demokratik devlet yoktur. “Adil Düzen” ile insanlığa demokrasi ve lâiklik gelecektir.
وَمَنْ يَكْسِبْ خَطِيئَةً (Va MaN YaKSiB PaOIyEaTan” “Kim bir hata kesbederse.”
Yukarıda “İSMEN” kelimesi geçmiş, burada “HATİEN” kelimesi zikredilmiştir.
“HATA” dikkatsizlikten veya istemeyerek işlenen bir suçtur. İnsanlar hata işlememeye çalışmalıdırlar. Bazı durumlarda hata işlenme zorunluluğu ortaya çıkar. Mesela, çok aceleniz vardır. Trafikte kırmızı ışıkta geçtiniz, ama bir kazaya da sebebiyet vermediniz. Bu hatadır, ism değildir. Yahut aç kaldınız, başkasının malını izni olmadan aldınız, yediniz; bu hatadır, ism değildir. İstediniz vermedi, gizli aldınız; bu hatadır, ism değildir. Yahut dikkat etmediniz, kazaya sebebiyet verdiniz. Bunlar hatadır. Ancak bunlar da kesb hâline gelmemelidir.
-Acaba hatanın cezası nedir?
“HATA”nın cezası, eğer zarar verilmişse tazmin edilir. Zarar verilmemişse, keffareti vardır, ödenir. Keffaret, kişinin kendi kendine verdiği cezadır. Şeriatta cezalar belirtilmiştir. Kişi onu kendisi yerine getirir. Davacısı-davalısı yoktur. Hakimi-mahkemesi yoktur. Kişi kendi kendine onu ifa eder.
İslâmiyet’te birçok suçlar bu nevi suçlardır. Kent yasakları böyledir. Zabıta tarafından veya polis tarafından takip edilmez, kişi kendi kendine cezası ne ise onu yerine getirir.
أَوْ إِثْمًا (EaV EiÇMan) “Yahut ism işlerse.”
“İSM” kasden işlenmiş suçlardır. Bilerek yapılanlardır. “HATA” ise istemeyerek ve ihmal nedeniyle işlenmiş suçlardır. Böylece suçları iki kısma ayırmış bulunmaktadır. Ama önce “HATA” zikredilmiştir.
Burada suçun gizlenip gizlenmemesi de ayrı bir suç oluşturur. Bir kimse açıkça başkasının malını alsa bu gasptır. Tazmin eder ama cezası yoktur. Bunun gibi; evlenmeleri caiz olan kimseler cinsi ilişkide bulunsalar ve bunu açık yapsalar, sadece evlilik hükümleri geçerlidir. Ama bunu gizli yaparlarsa zina cezası verilir.
Suçlarda gizlemede suç daha hafiftir. Çünkü cezasını devlet verecektir. Oysa keffaret suçlarının hakimi de kişinin kendisi olduğu için onun işlediği suç daha büyüktür. Onun için önce “HATA” dedi, sonra “İSM” dedi.
ثُمَّ يَرْمِ بِه (ÇumMa YaRMı BıHı) “Sonra onu yerm eder, atıverir.”
Sonra onu yani kesbettiğini atıverir. Zamir müzekker gelmiştir. Mastarlara zamir gelmesi gramer kuralları içinde kural değildir ama konuşma dilinde çok kere mefhuma zamir gönderilir. Burada da “O” zamiri kesbettiğine gitmektedir. Çünkü “HATİEN” müennestir. Ona gidemez. İkisine birden de gidemez. Bununla beraber “HATİEN” çoğul olabilir. O zaman müenneslerin çoğulu tekil olabilir. Zamir kesbettiğine giderse; insan neyi kesbederse etsin yaptığına ‘onu ben yapmadım’ demeyecek, yaptıklarına sahip çıkacaktır demektir.
بَرِيئًا (BeRiYEn) “Berî’ olarak.”
Kendisini beraat ederek onu atarsa, hatayı ve ismi gidermek için gayret sarfetmezse, tazminatı ödemezse, keffaretini vermezse demek olur.
Yukarıda insanın keffaret cezalarını kendisinin vermesi gerektiğini söylemiştik. Cezası kendi kendini cezalandırmaktır. Mesela; bir kimse birini kasden öldürdü, sonra pişman oldu... Zina yaptı… Hırsızlık yaptı...
-Ne yapacaktır?.. Bu suçunu itiraf edip cezasını çekecek midir, yoksa gizleyecek midir?
Allah’a suçunu itiraf edip kısas gibi veya kol kesme cezası gibi cezalar çekmeyecektir. Ben hataen öldürdüm, yahut hataen kolumu kestim diyecek ve keffaret cezalarını kendisi çekecektir. Tazminatını verecektir. Fiilini inkâr etmeyecektir. Böyle yapmaz da suçunu gizlemeye çalışırsa, gizlemenin de cezasını çekmiş olur.
فَقَدْ احْتَمَلَ بُهْتَانًا (FaQaD EıXTaMaLa BuHTaNan) “Buhtanı ihtimal etmiş olur.”
“BUHTAN” başkasına yalandan suç isnat etmek, iftira etmektir.
Bazı yalanlar vardır, yararlıdır. Böyle yalan söylemek sevap bile değildir. Belki günahı yoktur. Yalan söylersiniz, kimsenin ne zararı ne yararı vardır. Bu yalanlar günah ise de dünyada cezası yoktur.
Öyle yalan vardır ki, başkasına zarar vermektedir. Bu zararlardan dolayı tazminat vardır. Bir de zina iftirası gibi “BUHTAN” vardır. Dünyada bunun sopa cezası vardır. Bir kimse bir hata yapar veya suç işler de sonra onu gizlerse, o hatayı ve suçu başkasına atmış olur, suç iftirasını yapmış olur. Suçu gizlemenin cezası suçu iftira etme gibidir. Ayrıca cezalandırmamız gerekmektedir.
Şimdi şöyle fıkhî kurallar ortaya çıkmaktadır.
Bir kimse suçunu itiraf eder, hataen yaptım derse, hata yapmış kabul edilir. Kasıt olduğunu iddia eden ispat etmek zorundadır. Şahitleri ikna etmesi gerekmektedir. Aksine suçunu veya hatasını gizler de şahitler tarafından suçu sabit olursa onu kasden yapmış kabul edilir. Hataen yaptığı ispatı katile düşer.
Demek ki suçun itirafı kişiyi ispat külfetinden kurtarır. Ona en hafif ceza verilir. Suçu gizlemesi hâlinde cezası dört şahitle sabit olursa en ağır ceza verilir. Hafifletici sebepleri suçlunun ikame etmesi gerekir.
وَإِثْمًا مُبِينًا(112) (VaEıÇMan MuBIyNan) “Ve mübin ismi ihtimal etmiş olur.”
