ADİL DÜZEN 319
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 26- 29 Ağustos 2005 Fiyatı: Seminere katılmak veya (akevleronline) www.akevler.org
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 319. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
ÜSKÜDAR Adresi: Selami Ali Efendi Cd. No: 31 ÜSKÜDAR/İSTANBUL (Ana Çocuk Sağlığı yanı – Anadolu Gençlik bitişiği) Tel: (0532) 246 68 92
*TEFSİR SEMİNERİ [Cuma Üsküdar (19.00-21.00); Cumartesi Yenibosna (17.00-21.00); Pazartesi Ümraniye (19.00)]
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
(Hasan Özket, Yasin Kılar, Hasan Çetinkaya, Lütfi Hocaoğlu, Reşat Nuri Erol ve …………… dersi okumuş olarak geleceklerdir.)
Üsküdar ve Ümraniye’de Reşat Nuri Erol tarafından; diğer yerlerde ilgili ve sorumlular tarafından anlatılacaktır...
Hedefimiz; bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul’da 200, Türkiye’de 1000 yerde okunmasıdır. Süleyman KARAGÜLLE
NİSÂ SÛRESİ TEFSİRİ – 44
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
إِنْ يَدْعُونَ مِنْ دُونِهِ إِلَّا إِنَاثًا وَإِنْ يَدْعُونَ إِلَّا شَيْطَانًا مَرِيدًا(117) لَعَنَهُ اللَّهُ وَقَالَ لَأَتَّخِذَنَّ مِنْ عِبَادِكَ نَصِيبًا مَفْرُوضًا(118) وَلَأُضِلَّنَّهُمْ وَلَأُمَنِّيَنَّهُمْ وَلَآمُرَنَّهُمْ فَلَيُبَتِّكُنَّ آذَانَ الْأَنْعَامِ وَلَآمُرَنَّهُمْ فَلَيُغَيِّرُنَّ خَلْقَ اللَّهِ وَمَنْ يَتَّخِذْ الشَّيْطَانَ وَلِيًّا مِنْ دُونِ اللَّهِ فَقَدْ خَسِرَ خُسْرَانًا مُبِينًا(119) يَعِدُهُمْ وَيُمَنِّيهِمْ وَمَا يَعِدُهُمْ الشَّيْطَانُ إِلَّا غُرُورًا(120) أُوْلَئِكَ مَأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ وَلَا يَجِدُونَ عَنْهَا مَحِيصًا(121)
إِنْ يَدْعُونَ (Va EiN YaDGUvNa) “Dua etmiyorlar. Davet etmiyorlar.”
“Dua etmek” demek, elleri göğe doğru açıp tutmak demektir. Karşı taraf size bir şey atarsa, onu tutmak için kollarınızı o şekilde açarsınız, bu hareket ‘bana ver’ anlamına gelir; ‘bu tarafa gel’ anlamını da taşır. Ellerinizi ters tutarsanız ‘git’ anlamına gelmektedir. Allah insanlara sesle anlaşma melekesini verdiği gibi işaretleşerek de anlaşma melekesini vermiştir. Bunun bazı üstünlükleri de vardır. Bu sayede uzaktakilerle anlaşırsınız, sağırlarla anlaşırsınız. Bütün insanlar için ortak dil oluşturabilirsiniz. Dil ile söylediklerinizi teyid edersiniz. Yüz yüze konuşma daha iyi anlaşmak için gerekiyor.
Bir de ibadetlerimizi birlikte yaparken ortak hareket ile başlama yaparız. Tekbirde elleri kaldırırız, kıyamda ellerimizi bağlarız, rüku ederiz, secde ederiz. Kıbleye karşı dururuz. Bunlar hep lisanı hal ile ifadedir. Bu sebepledir ki “dua etmek” demek ille de ağız ile söylemek anlamında değildir. İnsan davranışları ile bir şeyin yapılmasını istiyorsa ona “dua” deriz. Bir erkeğin kadına mesaj göndermesi de duadır. Bu hayra davet de olur, şerre davet de olur. Burada tek tek dâvet yerine, topluluğun ortak davetinden bahsetmektedir.
مِنْ دُونِهِ (MiN DUvNIHı) “O’nun dışında”
Burada zamir Allah’a gitmektedir. Allah’tan başkasına dua ediyorlar demektir. Tefsirleri yaparken maaniden ne zaman izmar yapılır, ne zaman izhar yapılır. Yani isim söylenir, yahut zamir gönderilir, onların kuralları vardır. Siz de burada düşünürsünüz. Burada neden “O’nun dışında” dedi de “Allah’ın dışında” demedi? Buna bulacağınız cevapla siz de tefsir yapmış olursunuz. Bundan önce “Allah işrak edenleri derin dalâlete sürükler” demiştir. Şimdi burada o derin dalâlete Allah’ın nasıl sürüklediğini anlattığı için ismiyle değil de orası ile ilişkisi olduğu için zamirle ifade etmiştir. Onlar şirk koşuyorlar, o da onları inasa dua ettiriyor.
إِلَّا إِنَاثًا (EılLAv EıNAÇan) “Ancak inâs”
Bir lastiği gerdiğiniz zaman bırakırsanız tekrar eski yerine gelir, buna “zeker” denmektedir. Ama sakızı uzattığınız zaman tekrar eski hâlini almaz, buna “ünsa” denmektedir. Erkeğe “zeker”, kadına “ünsa” denmiştir. Sert ve yumuşaklıktan kinayedir. Bedenler için bu sert ve yumuşaklık sözkonusu olduğu gibi; erkekler sert ve savaşçı, kadınlar ise uysal ve barışçıdırlar. Allah insanlara dili sadece görünen varlıkları göstererek adları öğretmiştir. Görünmeyen varlıklara isimleri hep görünenlere benzeterek verdiler. Mesela, nefs soluk demektir. Ruh rüzgar demektir. İmam ön demektir. Yaratıcıya da ad verirken, böyle görünen varlıkları çağrıştırarak ad vermişlerdir. Mesela, güneşe benzer manasında ad vermişlerdir. Nitekim Kur’an’da “Allah semavatın ve arzın nûrudur” diyor. Allah’ı anneye benzetmişler ve doğurganlığını ifade etmişlerdir. Nitekim Kur’an’da “Rahmân ve rahîm” demek, rahmi olan anlamındadır.
İnsanlar daha yazıyı icat etmeden önce Allah’ın adı olarak kadın heykelcikleri yapmışlar ve Allah’ı onunla temsil etmişlerdir. Bizim camilerdeki “Allah” levhasına benzemektedir. Kibele adı verilen ve tek tanrıyı temsil eden heykelcikler tarihten önceki zamandan beri yaygındır. Bununla beraber, nasıl Kur’an’da Allah’ın sıfatları varsa, tanrının da bir adı olmuş ve değişik şekillerde temsil edilmiştir. İlk insanlar da tek tanrıya tapıyorlardı. Ne var ki insanlar bir şeyi bozmak istedikleri zaman kibeleyi ana tanrıçası, bereket tanrıçası gibi tasavvur etmeye başladılar. Sıfatları isim yapıp onların müsemmalarına, güneş ve kadına tapmaya başladılar. Pek çok uygarlıklarda kadın tanrıya tapma putperestliğin kaynağı olmuştur.
Bugün de televizyonu ele alınız, bütün sanatların merkezinde kadın vardır. Kadın şehveti vardır. Kadını sekse çağırma vardır. Spiker bile soyunuyor ve öyle konuşuyor! Mağazalar kadınları teşhir ederek mallarını satıyorlar!