Hatalar için geçerli olan kurallar “İSM” için de geçerlidir. Gizlemesi ayrıca cezayı gerektirir. O halde bu ne olabilir? Kişi itiraf etmiş, suçunu beyan etmiş, ona vereceğimiz ceza ile suçunu gizlemiş ve kapatmışsa, ona vereceğimiz ceza farklıdır. Ancak kısas ve diyet hükümleri içinde bir ceza verilemez. Ama suç sabit olduktan sonra ona seksen, kırk, yirmi, on veya beş sopa gizlediği için atılabilir.
Şimdi bu âyetler bize daha önce istihsan ile tesbit ettiğimiz hususu tansısı etmektedir. Bu da şudur. Bir kimse kırmızıda geçiyor. Cezası olan 50 YTL’yi götürüyor ve trafik vakfına ödüyor. Sorun yoktur. Bunda herhangi bir günah ve suçluluk yoktur. Ama biri devamlı kırmızıda geçiyor, geçtiklerinin keffaretini trafik vakfına ödemiyor. Bunun suçu yok mudur? Evet, suçu vardır. Bu suç tesbit edildiği zaman kendisine iftira cezası uygulanır. Fiiline uygun seksen, kırk, yirmi, on veya beş sopa atılır. Burada keffaret cezasını ödemediği için değil, gizleyip bühtanı ihmal ettiği içindir. Şöyle bir genel kural koyabiliriz. Keffaret suçları tekfir edilmez, itiyat hâline geçtiği zaman ism hâline dönüşür, yargı suçu olur. Yargı suçları da itiyat hâline getirilirse fuhuş olur. Yönetim suçu olur. Yani, insan hürriyetinden mahrum edilir. Sürgün sitelerine gönderilir veya ev hapsi verilir.
Gizlenen suçlara veya hatalara gizlemeden dolayı cezanın uygulanabilmesi için dört adil şahit tarafından şehadetle tesbit edilmesi gerekir. “MÜBÎNEN” kelimesi bunu ifade eder. “İSMEN MÜBÎNEN” olması, yani çok açık bir şekilde sabit olması gerekir. Sadece iki şahitle ispat geçerli değildir.
وَلَوْلَا فَضْلُ اللَّهِ عَلَيْكَ (Va LaV LAv FaWLu elLAHı GaLaYKa)
“Allah’ın fadlı üzerinde olmasaydı.”
Allah insanı yaratmış, diğer canlılardan farklı olarak onda birçok eksiklikler bırakmıştır. Sonra o eksikliklerini gidermesi için ona ‘akıl’ vermiş, hayvanlarda olmayan ‘farklı beyin’ vermiştir.
Hayvanların beyinleri simetriktir. Hayvanların sağ tarafında ne varsa solunda da o vardır. Oysa insan beyni asimetriktir. Bir tarafında hayvanlarda olan görme ve işitme gibi merkezler vardır, diğer tarafında da sadece insana has ‘düşünme merkezi’ vardır. Bu sayede insan hayvanlardan farklı olarak ‘düşünerek’ kendi eksikliğini gidermiştir.
İnsan ‘iyi insan’ olabilmekte, ‘kötü insan’ olabilmektedir. İyi insanlara ‘müslim’, kötü insanlara ‘kâfir’ diyoruz. İnsan ‘akıl’ ile iyiliği ve kötülüğü bilebilmektedir. Nasıl ağza alındığı zaman zararlı şeyler ‘acı’, yararlı şeyler ‘tatlı’ geliyorsa; insana da böyle zekâ verilmiştir. Bir şeye baktığında bu ‘kötü’dür, şu ‘iyi’dir diye çocuklar bile bilmektedir.
Allah ayrıca peygamberler göndermiş, onları diğer insanlardan tafdil etmiş, daha faziletli kılmıştır. Onarla kitap göndermiş, insanların birlikte yaşarken haklarını koruma ve kötülüklerden koruma görevi vermiştir. Onlara katılanlar ‘mü’min’ olmuştur. Mü’min demek, emana alan yani güvene alan kimse demektir. İnsanlar arasında adaleti tesis etmekle görevlendirilmiş kimselere ‘mü’min’ denmektedir. Bunlar askerliğe gidip savaşı öğrenme ve gerektiğinde zalimlerin saldırılarını durdurma görevini yüklenmişlerdir.
Kur’an gelinceye kadar, mü’minlere Allah’tan görevlendirilen ve kendilerine mucize verilen peygamberler gelmiş, onlar dünyada “Adil Düzen”i kurmuş ve yaşatmışlardır.
Kur’an’dan sonra nebilik sona ermiş, görev doğrudan mü’minlere düşmüştür. Mü’minler kendi aralarında imam/başkan tayin ederler, Kur’an’ı okurlar ve Kur’an’ın onlara öğrettikleri ile “Adil Düzen”i tesis eder ve yaşatırlar. Kur’an bütün insanlara rahmet olarak inmiştir ama; Kur’an’ı uygulamak mü’minlere aittir.
-“Mü’minler” kimdir?
-“Ben mü’minim” diyenlerdir.
Demek ki Kur’an tüm insanlar için ve onlara tebliğ edilmek üzere inmiştir ama; uygulama işi ise mü’minlere, yani ‘dayanışma ortaklıkları’ kuran ‘Kur’an ehli’ne aittir.
İşte buradaki “ALEY/KE”de geçen “KE” yani “SEN” zamiri mü’minlere hitap etmektedir.
-Kimdir “mü’min”?
-“Ben mü’minim” diyen herkes ‘mü’min’dir. Kur’an’ı uygulamakla yükümlüdür. Ne var ki mü’minlerin bu uygulamayı yapabilmek için birleşmek zorundadırlar. Bunun için her şeyden önce kendilerine bir ‘başkan’ seçmelidirler. Mü’minler cemaat oldukları zaman bu âyet başkana hitap etmektedir.
Mü’minler Kur’an’ı uygulamakla yükümlü olmakla beraber, bu uygulamayı başıbozuk bir şekilde değil, bir başkanın emrinde toplanarak ve örgütlenerek oluştururlar. Önce mahallelerini, kabilelerini, şa’blerini ve kavimlerini oluştururlar. Ayrıca ilmî, dinî, meslekî ve siyasî dayanışma ortaklıklarını kurarlar. Dayanışma ortaklıklarını çoklu sistem içinde gerçekleştirirler. Kabile/bucak başkanı kentin yönetimini sürdürmekle görevlidir. Hakemlerin kararlarını uygulama ve yargılamayı yürütme görevi kabile/bucak başkanlarına verilmiştir. Bu başkanlara Allah bir üstünlük vermiştir.
Önce, kabile/bucak başkanlarını çoğunlukla insanlar sevmezler ama itaat ederler. Birbirlerini çekemedikleri için başkanın başkanlığına rıza gösterirler. Başkan düşerse diğerleri hepsi birden başkan olmak isteyecekleri ve aralarında kavga çıkıp ortaklık dağılacağı için herkes başkana istemeyerek de olsa itaat ederler. İşte bu Allah’ın başkanlara verdiği “FAZL”dır. Bazen bunu bir gecede kaybeder, değeri sona erer.
Allah insanları öyle yaratmış ki, neye ihtiyaçları varsa onu ona göre değerlendirirler. Hiçbir karşılığı olmayan ve yüzde 500 enflasyon olan yerde kâğıt parçasını yani parayı değerlendirirler. Karşılığı olmayan o enflasyonist parayı gene para olarak kullanırlar. İşte bu sayede o topluluk yaşar. Allah başkanlara da, yöneticilere de böyle üstünlük vermiştir. Herkes ona itaat eder. O kötülük yapsa da ona itaat ederler.
وَرَحْمَتُهُ (Va RaXMaTuHUv) “Ve rahmeti”
Bir kimsenin başkan olabilmesi için iki şeye ihtiyaç vardır. Başkanlık yapacak ilmi ve çevresi olmalıdır. Yönetmek bilgi ister. Başkan istişare yapabilecek güçte olmalıdır. Söylenenleri anlamalıdır. Diğer taraftan istişare edebileceği bir çevresi olmalıdır. Onların söyledikleri ile başkan karar verip amel eder.
İşte; sadece tafdil etme yeterli değildir. Ayrıca görevi yapacak gücü de olmalıdır. İşte bu da “RAHMET”tir. İlmî dayanışma ortaklıkları başkanın ilmî müşavirleridir. Siyasî dayanışma ortaklıkları da başkana icra gücü kazandırmaktadır. Allah böylece başkanları tafdil etmiş ve şûralarla onları güçlendirmiştir. Bu iki şey birleşiyor ve adalet tesis ediliyor. Bunlar Allah’ın başkanlara verdiği lütuflardır.
لَهَمَّتْ طَائِفَةٌ مِنْهُمْ (La HamMaT OAEıFaTun MinHuM)
“Onlardan bir taife himmet ederdi.”
Allah’ın başkanlara verdiği bu büyük lütuf sayesindedir ki, topluluk içinde başkana karşı çıkmak isteyen bir taife karşı çıkmaya cesaret edememektedir. Ayrıca, her mü’min tebliğ yaparken Allah tarafından aynı himayeye mazhar olmaktadır.
Bediüzzaman hayatı boyunca sürekli olarak hapse atılmıştır. Onu hapsederek tebliğini önlemek istemişlerdir. Oysa insanlar bir araya gelip bir yerde ilim yapmamaktadırlar. Bediüzzaman dışarıda dolaşsaydı hiçbir zaman bu cemaati oluşturamazdı. Allah hapishanede muttaki mü’minleri ona arkadaş etmiş, onlar onun yanında yetişmiş, sonra o talebeleri gittikleri yerlerde dersleri yaymışlardır. Yani, Bediüzzaman’ın hapsedilmesi Allah’ın fadlı ve rahmetidir.
Mü’minler Kur’an’ı yayıp tebliğ yaparken de böylesine Allah’ın rahmetine mazhar olurlar. Allah onları hapishanede de olsa korur. Yoksa muzır birileridir diye öldürülmeleri işten bile değildir.
Bunun dışında baskı yaparak şaşırtmak ve korkutmak isterler, buna himmet gösterirler, ehemmiyet verirlerdi. Bunun üzerinde durur ve senin faaliyetini önlerlerdi. Ama düşmanlar birleşemez ve hedeflerine ulaşamazlar. Allah Türkiye’yi de böyle korumaktadır. Herkesin İstanbul’da gözü olduğu için birbirlerine bırakamıyorlar, böylece Türkiye varlığını korumakta ve sürdürmektedir. Allah Türklere bir üstünlük vermiştir, o da adil olmaktır. Türkler Bizans imparatorluğunu da adaletleri ile teslim aldılar. Türklere bu adaleti İslâmiyet sağladığı içindir ki, Müslüman Türkleri Türkiye’den çıkarmak için iki yüz senedir Türkleri dinsizleştirmek için çalışmaktadırlar. Devlet ordusu ve yargısıyla hiç çekinmeden alenen İslâm düşmanlığı yapmaktadır. Kur’an’ı çocuklara öğret(tir)memek için ne ellerinden ne geliyorsa yapıyorlar. Ama Allah’ın fadlı ve rahmeti Türklerin üzerinde olduğu için başaramıyorlar. Çıkışları akim kalıyor. Türkiye’de İslâmiyet gelişiyor...
أَنْ يُضِلُّوكَ (EaN YuWılLUvKa) “Seni idlâl etmek isterler.”
Düşmanlar büyük tehlike değildir, asıl büyük tehlike “DALÂLET”tir. Eğer mü’minler imanlarının gereğini yapmamışlarsa, o zaman “İDLÂL EDİLMİŞ” olurlar. İşte o zaman tehlikeler ortaya çıkar.
Türkiye’de çeşitli ırklar yaşamaktadır, hepsi Türkleri kabullenmişlerdir. Varsayalım ki Türkiye’ye Kürtler hakim olsun. Diğer ırklar olan Arnavutlar, Lazlar, Araplar bunu kabul edecek midir? Öyle bir durumda Türkiye parçalanır. Bugün Irak’taki durum da böyledir. Arapların hakimiyetine herkes razıdır. Irak’ı parçalamak isterseniz Kürtleri hakim kılarsınız, Şiileri hakim kılarsınız, o zaman orası karışır.
Demek ki dengeler Allah’ın rahmet ve fazlı ile kurulmuştur. Rusya’daki durum da budur.
Türkler yönetimde en küçük bir ayrıcalık yapsalar, o zaman Allah’ın rahmeti ve fadlı kalkar.
Doğu Anadolu’da ayrıcalıklı olağanüstü bölgenin tesis edilmesiyle, bir taraftan onlar ayrıcalıklı olduklarını devlete tasdik ettirmiş oluyorlar, diğer taraftan diğer halklar bu ayrıcalık sebebiyle kendilerini tehlikede hissediyorlar. Dolayısıyla başkanın dengesini koruyabilmesi için adil davranması gerekmektedir.
Mü’minler hayatlarında hep adil davranmalıdırlar. Kim olursa olsun, doğru iş yaptığı zaman onu tasvip etmelidirler, yanlış yaptığı zaman da yanlış yapıyor demelidirler. Baştan hepsi düşman kesilirler. Çünkü hep kendileri tarafında olmanı isterler. Ama bir gün gelir ve onlar da adalete ihtiyaç duyarlar. İşte o zaman herkes mü’minlere itaat etmiş olur. Mü’minlerin vasfı adil davranmak ve söz söylediği zaman adaletle söylemektir.
Bir taife seni doğru söylemekten şaşırtmak isterler. Bizim için bunlar, yani bir taife kim olabilir? Saadet Partisi olabilir, AK Parti olabilir. İşte bizim mü’min olup olmadığımız idlâl edilip edilmememize bağlıdır.
وَمَا يُضِلُّونَ إِلَّا أَنفُسَهُمْ (VaMAv YUWılLUvNa ElLâ EaNFuSaHuM)
“Nefislerinden başkasını idlâl edemezler.”