Burada “davet” kelimesinin kullanılması önemlidir. “Davet” demek, yalnız ona dua etmek demek değildir. Onu kullanmak, onu istismar etmek demektir. Nitekim bugün genelevleri işleten patronların çoğu kadınlardır. Yani kadını yalnız erkek istismar etmemekte, aynı zamanda kadın da kadını istismar etmektedir. Demek ki buradaki kadını davet etmek demek, kadını istismar etmek demektir. Çok evliliği yasaklayarak kadını kocasız bırakmak, sonra onu istismar etmek belki de çağımızın kadını davetin en şedit durumunu gösterir.
Daha önce şirki açıklarken şirk bir inanç değil, bir hayat tarzıdır, fiil tarzıdır demiştik. Zina yapmak suçtur. Ama zinayı meşrulaştırarak kazanç aracı hâline getirmek şirktir; baid dalâlettir. Ekonomide ‘faiz’ ne ise sosyal hayatta ‘zina’ odur. Çağımızın en büyük hastalığıdır. Türkiye henüz bu batağa düşmemiştir. Ama gerekli çaba gösterilmezse, Adil Düzen Çalışanları uyurlarsa, onlar da Avrupa’nın düştüğü bataklığa düşerler. AİDS onları da yakalar. Onlar da kısırlaşmaya ve nüfusları azalmaya başlar. Hem de Batı gibi muafiyetleri olmadığı için çok çabuk şekilde son bulurlar. Türk Müslüman kadınların tek evlilikteki ısrarları, erkeklerin de onların etkisi dışına çıkamamaları inası davet demektir. Türkiye’yi bekleyen en büyük tehlikedir.
Bugün kızlarımız açılmaktadır. Bir şey yapamıyoruz. Ama henüz fuhuşla gelmemektedirler. Bu böyle devam edemez. Koca bulamayan insanlar zamanla serbest cinsi ilişkilere başlarlar. Mü’min kızları kocasız bırakmamak ve mü’min kızları çoğaltmamız için çok evlilik müessesesini mutlaka getirmeliyiz. Bunun en kolay yolu, resmi nikahlı evlilikleri Müslüman erkekler yapmalıdır. Hiç evlenmeme yerine çok evlenme ama şeriat ahkamına göre evlenme. Batı’nın bazı küfür modaları içinde şeriata göre yaşamak istiyoruz.. Bu çelişkidir. Müslüman erkeği ve kadını dünyada cehennemde yaşatmaktır. Evliyayı görmek istiyor musunuz, kocasını ikinci defa evlendiren kadındır. Bunu kocasının zevki için değil, evlenemeyen kadının hakkı için yapacaktır, kadını istismardan kurtarmak için yapacaktır. İslâmiyet’teki cariye müessesesi de kadını sokaktan kurtarmak içindir.
وَإِنْ يَدْعُونَ (VaEıN YaDGUvNa) “Davet etmezler.”
Burada “Ve” harfi ile ikinci “Yed’ûne” getirilmiştir. “Ve” harfi ile atfedilmiştir.
Demek ki kadının istismarı ile şeytana tâbi olma ayrı ayrı şeylerdir. “Şeytan” sadece iblisin adı değildir. Şeyatini’l-cin ve’l-ins; insanın şeytanı var, cinin şeytanı var. Bunlar bir hizbdir, bir partidir.
İnsan vardır ki başka insanları hayra çağırır, marufu emreder, münkeri nehy eder. Bu mü’mindir. Melekler bunlarla beraberdir, onların yardımcılarıdır. İnsanlar vardır ki başkalarını ifsad etmek ve şerre çağırmakla meşgul olurlar. Onların tâbi olduğu kimseler görünmeyen şeytanlardır.
İnsan neden kötülük istesin? Çünkü cinden olan şeytan ona musallat olmuştur, onu çarpmıştır.
Burada “İllâ” ile getirilmiştir. Ayrı ayrı ve “Ve” harfi ile getirilmiş. Demek ki istisnalarda mefhumu muhalefet yoktur. Yani, ‘onlar inasdan başkasını dâvet etmiyorlar’ diyor. Mefhumu muhalefet olsaydı sonra benzer cümle şeytan için getirilmezdi.
إِلَّا شَيْطَانًا مَرِيدًا(117) (EilLAy elŞaYOaNan MerIyDan)
“Onlar şeytanı meriden başkasını dâvet etmiyorlar.”
“Şana” çift kuyruklu yılan demektir. “Şeytan” kelimesi oradan türetilmiştir.
Yılan pusuda bekler. Araziye uyar. Görünmesi zor, adeta yok gibi olur. Avını görünce birden saldırır ve zehirler. Halbuki diğer hayvanlar avlarını zehirleyerek değil, parçalayarak avlarlar. İşte bu sinsilik ve zehirleme sebebiyle şeytan yılana benzetilmiştir. İbranicede şeytanın adı şeyutan yani yılandır. Tevrat’ı tercüme ederken lügat manasıyla tercüme etmişler ve Hz. Adem’i kandıran şeytan olarak değil de, yılan olarak anlatılıyor.
“Merid” tüysüz, çıplak demektir. Yılan zaman zaman derisini değiştirir. Eskisini atar ve yeni derisi ile ortaya çıkar. Derisini değiştirirken derinin rengini de değiştirir. Böylece kılıktan kılığa girer. Mevsimlere göre değişik renk alır. İlkbaharda yeşillik, sonbaharda sarılık hakim renk olur. Dolaysıyla derisini atmış yılanı kolay kolay tanıyamazsınız. Şeytan da duruma göre derisini değiştirir, başka başka kıyafetlere girer ve insanı kandırır.
‘Aileyi koruyacağız’ deyip boşanmayı yasaklatırlar. Oysa bu aileyi ifsad eder. Çünkü nasılsa karı-koca birbirinden ayrılamaz durumdadır, sabahtan akşama kadar didişirler. Koca bulmak da zorlaşmış olduğu için bu ateşli boğuşmada yaşamak zorunda olurlar. Oysa boşanma kolay olsa, koca bulmak kolay olsa, onu kolayca bulamayacağından dolayı erkek kadına daha çok saygı göstermek durumunda olur. Böylece boşanmamak için iki taraf da evde sorun çıkarmaz olurlar. İşte şeytan burada bunun tersini göstermekte, aileyi yıkmak anlamında olan boşanma yasağını aileyi koruma olarak göstermektedir.
Diyanet mensuplarına maaş bağlamak görünürde dini desteklemektir; oysa aslında dine darbe vurmaktır. Çünkü menfaatçiler kadroları doldurur, diğer taraftan geçek din adamları açıkta kalır. Din böylece bozulur. Bu sebepledir ki biz, cemaatler kendi din adamlarını kendileri atasınlar. Sayılarına göre kamu bütçesinden ayırdığımız fonu onlara dağıtalım. Din adamını ne halkın dilencisi yapalım, ne de devletin memuru. Din adamını halk seçsin ama maaşını kamu bütçesinden alsın diyoruz.
لَعَنَهُ اللَّهُ (LaGaNaHuv elLAHu) “Allah ona lânet etmiştir.”
“Lânet etmek” demek, dışlamak demektir. Şeytanı da Allah yaratmış ve O vazifelendirmiştir. Ama Allah’ın iradesi şeytanı galip getirmek değildir. Kendi yolunda olanları uyarmak, ıslah olmayanları da gark etmek için araçtır. Bir devletli için cellatlar ne ise Allah için de şeytan odur. Yola gelmeyenleri ona teslim etmek. Ama cellat başka birisini öldürse derhal onun da başı gider.