Mü’minler birer müşirdir. Arabayı sürerken ayna olmazsa, lamba olmazsa yürüyebilir misiniz? Sağa sola saparken eğer bunu görmezseniz kendiniz yol alabilir misiniz? İşte doğru söyleyen mü’minlere hükmettikleri zaman adaletle hükmeden bir cemaate ihtiyaç vardır. Mü’minler taraf olmazlar. Onlar hak tarafı olurlar. Hele başkanlar tamamen böyledir. O zaman halk onlara itaat eder.
Ama başkan zalim olur da taraf tutarsa, adaletle hareket etmezse, o zaman ona kimse güvenemez. Kendilerine taraf olduğu kimseler de ondan daima şüphe ederler. Yarın biz haklı olduğumuzda bizi haksız sayarlar diye itaat etmez olurlar. Bir gün gelir ve karşı çıkılır.
Kimileri tarafsız olması gereken askerleri ayakta alkışlamış, böylece sağ iktidarı yok edeceklerini sanmışlardır. Ne oldu? Anayasa ekseriyeti ile iktidar oldular. Ne var ki, iktidarda olanlar da adil davranmıyorlar. Onun için de onların akıbeti de aynıdır. Sonunda devlet çökmüyor, herkes böyle zalim davranmakla başkalarına değil, kendilerine zulmetmiş oluyorlar. Devlet demek, adaleti tesis eden demektir. İktidar bunu sağlıyorsa orada kalmaya hakkı vardır. Yoksa zalim el onlara da uzanır ve oradan indirir. Yahut devlet yıkılır.
İşte Adil Düzenciler bunun için kendilerine ‘adil’ diyorlar.
وَمَا يَضُرُّونَكَ مِنْ شَيْءٍ (Va MAv YeWurRUNaKa MıN ŞaYEın)
“Sana bir şey zarar veremezler.”
Allah’ın mü’minlerin başkanlarına verdiği en büyük vaattir. Adil davrandığın zaman herkes senin karşına dikilir. Doğru söylediğin zaman zaten doğru söylüyorsun, kimse takdir etmez. Senden kendi taraflarına yönelik olmanı isteyenler ise sana hasım olurlar. Hele kötü bir topluluk ise herkes size karşı olur. Ama Allah vaat ediyor. Kimse sana dokunamaz, zarar veremez. Yeter ki siz adalet üzerinde olun.
Birbirimizi bu noktada uyarmamız gerekir.
Gönül ister ki Cumhuriyet Halk Partisi din düşmanlığından vazgeçsin, kendilerine oy veren kimseleri memnun etsin. Çünkü halk onu bu şekliyle istemiyor. Gönül ister ki DYP ve ANAP hortumculuktan ve rüşvetten hayır beklemesin. Gerçek lâikliğe ve gerçek demokrasiye inanıp Türkiye’nin “Adil Düzen”e kavuşmasına hizmet etsin. Yine, gönül ister ki, AK Parti “Adil Düzen”e dönsün. Saadet Partisi de “Adil Düzen”i bırakmış olmasının cezasını çektiğini bilsin ve tevbe etsin…
Ama bunlar ne olursa olsun; eğer bunlar fiilen yanlışlık yapıyorlarsa, onlara karşı olmamalıyız, sadece iyi hareketlerini tasvip etmeliyiz. Onlar bize zarara vermezler, sadece kendilerine zarar veririler.
“Adil Düzen”e zarar verecek olan yalnız İslâm karşıtı kimseler değildir. Kendileri Müslim olan, hattâ İslâmiyet için cihad yapan birçok dinî kuruluşlar vardır ki, onlar da “Adil Düzen”e karşıdırlar. Bu bizi üzüyor. Bununla beraber biz onlara karşı da adil davranmalıyız. Adil Düzenciler bu tarikatlara ve dinî kuruluşlara karşı olmayacaklardır. Onlar bizi sevmese de biz onları sevmeliyiz. Doğru yaptıklarını tasvip etmeli ve desteklemeliyiz, yanlış yaptıklarını da açıklamaktan kaçınmamalıyız. Bize ne İslâm’a karşı olanlar, ne de İslâm’ın yanında oldukları halde bize karşı olanlar zarar veremezler.
Hattâ daha ileri giderek; bize karşı olan İslâmî kuruluşlar ile bize ve İslâm’a karşı olanlar arasında da adil davranmalıyız. Hakka adım atan hep bizim yanımızdadır. Hakka karşı olan da bizim karşımızdadır.
Bunun anlamı şudur ki; taviz vermemek şartı ile insan CHP’li olabilir, HADEP’li olabilir, Adil Düzenci de olabilir. Biz onunla beraber olmalıyız. “Adil Düzen”e en yakın saydığımız Saadet ve AK Parti’de “Adil Düzen”e karşı olanlar olabilir. Bunlara karşı da davranışımız adil olacak ama elbette onların yanlış davranışlarına karşı olmalıyız.
Demek oluyor ki, eğer çok açık bir şekilde bize bir zarar verebiliyorlarsa, iyi bilmeli ve anlamalıyız ki o tamamen bizde olan bir eksiklikten olmaktadır. Eğer biz hata etmezsek ve ism işlemezsek, adil davrandığımızdan dolayı kimseden zerre kadar bize bir zarar gelmez.
Bu âyetin bize öğrettiği şudur. Eğer bir başarısızlığa uğruyorsak bizde bir eksiklik vardır, bizde bir hata vardır. Kendimizi düzeltmekle meşgul olmalıyız.
Adil Düzenciler kendilerini düzeltmekle meşgul olmalıdır, başkalarını değil. Ancak bütün dünya ile meşgul olmalı ve onlar hakkında adil beyanda bulunulmalıdır. Söylemekle, tebliğ ve irşad etmekle dünya ile meşgul olmalı ve adil davranmalıyız. Ama fiiliyatta kendi işlerimizle meşgul olmalıyız.
“Adil Düzen”i benimsemeyen bir dünyayı biz saadete kavuşturamayız.
الْكِتَابَ وَأَنزَلَ اللَّهُ عَلَيْكَ(Va EaNZaLa elLAHu GaLaYKa eLKıTAvBa)
“Kitabı Allah sana inzâl etti.”
Buradaki “SEN” mü’min olan kimsedir. Her mü’mine ayrı ayrı hitap etmektedir. Ancak mü’minler bir araya gelerek kendilerine başkan seçmeliler. İşte o başkan resul makamındadır ve ona hitap edilmektedir.
Kimi seçecekler, kim başkan olmaya lâyıktır? İşte bu âyet başkanın vasıflarını da anlatmaktadır. Allah başkan olanlara başkanlık yapabilecek bilgileri vermektedir. Bunlar da “KİTAP VE HİKMET”tir.
“KİTAP”tan maksat Kur’an’dır. Ancak Kur’an’ın sadece sözlerini değil, hükümlerini de içerir.
“SENİN ÜZERİNE İNDİRDİ” denmektedir. Kur’an beş vakitte okunacak; her namazdan önce ikişer sahife meali ile birlikte Kur’an okunacaktır. Ondan sonra yatsıdan önce cemaat toplanacak ve sohbet edecek, Kur’an’ın hükümleri üzerinde düşüneceklerdir…
Bütün hayatı boyunca insan bu sohbetler içinde doğar, yaşar ve büyür. İnsan Kur’an’ın hükümlerini hayat boyunca öğrenmeye çalışır. Hadiseler ortaya çıkınca Kur’an’a bakarak içtihat yapılacaktır. Başkanın içtihadı uygulamada esas olacaktır. İstişare edecek ve Kur’an’ı kendi anladığına göre amel edecektir.
“SANA İNZÂL ETTİ” demekle, sen nasıl anlarsan öyle amel edeceksin demektir.
Burada inzâl edilen Kur’an’ın sadece lafızları değildir. Burada kastedilen Kur’an’ın manâsı ile birlikte aynı zamanda hükümleridir. Hükümler de içtihatla ortaya çıkar.
وَالْحِكْمَةَ (VaeLXıKMaTa) “Ve hikmeti inzâl etti.”
“HİKMET” felsefedir. “KİTAP” kuralları içerir. “HİKMET” ise yararlara dayanan aklın verilerini ortaya koyar. “HİKMET” insana nasıl inzâl olunmuştur? Kitap sözlü olarak inmiş ve yazılı hâle gelmiştir. Ama acaba “HİKMET” nasıl inzâl olur?
Bir proje yaparsınız. O proje birtakım varsayımlara dayanır. İlmin verdiği verilere ve kitabın öğrettiği bilgilere dayanarak proje yapar, sonra onu uygularsınız. Eğer projede beklenen sonuçları elde etmiş iseniz, siz sağlıklı proje yaptınız demektir. İşte bu sağlıklı proje “HİKMET”tir. Beyninde meydana gelen ve kâğıtlara aktarılan tasarımlar ve hesaplar tutmuşsa, sen hikmet sahibisin demektir.
Bu sadece teknikte olan olay değildir. Toplulukla ilgili bir proje yapar ve ona göre davranırsınız. Hedefinize ulaşmış iseniz, siz hikmet sahibisiniz demektir.
Allah Hazreti Muhammed aleyhisselâma Kitab’ı indirdi, ayrıca onu uygulama bilgisini de verdi. Böylece İslâm medeniyeti oluştu.
Bir başkan kendi kabilesini yönetirken böyle yapacaktır. Kur’an’dan öğrendiklerini bugünkü müsbet ilmin öğrettikleri ile birleştirecek ‘sosyal proje’ üretmek zorundadır. Ürettikten sonra da bu sosyal projeyi uygulayacaktır. İnsanlıkta evrim vardır. Başkanlar yenilik yapmak, yeni projeler üretmek zorunda olacaklardır.
Yerinden yönetim sistemi dünyaya hakim olup her bucak kendi düzenini kendi kurmaya başlayınca süratli bir şekilde yarış başlayacaktır. Elemeler olacak, eleme göç ile olacaktır. Başarılı olan bucaklar hicret alacak, büyüyecek, bölünerek çoğalacak; başarısız olanlar ise göç verecek ve tasfiye olacaklardır.
Peygamberler için sünnet ne idiyse, bugünkü başkanlar için “HİKMET” odur.
Kur’an okuyan insanlar, Kur’an’ı anlamak için müsbet ilimleri de, tabiî ve sosyal ilimleri de öğrenmiş olacaklardır. Sadece haftada bir okumak suretiyle bile ondan ne kadar yararlandığımızı görüyoruz. Bunu her gün yaptığımızı, günde beş defa yaptığımızı düşünün… “KİTABI VE HİKMETİ” ne kadar öğreneceğimiz orada anlaşılacaktır. Şimdi biz Kur’an’la sadece haftada bir gün oluyoruz. Onun dışında lâik yaşıyoruz. Ama öyle bir cemaat içinde günün her saatinde Allah’la beraber olacağız demektir.
Bir de böyle bir toplulukta doğup büyüdünüz, böyle bir toplulukta yetiştiniz, böyle bir toplulukta buna inanan insanla evlendiniz… Böyle bir toplulukta ne derece mesut hayat süreceğinizi düşünün...
Çıkan bütün sorunlar Kur’an’a danışılarak, başkanın verdiği kararlarla çözüyorsunuz, haksızlığa uğradığınıza kani olursanız hakemlere gidiyorsunuz. Yine de tatmin olmadınızsa bucağınızı değiştiriyorsunuz. İşte bu nimetlere ulaşmamız ancak ve ancak Kur’an sayesinde olacaktır. Başkan Kur’an okumaya ve anlamaya tek başına başlayacak. Cemaat ona katılacak ve sonunda mü’minlerin aşireti oluşmuş olacaktır. Tüm hayat aşiret ve kabile içinde geçecektir.
وَعَلَّمَكَ مَا لَمْ تَكُنْ تَعْلَمُ (Va GalLMaKa MAv LaM TaKuN TaGLaMu)
“İmletmediğini, bilmediğini sana talim etmiştir.”
Bir işe giriştiğiniz zaman o işin acemisi olursunuz. İlkin bocalarsınız. Ama sonra yavaş yavaş Allah zihninizi açar ve yapmak istediğiniz işleri öğrenirsiniz. Sebat eder de zamanla orada olgunlaşırsanız başarılı olursunuz. Allah Kur’an’da diyor ki; “Kim bizim için cihad ederse ona yollarımızı gösteririz.”
Başkan olan adil kimse olursa, Kur’an’la hükmetmek isterse, Allah ona Kur’an’ı öğreten kimseleri gönderir. Hazreti Muhammed aleyhisselâm sorunlarla karşılaşınca vahy teelkki ediyordu. Sonra dört halife vahyin yerini istişareye bıraktılar. Ne var ki o zaman istişare ettikleri kimseler içtihat seviyesinde o ilimlere sahip kimseler değildiler. Sonra sultanlar kendilerine müftileri, kadıyu’l-kudatları atadılar, onlarla istişare ettiler. Osmanlılar şeyhülislâmla istişare ettiler, fetvalar aldılar…
Allah’ın emrettiği ise bunlardan farklıdır.
Beş ile yirmi kişi arasında alimlerden oluşmuş şûra vardır. Bunlar dayanışma ortaklık sorumlularıdır. Başkan bunlarla istişare eder. Bunlar Kur’an’dan ve hikmetten örendikleri ile beyanda bulunurlar. Sonunda başkanın beyninde bir hüküm oluşur ve onu uygular.
“BİLMEDİKLERİNİ SANA ÖĞRETTİ” diyor.
Bu öğretme istişare yoluyla öğrenilmelerdir.
Demek ki Kitap, ilim ve istişare. İşte bunlar birleşince adil hükmetme olmaktadır.
“İnzâl”de kendi çalışmalarınızla elde ediyorsunuz.