Şeytan da mel’undur. Kötü işleri yapmakla görevlidir. Bu ona cezadır. Ama bu kötü işlerini ancak Allah’ın izniyle yapabilir. Vücudumuzdaki mikropların görevi de budur. Allah vücut sağlam dursun diye onları bekçi olarak koymuş. Gevşeme olursa onlar faaliyete geçer. Sonunda insanı öldürme görevi de mikroplarındır.
Nasıl arabayı sürerken viraj işaretleri var, dikkat et devirirsin işaretleri varsa, şeytanlar da insanın doğru yoldan gitmesi için işaretlerdir. Şeytandan ne kadar uzak olursan, cennete giden yolda o kadar selametle ilerlersin. Dışlanmak demek, ondan uzak durmamız demektir. Halbuki insanlar şeytanla bir olup cennete gitmeyi ümit ediyorlar. Şeytanı kandırırsak yolumuzu alırız sanıyorlar. Takiyye budur. Oysa şeytandan uzak durmakta kurtuluş yolu vardır. Yalnız cennet için değil, dünyada da öyledir.
Zinacı ve faizci şeytanlarla işbirliği yaparak başarıya ulaşacağını sanmak gerçekten şaşkınlıktır.
وَقَالَ (Va QAvLa) “Ve kavletti.”
Şeytanı Allah kovdu, dışladı, uzaklaştırdı. O da Allah’a ‘ben senin kullarından merfuz olanları ittihaz edeceğim’ demiştir. Yani, nasıl asker emri tekrar ederse, şeytan da aldığı emri tekrar etmiştir. Cezasını çekmeye evet demiş, tav’an veya kerhen itaat etmiştir.
لَأَتَّخِذَنَّ (La EatTaPıÜanNa) “İttihaz edeceğim.”
“Ahzetmek” demek, avucunun içine almak demektir. “İttihaz” ise avuçlamak, dost edinmek, mabud edinmek, misak almak gibi anlamlarda kullanılmaktadır. Avucuma alıp onları istediğim gibi fesat ordusunda istihdam edeceğim demektir.
Allah iki takım kurmuştur. Biri şeytanın kurduğu takımdır. Biri de peygamberlerin kurduğu takımdır. Buna kendi takımı adını vermiştir. Takımlar kıyamete kadar maç yapmaktadırlar. Bazen galip bazen mağlup olmaktadırlar. Ama maç devam ediyor, hep Allah’ın tarafı olan takım hedefine doğru yaklaşıyor.
İlk canlı yaratılalıdan beri iki tür canlı vardır. Bunlardan biri bitki ve hayvan hücreleridir, bunlar canlılılığı yaymaya çalışırlar. Diğeri de bakterilerden oluşan mikroplardır. Bunlar da canlılığı yok etmeye çalışırlar. Oyun sürüp gitmektedir. Kazanan ve kaybeden belli değildir, ama sonunda canlılık tüm yeryüzünü sarmıştır. Şimdi insanlar sayesinde göklere de sıçramaktadır.
مِنْ عِبَادِكَ (MıN GıBADıKa) “İbadından”
“İbadından” yani yapmakla görevli olanlardan. İnsanlar yıkmakla değil, yapmakla görevlidirler. Bitki ve hayvan hücresi gibidirler. Mikrop değildirler. Ama şeytanın iğvası ile onların içinde de mikroplarla işbirliği yapacaklar bulunacaktır. Onlar şeytan tarafına geçerek şeytan takımını oluşturacaklardır. Böylece mü’minlerin karşısında oynayacakları takım oluşmuş olacaktır. Yoksa stadyumda mü’minler tek başına kalır ve oyun oynayamazlar. Hâlik olarak Allah hem şeytan hizbinin hem de insan hizbinin hâlikıdır. Ama onlar karşılıklı olarak oynarken Allah kendi hizbini, kendi takımını tutmaktadır. Allah bu Kâinata insanı imtihan etmek için getirdiğinden, insanı karşı takım ile imtihan etmektedir. Yoksa dünya hayatında imtihan olmazdı.
نَصِيبًا (NaÜıyBan) “Nasip”
“Nasip” pay demektir. Aslında arazide sınırlarda dikilen taşlar, komşular arası konan dikili taşlardır. Böylece herkese düşen parçaya “nasip” denmektedir.
Şeytan da insanlardan nasibini alacak ve karşı takımlarını öyle oluşturacaktır. Bâtılın güçlü olup hak karşısında tutunması için daha kalabalık olmaları gerekir. Onun için insanların çoğu o tarafta yer almaktadır. Hak tarafı az ve zayıf oldukları halde galip gelmektedirler.
Bu durum topluluklara göredir. Kişiler bu dünyada toplulukları ile muamele görmektedirler. Âhirette ise herkesin hesabı kendisine aittir ve orada kimseye zulüm yapılmayacaktır. Yani onlarla beraber görülenlerin hepsi cehenneme gidecek anlamında değildir.
مَفْرُوضًا(118) (MaFRUvWan) “Farz kılınan”
“Farz etmek” biçmek demektir. “İfraz etmek” Türkçede araziyi ayırmak anlamındadır.
“Farida” ve “bikr” bakarın karşılığı kullanılmaktadır. “Bikr” henüz koşuma gelmemiş hayvan, “Farid” koşuma gelmiş hayvandır. Mirasın taksimatına da “faridat” denmektedir.
Yani; karşı takımdan oynamak üzere ayrılmış kimseler şeytana teslim edilecek, onlar onun emrinde oynayacaklardır. Şeytan onları ele almakta ve kötü işlerde kullanmaktadır.
Neden “Mefruz” denmiştir? Şeytan iğva etmiyor, zaten iğva olanlar şeytana teslim ediliyor. Kendilerini koruyanlar şeytanın iğvasında olmayacaklardır. Sadece ıskarta olanlar o takımlarda oynatılıyor.
وَلَأُضِلَّنَّهُمْ (VaLa EuWılLanNaHuM) “Onları idlâl edeceğim.”
Mel’un yani dışlanmış şeytan ibaddan yani kullardan kendisine teslim edilenlere dört işlem yapacakmış. Allah’a böyle söz vermiş. Emri böyle tekrar etmiş. Onları ittihaz edecek, onları idlâl edecek, onları imna edecek, onlara emredecek. Burada şeytanın insana nasıl yaklaştığı anlatılmaktadır.
“İttihaz etmek” demek, onlarla dost olmak, içli dışlı olmak demektir. Aynı partide, aynı mafyada, aynı şirkette, aynı kulüpte, aynı teşkilatta yer almak demektir. Bunlardan çoğu yeraltı faaliyetleri yahut takiyyeli cemiyetlerdir. Maksadı başka, sözde başka olan cemiyetledir. İttihaz etmek demek bu demektir. Avuçlamak demektir. Bundan sonra ona suç işletmek, kötü işler yaptırmaktır, “idlâl ettirmek”tir. Önce içki, kumar, fuhuş, uyuşturucu gibi kişisel zevkler içinde yakalamaya çalışır. Sonra yolsuzluk, rüşvet, soygun, saldırı gibi faaliyetlere götürür. Burada kişi maddeten tatmin olmaya başlar, esrar parasını bulur.
وَلَأُمَنِّيَنَّهُمْ (Va La EuMniYanNaHuM) “Ümniye edeceğim”
“Ümniye” hayal demek, ümitler demektir. İnsanlar bir şeylerin peşine düşerler. “Eman” kelimesinden gelmektedir. Kişilerin atalarının izinden gidip düşmanları yok etmesi, imparatorluklar kurması demektir.
Ortadoğu hayalleri, Avrupa Birliği hayalleri; bunların hepsi ümniyedir.