“Tâlim”de ise başkaları ile istişare etmek suretiyle elde ediyorsunuz.
Allah böylece başkanlara doğrudan hitap ederek nasıl hareket etmeleri gerektiğini bildirmektedir.
a) Kendin çalışıp öğreneceksin. Bu da iki şekilde olmaktadır.
1) Kitabı, Kur’an’ı öğreneceksiniz. Ülkenin kanunlarını öğreneceksiniz.
2) Bu kanunların böyle tedvin edilmiş olmasının hikmetlerini öğreneceksiniz.
b) Bir de istişare edip başkalarının görüşlerini alacak ve ona göre projeler hazırlayıp uygulayacaksınız.
Tartışmada anlaşırsanız anlaşmanıza göre amel edersiniz. Anlaşamadınızsa, o zaman herkes kendi içtihadına göre amel eder. Böyle değişik ameller mümkün olmamışsa, o zaman hakemlere giderek sorunları çözersiniz. İstişarede insan bilmediklerini öğrenir.
وَكَانَ فَضْلُ اللَّهِ عَلَيْكَ (Va KAvNa FaWLu elLAHı GaLaYKa) “Allah’ın fazlı üzerinde.”
“FAZL” farklı muamele, üstün tutma muamelesi demektir. Eğer bir cemaat oluşur, Kur’an’ı ve hikmeti her gün okumaya devam ederlerse, işlerini de istişare ile yaparlarsa, o topluluğa ve onun başkanına “ALLAH’IN FADLI” büyük olacaktır. Nitekim Hazreti Muhammed (s.a.v) böyle yapmıştır. Onlar Kur’an’ı öğrenme ve uygulamada arkadaşları ile beraber büyük gayret gösterdiler ve dünyayı değiştirdiler.
Bugün de böyle bir cemaat oluşabilir ve onlar dünyayı değiştirebilirler. Dünya böyle hareket edecek on kişiye elbette mâlik olacaktır. Çünkü Allah dünyayı karanlıklarda bırakmaz. Bu on kişiden istenen; aileleri ile bir yerde toplanıp her gün Kur’an’ı ve hikmeti birlikte öğrenmeye çalışmaları ve Allah’ın kendileri üzerindeki fadlını kabul etmeleridir.
Bize nasip olmadı. Çünkü hatalı işlere başlandı. Takdir öyle imiş. Çünkü birden büyük işlere başladık. Mekke devrinde daha kendimizi oluşturmadan Medine devrine geçmek istedik.
عَظِيمًا(113) (GaJIyMan) “Büyük olmaktadır.”
Medine gibi bir site kurabilip o sitenin reisi olan kimseye Allah “AZİM/büyük” fadl vermiştir.
Bugün mü’min olmak demek, sahabelerin halifesi olmak demektir. Bugün “Adil Düzen” ile yönetilen beldenin başkanı olmak demek, resulün halifesi olmak demektir. “Adil Düzen”de bağımsız bucaklar oluşacak ve bucaklardan isteyenler Medine gibi bir kent olacaklardır. Bunlardan isteyenler Kur’an’ın istediği beş vakit namazı kılmak ve Kur’an’ı öğrenmeye devam etmek suretiyle İslâm siteleri olacaktır. Farklı içtihatlar sonucu olarak farklı siteler oluşacaktır. Başarılarına göre bu siteler Kur’an ahkâmına doğru olarak uymuş olacaktır.
Acaba böyle bir sitenin gelişmişliğini nasıl ölçeceğiz?
a) Sitenin nüfusu artmalıdır. Yüksek seviyelere ulaşıp en kısa zamanda bölünme durumuna gelmelidir.
b) Site sakinlerinin vasat ömürleri uzun olmalıdır.Bu da nüfusu yılda ölenlere bölme ile elde edilir.
c) İnsanın tüketim ihtiyaçlarını gidermek için kişiler kaç saat çalışmak zorundadırlar? Bu saat ne kadar az ise o topluluk o kadar gelişmiş bir topluluktur. Artan zamanlarını yatırımlara veya ilme harcarlar.
d) Başka bir önemli ayıraç da daha az suç işlemedir. Nüfusa göre işlenen suçlar ne kadar azdır?
Harcamalar bakımından insanlar arasındaki farklar ne kadar azsa, o topluluk o kadar refahtadır. Bilgide ise durum terstir. İmtihanlarda ne kadar farklı seviyede bilgi varsa o kadar yararlıdır. Şöyle ki; ehliyetler altı mertebedir. Sayılardaki nisbet bellidir. Aralarında ne kadar yüksek ehliyetli insanlar varsa o bucak ileri bucaktır.
Bu âyet bize bir başkanın nasıl olması, neler bilmesi ve yapması gerektiği hususunda bilgi vermektedir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ - 317 ADİL DÜZEN DERSLERİ - 147 İstanbul, 12 Ağustos 2005
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI
(Selahattin Öztürk ve Reşat Nuri Erol Üsküdar’da değerlendirecektir.)
“ALTIN SENEDİ” - “İŞLETME SENEDİ”
Üç ay içinde işsizliğe son vereceğimizi iddia etmiş ve bunu nasıl yapacağımızı da anlatmaya başlamıştık. Birinci yazımızda “İMAR SENEDİ”ni önerdik; ikinci yazımızda “MAL SENEDİ”ni önermiştik; üçüncü yazımızda ise “SİPARİŞ SENEDİ”ni önermiştik… Bugün de “İŞLETME SENEDİ”ni öneriyoruz…
İstanbul’da aynı üretimi yapan esnaf birleşerek bir “ESNAF KOOPERATİFİ” kurar. Kooperatif bankalarda ortak hesap açar. Herkes parasını kooperatifin hesabına yatırır ve makbuzunu alıp kooperatife verir. Para çekmek istediği zaman da kooperatiften çek alarak çeker. Böylece kooperatife ortak olan bütün esnafın parası kooperatifin sermayesine dönmüşmüş olur. Ortağın hiçbir sıkıntısı olmayacaktır. Parayı kendi hesabına yatıracağına kooperatifin hesabına yatırır, bankadan çekle çeker. Kendi çekini kullanacağına kooperatifin çekini kullanmış olur. Çek kesme sıkıntısından kurtulmak için yatırılan paraya karşılık belli miktarda çekler verilebilir. Onları banka da para gibi kullanır.
Bu çok basit bir işlemdir. Sadece güvenlik sözkonusudur; yani, ortaklar kooperatife güveneceklerdir. Kooperatifi güvenilir kişiler kurarlar. Bir de, Kooperatifler Kanununa göre bir kooperatif yöneticisinin yaptığı yolsuzluk devlet memurunun yaptığı yolsuzluktur. Bankadan para aşıran veznedarın cezası ne ise kooperatifte yolsuzluk yapanın cezası da budur. Dolayısıyla; İstanbul esnafı eğer aralarında güvenilir 10 kişi bulamıyorsa, o esnaf zaten batmaya mahkumdur. Onları hiçbir sistem kurtaramaz. Bunu kuranlar ise onları eleyip giderler.
“ESNAF KOOPERATİFİ” kurmanın onlara sağladığı faydalar nelerdir?
a) Birincisi; para değeri korunacaktır. Yatırdıkları zaman paranın altın değeri ne ise hesaplarına o geçecek, çektikleri zaman da onu çekeceklerdir.
b) İkincisi ise; her esnaf kullandırdığı parayı kredileşme ilkesiyle çekebilecek ve o kadar parayı da o kullanabilecektir. Böylece herkes sermayesini iki katına çıkaracaktır.
c) Kooperatif ortakları birbirleriyle yaptıkları alışverişlerde artık nakit kullanmayacaklar, ‘hesabî para’ kullanacaklardır. Böylece kooperatif büyüdükçe nakit ihtiyacına gerek kalmayacak, kendi nakitlerini kendileri üretmiş olacaklardır.
d) Bankada toplanan ve kullanılmayan para nasıl değerlendirilecektir? Bu para kuyumculara ve döviz bürolarına altın değeri ile faizsiz olarak verilecektir. Kooperatif “Altın Senet” çıkaracak ve bunu kuyumcu ve bürolara verecektir. Onlar bu senetle bankaya gidip nakit çekip altın borçlanacaklardır. Böylece paranın altın değeri korunacaktır.
Kuyumculardan istenen şey şudur; bu “Altın Senedi” kim getirirse getirsin siz altını ödeyeceksiniz, Cumhuriyet altınını vereceksiniz. Eğer sizin bankaya borcunuz varsa siz vereceksiniz, yoksa yine siz ödeyeceksiniz. Ama diğer kuyumculardan transfer edeceksiniz. Kooperatif bunu düzenleyecektir. Böylece piyasaya “Altın Senedi” çıkarmış oluruz. Elimizde kredi olarak verebileceğimiz altın senedimiz olacaktır. Kuyumcular isterlerse kendi sermayeleri ile elde ettikleri altın karşılığında da “Altın Senedi” kredi olarak alabilir, onunla işletmelere katılabilirler.
Böylece altın beşte bir karşılığı kuyumculardaki altın olur. Kalanı da işletmelerdeki paylar olur.
Şimdi bir tesisi ele alalım ve diyelim ki bu tesis Hamidiye su tesisleridir. Belediye bu tesisleri Hamidiye işletmesine kiraya verir. Diyelim ki, bir damacana su başına on kuruş kira payı alır. O halde gelen kira bellidir. Hamidiye’nin tesisleri için bir pay senedi çıkarır. Bu 100 lira olsun. Kaç senet satılırsa o gün gelmiş olan kira payı satılmış hisse senetlerine bölünür ve ‘günlük kira bedeli’ ortaya çıkar. Halk bu senetleri her zaman iade edebilir. Dolayısıyla bankada faizden fazla kira geliri varsa bu senedi alacak, o kadar hisse senedi satılmış olacaktır.
Peki, burada “Altın Senedi”ne neden gerek vardır? “Altın Senedi” ile “Kira Senedi” alınıp satılacak, böylece enflasyondan uzak tutulacaktır. Kira payları da “Altın Senedi” ile dağıtılmış olacaktır. Böylece Hamidiye kendi paylarını satmış ve sermaye edinmiş olur. Ama işletme Hamidiye’de kalır. Böylece Hamidiye bu sermaye ile su ticaretine başlar. Satın alacağı suyun kalitesini tesbit eder ve boru ile veya tankerle getirilen kontrol ederek satın alır; “İşletme Senedi” ile satın alır; altına kote edilmiş “İşletme Senedi” ile satın alır. Bunları bir havuzda toplar. Harmanlar. Belli evsafta Hamidiye suyunu üretir ve dünyaya satar. Kimden alır? Tüccardan alır. Kime satar? Tüccara satar. Kendisi sadece depo ve harmanlama ile ambalaj yaparsa onun karşılığını almış olur. Hamidiye bunu “İşletme Senedi” ile yapacağı için sermayeye ihtiyacı olmayacaktır. Şöyle ki, suyu getirenler ve işçiler “İşletme Senedi”ni verecektir. Su almak isteyen tüccar da “İşletme Senedi” ile alacaktır. Suyun fiyatı depolardaki stoklarla belirlenecektir. Dolayısıyla işletme sıfır sermaye ile çalışacaktır. Ya satıcılar kendi sermayeleri ile suyu üreteceklerdir, ya da alıcılar ön ödeme yapıp sipariş vereceklerdir. Böylece Anadolu’nun güzelim kirlenmemiş sularını dünyaya pazarlama imkânını bulacağız.
Bu yalnız sularda olmayacak, tüm ham madde kaynakları Türkiye’de olan üretim böyle yapılacaktır.
İşte bu da Anadolu’nun birden en yüksek seviyede üretim merkezi hâline gelmesi ile olacaktır.
Çok önemli bir hususa daha işaret etmek isteriz. Türkiye dünyanın merkezindedir. Kendisinin ham maddesi olmasa bile, ham maddeyi satın alır, işler, ambalajlar ve dünyaya pazarlayabilir. Böylece dünyanın en müreffeh ülkesi hâline gelir.
Bir şey daha ilave edelim; dünyadaki işsizler de Türkiye’ye mal satarak iş bulmuş olurlar. Çünkü rızkın onda dokuzu ticarettir. Bu son senetle değil Türkiye’de, dünyada bile işsiz insan bırakmayabiliriz.
Ben mühendisim, iyi hesap yaparım. Ben fıkıhçıyım, iyi akıl yürütürüm. Dünyaya meydan okuyorum. Yanlışım varsa gelsin anlatsınlar. Kimse anlatamaz, itiraz edemez, bu olmaz diyemez. Söyleyeceği bir şey vardır; buna sermaye izin vermez! Burada haklı olurlar. Ancak; işte burada da “iman” ortaya çıkar, kimse Allah’tan güçlü değildir. Buna karşı çıkanlar elbette tepetaklak gideceklerdir. Tarihte böyle oldu, bundan sonra da böyle olacaktır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ - 317 ADİL DÜZEN DERSLERİ - 147 İstanbul, 12 Ağustos 2005
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI
(Selahattin Öztürk ve Reşat Nuri Erol Üsküdar’da değerlendirecektir.)
TERÖRE İLMÎ ÇÖZÜM
İnsanlık mağaralardan bugünkü kentlere “ilim” sayesinde ulaşmıştır. İlk uygarlık Mezopotamya’da doğmuş ve müsbet ilimler orada tedvin edilmeye başlamıştır. Hz. İbrahim peygamberin ‘tümdengelim sistemi’ Yunan felsefesi ile gelişmiştir. ‘Tümevarım metodu’nu Müslümanlar bulmuş ve geliştirmiş, bugünkü Batı uygarlığı bu metot sayesinde doğmuştur. Kristof Kolomb Amerika’ya varınca, Avrupa kilisenin direnmesine karşın dünyanın yuvarlaklığını kabul etmek zorunda kalmıştır. Mustafa Kemal ‘muasır medeniyetin fevkine (yani üzerine) çıkmanın yolu’ olarak ‘müsbet ilim meşalesi’ni göstermiştir.