Tarihte mü’minler de hep savaşmışlar ama savaşı ne ganimet ne de hakimiyet için yapmışlardı. Müslümanlar Mekke’yi fethettikten sonra bir kuruşluk bir yağma yapmamışlardı. Hattâ sekiz sene evvel kovuldukları zaman bıraktıkları evlere bile sahip olmamışlar, onları geri almamışlardı. Hazreti Peygamberin evi de geri alınmamıştı. Bu yetmezmiş gibi, fetihten sonra orada Medine’den bir tek asker bıkmamışlardı. Kendilerinden bir vali tayin ederek Mekke’den ayrılmışlardı.
Osmanlılar Viyana’ya kadar giderken bundan başka bir usulle gitmediler.
İslâmiyet’te ırkî ve dinî şovenlik yoktur. Kim olursa olsun, şeriatı kabul ettikten sonra eşit haklara ulaşmaktadır. Kimse imana zorlanmamakta, zorla dini değiştirilmemektedir. Onlardan sadece barış içinde hukuka saygılı olmaları istenmektedir.
Şeytan ise hep bu “ümniyeye” hitap eder.
Biz de bu ümniyeye düşmekteyiz. Her şey Adil Düzen”de olsun, hemen olsun istemekteyiz.
Oysa her şey günü gelince olacaktır. Bizim görevimiz “Adil Düzen”i öğrenmek, kendi aramızda uygulamaya çalışmak, göstererek insanlara tebliğ etmek, kendi sitelerimizi kurmaktır. Siyasi iktidar ise kendiliğinden gelecektir. Güçlü parti “Adil Düzen”i kabul edecek, bizi partilerine davet edecek, biz de o partiye hicret edecek ve orada “Adil Düzen” siyasetini yapacağız. Ancak bundan önce Mekke devrinin çilesini çekmek zorundayız. Şeytanın aceleci ümniyelerine düşmemeliyiz.
Saadetçiler düştüler, AK Partililer düştüler. Onların yaptıklarından biz sorumlu değiliz. Ancak bugünkü Saadet Partisi’nin başına gelenler, yarın AK Parti’nin başına gelecekler hep bu ümniye nedeniyle olacaktır.
Bizim de maddî bakımdan başarısızlığımız, ahşap evleri yapamayışımız, marketi kuramayışımız hep ümniye sebebiyle olmuştur. Çünkü biz kendimiz olmadan başkalarını oldurmak istedik. Bu yapılanların yararsız olduğunu söylemiyorum. Tarihî akış içinde bunların hepsi O’nun izni ile olmaktadır. Olan olmuştur. Hayır olmuştur. Biz bundan sonra olacaklar için konuşuyoruz.
İşte; demek ki şeytan önce topluluklarına, takımlarına alıyor ,sonra ona suç işletiyor, sonra onu fanatik yapıyor ve büyük hayaller kurduruyor. İşte bu kimse intihar bombacısı hâline geliyor. Saldırganın silahlı olması şart değildir. Bülent Ecevit’in Meclis’te Merve Kavakçı’ya saldırması, Millî Görüşçülerin hep susmaları bu ümniye meselesidir. Bugün de Deniz Baykal başörtülülere saldırıyor, AK Partililer susuyorsa, bu da ümniye meselesidir. Germeyelim; kâfirlere karşı germeyelim meselesidir. Ama nünler karşı kopğaralım yoludr bunlare.
وَلَآمُرَنَّهُمْ (Va La EaMURanNaHuM) “Onlara emredeceğim.”
Görülüyor ki, şeytan önce kabinesine alıyor, sizinle birlik oluyor… Ondan sonra bir dizi vaatlerde bulunuyor, ondan sonra da hayaller peşinde koşturuyor...
Artık seni idealist yapıyor. Bâtılın uğrunda ölmeyi vaat ediyor. Dağlara çık diyebiliyor. İnsanları öldür diyebiliyor. Çünkü onun emirlerini dinleyecek hâle getirmiştir. Kimini dağ başına çıkarıp insan öldürtüyor, kimini de iktidar yapıp orada cinayetler işletiyor. 20. yüzyıldaki diktatörlerin milyonlarca insanın kanına girmeleri bundandır.
Bugünkü iktidarlar da adalet yapmak için iktidar oldular ama, bize yapılan zulmü anlattığımız zaman Adalet Bakını, “Bu Adil Düzendir, parti işi değildir!” diyor! Şeriata ait bir tek “hakemlik sistemi”ni teklif bile edemiyor; ama okumadığı, bilmediği kanunları meclislerden tartışmadan geçirtiyor! Böylelikle hukuka karşı cinayet işliyor.
Her şey var demek, hiçbir şey yok demektir. Çok kanun var demek, kanun yok demektir. Ülkemizi cahiliye dönemine çeviriyorlar. Bütün bular ne uğruna yapılıyor? Avrupa Birliği ümniyesi uğruna yapılıyor!
Şimdi artık emir alma zamanıdır. Ne derlerse onu yaparsınız. Ümniyeniz sizi itaat eder hâle getirmiştir. Basınıyla, siyasileriyle bir olup AB ümniyesiyle Türkiye’yi hukuk devleti dışına çıkarıyorlar. Eski kanunlar ortadan kalkmış, yeni kanunlar bilinmiyor! İşte bu, 21. yüzyılda yaşanan cahiliye devridir.
فَلَيُبَتِّكُنَّ آذَانَ الْأَنْعَامِ (Fa La YuBatTiKunNa EaÜANa elEnGaMı)
“En’amın kulaklarını betk ederler.”
Köylerde hayvan rahatsız olup çırpınmaya başladığında baytar getirip ilacı ile ameliyatı ile tedavi edeceklerine, hayvanın kulağını keserler ve hayvan güya iyileşir. Üfürükçülüğün, muskacılığın kaynağı budur. Hasatlığa çare bulacaklarına, aldatıcı kandırmacı tedbirler emrolunur, onunla hasta tedavi edilmeye çalışılır.
İşte şeytanın yaptığı budur. Gerçek tedbirleri almak yerine, üfürükçülükle tedavi etmek!
AK Parti’nin nerede kimin hazırladığı belli olmayan kanunları Meclis’ten geçirerek ülkenin sorunlarını çözeceğini sanmak, -samimiyetle söylüyorum ki,- kulaklarını kesip hayvanlarını iyileştirdiğini iddia eden köylüden daha ahmakçadır…
Kur’an Mekke’de nâzil oldu. On üç sene hiçbir kanun getirilmedi. Sadece inanmış cemaat oluşturuldu. Ondan sonra hicret ettiler. Medine’de sadece on sene içinde Kur’an’ın hükümlerini uyguladılar ve örnek site oluşturduktan sonradır ki tüm Arabistan uygulamaya başladı. Sonra kısa zamanda bütün dünyaya yayıldı.
AK Parti ne yapmalı? Önce kanun ve hükmet kararları ile yerinden yönetim organizasyonu oluşturmalı.
a) Türkiye’yi on iki bölgeye ayırıp merkezi yönetim ile ülkenin ve ulusun bütünlüğünü korumalıdır. Buralarda belediye başkanları da kaldırılmalı, merkezi valiler yönetmeli. Bunlar Samsun, İstanbul, Bursa, İzmir, Adana, Diyarbakır, Van, Erzurum, Kayseri, Konya, Afyon ve Ankara kentleridir. Burada il meclisleri falan bulunmamalıdır. Atanan valiler orgeneral olmalıdır.
b) Ondan sonra Türkiye 100’den fazla vilayetlere ayrılmalıdır. Bir milyondan büyük vilayet bırakılmamalıdır. Her il bağımsız hâle gelmelidir. Kendi başkanlarını kendileri seçecekler. Kendi kanunlarını kendileri yapacaklar, orta öğrenimlerini kendileri yapacaklar. İç güvenliklerini kendileri koruyacaklar.
c) Türkiye 10 binden fazla bucaklara ayrılmalı, il içinde bucaklar bağımsız olmalıdır. Belediye teşkilatı kaldırılmalıdır. Bucaklar kendi kanunlarını kendileri yapmalıdır. Ne il, ne de devlet onların iç işlerine karışmamalıdır.
d) Ondan sonra bucaklar ocaklara ayrılmalı, onlar da günlük hayatta bağımsız olmalıdır.
Her bucak Medine gibi kendi imkanlarını kullanarak düzenini kurmaya çalışan araştırma yeri olmalıdır.
İşte bu sayede 10 bin kadar Medine denemesi olacak demektir. Bunlardan başaranlar diğerlerine örnek olacaklardır. 100 il de kendi denemesini, federatif yaşama denemesini yapacak demektir. Belki on sene sonra Türkiye birçok Adil Düzen örnekleri ile dolmuş olacaktır. Halk başarılı bucakları da on sene içinde örnek alacaktır. Böylece en kısa ve en süratli değişme ancak yirmi senede başarılacaktır.
Biz ne yapıyoruz? Ümniyenin peşinde koşarak 200 yıldır hayvanın kulaklarını keser gibi üfürükçülükle, hokus pokus yani kanun değiştirmekle gelişeceğimizi zannediyoruz. İmparatorluk bu kanun değişmeleri içinde battı. Şimdi cumhuriyet gemisi de su almış, batıyor. Bu durumda bizim yapacağımız tek şey var; “Adil Düzen”i öğrenip uygulamak için hazır olmak. Biz onları kurtaramayız. Çünkü onlar şeytana teslim edilmiştir.
وَلَآمُرَنَّهُمْ (Va La EaMuRanNaHuM) “Ve yine onlara emredeceğim.”
Birinci emirle ikinci emir farklıdır. Birinci emir boş şeylerin peşinde koşmak, kulağı keserek bağırsak düğümlenmesini iyi etmek hayalini emrediyor. Onları kandırıyor ve aldatıyor. Üniversiyat yarışmaları ile ülkeye yarar geleceğine onları ikna ediyor. İşsiz insanlar açlıkla boğuşurken, onlar oyun ve oynaş peşinde!..
İkinci emir ise daha katı bir emir, doğal kanunları değiştirme emridir. Burada zor kullanır, silah kullanır ve insanları doğal kanunların dışına çıkarmaya çalışırlar.
فَلَيُغَيِّرُنَّ خَلْقَ اللَّهِ (FaLaYuĞayYıRunNa PaLQa EllAHı) “Allah’ın hilkatini değiştirirler.”
Allah sosyal doğal kanunlar koymuştur. İnsanlar o kanunların dışına çıkamaz. Kimse suyun 100 derecede kaynamasını önleyemez. Kimse taşın düşme özelliğini gideremez. Kimse insanlardan mülkiyet hissini kaldıramaz. Ama kimi siyasiler çıkar ve kendilerini tanrı zanneder. İnsanların doğal yaratılışlarını değiştirmeye çalışırlar. Bunlardan biri olan Karl Marx insanlara dört şey önerdi:
a) ‘Aile uydurmadır’ dedi, hayvanlarda aile yoktur dedi. Oysa ailenin uydurma olmadığı, hattâ bitkilerin bile aile esasına göre çoğaldıkları biyolojide anlaşıldı. Ama o Allah’ın hilkatini değiştirmeyi şeytanın sözcüsü olarak emretti.
b) ‘Mülkiyet yoktur’ dedi. Çünkü hayvanlarda mülkiyet yoktur dedi. Oysa sonra biyolojide öğrenildi ki balıklar bile bir alan çevirirler ve oraya kimseyi sokmazlar. Kurt ve aslanların bile böyle alanları vardır. Marx Allah’ın hilkatini değiştirerek insanlardan mülkiyet hissini kaldırmak istedi.
c) ‘Din yoktur’ dedi. Tanrı inancı zenginlerin fakirleri sömürmek için icad ettikleri bir şeydir dedi. Oysa Kâinatın sonradan var olduğu, bir zaman sonra kıyamet olacağı, Kâinatın ve bütün canlıların şuurlu bir varlığın kurduğu düzen içinde görevli olduğu anlaşılmıştır.
d) ‘Devlete gerek yok’ dedi. Oysa toplu yaşayan karıncaların ve arıların bile çok düzgün devletleri var, başkanları var. Aile ile başlayan insan teşkilatlanmasının zirve kuruluşu devlettir. Çağımızda devlet olmaksızın varolmak ve varlığı sürdürmek mümkün değildir.
İşte sol düşünce insanın doğal yapısını bu şekilde değiştirmek istemiş, bunun için kırk-elli milyon insan öldürülmüştür. Bugün hâlâ eşcinselliği meşrulaştırmak isteyen kanunlar var. Zina takdis edilmeye başlanmış.
İşte bunların hepsi tağyiri halkullahtır. Burada yapılanlar örneğini verdiğimiz kulağın kesilmesinden farklıdır. Orada doğal kanunları yanlış kullanma vardır, burada ise doğal kanunları değiştirme vardır.
Doğal kanunları bulmak ve uygulamak kolay olmadığı ve onun için çaba gösterilmesi gerektiğinden, yerinden yönetimle 10 bin kadar bucakta demokratik kurallar içinde, yani kimseyi zorlamadan sadece kendilerini serbest bırakacağız. Tüm ülke 10 bin kadar denemesiyle araştırma seferberliğine girecektir. Bu çalışmaları gerçekleştirmek için beş kuruş masrafa da ihtiyacımız olmayacaktır.
وَمَنْ يَتَّخِذْ الشَّيْطَانَ (Va MaN YatTaPıÜı elŞaYOANe)
“Şeytanı kim ittihaz ederse.”
Yani; “kim şeytanın teşkilatına katılırsa” demek; “kim şeytanla işbirliği yapar, onun yönetimine girerse” demektir. İnsanlar topluluk içinde yaşayacak şekilde yaratılmıştır. Bir insan çok yakın aile içinde yaşayabilir, kendisini koruyabilir. Ama bir bucakta yaşayan insan, eğer o bucak şeytan taifesinden ise orada yaşamak mümkün olmaz. Hicret etmezse orada müslim olarak yaşayamaz. Yerinden yönetim ve bucaklar hâlinde teşkilatlanma bunun için gerekmektedir. Anlaşabilen kimseler aynı bucakta toplanırlar, iyi düzen kurarlar, iyi düzende iyi insan olarak yaşarlar. Kötü insanlar da kendi düzenlerine giderler ve orada şeytanlıklarını daha kolay yaparlar. Asıl demokrasi budur. Biz buna ‘hicret demokrasisi’ diyoruz.
Ortalama beş bin nüfuslu küçük bucaklar iç yönetimlerinde tamamen bağımsız olacaklar. Türkiye’de bundan 10 bin kadar var. Yani, 10 bin seçeneğimiz var, istersek yeter sayıya ulaştık mı kendimiz site kurabiliriz. Evlerimizi devlet satın alıyor. Bize yer gösteriyor, kendi sitemizi kendimiz kurmuş oluyoruz.
İnsan kendisine şeytanı veli edinir yani onun dayanışma ortaklığına girer veya onun bucağında, ocağında oturur. Kimdir şeytan? Görevi fesat olan bozucu örgüt demektir. Gizli takiyyeci örgüt demektir.
وَلِيًّا مِنْ دُونِ اللَّهِ (VaLIyYan MiN DUvNı elLAHı)
“Allah’ın dununda veli ittihaz ederse.”
Burada iki anlam çıkmaktadır. Hizbullahı bırakıp hizbuşşeytana uyarsa demektir. Yapıcı insanların yanında yıkıcılar da yer alırsa demektir. Hizbullahın bir manası şudur. Topluluk taraftarı olan demektir.
Türkiye’de yaşayanlar, Türkiye’nin yaşamasını ve gelişmesini, bölünmez bütünlüğünü koruyan anayasal partiler hizbullahtır. Bunlar insandaki normal hücrelerin oluşturduğu dokular ve organlardır. Hizbuşşeytan ise mikropların oluşturduğu ve yaşadıkları vücudu yok etmek için uğraşanlardır. Türkiye’de Türkiye devleti aleyhinde olan herkes hizbuşşeytandır.
“Allah’ın dununda” demek; topluluğun dununda, topluluğa karşı, topluluğu yıkmak ve dağıtmak isteyenlerin başını veli ittihaz ederse demektir.
“Veli” demek, dayanışma ortaklığının başı demektir. Burada tek başına şeytanın istediği amelleri yapmanın dışında, birlikte şeytanın partisine yazılmak ve katılmak kastedilmektedir.
Kimler şeytanın hizbindendir?
Türkiye’de yaşayan ama Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yıkılması için faaliyette bulunan insanlar şeytanın hizbindedir. Türkiye’yi beğenmiyorsan hicret edersin ama Türkiye’de yaşıyorken Türkiye aleyhinde bulunmazsın. “Min dunillâhi” denmiş olmasının sebebi budur. Şeytanın tanımında min dunillah olduğunu göstermek içindir.
فَقَدْ خَسِرَ خُسْرَانًا مُبِينًا(119) (Fa QaD PaSiRa HusRAnNan Mu BIyNan)
“Açık hüsrana uğramıştır.”
Tarih boyunca devletlerine ihanet edenler hep hüsrana uğramışlardır. Osmanlılara ihanet edenler, Osmanlıları yıkanlar şimdi bir yerde yoklar. Osmanlıların vârisleri ise Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdular. Osmanlıları yıkmak isteyenler ise şimdi yoklar, tarih olmuşlardır.
“Hasr” zarar demektir. Araları açan hasar. Ortaklar zarar ettikleri zaman araları açılır ve ortaklıkları dağılır. Asıl zarar budur. İktidara karşı olanlar çok büyük zarara uğrarlar. İktidar olunca araları açılır ve birbirlerine düşerler. Oysa ihtilalle değil de meşru yoldan iktidara katılırlarsa, ya hep ya hiç ilkesi ortadan kalkar. Zararın yanında yıkılış olmaz, şirket dağılmaz.
Şeytanın başarıları bundan ibarettir.
Türkiye’de ortaklıklar yürümüyor, kardeşler bile anlaşamıyor. Çünkü ortaklıklarını olması gereken şekilde değil de, şeytanın usulleri ile kuruyorlar.
“Mübin hüsran” dağıtıcı hüsran demek, aralarını açan zarar demektir.
Oysa mü’minler zarar olduğu zaman birbirlerine daha çok yaklaşırlar. Mü’minlerin kurdukları şirketleri Allah böyle zararlarla imtihan eder. Anadolu holdingleri büyük imtihan geçirdiler. Herkes şirketten desteğini çekmiş, aleyhinde konuşup duruyorlar. Şirketi kuranlar da ortaklardan uzaklaşmış, ne yaptıklarını bilmiyoruz.
İşte hüsranı mübin budur.
Yapılması gereken nedir? Şirketler bir araya gelmeli, birlikte haklarını aramalı ve yeni hamleler içinde ortakları onları desteklemelidir. Gerçekten mü’min iseler bu böyledir ve böyle olmalıdır.
يَعِدُهُمْ وَيُمَنِّيهِمْ (YaGıDuHUM Va YuMenNIyHıM) “Onlara vaadeder ve imna eder.”
Onlara vaadeder, onlara güvence verir.
Şeytanın insanları nasıl dalâlete götürdüğü yukarıda anlatılmıştır. Burada ise başka bir hususa işaret etmektedir. O da şeytan eğer seni kendi avucuna alamadıysa, bu sefer başka bir taktik uygular. Yapılan salih amelini basit gösterir, vakit kaybı olarak gösterir, büyük işleri vaadeder.
Bizimkiler Akevler ile uğraşmamızı küçük kabul edip Akevler’i bırakarak büyük işlere giriştiler. Daha çok zengin olmayı, daha büyük iktidarla işler yapmayı denediler. Serabın peşinde koştular… Sonuç?!.
Kazançlı işlerdeki durum da böyledir. Bir işletme kurarsınız. Bu işletmede sabredip şeriat hükümleri içinde yürütme yerine, şeriattan taviz vererek daha kısa yoldan kazançlara ulaşılacağını sanırlar.
Vaadederler; onlar da hayal kurarlar…
وَمَا يَعِدُهُمْ الشَّيْطَانُ إِلَّا غُرُورًا(120) (VaMAy YaGIDuHuMu elŞaYOAvNu ilLA ĞuRUvRan)
“Şeytan onlara sadece gurur vaat eder.”
“Gurur” içi baş demektir. “Ğürv” fındık gibi kabuklu meyvelerin çoorğuna veya içi boşalmış kesreye denir. Dışından bakınca meyve veya kesret sanırsın. Ama kırıldı mı içi boş çıkar. İşte şeytanın vaadettikleri de hep böyledir.
Şeytan faizli sistemde, merkezi sistemde sorunların çözüldüğünü vaadetmiş ve onlar da bu vaatler karşısında Allah’ın emrettiklerini unutmuşlardır. Avrupa Birliği’ne girecekler ve kurtulacaklardır! Halbuki Allah gümrük denemesini gösterdi. Gümrük Birliği’ne girdikten sonra dış ticaret açığı artmış ve borçlar geometrik bir dizi ile çoğalmıştır. Allah Gümrük Birliği ile uyarısını yapmıştır. Ama bu uyarıyı duyan var mı?!.
İşte şeytan peşinde koşanlar böylesine boş şeyler peşinde koşmaktadırlar.
AK Partililer şöyle düşünüyorlar. Biz Avrupa Birliğine girersek insan haklarından yararlanırız. Müslümanlığımızı rahat yaşarız. Oysa Avrupa bize zinacılığını dayatmıştır. Allah’ın şeriatına girersek rahat ederiz demiyorlar da, Avrupa Birliği’ne gireceğiz ve kurtulacağız diyorlar!
Birçok Allah’a inanan kimseler de AK Parti’nin bu saçmalığını onaylıyor! AK Partilileri sevmek başka, onların dalâletteki adımlarını onaylamak başkadır. AK Parti doğru bir iş yapsaydı medya onu desteklemezdi. Doğru iş yaparsa saldırıyor. Anlaşıp onlara göre iş yapınca da alkışlıyor. Bunların hepsi boş vaatlerdir.
أُوْلَئِكَ مَأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ (EuLAEıKa MaEVAyHuM CaHaNNaMu)
“Onların me’vası cehennemdir.”
Çözüm yalnız müsbet ilimdir. Sosyal olaylarda müsbet ilim araştırmaları ve denemeleri yerinden yönetimle, bucakların demokratik yönetimleriyle olacaktır. Her bucak istediği yönetimi uygulayacak, bizim için o deneme olacaktır. Şeytanların boş vaatlerine kapılıp ilmî araştırma yapmayanların cehennemlik oldukları da bildiriliyor. Seçmenler eğer böyle boş vaatlere bile bile giderlerse ve iktidar olduktan sonra da şeytanın boş vaatlerine koşanları tekrar iktidar ederlerse, bu onları sorumluluktan kurtaramaz.
İnsanlar şeytanın boş vaatlerine değil de, ilmin verilerine göre üretilen çözümleri benimseyen partilere kulak vermek zorundadır. Ancak Türkiye tarihi gösteriyor ki, halk boş vaatlere kulak vermiş, iktidarın yapmamasını normal görmüştür. Çünkü zaten vaatlerin boş olduğunu baştan biliyordu. Ona oy verdiren iktidarda olanı düşürmektir. Şimdi AK Parti’ye yine oy verecek. Çünkü bu parti iktidar olamadı. Eğer tam iktidar olsaydı ona oy vermezdi. İşte böyle partileri tanrılaştırıp onlara oy vermek şirktir. Bir parti doğru iş yaparsa onu tasvip etmeli, ona oy vermeli; sözünde durmayan şeytanın boş aldatmalarına koşmayan kimselere de oy vermelidir. Böyle yapmayanların me’vası cehennemdir. Mevcut partilerden hiçbirisi hak yolunda değilse yeni parti kurmalıdırlar. Kuramıyorlarsa, bazı arkadaşları bağımsız adaylıklarını koymalı ve onlar da bu bağımsız adaylara oy vermelidirler. “Millî Görüş” işte bu anlayışla doğdu.
وَلَا يَجِدُونَ عَنْهَا مَحِيصًا(121) (VaLAQv YaCıDUvNa GaNHAv MaXIyWan)
“Ondan mahis vecd edemezler.”
“Mahis” dinlenecek yer, gölgelik yer demektir. Rahat edecek yere gidemezler demektir. İçinde böyle bir şey yok anlamında olabildiği gibi bir çıkış kapısını bulamazlar anlamında da olabilir.
Kur’an’ı bir okursun, herhalde cennete benden fazla kimse gitmeyecek dersin. Çünkü Kur’an’ı senin anladığın manâda sanırsın. Oysa Kur’an’ı herkes başka türlü anlar ve herkes için Kur’an odur. Diğer taraftan bir düşünürsün ve aklınla dersin ki; herhalde cehenneme kimse gitmeyecektir. İşte Kur’an âyetleri böylesine müteşabihtir. İnsanı ümitlendirir ama garanti vermez. Bize düşen çalışmak, sonrasında Allah’a teslim olmaktır. Takdire razı olmanın dışında yapacağımız bir şey yoktur.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ - 319 ADİL DÜZEN DERSLERİ - 149 İstanbul, 26 Ağustos 2005
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI
(Selahattin Öztürk ve Reşat Nuri Erol Üsküdar’da değerlendirecektir.)
MUHASEBE
III. Bin Yıl Uygarlığının temel dayanağı “muhasebe” olacaktır.
“Küçük olsun, büyük olsum üşenmeden yazın.” (Bakara, 2/282) Kur’an emrini müfessirler ve fıkıhçılar bir türlü anlayamamışlardır. Nasıl olacak da her şeyi yazacağız? Bu mümkün olur mu idi?
Bu âyeti tevil etmek istemişler, kimi bu emirdir ama sadece tavsiye mahiyetindedir demişler; kimi de bu nesh olmuştur demiştir. Oysa bu iki yorum da yorumlamanın kurallarına aykırı idi. Bu âyet 20. yüzyılın sonuna kadar müteşabih olarak kaldı. Bugün ise bilgisayar muhasebesiyle bunun mümkün olduğu ortaya çıktı. Akbil gibi kayıt cihazları ile yazma, cepten para çıkarıp saymadan daha kolay hâle gelmiştir.
III. Bin Yıl Uygarlığının yazma uygarlığı olduğunu artık gözümüzle görüyor ve yaşıyoruz.
MUHASEBE TEŞKİLATI
a) “Müçtehit Muhasipler” olacak, bunlar bilgisayar programlarını hazırlayacaklardır. Muhasebe bunların ürettikleri programlarla tutulacaktır. Bunlar insanlık içinde bu içtihatları yapacaklar ve 10’a yakın “muhasebe programı” oluşacak, dünyada isteyenler istedikleri muhasebe programını kullanacaklardır. Bunların dili bir olacak, birbirlerine aktarılabilecektir.
b) “Fakih Muhasipler” ülke içinde içtihat yapacaklar, her işletmenin programını bunlar kuracaklardır. İşletme demek, muhasebenin kurulması demektir. Bunu da fakih muhasipler kuracaktır. Tip muhasebe programları benzer işletmeleri kurmuş olacaklardır. Yeni tip işletmeler yeni muhasebe ile oluşacaktır.
c) “Zakir Muhasipler” olacak, herkes aldığını ve verdiğini bu muhasibe bildirecek, bu muhasipler işletmenin programını çalıştırarak alınacak çıktılarla hesaplar tutulacak, az olsun çok olsun yazılmış olacaktır.
d) “Mükellefler” yani insanlar, verdiklerini ve aldıklarını basit kâğıda kendi bildikleri yazı ve dil ile yazarlar, muhasiplerine verirler. Herkesin ve her işletmenin muhasibi vardır. Muhasipler sözleşmeleri veya işlemleri muhasebe diline sokarlar ve bilgisayara geçirirler. Bu sözleşeler eksik olabilir, ne için verildiğini falan yazmamış olabilirler. Muhasip bunu hizmet verdiği kimseye sorar ve tamamlar. Bazen nasıl işleyeceğini bilemeyebilir. O ‘zakir’ olan muhasibine sorar; o da bilmezse ‘fakih’ olan danışmanına sorar; o da bilmiyorsa ‘rasih’ olan muhasibine sorar. Böylece öğrenim kayıtlar esnasında gerçekleşir.
Muhasebede borçlu ve alacaklı olan kişiler veya ortaklıklar veya işletmeler veya demirbaşlar olur. Bunların sorumluları vardır. Bir de borç-alacak çeşitleri vardır. Demirbaş, mal, nakit ve emek. Bunlar sınıflanmalıdır ve standartlanmalıdır. Uluslararası kodlama olmalıdır.
Kodlama sistemi hakkında kısa öneride bulunmak isterim. Onlu ve ikili sistemin terkibi olmalıdır.
Mesela, marketimizdeki gıdayı esas alalım. Gıdalar iki ana gruba ayrılırlar: Hayvani gıdalar ve nebati gıdalar. On sayısını ikiye ayırırız. Beşi hayvani gıdalara, beşi de nebati gıdalara ait olur.
Hayvani gıdalar dört gruba, nebati gıdalar da dört gruba ayrılır. Bunlar 1 2 3 4 ile numaralanır. 5’incisi ise bunlara girmeyenlere kodlanır. 6 7 8 9 ile hayvani gıdalar kodlanır. 10’uncusu ise genel gıdalar olur.
Şimdi nebati besinleri dörde nasıl bölebiliriz? Bunun üzerinde düşünmeliyiz. 1) Meyveler, 2) Sebzeler, 3) Unlular, 4) Yağlar. 5) Çay, sirke, tuz, şeker gibi değişik besinler.
Hayvanı besinleri de 1) Etler, 2) Sütlüler, 3) Bal ve ilaçlar, 4) Yumurtalar ve 5) Temizlik malzemeleri, çatal kaşık, mutfak araçları burada toplanır.
Bundan sonra yine bunlardan biri alınacak, önce iki gruba ayrılacak, sonra beşer grupta ilerleme kaydedilecektir. Böylece besinler 100’e bölünmüş oluyor. Sonra da 1000’e bölünecek. Böylece tür olarak besinler sınıflandırılmış olacak. İlk dört rakam bunu ifade edecektir.
Bundan sonra Firma ve Ambalajlama diye ikiye ayırıyorsunuz. Firmalara harf olarak kod verilir. Ambalajlama türü olarak da ayrı numaralamalar yapılır.
Marketimiz işe başladığı zaman her yeni mal geldikçe ona kod vereceğiz. Firmalara kod vereceğiz. Bunu ilme dayanarak yapacağız. Burada kodlama yaparken Firmalar dışındaki kodlamalar Türkçeye dayanmamalıdır. İleride insanlık bunun üzerine çalışacak.
Bizim attığımız temel geleceğin standartlarına temel olacaktır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ - 319 ADİL DÜZEN DERSLERİ - 149 İstanbul, 26 Ağustos 2005
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI
(Selahattin Öztürk ve Reşat Nuri Erol Üsküdar’da değerlendirecektir.)
ÜNİVERSİTE OYUNLARI VE ÇAĞIMIZ
Tekel merkezi yönetimler, insanlığı oyun ve eğlence içinde oyalayıp içki, uyuşturucu, fuhuş ve kumar ile uyuşturup yönetmek istemektedirler. Üniversiteleri de “ilim merkezleri” olma yerine, “zevk ve eğlence yerleri” hâline getirme çabaları vardır. Devlet borçlar içinde boğulurken, işsizlik ve açlık çözülmemiş sorun olarak dururken, devlet zevkü safa içinde sefaletin üzerine oturmuş sefahat içindedir. Güya spor insanları birleştirecekmiş, barıştıracakmış! Oysa stadyumların nasıl kavga merkezleri olduğu aşikârdır.
Öğrencileri buraya getirdiniz, oynatıp eğleniyorsunuz. Bari bunlara kendi dillerinde yazılmış birkaç sahife broşür vermeli idik. Bizim dünya devletleri hakkında neler düşündüğümüzü ve dünya görüşümüzün ne olduğunu duyurmuş olurduk. Kime tercüme ettirecektik? 200 ülkeden Türkçe ve yerli dili bilen kimseler de konuk olarak getirilir. Bir ay içinde o dile tercüme ettirilir. Hem Türkiye’yi kendi dilleriyle tanıtırdık, hem de Türkiye’nin mesajını iletirdik.
İnsanlığın gençliğine neyi duyurmalıyız?
Ey insan olarak üniversiteli genç! III. Bin Yıl Uygarlığı senin çabanla kurulacaktır. 21. yüzyılın ilk elli yılı senin emeğinle örülecek ve bin yıl senin diktiğin fidan büyük bir uygarlık olacaktır. Nereden geldik, neredeyiz ve nereye gidiyoruz? Onu öğrenmen ve değerlendirmen gerekir.
İnsan on binlerce yıl önce yaratıldı. Önce toplayıcılıkla geçiniyordu... Sonra avcılıkla geçinmeye başladı... Sonra çobanlığa başladı... Sonra tarım dönemine geçti...Sonra ilk uygarlık Mezopotamya’da başladı...
İnsanlar daha önceleri göçebe hâlinde yaşarken, devlet aşamasına geçti.
“Devlet” demek, “hukuk düzeni” demektir. Kişilerle değil de, kurallarla yönetmek demektir.
Şimdiye kadar dört büyük uygarlık art arda geldi. Nuh, İbrani, Hıristiyanlık ve İslâm uygarlıkları. Mezopotamya’da başlayan uygarlık Hindistan’a ve Çin’e de gitmiş, orada doğu uygarlıkları oluşmuştur.
Bu uygarlıklar hukuk düzenini getirmişlerdir. Uygarlıklar yaşlanınca yeni uygarlıkları yine peygamberler kurmuşlardır. “Hukuk” demek yönetim demektir. Bu uygarlıkların ömürleri biner yıl olmuştur. Beşyüz yıllık gecikme ile bu uygarlıklarda Batı’da teknoloji ve ekonomi uygarlıkları doğdu. Mezopotamya karşılığında Mısır uygarlığı doğdu. İbrani uygarlığının karşısında Grek uygarlığı doğdu. Hıristiyanlığın karşısında Roma-Bizans uygarlığı doğdu. İslâm’ın karşısında da bugünkü Avrupa uygarlığı doğdu.
Bugün Batı’nın teknik ile gelişmiş uygarlığı en üst seviyededir. Bu uygarlı artık gerilemeye başlamıştır. Buna karşılık Doğu’nun hukuka dayalı yönetim uygarlığı ise çökmüş ve şimdilik insanlığa cevap veremez durumdadır. On bin senelik “tarım dönemi hukuku” bugünkü sanayi döneminde artık sorunları çözmüyor. İnsanlık korkunç bir şekilde uçuruma doğru yuvarlanmaktadır.
Toprak, hava, su ve canlı kirlenmektedir. Tedbir alınmazsa bir-iki asır içinde yeryüzünde hayat kalmayacaktır. İş mafyası, senet mafyası, rüşvet mafyası ve terör mafyası insanlığı ölüme götürüyor. Zina, tedavi tababeti, aidatlı sosyal güvenlik ve kitle imha savaşları insan neslini dejenere ediyor. Biyolojik silahlar, kimyasal silahlar, tahrip edici silahlar ve atom bombası dünyayı barut fıçısına çevirmiş, patlamak üzere.
Bu çözülmemiş sorun, sanayi dönemine ait onun sorunlarını çözecek hukuk sisteminin olmamasıdır.
Ey genç! İşte senin üzerine yüklenen yük, on bin senelik “tarım dönemi hukuku”nun yerine III. bin yılın sanayi dönemine ait insanlık hukukunu oluşturmak ve geleceğin devletlerini bu hukuk üzerinde oturtmaktır.
Bunun için ne yapacaksın?
a) On bin yıllık peygamberlerin getirdiği hukuk sistemlerini öğrenip değerlendireceksin. Onların hukuk sistemleri içinden ayıklayarak geleceğin hukukunu oluşturacaksın. Bunun için Mezopotamya, İbrani, Roma, İslâm, Hint ve Çin hukuk sistemleri üzerinde çalışmanız gerekir. Mısır’ın, Yunan’ın ve Avrupa’nın hukuku yoktur. Ekseriyet kararları hukuku oluşturmaz.
b) Bugün insanlığın ulaştığı müsbet ilimden yararlanarak sorunları ortaya koyacak ve çözümleri o ilmin içinde arayacaksın. Artık peygamberler gelmiyor, yeni kitaplar inmiyor. Çözüm müsbet ilimlere dayanılarak üretilecektir. İlmi sermayenin sömürü aracı olmaktan, siyasilerin tahakküm vasıtası olmaktan çıkaracaksın. Müsbet ilmi III. Bin Yıl Uygarlığının emrine sokacaksın.
c) Üniversite gençliği cehaletle savaşmak zorundadır. Bu ancak ilimle olur. Bu da dünya üniversitelerinin dayanışması ile sağlanacaktır. Üniversite gençliği organize olmalıdır. Aralarında işbölümü yaparak değişik ülkelerin hukuk sistemleri işbölümü içinde incelenmelidir. Müsbet ilimde de işbölümü içinde öğrenim yapmalıyız. Birbirlerinden yararlanmak için sistemler geliştirmelidirler.
d) Bunları ne sermayenin desteği ile ne de siyasilerin desteği ile yapabilirsiniz. Çünkü onlar kendi iktidarlarını korumak için insanlığı intihara sürüklüyorlar. Onlarla savaşla bu iş hallolmaz. Bunu gerçekleştirmek amacıyla müsbet ilme dayalı çözümlerle kooperatifler kurulmalıdır. Halk işletmeleri ve halk siteleri ile başaracaksınız.
Bize katılanlar bizimle haberleşsin…
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92