Şunu iyice bilmek gerekir ki, peygamberler ‘müsbet ilimleri’ insanlığa öğretmek için gönderilmiştir. Kur’an için; “onu ilim üzerine tafsil ettik” diyor. Hiçbir sorunu ne kapitalistlerin söyledikleri gibi ‘para’ çözer, ne de sosyalistlerin söyledikleri gibi ‘silah’ çözer. Bütün sorunlar ancak ve ancak ‘İLİM’ tarafından çözülür. Para gerekiyorsa ona ilim karar verir, silah gerekiyorsa ona ilim karar verir. Silahı da parayı da icad eden ilimdir.
Olağanüstü hal ilme aykırı kuruluştur. Dünyada iki sistem vardır; ‘askerî sistem’ ve ‘hukuk sistemi’. Gaye insanları ‘hukuk sistemi’ ile yönetmektir. Ama hukuk sisteminin başarısızlığı hâlinde askerî sisteme başvurulur, o da ‘örfî idare’dir. Karma sistem başarıya ulaşamaz.
Olağanüstü hal bir bölgeye uygulanmış ve bu bölgeyi fiilen ülkeden ayırmıştır. Hem o bölgeye zulüm olmuştur, hem de diğer bölgelerden farklı ayrıcalıklar tanınarak zulüm yapılmıştır. Olağanüstü hâlin başka bir eksikliği de, askerî yönetimin başına sivil yönetici getirilmiş, yani kasden mağlubiyet hedeflenmiştir. Bu ne demektir; gemi kaptanını uçak pilotu yapmak demektir! Başka büyük bir hata da; iç isyanların askerî metotlarla çözülmek istenmesidir. Asker cephede düşmanla savaşır, ülke içinde kendi halkı ile savaşamaz. İlme aykırı olan bu kuruluş Türkiye’nin 30 000 kişisinin ölümüne sebep vermiş, Türkiye’nin yirmi yılını yemiştir.
Şimdi askerler doğru bir şey öneriyorlar: İlmî bir heyet kurulsun, terör sorununu bu ilmî heyet çözsün.
İlme aykırı olarak kurulan bir kuruluşu örnek göstererek AK Parti yönetimi öneriye soğuk bakmaktadır. Müsbet ilme karşı gelen bütün kuruluşlar tarih olmuşlardır. Bu direnme çirkin direnmedir ve gericiliktir.
Bununla beraber olağanüstü hal kanunlarına dönüşmemesi için dikkat edilmesi gereken hususlar vardır. Ben burada onları sıralayacağım.
a) Bir “Terör Yüksek Kurulu” kurulmalıdır. Buraya %5 oy alan her parti bir ilim adamı atamalıdır. Kurul demokratik olmalıdır. Demokratik olmayan bir kurulun çözümü ne kadar doğru olursa olsun başarıya ulaşamaz. Bu ilim adamları DPT/ Devlet Planlama Teşkilatı içinde yer almalı ve Devlet Planlama Teşkilatı’nın imkânlarından yararlanmalıdırlar. Devlet Planlama Teşkilatı da bütün üniversite ve fakülteleri katkıda bulunmaları için seferber etmelidir. Bu ilim adamlarından vakitli çözüm istenmelidir.
b) İkinci olarak yapılacak iş; ordu içinde de askerî bakımdan bu konuları araştıran bir merkez kurulmalıdır. “Terör Yüksek Kurulu”nda hazırlanan çözüm askerler tarafından değerlendirilmelidir. Ordunun onayı olmadan girişilecek her faaliyet akamete uğrar. Ordu bu çözümü onaylamazsa, Terör Yüksek Kurulu’nun bütün üyelerini partileri değiştirmeli ve yeni çözüm aramalıdır. Ret veya kabul şeklinde olmalıdır. İlmî çözüm karma hâline getirilmemelidir.
c) Terör olaylarının çözümünü sağlayacak kurumlar yeni kurumlar olmalıdır. Mevcut kurumlar bunu çözemez. Jandarma, polis, yargı ve savcı bu sorunu çözemez. Tamamen ‘terör’ olayını önleyecek yeni kurul oluşturulmalıdır. Başarıya ulaştığı zaman, -gereksiz oldukları anlaşılırsa- eski kurumlardan bazılarını tasfiye edebilirsiniz. Mesela, Osmanlı imparatorluğu Yeniçeri veya Sipahi teşkilatı ile değil, ‘yeni ordu’ ile oluşmuştur. Bugünkü iç güvenliği sağlayan kurumlar aciz durumdadır. Onları ıslah ederek bir yere varamayız. Bunun böyle olduğunun baştan ilmen kabul edilmesi zorunluluğu vardır.
d) Dördüncü konu ise; baştan çözümlerin dışlanmaması gerekir. Allah Kâinatı öyle yaratmıştır ki, çoğu kez çözümler tektir. İki nokta arasında en kısa yol tek doğrudur. Bundan başka kısa yol yoktur. Bunu Öklit (Eukleides) bulmuşsa, biz Öklit’in bulduğunu baştan reddedersek sorunu çözemeyiz. Çünkü başka çözüm yoktur. Sorunların çoğu peygamberler tarafından çözülmüştür. Lâiklik iddiası ile onların çözümünü baştan reddederseniz, çözüm bulamazsınız. İdamın olmadığı bir dünyada terörü önlemek şöyle dursun, devleti terörist yaparsınız.
Biz bugünkü müsbet ilimlerle Kur’an’ı ve Tevrat’ı yorumlayarak “Adil Düzen”de bu sorunu çözmüş bulunuyoruz. Ve size haber evrelim ki bu çözüm de tektir. Bizi de dinleyin; ‘sadece dinleyin’ diyoruz. Sonra kabul edin demiyoruz. Başka çözüm bulursanız, o zaman bizim çözümü atın. Ama başka çözüm bulamazsanız, çözümümüze kulak verin.Yoksa helâk olup gidersiniz.
Askerlere bir tavsiyem vardır. Bu sivillere dadılık yapacağınıza, kendiniz ordu içinde bir ‘araştırma merkezi’ kurun. Kurmaylarınız çözümü olan herkesi dinlesin. Bize de o listede yer verin, biz sizden bundan başka hiçbir şey istemiyoruz. Terörü yok edecek ilmî çözümü siz önerilerden bulup çıkarınız. Hazırlıklı olun. Bir gün II. İstiklâl Savaşı yapmak zorunda kalabilirsiniz. Bu savaş cephede olmayacak, terörle olacaktır. Başarıya ulaşmanız için hazırlıklı olun. Kulaklarınızı tıkamayın. Bunlar gericidir diye bizi dinlemekten uzak kalmayın. Bunlar düşmanın size kurduğu tuzaktır. Artık bu kapandan çıkın.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL