ADİL DÜZEN 320
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 02- 05 Eylül 2005 Fiyatı: Seminere katılmak veya (akevleronline) www.akevler.org
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 320. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
ÜSKÜDAR Adresi: Selami Ali Efendi Cd. No: 31 ÜSKÜDAR/İSTANBUL (Ana Çocuk Sağlığı yanı – Anadolu Gençlik bitişiği) Tel: (0532) 246 68 92
*TEFSİR SEMİNERİ [Cuma Üsküdar (19.00-21.00); Cumartesi Yenibosna (17.00-21.00); Pazartesi Ümraniye (19.00)]
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
(Hasan Özket, Yasin Kılar, Hasan Çetinkaya, Lütfi Hocaoğlu, Reşat Nuri Erol ve …………… dersi okumuş olarak geleceklerdir.)
Üsküdar ve Ümraniye’de Reşat Nuri Erol tarafından; diğer yerlerde ilgili ve sorumlular tarafından anlatılacaktır...
Hedefimiz; bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul’da 200, Türkiye’de 1000 yerde okunmasıdır. Süleyman KARAGÜLLE
NİSÂ SÛRESİ TEFSİRİ – 45
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم * وَالَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ سَنُدْخِلُهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًا وَعْدَ اللَّهِ حَقًّا وَمَنْ أَصْدَقُ مِنْ اللَّهِ قِيلًا(122) لَيْسَ بِأَمَانِيِّكُمْ وَلَا أَمَانِيِّ أَهْلِ الْكِتَابِ مَنْ يَعْمَلْ سُوءًا يُجْزَ بِهِ وَلَا يَجِدْ لَهُ مِنْ دُونِ اللَّهِ وَلِيًّا
وَلَا نَصِيرًا(123) وَمَنْ يَعْمَلْ مِنْ الصَّالِحَاتِ مِنْ ذَكَرٍ أَوْ أُنثَى وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَأُوْلَئِكَ يَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ وَلَا يُظْلَمُونَ نَقِيرًا(124) وَمَنْ أَحْسَنُ دِينًا مِمَّنْ أَسْلَمَ وَجْهَهُ لِلَّهِ وَهُوَ مُحْسِنٌ وَاتَّبَعَ مِلَّةَ إِبْرَاهِيمَ حَنِيفًا وَاتَّخَذَ اللَّهُ إِبْرَاهِيمَ خَلِيلًا(125)
وَالَّذِينَ آمَنُوا (Va elLaÜIyNa EaMaNUv) “İman etmiş olan kimseler ise”
Bundan önce müşriklerden bahsetmiştir. Şimdi müşriklere karşılık “mü’minler”den bahsetmektedir. Müşrikler, ilahi kitabı olamayan kimseler demektir. Kendilerinin ellerinde ilâhî olduğuna inandıkları kitap varsa, hattâ şeraitleri varsa onlar ehli kitaptır. Burada “mü’minler”den söz etmektedir.
“Mü’minler” dayanışma ortaklıklarını kuran kimselerdir. Aynı askerî birliklere katılanlar demektir. Bedenen nöbet tutanlar demektir. Her topluluğun mü’mini vardır. Aşirette/ocakta erkekler bekleme, kadınlar temizlik nöbetlerini tutarlar. Kabile yani bucakta erkekler koruma nöbetleri tutarlar. Şa’b yani ilde erkekler iç güvenlik nöbetleri tutarlar. Kavim yani ülkede erkekler savunma nöbetleri tutarlar. İnsanlıkta nöbet yoktur.
Nöbet tutanlar bu görevlerini yerine getirmek için dayanışma ortaklıklarını oluştururlar. Dayanışma ortaklıkları ilmî şûranın seçtiği bir imama tâbi olurlar. Böylece bir devlet oluşur. Devletler hakemlerin aldığı kararların infazı için bu askerlerini kullanırlar.
İnsanların bir kısmı iman etmekte, bir kısmı ise iman etmemekte yani dayanışma ortaklığına girmemektedir. Bunlar cizye vermektedirler. Cizye verenler “müslim”dirler. Bir kısmı ise ne nöbete katılmakta, ne de cizye vermektedirler. Bunlar “müşrik”tir.
Burada özellikle “mü’minleri” tarif etmekte, mü’minlerin özelliklerini ortaya koymaktadır.
وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ (Va GaMıLUv elÖAvLıXAvTı) “Sâlihâtı amel etmişlerdir.”
Kim cennete gidecek, kim cennete gitmeyecek meselesi üzerinde tarihte tartışma olmuş, Matüridi bunu basit olarak şöyle formüle etmiştir. Mü’minler cennete gideceklerdir. Günahları varsa cehennemde cezalarını çekip sonra yine cennete gideceklerdir. Mü’min olmayanlar, yani Kur’an’a inanıp içindekileri tasdik etmeyenler cehenneme gidecekler ve orada ebedi kalacaklardır. Bu kuralı Matüridi’ye yüklemişlerdir. Onu tahkik etme imkânını bulamadım. Ama bu tamamen Kur’an’a terstir ve bu sadece İsrailiyattan ibarettir.
Müslümanlarla Hıristiyanları dinlerinden saptırmak için şeytanla işbirliği etmişler ve insanlığı dalâlete götürmüşlerdir. Kur’an’ın hiçbir yerinde sadece iman edenler cennete gidecektir diye bir âyet yoktur. ‘İman edip ameli salih işleyenler’ şeklinde âyet vardır. Oysa zerre kadar, miskale zerrece hayır işleyen onu görecektir diyor. İman şartını koymamıştır. Bu anlayış Hıristiyanları ve Müslümanları uyutmuş, nasılsa biz iman ettik cennete gideceğiz diyerek her türlü kötülükleri işlemişlerdir. Bu da yetmemiş, Hıristiyanlarla Müslümanları 1400 yıl işte bu mantık savaştırmıştır. İman etmek yeterli değildir, ameli salih işlenecektir. Burada “Va” harfi ile atıf yapılmıştır. İkisinin birden olması gerekir. Biri yeterli olsaydı “ev/veya” getirilirdi.
“Sâlihât” demek, uygun işler demektir. Birinin yaptığını diğerinin bozmadığı işler demektir. Standartlara uygun işler demektir. Avrupalılar normlamayı, standartlamayı biz icat ettik diyorlar. Çok zavallı bir mantığa kendilerini inandırmaktadırlar. Standartlama ve kadir, bir serdi dokumada ölçülendirme yap emri Hz. Davut aleyhisselâma verilmiştir. Osmanlılarda birçok standartlar geliştirilmiştir. Hazreti Ömer İslâm dinarını standart yapmıştır. “Sâlihâtı amel” demek, şeriata uygun, kurallara uygun, kanunlara uygun amel demektir.
سَنُدْخِلُهُمْ جَنَّاتٍ (Sa NuDPıLuHuM CenNATın) “Ben onları cennetlere idhal edeceğim.”
“Se” harfi yakın istikbal için kullanılır. Arapçada Türkçede olduğu kadar zaman kipleri gelişmemiştir. Bu anlamlar fiillerin başlarına gelen harflerle verilmektedir. Yalnız iki sığa vardır; mâzi ve muzari. Onlar üzerinde değişiklik yapılır ve zaman kipleri üretilir. Başında “Se” yoksa hâl, geniş zaman ve istikbal anlamları verilir. “Yadribu” dendiği zaman Tükçede döver, dövüyor ve dövecek anlamları çıkar. Ama başlarına “Se” veya “Sevfe” getirilirse istikbal manâsını verir. “Se” yakın gelecekte, “Sevfe” ise uzak gelecekte olacakları bildirir.
Kural olarak biz “Se” bu dünyada olanları, “Sevfe” de âhirette olanları bildirir olarak kabul ediyoruz. Ancak bu kuralın istisnası vardır. Mesela, bazen tehdit için uzak gelecek kullanılır. Hemen değil, sonra daha büyük belaya uğratmak için. Mühlet verilir. Burada ise âhiretin çok yakın olması nedeniyle “Se” kullanılmıştır. Bu yakınlık hemen âhirette olacaktır anlamına gelmez. Orada ebediyen kalınacağından ona göre çok kısadır. Ayrıca zaman izafi olduğu için kişi için zaman kendi yaşadığı zamandır.
“İdhal edeceğim” yani girmelerine izin vereceğim.
Âhiret dünya hayatı gibi bir hayattır. Bu hayatta ölüm vardır, o hayatta ölüm yoktur.
“Cennât” demek, bahçelere ve bağlıklara ithal edilecektir demektir. Kendi hayatımız nasıl varolmaktadır? Bahçeden yemişi koparıp yer ve midemize indirip sindiririz. Sindirileni üzüm şekeri olarak vücudumuza alırız. Onu depolarız. Sonra onu havadan aldığımız oksijenle yakarız. Buradan elde ettiğimiz enerji ile hayatımızı sürdürürüz. Hayatın temelidir. Bunun dışında kömür yerine sülfür yakarak yaşayan canlı varsa da, onlar da yapılarında kömür bulundurmak zorundadırlar. Âhiret hayatı da böyle olacaktır.
Ne var ki bu olayda entropi büyür. Büyümezse biz ondan yararlanamayız. Âhirette entropinin büyümesi olmadığına göre biz orada hayatımızı nasıl sürdüreceğiz? Bu dalgalanma ile mümkündür. İnsan böylece hayatını sürdürecektir. Bugün hayat entropinin büyümesi üzerine kurulmuştur. Aksi de olabilirdi. Yahut bu olay gece ile gündüz gibi devredebilir. Burada
“Cennât/bahçeler” kurallı çoğul olarak getirilmiştir. Birbirini tamamlayan sistematik bahçeler demektir. İnsan için gerekli bütün maddeleri içeren bahçelerdir. İnsanlar o bahçeleri dolaşarak ihtiyaçlarını giderirler. Orada da ihtiyaç vardır. Sadece giderilmesi zahmetsizdir. Çünkü işlerini gören hizmetçiler vardır.
Bizim de modern tarımcılıkta böyle planlama yapıp insanlara gereken bütün maddeleri ihtiva eden birbirini tamamlayan bahçeler oluşturmamız gerekir. ‘Kırkent projesi’ bunu hedeflemektedir. Halkı istediğimiz bir bahçenin oluşturulmasına yöneltmek için onu diğerlerine göre pahalı alır, diğerleri ile onu finanse ederiz.
تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ (TaCRIy MıN TaXTıHAv eLEaNHARu)
“Tahtında nehirler cereyan eder.”
Kur’an’da cennette nehirlerin cereyan ettiğini çok defa tekrar eder. “Fîhâ” demeyip “Min Tahtihâ” denmesi ile kapalı borular sistemi içinde dağıtım olduğunu ifade etmektedir. Şimdi bizim boru sisteminden farklı olarak borudan su devamlı dolaşırken oradan istediğimiz kadar alacağımızı ifade etmektedir.
Durgun olan su bozulur, oysa devamlı akan su tazeliğini korur. Burada nehir çoğuldur. Kur’an cennette dört çeşit ırmakların olduğunu bildirmektedir. Demek ki kapalı ama devamlı dolaşan olmak üzere dört çeşit boru şebekesi vardır; su, süt, bal ve hamr. Burada yağlardan ve içeceklerden bahsetmemektedir.
İleride insanlık da böyle dört boru şebekesine sahip olacaktır. İçme suları, süt, bal ve kola benzeri içecekler. Sarhoş etmeyen ama içinde vitaminleri barındıran içecekler. Damacanalarla suyun, bidonlarla sütün satılması tarih olacaktır. Satın alınan sütler dezenfekte edildikten sonra bir havuza durmadan aktarılacak, borularla dolaşıp gidip gelen sütten kullanmalar oldukça azalacaktır. Havuz belli seviyede tutulacaktır. Fazla gelen süt yoğurt veya peynir ve yağ yapılacaktır. Ballar da böyle havuzlara akıtılacak, karıştırılacak, eşit hâle getirilince borularda dolaştırılacaktır. Âhirette bunlardan yararlanmak ücretsiz olacaktır.
خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًا (PAvLıDIyNa FIyHAa EBaDan) “Orada ebediyen haliddirler.”
Bu dünya ile âhiret arasında en büyük ve kesin fark, bu dünyanın fani yani ölümlü olmasıdır. Bu dünya zamanı ile, mekânı ile, maddesi ile, enerjisi ile fanidir. Bundan on kusur milyar yıl önce Kâinat yoktu, zaman yoktu, mekân yoktu. İlk patlama esnasında fındık büyüklüğünde bir şey patladı. Kâinat genişledi ve hem mekân oluştu, hem de zaman oluştu. Madde oluştu, hayat oluştu. Entropinin büyümesi ve kara deliklerin oluşması ile galaksiler ölüme gitmektedir. Yani, kıyamette yalnız hayat yok olmayacak, zaman ve mekân da yeniden olmaya başlayacaktır. İşte “Hâlid” ve “Ebed” demek, kendi zaman ve mekânlarında ölümsüz olmak demektir. Nitekim iftira edenin ebediyen şahitliğini kabul etmeyin denmektedir.
“Hâlid” sürekli olmak, “Ebed” de sonu olmamak demektir. “Ebediye” badiyesiz anlamındadır. Bidayetsiz, nihayetsiz anlamındadır. Cennettekiler âhiret devri sürdükçe onlar da varlıklarını sürdüreceklerdir. Kesintisiz sürdüreceklerdir. Burada bu haber verilmiş olmaktadır.
Kıyamet olması demek, ölümlü olması demektir. O da yoktur. Ama daha ileri hayata geçiş olabilir. Kur’an’da buna işaret vardır. Böylece cennet hayatı da daha ileri hayat için son bulmuş olabilir. Bu ifade ona mani değildir. Çünkü kendi zaman ve mekanı içinde haliddirler. Kelamcılar zaman ve mekânın hadis olduğunu iddia emiş ama 20. yüzyıl onları deneylerle ispat etmiştir.
Burada bir hususa dikkati çekmekte yarar görürüm. Yasin Kılar ve ekseri mü’minler cehennem de cennet de ebedidir, çünkü Kur’an bunu açıkça zikrediyor diyorlar. Daha önceki âyetlerde cehennemliklerden bahsederek onlar orada bir mahis gölgelik, rahatlık yer bulamazlar denmişti; yahut kaçacak delik bulamazlar denmişti. Burada ise “hâlidîne fîhâ ebeden” denmektedir. Bu farklı ifadeyi nasıl yorumluyorlar? Eğer aralarında fark yoksa aynı ifadeler kullanılmalı idi. Tefekkür edilmelidir…
وَعْدَ اللَّهِ حَقًّا (VaGDa elLAHı XaqQan) “Allah’ın hak olan vâdidir.”
Bugün dört ve beş boyutlu uzayı üç boyutlu uzay kadar bilmekteyiz. Yine üç boyutlu uzayımızda hareket olduğuna göre dört boyutlu uzay da vardır demektir. İradeli hareket edebildiğimizden dolayı da beş boyutlu uzayın varlığını her gün müşahede ediyoruz. Bunlar yaşadığımız Kâinatın ötesinde varlıkların olduğu ve oralara gidebilsek her şeyi bulacağımızı ilmen biliyoruz. Bir şey mümkünse, hayal edebiliyorsak, o beş boyutlu uzayda aynı arşta vardır demektir. Ancak bizim ruhumuzun hangi bedenleri dolaşabileceği hakkında ilmen bir şey bilmemiz mümkün değildir. Gaybın haberlerindendir.
Ama biz Kur’an’ın ilâhi söz olduğunu ilmen ispatlayabiliyoruz. Bunu DNA’larla insanın kimin çocuğu olduğunu ispat ettiğimiz metotla ispat edebiliyoruz. Kâinatın DNA’ları ile Kur’an’ın DNA’ları aynıdır. Kur’an’ın geçmişi ve geleceği bilmesi ile ispat edebiliyoruz; bozulmamış olmasından biliyoruz; taşıdığı son derece uyarlı ve yararlı hükümleri ile biliyoruz… İnsanın bilebileceği bütün metotları ile Kur’an’ın Allah sözü olduğunu biliyoruz…
Kur’an’da cennet ve cehennem vaadedilmiştir. O halde ilmen âhireti biliyoruz. Sadakati ilmen sabit olan haberi olarak biliyoruz. “Va’dellahi Hakkan” sözü hâldir. “Cennet” Allah’ın verdiği söz olduğu için gerçektir. Bu Kâinatı Allah geçici olarak bizim için yarattı. Âhireti de devamlı olarak bizim için yarattı.
وَمَنْ أَصْدَقُ مِنْ اللَّهِ قِيلًا (Va MaN EÖDaQu MiNa elLAHı QIyLan)
“Kîl olarak Allah’tan daha sadık olan kimdir?”
Newton çıkıyor ve bir şey söylüyor, inanıyoruz... Einstein çıkıyor ve bir şey söylüyor, inanıyoruz... Birisi çıkıyor ve hesap yapıyor, Kâinat on kusur milyar yıl önce şöyle yaratıldı diye ortaya koyuyor, inanıyoruz... Oysa biz o devre yetişemedik. ‘Darwin biliyor ama Darwin’i yaratan bilmiyor!’ demek ne kadar saçmadır.
Eğer bu sözler Hazreti Muhammed aleyhisselâmın sözleri olsaydı, ‘sen nereden bildin’ derdik. O da bize rahatlıkla ispatlayabilirdi.
Kâinatta hiçbir şey yeniden var olmuyor ve yok olmuyor, sadece değişiyor. O halde insan ruhu da yeniden varolmamıştır, yok da olmayacaktır. Bu tür felsefe filozoflar tarafından ileri sürülmüş, buna cevap veremeyince de ‘ruh yoktur’ demişlerdir! O zaman biz de ona ‘öyleyse sen de yoksun, konuşma!’ deriz. Madem ki benim konuşmalarımı anlıyor ve bana cevap veriyorsun, o halde ruhun vardır. Çünkü çıkardığın sesler değil, ruhların yüklediği manâ anlaşılmaktadır Ses olarak insan Fransızca veya Almanca aynı şeyi hitap eder. Oysa Fransızlarla veya Almanlarla anlaştıkları halde başkalarıyla anlaşamıyorlar.
لَيْسَ بِأَمَانِيِّكُمْ (LaYSa Bı EaMANıyYıKuM) “Emaniyyiniz yoktur.”
“Emaniy” eman, iman, umniyye kelimelerinin köküne sahiptir. Toplulukların hayalleri, idealleri olur. Buna “umniyye” denir. Ne gibi idealler? Mesela; biz üstün ırkız, dünyayı biz idare edeceğiz, tek devlet kuracağız; Türkiye dinsizleşmeli… Bu gibi tabiî ve sosyal kanunlara aykırı temenniler ve idealler vardır. Buna “umniyye” denir. Topluluk içinde ortaya konan hiçbir asla ve esasa dayanmayan düşünceler vardır. Bunlar toplulukların geleneklerinde mevcuttur. Düğünde, bayramda, dâvette hep bunlar hakim olur. Protokolvari kurallar vardır. Bunlar içinde topluluğu üstün tutan kuruntular mevcuttur. Bunlara “emaniy” denir.
Mesela; Atatürk ilkeleri birer emaniydir. Herkes bir kural koyuyor, sonra ‘bu Atatürk ilkesidir’ diye halkı kendisine uydurmak istiyor. Mustafa Kemal tüm hayatını Batılılarla boğuşmakla geçirdi ve Türkiye’nin bağımsızlığını birinci vazife olarak belirledi. Şimdi Türkiye’yi Avrupa’ya teslim etmek Atatürkçülük oldu! Bunlara “emaniy” denir. Avrupa müktesebatı Avrupalıların emaniyyesidir.
İdam edilmeyecek! Niçin? İzahı yok!.. Zina serbest olacak! Niçin? İzahı yok!..
Bazı topluluklarda kişiler tabulaştırılır, onun dediklerini yapmak zorunlu hâle gelir. İşte Kur’an böyle uydurma üstünlük kurallarına “sizin emaniyyinizdir ve bu yoktur” diyor. Bunlar nelerdir?
a) Biz Kur’an ehliyiz, son kitap sahibiyiz. O yönetimde yahut yaşamda imtiyazlarımız vardır. Bu emaniydir. Oysa insanlar ve insanlar arasında ilişkilerde,bütün insanlar tarağın dişleri gibi eşittir. Şeriata uyanlar üstündür. Nöbetliler yani askerler bedellilerden yani cizye verenlerden üstündürler. Burada ırk veya din ayırımı yoktur. Sadece görev üstünlüğü vardır. İsteyen istediği zaman, herkes her zaman nöbetli olabilmektedir. Tarihte Müslümanlar bu hatayı yaptılar. Müslümanların hepsi zorla askere alındı, Hıristiyanlar da hep cizyeli bırakıldı. Asker olmak isteyenler din değiştirme zorunda bırakıldı. Oysa biz peygamberler arasında fark gözetmeyiz.
b) Müslümanların emaniylerinden biri de “Lâilâheillallah Muhammederresulallah” diyen herkes sonunda cennete gidecek ama “Lâilâheillallah İsa resulallah” diyen cehenneme gidecek. Müslümanların tarih boyunca böylesine emaniyleri olmuştur. Oysa, kim Allah’a ve âhirete iman ederse o cennete gidecektir. Küfreden herkes cehennemi hak edecektir. Küfür, bile bile gerçeği gizlemektir.
Kur’an’da cennete gidecekler şöyle sıralanır.
1) Ehli Hak olanlar. Bunlar bir peygambere değil, gökten inen kitaba değil, akla dayanarak iman eden kimselerdir. Bakara’da bunlara ‘gayba iman edenler’ denmektedir.
2) Ehli Kitap olanlar. Bunlar peygamberlerden birine iman edip onun getirdiği kitap üzerine amel edenlerdir. Bakara’da bunlara ‘inzâl olana iman edenler’ denmektedir. Bunlar önce peygambere inandılar, sonra onun mucizesine dayanarak kitaba inandılar.
3) Ehli Kur’an olanlar. Bunlar önce Kur’an’a inandılar, sonra onun öğretisi ile resule inandılar, Hazreti Muhammed aleyhisselâma inandılar. Bununla beraber sonra bunlardan şer’î deliller yerine yani Kitap, Sünnet, icma ve kıyas yerine evliyaların ilhamını öne çıkardılar.
4) Ehli Sünnet olanlar. Bunlar icmayı kabul eden Ehli Kur’an’dırlar. Şeriatçıdırlar. Diğerleri ise şeriat yoluyla değil de; tarikat yoluyla, evliyalar ve kerametler yoluyla yol aldılar. Delillere değil ilhamlara dayandılar.
Bunların hepsi hak yolcularıdır. Kur’an’a göre en kısa ve doğru yol ehli sünnet ve’l-cemaat yoludur ama; diğer yollar da üzüntülü ve sıkıntılı olsalar da Hakka götürücüdür ve bu yollarda olanlar da cenneti istihkak ederler. Ehli sünnetin itikadı budur.
وَلَا أَمَانِيِّ أَهْلِ الْكِتَابِ (Va Lav EaMaNıyYı EHLı eLKıTABı)
“Ehli kitabın da emaniyyisi yoktur.”
Emaniyleri yoktur. Emaniyler bâtıldır. Avrupa müktesebatı bâtıldır. Uygar dünya müktesebatı bâtıldır. Tek müktesebat vardır; müsbet ilim müktesebatı. O da ne Avrupalıların ne de Amerikalıların müktesebatıdır. İnsanlığın müktesebatıdır. İnsan hakları vardır; Avrupa insan hakları yoktur.
Yahudilere göre İsrail oğullarından olmak cennete girmek için yeterli hattâ şarttır! Hıristiyanlara göre vaftiz edilmiş olmak cennete gitmek için şarttır ve yeterlidir! Bunlar onların emaniyleridir.
Şimdi Hıristiyan ve Yahudiler bir olmuş, dünyayı yönetmenin onların hakkı olduğu kabul edilmektedir! Bu onların emaniyleridir. Dünyayı ne Hıristiyanlar, ne Müslümanlar, ne komünistler, ne de kapitalistler idare edecek; dünyayı ‘Adil Düzen’ idare edecektir. Kimdir bunlar?
Bakara Sûresi’nin ilk âyetlerinde bunlar şöyle anlatılır.
a) Bunlar ilmin bildirdiklerine gayben iman ederler. Başka bir yerde var mı, öyle bir uygulama yapıldı mı diye sormazlar. Eğer ilim ve hesap bir şey diyorsa, ona iman eder ve onu uygularlar. Onlar toplantılar yapar ve onlar rızıklarını bu yolda harcarlar. Yani aklın içinde kalırlar.
b) Sonra bunlar hem sana inzâl olunan Kur’an’a, hem de senden önce inzâl olunana inanırlar ve âhirete de imanları vardır.
Dünyayı yönetecekler önce müsbet ilme, tabiî ve sosyal ilimlere inanacaklar. Sonra bütün kitaplara inanacaklar. Bunlardan sonra sorumluluklarını kabul edecekler. Biz yaptıklarımızdan sorumluyuz diyecekler, vicdan sahibi olacaklar. Bu da ne ırk ne de din ayrıcalığı taşır.
İşte hidayet üzerinde olanlar bunlardır, başaracak olanlar da bunlardır. Baba mirası cennet yoktur.
مَنْ يَعْمَلْ سُوءًا يُجْزَ بِهِ (MaN YaGMaL SUvEan YuCZa BıHı)
“Kim sû’ amel ederse onunla cezalandırılır.”
Öyle; biz ayrıyız, biz günah işlesek bile cehenneme az gideceğiz, onlar ebedi kalacaklar gibi emaniy yoktur. Kim olursa olsun; Türk, İsrailli, Müslim, Mecusi, Avrupalı, Tibetli her kim olursa olsun, kötülük işlerse cezalandırılacaktır. Bunda istisna yoktur. Af varsa hepsi için vardır. Bir başka ameli salihinden dolayı onun o seyyiesini affeder. Mutlaka hesabından düşülür. Kötülük yapanla iyilik yapan hiçbir zaman eşit olunmaz.
Aşağıda ameli salih işleyen mü’min ise diyerek salih amel için mü’min olma şartı getirilmiştir. Ama burada cezalanmak için kâfir olma şartı getirilmemiş, kim olursa olsun ayırım yapmadan suç işleyen cezalandırılacaktır. Yani, cehenneme gitmek için kâfir olma şartı yoktur, ama cennete gitmek için mü’min olma şartı vardır. Bu Kur’an ehli olma şartı demek değildir. Ehli sünnet olma şartı demek değildir. Hattâ ehli kitap olmak da gerekmez. Gayba iman yeterlidir. “Ellezîne” tekrar edilmiştir. Birinciler ayrı grup, ikinciler ayrı gruptur. Bizim Arapça kuralları tahrif ederek Müslümanların emaniylerini doğrulama yetkimiz yoktur. Kur’an ne diyorsa, Arap dili kuralları ne anlatıyorsa onu kabul etmekle mükellefiz.
وَلَا يَجِدْ لَهُ مِنْ دُونِ اللَّهِ (Va Lav YaCıD LaHUv MıN DUvNı elLAHı)
“Allah’ın dışında ona bulunmaz.”
Kötülük işleyen kimse kendisine Allah’ın dışında herhangi veli veya nâsır bulamaz.
Kâinatı Allah yaratmıştır. İnsanı da O yaratmıştır. Doğal kanunlar gibi toplulukla ilgili kanunları da O koymuştur. Kimse tabiî ve sosyal kanunları değiştiremez. O kanunları kullanarak onlardan yararlanırız, ama o kanunları değiştiremeyiz.
Kanun demek, herkese aynı şartlarda aynı şekilde uygulanır demektir. Kötülük işleyen cezalandırılacaktır. Kim olursa olsun ırkına ve milliyetine bakılmaksızın cezalandırılacaktır. Peygamber olsa bile cezasız kalmayacaktır. Hasenesi seyyiesini giderecektir. Bu da sünnetullahtır. Doğuştan suçlu kimse yoktur. Doğuştan masum olan kimse de yoktur.
وَلِيًّا (VaLıyYan) “Bir veli bulamazlar.”
“Veli” demek arka demektir; dayanılacak kimse, onu koruyan kimse demektir. İnsan arkasını göremez. Velisi arkadan onu gözetleyen kimsedir; görür ve onu korur. Dayanışma ortaklığının sorumlusuna “veli” diyoruz. Dayanışma ortaklıkları sorumlularının dört görevi vardır.
a) Ortağı şûrada temsil edip onun vekili olarak görüşleri bildirme, oy kullanma.
b) Ortağı eğiterek ona yeterli bilgiler sağlayıp yapabileceği işler hususunda ehliyet verme.
c) Ortak bir suç işlerse, maddî zararda onun kefili olarak ödeme yapma.
d) Ortağın haklarını mahkemelerde savunma, avukatın ücretini ödeme.
Dünyada da şöyle kural vardır. Kamu suçlularını affetme ancak meclisin yetkisindedir. Kişiler suçluyu affedemezler, bağışlayamazlar. Suç işleyen kimseye mutlaka gerekli ceza verilecektir. Uygulayıcıların affetme yetkileri yoktur. Bu durum bu dünyada böyle olduğu gibi âhirette de böyledir. Kimse kimseye şefaat edemeyecektir. İnsanlara tapma heveslileri, bize şefaat edecek diye peygamberlere ve velilere tapmaya başlarlar. Müşrikler de zaten bunu söylüyorlardı; “Allah’ın yanında bunlar bize şefaat edecekler!” diyorlardı.
وَلَا نَصِيرًا(123) (Va LAv NaÖıRan) “Ne de nâsır bulabilir.”
Arapçada iki türlü yardım vardır. “Avn” bir işte yardım etmektir. “Nusret” ise saldırana karşı yardım etmektir. “Vali” koruyarak savunma, kefil olma, diyet ödeme gibi yardımdır. “Nasır” ise saldırana karşı savunmada yardım etmedir.
İster Allah’ın yanında şefaatçi olarak, ister Allah’a karşı savaşarak kimse kötülüğü işleyen kimsenin cezalandırılmasını önleyemez. Bunlar hukukun kurallarıdır. Hâlâ cumhurbaşkanlarına af yetkisi veriliyor.
En kötü tarafı; suçlar işleniyor, savcı suç işleyeni takip ediyor, istediğini mahkum ettiriyor, istediğini ettirmiyor. Karakolda keyfi olarak istedikleri suçlu oluyor, istedikleri olmuyor. Falanı cezalandırmadınız diye kötü emsal oluyor. Bu kuralı kim koymuş?
Bu kuralı zulüm yapan koymuş. Uygulayıcıların, yöneticilerin, polislerin, savcıların, hakimlerin kimine ceza verme, kimine vermeme yetkileri yoktur. Devlet başkanı olsa da suçları ve suçluları affetmesi sözkonusu değildir. Bu sebepledir ki eğer bir suçtan dolayı o toplulukta onda birden fazlası o suçu işliyorsa, artık o suç ceza ile önlenemez. Çünkü topluluğun yüzde onu suçlu olamaz. Ona “belv-i umumi” denir. Mesela rüşvet vermek böyledir. Mesela vergi kaçırmak böyledir. O halde bunlar artık suç olmaktan çıkarılmalıdır. Başka yollarla verginin kaçırılması önlenmeli, rüşvet önlenmelidir. Âhirette de kimsenin kimseyi affetme yetkisi yoktur. Yalnız Allah istediğini gerekli olduğu şekilde cezalandırır veya affeder.
وَمَنْ يَعْمَلْ مِنْ الصَّالِحَاتِ (Va MaN YaGMaL MıNa elÖAVLıXATı)
“Kim sâlihattan bir amel yaparsa.”
Yukarıda “sû’u kim amel ederse” denmiş ve mutlak olarak cezalanacağı bildirilmiştir. Irkın veya dinin tesiri ile cezadan kurtulma yoktur. Şimdi de “kim sâlihattan amel ederse” denmektedir.
“Sâlihattan amel etmek” demek, birinin bu yaptığını diğeri yıkmayacaktır. Birinin başlattığını diğeri tamamlayacaktır. Herkes bir iş yaparken kendi işini başkasınınkilere göre ayarlayacaktır. Safta nasıl birbirimizi hizalar ve yaptıklarımızı tamamlarsak, hepimizin başkalarının yaptıklarına katkıda bulunacak şekilde iş yapmamız gerekmektedir.
Batı’nın kapitalist sistemi her gün yeni model çıkartıp eski modeli attırmakta, böylece kendi sömürüsünü sürdürmeye devam etmektedir. Mesela, bilgisayarları ele alalım.
Bilgisayarların hep en ilkel serisi yapılmaktadır. Biz durmadan eskisini atıyor, yensini alıyoruz! Bu ameli salih değildir. İyi bakım yapıldığı zaman eski modeller de yeni modeller kadar önemlidir. Aksi halde yeryüzü hurdalık hâline gelmektedir. Gösteriş yarışı insanları devamlı yenilik peşinde koşturmaktadır.
“Ameli salih” nedir? Toplulukların yaptıklarına katkıda bulunulan iş yapacağız. Biz burada bakkal açtığımız zaman başka bakkallara zarar vermemeliyiz. Bunun için bizim kuracağımız marketler zincirinde bakkalları devre dışı etmeyecek, bilakis onlarla işbirliği hâlinde olacağız. Onlara büyük marketlerde olduğu gibi ucuz maliyetle teslim edilecektir. Herkes sâlihattan amel etmelidir.
Bakınız, burada “sâlihat” hem kurallı müennes cemdir, hem de harfi tarifle gelmiştir. Genel planlama olacaktır. Şeriat kuralları konacaktır. Orada ne yapılırsa salih amel olarak belirlenecektir. Kişiler onlardan birini kendilerine seçecek ve onu amel edeceklerdir. Bilgisayarlarda yarın yapılacak işler ücretleri ile yüklenmiş olacaktır. Akşamleyin yatsı namazından evvel herkes mescide geldiğinde bilgisayarcıya baktıracak ve kendisi onlardan birini seçip yarın o işi yapacaktır. İşte, bilgisayarında yer alan işler sâlihattır. Kişi onlardan istediğini kendisi seçer ve yapar. Böylece hem makroda planlanmış olur, mikroda da müdahale edilmemiş olur.
مِنْ ذَكَرٍ أَوْ أُنثَى (MiN ÜaKaRın EaV EuNÇAy)
“Zekerden veya ünsadan.”
Erkek olsun kadın olsun, kim olursa olsun, kişi insandır, aynı cezalara tâbidir, ameli salihte de aynı ücretlere tâbidir. Kadın veya erkek olma suçta tenzilat ve ziyade yapmaz. Aynı işi yapanlara farklı ücret de verilemez. İmtihana girip aynı puanı alanlara, farklı okullardan geldiniz diye fark verilemez.
Zenginler çocuklarını özel dershanelerde okutuyorlar, ayrıca donanmış en güçlü okullarda tam gün ders görüyorlar. Hakkari’deki bir genç, Artvin’deki bir genç ise doğru dürüst öğretmeni ve laboratuarı olmayan bir İmam Hatip okulunda, o da onun bunun desteğiyle, hem çalışmak hem okumak durumunda kalarak liseyi bitiriyor. İmtihana giriyorlar. Bu Artvinli çocuk o imtiyazlı çocuk kadar not alıyor; ‘sen İmam Hatipten geldin’ veya ‘sen Artvin lisesinden geldin’ diye ona üniversiteye girme şansını tanımıyorlar. İşte ‘zalim düzen’ budur.
“Adil Düzen”de kim ne biliyorsa onun ehliyeti odur. İmtihan ehliyeti tesbit edendir, adaleti dağıtma yeri değildir. Bilen not alır, bilmeyen almaz. Bilen üniversiteye gitmeye hak kazanır, bilmeyen kazanamaz.
İşte bu genel kural ilâhi sistemde aynen vardır. Ameli sâlihattan işleyen herkes, kadın-erkek ayırımı, doğulu-batılı ayırımı olmaksızın eşitlik içinde ücreti istihkak eder. Bu Allah’ın rahim sıfatı ile adaletidir. Rahman sıfatında ise Allah istediğine istediğini takdir eder. Kimini sağlam yapar, kimini sakat yapar. Orada kişinin bir müdahalesi yoktur. O husustaki adalet O’na aittir ve ancak âhirette dengelenir.
وَهُوَ مُؤْمِنٌ (Ve HuVa MuEMıNun)
“O mü’min iken.”
Sâlihattan amel ederken sâlihattan amel ettiğinin mü’mini olacak, yani o topluluğun üyesi olacaktır. Bilgisayarda işlenen işler o topluluğa ait o dayanışma içinde olanların yapacakları işlerdir. Bu bucakta veya ilde başka bucakta olanlar iş yapmazlar. Onlar o işi yaparlarsa ücret istihkak edemezler.
Buradaki “mü’min”den kasıt, dayanışma içinde olanlar demektir. Biz bir fabrikada çalışıyorsak, yahut bir ilçede çalışıyorsak dayanışma içinde olmalıyız. Dayanışma demek, güvence vermek demektir.
“Mü’min” güvence veren kimse demektir. “Sen bu işi yaptığında eğer altından kalkamayacağın bir olay olursa ben zararlara katılmaya varım” demiş, bunun güvencesini vermiş kimse “mü’min”dir.
Bu dünya hayatımızı biz böyle düzenleyeceğiz, işleri böyle yapacağız. Bu dayanışmayı kurabilmemiz için bir apartmanda toplanmalıyız, bunu yapmak için siteler kurmalıyız, market gibi işletmeler kurmalıyız. Dayanışma içine girmeliyiz. Hepimiz oraya katkıda bulunmalıyız. “Mü’min” demek bu demektir.
Dikkat edilirse ücret imana verilmez, ameli sâlihe verilir. Ameli sâlihin ücreti istihkak etmesi için iman şarttır. İmanın kendisi ücreti istihkak etmez. Ücreti ameli sâlih istihkak eder. Hem de şart bile değil haktır. Amel ederken mü’min olması yeterlidir. Sonra güvenceyi kaldırsa bile eski güvencedeki ameli sâlih geçerli olur.
فَأُوْلَئِكَ يَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ (FaEuLAEıKa YaDPuLUvNa elCanNaTa)
“Cennete onlar dahil olurlar.”
Sû’/kötülük işleyenler cezalandırılacaktır. Sâlihâttan amel edenler ise kendileri iyiliklere dahil olurlar, cennete dahil olurlar.
Allah ne kadar yüce ihsan sahibidir ki, biz bir iş yapacağız ve bu sayede dünyada salâh olacak, yani sâlih işler olacaktır. Âhirette de bizi bu nimetinden dolayı Allah cennetine de sokacaktır. Âhiret olmasa, cennet olmasa bile biz sâlihâttan amel edersek bu imkânları değerlendirmiş oluruz. Biz başkalarının yaptıklarını bozarsak, onlarınkini iptal edip yenisini yapmaya başlarsak, o zaman bizim yaptıklarımızı başkaları öyle yapar. Bu dünyada yine biz zarar etmiş oluruz. Allah’a ne kadar şükretsek de verdiklerinin şükrünü eda etmiş olamayız. Düşünebiliyor musunuz; kendi çıkarımıza işler yapacağız, bir de tutacak Allah âhirette cennetleri verecektir.
وَلَا يُظْلَمُونَ نَقِيرًا(124) (VaLAv YuJLaMUvNa NaQIyRan)
“Nakiran zulmedilmezler.”
“Nakir” kırıntı demektir. “Fatil” bir tüy kadar olur, yani ücretinden eksik edilmez.
Bilgisayardaki işler tekliflerdir. İş sahipleri ‘yarın şunu yapana biz şunu vereceğiz’ demektedirler. Ehliyet sahipleri akşamüstü ‘ben bu işi yapacağım’ deyince sözleşme yapılmış olur. O iş bilgisayardan kalkar. Ertesi gün de onu yaptığı zaman orada yazılan ücrete bir “nakir” bile eksik yapılmadan verilir.
İşte; eğer bu dünyada haksızlık yapılmış ve hak verilmemişse, o zaman onu yapanlar sû’ işlemiş olurlar. Onlar cezalanır. Ama Allah burada eksik alınan ücretin on mislini âhirette öder. Burada ücreti alınan bedelini de âhirette bir misli öder ve cennete götürür. Çünkü sâlihâttan amel edilmiştir.
Demek ki sâlihâttan amel edenler, yani başkalarının yaptıklarını tamamlayanlar, plan ve projeye göre iş yapanlar, şeriatın içinde kalanlar, hem bu dünyada haseneye erişirler ve dünyevi ücreti istihkak ederler, hem de âhirette de ücret alırlar. Eğer bu dünyada ücretlerini almaz, karşılığını âhirette isterlerse on misli ücret istihkak ederler. Bir kimse sizin hakkınızı yerse üzülmeyin veya hakkınızı dünyada alamadı iseniz üzülmeyin. Siz mü’min olarak ameli sâlihten bir iş yaptı iseniz âhirette bir kırıntı haksızlığa uğramadan hakkınız on misli ödenecektir. Ne kadar büyük in’am sahibi bir rabbimizin kuluyuz. İşte onun içindir ki her gün yirmi, belki kırk defa her namazda hamd ediyoruz.
وَمَنْ أَحْسَنُ دِينًا (Va MaN EaXSaNu DIYNan) “Ahsen dini/düzeni kim kurabilir?”
“İhsan” adlin üstünde bir iştir. “Adalet” herkese hakkını vermektir. “İhsan” ise adaletten insanlara iyilik etmektir. “İn’am” nimet vermektir. “İt’am” yedirmektir. “İhsan” ise iyilik yapmaktır.
İn’am, it’am ve ikram hep kişilere doğrudan doğruya verilenlerdir. “İhsan” ise; öyle bir şey yaparsın ki o herkes için iyi olur. Mesela yol yapmak ihsandır. “Adil Düzen” kurmak ihsandır.
“Din” ise “düzen” demektir. İnsanların birbirlerine borçlu ve alacaklı olmaları, ortak muhasebelerinin tutulmasıdır. Herkes aldığını ve verdiğini muhasibine bildirir, muhasipler onu bilgisayara geçerler. Böylece ortak borçlanma müessesesi, yani kredi doğar. Şimdi günümüzde bunu ‘kâğıt para’ yapmaktadır. Gelecekte bunu ‘kaydî para’ yapacaktır. Herkesin bir kredi limiti olacak, o limit artıp eksilecek, kredi içinde verilenler ve alınanlar yazılacak, böylece bir ortak muhasebe sistemi doğacaktır. İşte bu dindir. Ortak muhasebe sistemi sözleşmelere dayanır. Ama sözleşmelerin işlerliği muhasebe ile olacaktır. “Din/düzen” böylece oluşacaktır.
Aslında Kâinatta atomlar arasındaki elektron borç ve alacaklar üzerinde moleküller ve cisimler oluşmaktadır, DNA’lar böyle olmakta, hayat böyle oluşmaktadır. Topluluklarda düzen atomlardan oluşacaktır.
İşte bu düzeni biz insanlar “ihsan” ile tesis ederiz.
Yukarıda kişinin mevcut düzen içinde sû’/kötülük işlemesinden, mevcut düzen içinde ameli sâlih işlemesinden bahsetti. Burada ise düzenin nasıl kurulacağından bahsetmektedir. Mevcut düzen içinde adil davranma başkadır, zulüm düzeni varken adil düzeni tesis etme başkadır. İşte bu “ihsan”dır. Eğer Adil Düzen varsa, o düzen içinde ameli sâlih işlemek, seyyieden kaçınmak gerekir. Ama Adil Düzen yoksa, Adil Düzenin tesisi için çalışmak gerekir. Hattâ Adil Düzen olsa bile bozulmaması için gayret göstermek gerekir.
مِمَّنْ أَسْلَمَ وَجْهَهُ لِلَّهِ (MinMaN EaSLaMa VaCHaHUv LilLAHi)
“Allah’a vechini islâm edenden daha ahsen düzeni kim kurabilir?”
-İyi düzeni kim kurabilir?
İnsanlık bugün sıkıntıdadır. Herkes yeni düzen ve çözüm aramakta, inkılâplar yapmaktadır. Fransız inkılâbından beri dünyadaki herkes yeni düzen peşindedir. Ama olması gereken adil dünya düzeni gerçekleşmemekte, aksine hep gelen gideni aratmaktadır. Kanla gerçekleşen inkılâplar eskilerini yıkmıştır, ama yeni hiçbir şey oluşturmamıştır. Neden? Çünkü yeni düzen yıkmakla kurulamaz, zulümle kurulamaz.
Yeni düzen ihsanla oluşturulacaktır. Bu sebepledir ki adil düzen iktidarda iken tesis edilemez. İktidarda olanlar kendi güçlerini kullanarak zorlama yaparlar. Oysa halk kuruluşu, kooperatif, dernek, vakıf, parti gönüllüleri toplar ve onlarla ihsan ederek Adil Düzeni tesis ettirebilir. Böylece inkılâp yapılmış olabilir. Tanzimat’tan beri Türkiye’nin 200 yıllık Batılılaşma macerası hep iktidardan geldiği için başarıya ulaşamamıştır.
-İhsan nasıl yapılacak?
Millî Görüşçü Adil Düzenciler yüzlerini Allah’a islâm edecekler; yani topluluğun barışına kendilerini verecekler, fedakârlıklar yapacaklardır. Vakitlerini ve imkânlarını “Adil Düzen Topluluğu”nun tesis edilmesine yönelteceklerdir. Verecekler değil, yöneltecekler. Varlıkları yine kendilerine kalacak ama o varlıkları “Adil Düzen” için kullanacaklardır. Evleri varsa evlerini Adil Düzene vermeyecekler ama Adil Düzene katılmak için o evleri satıp “Adil Düzen” içinde ev sahibi olacaklardır; yani yaşayışlarını/evlerini ve çalışmalarını/işyerlerini “Adil Düzen”in tesisi için yönlendireceklerdir; savaş içinde değil, barış içinde yönlendireceklerdir.
Kur’an’da “Vechini Allah’a islâm etmek” deyince, bunun pratik amelî manâsı olması gerekir.
Bugünkü insanlar işin kolayını bulmuşlar; ‘ben iman ettim ve müslüman oldum’ diyerek işlerini bitirmektedirler! Oysa; yeni düzen kurmak için bütün varlıkları ve imkânları Adil Düzene yöneltmeleri gerekir.
Bugün biz bunları yazıyoruz, siz okuyorsunuz. Şimdi Mekke devrindeyiz. Bir gün gelecek insanlar bu gerçekleri idrak edecek ve bizim yanımızda yer alacaklar. Bize de cesaret gelecek ve hicret edeceğiz. Sabredeceğiz. Şimdilik yapamıyoruz diye gevşemeyeceğiz. Çalışmalara devam edeceğiz…
“Adil Düzen” dışında hiçbir iş yapmazsanız, işte o zaman vechinizi Allah’a çevirmiş olursunuz. “Adil Düzen” dışında bir topluluk içinde oturmazsanız, işte o zaman vechinizi Allah’a çevirmiş olursunuz.
İşte bunları arzulamak, O’na vechimizi çevirmek demektir.
Akevler’dekiler bu amaçla yola çıktılar; ve yollarına devam etmek zorundadırlar…
Bugüne kadar olanlara şükretmeliler, dahasının ve daha iyisinin olması için de çalışmalıdırlar.
وَهُوَ مُحْسِنٌ (VaHuVa MuXSıNun) “Ve o muhsin iken”
Yukarıda “o mü’min iken”, burada de “o muhsin iken” denmiştir.
“İhsan” karşılık beklemeden, kişiden bir karşılık beklemeden yapılan iyiliklerdir. Yeni düzeni kuracak olanlar yola çıktıkları zaman o topluluktan bir şey beklemezler. Sadece “ihsan olmak üzere” o işi yaparlar. Yeni düzeni ancak ücretlerini âhirette alacak olanlar kurarlar. Bunların kurduğu “Adil Düzen” olur.
Kendi çıkarlarını düzenin üzerinde tutanlar “Adil Düzen”i kuramazlar ve kuramamışlardır.
Eğer siz “Adil Düzen” kurmanın mağduru iseniz, işte “Adil Düzen”i siz kuracaksınız demektir.
Mevcut düzenden yararlanmamak için “mü’min” olmak şart ise; yeni düzeni kurmak için “muhsin” olmak şarttır. Bundan dolayıdır ki tarihte yeni düzenleri hep peygamberler tesis emişlerdir. Bundan sonra da ancak “muhsin” olan “mü’minler” sayesinde “Adil Düzen” kurulabilecektir.
وَاتَّبَعَ مِلَّةَ إِبْرَاهِيمَ (Va itTaBaGa MilLaTa EıBRAHIyMa) “İbrahim milletine tâbi oldu.”
Allah “Adil Düzen”i sadece kendi aşireti için isteyen, kendi kabilesi için isteyen ve Millî Görüşçüler gibi kendi kavmi için isteyene dini/düzeni ihsan etmez. Dini yani düzeni/adil düzeni bütün insanlık için isteyecektir. İbrahim milleti için isteyecektir. Burada İbrahim’in kim olduğunu hatırlamalıyız.
İnsanlığın ilk atası Hazreti Adem aleyhisselâmdır. Hazreti Adem ve zevcesinden türeyen insanlar, kabileler hâlinde toplayıcılık, avcılık, çobanlık ve tarımcılık dönemlerini göçebe hayatı olarak geçirdiler.
İlk defa Mezopotamya’da Nuh Uygarlığı doğdu. Hazreti Nuh aleyhisselâm ve sonra gelen resuller Mezopotamya içinde şeriatı tedvin ettiler. Bu uygarlık sadece oradaki halkları ilgilendiren bir uygarlık idi.
Milatta önce iki bin yıllarında Mezopotamya’da Hazreti Nuh’tan sonra Mezopotamya uygarlığını dünyaya yaymakla bir resul görevlendirildi; bu Hazreti İbrahim aleyhisselâm idi.
Hazreti İbrahim aleyhisselâmın görevleri neler olmuştur?
a) Hazreti İbrahim aleyhisselâmdan önce peygamber gelir, mucize göstererek peygamberliğini ispat eder ve insanları kendisine inandırırdı. Hazreti İbrahim ise insanları akıl yoluyla ve ilimle hakka dâvet etmiştir. Böylece Hazreti İbrahim rasyonalizmin yeryüzünde kurucusu olan bir peygamberdir. İnsanlığa düşünmeyi ve tartışmayı öğretmiştir.
b) Hazreti İbrahim aleyhisselâmın ikinci büyük görevi ise dünyaya tek uygarlığı hâkim kılmak, insanlığı uygarlaştırmaktır. Bunun için Allah kendisine önce Hacer’den Hazreti İsmail’i dünyaya getirmiştir. Hazreti İbrahim aleyhisselâm Hazreti İsmail’i Mekke’ye yerleştirdi; ileride Hazreti Muhammed aleyhisselâm onun zürriyetinden çıkacaktır. Hazreti İbrahim aleyhisselâmın diğer oğlu Hazreti İshak diğer hanımı Sara’dandır. İbrani uygarlığı da o nesilden çıkmıştır. Ayarıca sonradan evlendiği hanımı Katura’dan dört oğlu olmuş ve henüz hayattayken onları da doğuya göndermiş, Brahmancılığı onlar kurmuşlardır. Budizm de onlardan çıkmıştır. Böylece Hazreti İbrahim aleyhisselâm bütün dünyada uygarlığın kurucusudur. Uygarlığı Hazreti Nuh kurmuş ama Hazreti İbrahim beşerileştirmiştir.
İşte yeryüzünde İslâm düzenini tesis eden Hazreti İbrahim aleyhisselâmdır. Müslim ismini tesmiye eden de odur. Gerçi “İslâm” dini/düzeni Hazreti Adem’den Hazreti Muhammed’e kadar gelmiş olan peygamberlerin adıdır. Ancak bu isim bunlara Hazreti İbrahim tarafından tesmiye edilmiştir. “Barış dini/düzeni” demektir.
İşte Adil Düzenciler “barış düzenini” dünyaya getirirken bu gerçeklere dikkat etmelidirler. Hıristiyanlık, Müslümanlık, Budizm ve Brahmanizm gibi büyük dinlerin hepsi İbrahimî dinlerdir. Bütün bu dinlerin katkıları ile III. Bin Yıl Uygarlığı oluşacaktır. Bu dinlerin kitaplarının hepsi ilâhi kitaplardır. İlâhi olmayan dinî bir kitap yoktur. Zamanla değişmiş ve asılları kalmamıştır. Ama esas itibariyle kendilerini korumaktadırlar. Kur’an doğu kitaplarına Furkan demektedir.
حَنِيفًا (XaNIyFan) “Hanifen”
“Hanifen” halifen demektir. İnsan yeryüzünde Allah’ın halifesidir. İnsan bunu bilirse, kendisi bütün hareketlerini onun memuru olarak yaptığını bilirse bu kişi “Hanif” olur.
Burada “Hanif” kelimesini Hazreti İbrahim’in hâli olarak değil de, yüzünü Allah’a teslim ederek “Adil Düzen”i kurmaya çalışan insanın hâli olarak anlayabiliriz.
Yani; Adil Düzen Çalışanları şunu bilirler ki, hiçbir şeyi kendi istedikleri gibi yapamazlar. Onlar görevlidir, Allah’ın halifesi olarak O’nun emirlerini icra ederler. Kendileri bir şey yapmazlar; sadece Allah’ın kendilerine verdiği kudretle yine O’nun verdiği görevi yerine getirirler.
Hazreti İbrahim aleyhisselâm Ur’dan çıkarken birkaç kişiden oluşan küçücük bir topluluk idi. Ama bugün tüm insanlık, yedi milyar insan onun rasyonalizminin arkasında koşmaktadır. Bizim görevimiz bu İbrahimî dini/düzeni III. bin yılımızın da dini/düzeni yapmaktan ibarettir. Biz ona tâbiyiz.
“Millet” dolmuş ve ağzı dikilmiş çuval demektir. En büyük insan topluluğuna “millet” denir.
Birleşmiş milletler millettir. Bu İbrahimî millet olacaktır.
وَاتَّخَذَ اللَّهُ إِبْرَاهِيمَ خَلِيلًا(125) (Vas itTaPaÜa elLAHu İBRaHİyMa PaLIyLan)
“Allah İbrahim’i halil ittihaz etmiştir.”
“Halel” dişler arasına giren yemek parçalarıdır. Dişleri karıştıran ağaç parçası hilaldir. Kitabın arasına konan kâğıt parçasına da hilal denir. “Halil” içli dışlı olmak demek, birlikte iş yapmak demektir.
Allah Hazreti İbrahim aleyhisselâm ile insanlığın uygarlaşmasını sağlamıştır. III. bin yıla gelmiş bulunuyoruz. III. bin yıl çok önemli bir bin yıldır. Bu dönemde kurulacak olan uygarlık peygambersiz kurulacak ilk uygarlık olacaktır. Bu uygarlık sadece Müslümanların, sadece Budistlerin, sadece Hıristiyanların uygarlığı olmayacak; tüm insanlığın uygarlığı olacaktır.
Adil Düzenciler uygarlığı Kur’an’a dayanarak oluşturmaktadırlar, ancak bu uygarlık sadece Kur’an uygarlığı değildir. Bu uygarlık beşerî bir uygarlık olacaktır.
Demek ki “Adil Düzen Uygarlığı” İbrahimî uygarlıktır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ - 320 ADİL DÜZEN DERSLERİ - 150 İstanbul, 02 Eylül 2005
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI (Selahattin Öztürk ve Reşat Nuri Erol Üsküdar’da değerlendirecektir.)
HALİFE, HİLAFET VE…
Mustafa Kemal Büyük Nutuk’ta 12 milyonluk Türkiye’nin bir milyar nüfusu temsil edecek bir halifeyi seçemeyeceğini, bunu taşıyamayacağını hilafeti lağvetme sebebi olarak açıklamış; arkasından da ileride İslâm devletleri bağımsızlıklarını kazanırsa kendilerinin bir halife seçebileceklerini anlatmaktadır. Mustafa Kemal ve Erbakan bu halifeyi yine siyasi bir güç olarak düşünmüşlerdir.Oysa İslâmiyet’te böyle bir halife yoktur.
a) Birincisi; İslâmiyet’te bütün Müslümanları bir araya getiren tek İslâm devleti yoktur. Her kavmin kendi hâdisi vardır. Devleti uluslar kurar. Bütün savaş hukukunu Kur’an kavimlere dayandırmıştır.
b) İkincisi; bütün Müslümanları tek dinî lider altında toplayan bir baş rahip kavramı da yoktur. Böylece bir halife atayalım, o halife yeryüzündeki bütün Müslümanların ruhani lideri olsun durumu yoktur. Böyle bir şey Kur’an’da teşri edilmemiştir. O halde Papa benzeri bir halife kavramını İslâm dininde yerleştirmek çok zordur.
c) Üçüncü olarak; diğer dinlerin başkanlarını tanrı atamıştır. Onlar da ölmeden önce halifelerini tanrı adına atarlar. Ruhani reisler ülkelere ve beldelere merkezden atama suretiyle ruhani görevlileri atarlar. Halkın görevi Allah’ın bu görevlilerine itaat etmeleridir. Buna ‘ruhbanlık’ denmektedir. İslâmiyet’te bu da yoktur. İslâmiyet’e göre vahiy sona ermiştir. Halk kendi müçtehidini veya mürşidini kendisi seçer. Allah peygamber göndermediğine göre kimse Allah tarafından atanmış değildir. Öyleyse merkezden oluşacak bir teşkilât İslâmî olmayacaktır.
d) Dördüncü olarak; İslâmiyet’te amel şeriata göre yapılır. Herkes içtihatla mükelleftir. İçtihat edemeyenler en çok isabetli gördükleri fakih kimseleri kendileri seçerler. Bütün bu sistem içinde Müslümanların kendilerine halife atamaları şer’an mümkün değildir.
Buna karşılık şu soru sorulur; insanlar organize olmayacaklar mı? Olacaklar. Bunun için Kur’an değişik âyetleri ile dört çeşit teşkilâtlanmayı emreder. Bu teşkilâtlanma hususunda şu âyetler mevcuttur.
a) İnsanların bir araya geldikleri toplantı yerleri vardır. Bunlar Kur’an’da Salavât, Savamı’, Biye ve Mescitler olarak zikredilir. Salavât, tekkelerdir. Savamı’, medreselerdir. Biye, çarşılardır, Mesacid ise kışlalardır.
b) Bu yerlerde insanlar kendileri birleşerek çoklu sistemlikleri içinde velayeti yani âkileyi oluştururlar. Ahbar, Rabban, Ruhban ve Kıssisler vardır. Ahbar, ilmî dayanışma ortaklıkları sorumlularıdır. Ruhban, dinî dayanışma ortaklıkları sorumlularıdır. Rabban, meslekî dayanışma ortaklıkları sorumlularıdır. Kıssis ise dini dayanışma sorumlularıdır.
c) Bunlar bu mekânlarda ilmî, dinî, meslekî ve siyasî dayanışma ortaklıklarını kurarlar ve bunlar çoklu olarak hayırda yarışırlar. Bunlar Şir’a, Minhac, Mensek ve Vichedir. Şir’a, ilmî dayanışma ortaklıkları yani medreselerdir, mezheplerdir. Minhac, dinî dayanışma ortaklıkları yani tarikatlardır. Mensek, meslekî dayanışma ortaklıkları yani odalardır. Viche ise siyasî dayanışma ortaklıklarıdır.
d) Kur’an’da ayrıca ulema (ilmî) , suleha (meslekî), umera (siyasî) ve şüheda (dinî) kişiler vardır.
Aşirette (ocakta) teşkilatlanma yoktur. Kabilede (bucakta), şa’bda (ilde), kavimde (ülkede) ve millette (insanlıkta) mü’minler örgütlenmelidir. İman etmek demek, dayanışma ortaklıkları kurmak demektir. Bu teşkilâtı kurmamız için devlet olmamıza gerek yoktur. Dayanışma ortaklıkları olarak kurabiliriz. Mesela, bunlar “kooperatif” olarak örgütlenebilirler, “dernek” olarak örgütlenebilirler, “vakıf” olarak örgütlenebilirler, “parti” olarak örgütlenebilirler.
İstanbul’da işe başlamalıyız. Sözleşme yapıp dinî dayanışma ortaklıklarını kurmalıyız.
Dinî dayanışma ortaklıları ne yapacaktır? Mesela, ahlâkî dayanışma kooperatifini kurabiliriz. Bu kooperatif ne yapacak, görevi ne olacaktır?
a) Ortaklarına ve çocuklarına ahlâkî eğitim verecektir. Onlara dinî kitapları öğretecek, dinlerinin emirlerinin neler olduğunu anlatacaktır.
b) Bunları imtihan ederek bilgilerinin derecesine göre sertifika verecektir. Bu insan İslâmiyet’i ve kendi mezhebini başlangıç, temel, ilk, orta, yüksek ve üstün derecede biliyor diyecek.
c) Ortaklarını ahlâki bakımdan tezkiye edecektir. Bekçilik yapabilir diyecek, şirkette müdür olabilir diyecek. İhmalden dolayı bir zarar iras ederse biz ödemeye hazırız diyecekler. Böylece bu dayanışma ortaklığından tezkiye edilenler ihmalden dolayı bir zarara uğratılırlarsa, o dayanışma ortaklığının ortakları aralarında bölüşerek zararı öderler. Dayanışmanın esas görevi budur.
d) Ortaklıkları arasında sosyal dayanışma gerçekleştireceklerdir. Açsa doyurulacak, işsizse iş bulunacak, hasta ise tedavi edilecek, haksızlığa uğruyorsa savunulacak. Başörtüsü mağduriyetini bu dayanışma ortaklığı çözecektir.
Bunlar beş bin nüfuslu yerlerde on kadar bulunur. Sonra elli bin nüfuslu yerlerde yine yüksek seviyede elli milyon nüfuslu yerde on tane bulunur. Bular yaklaşık rakamlardır. Bu bin kadar olan dinî dayanışma sorumluları Mekke’de toplanırlar, oraya bir delege gönderirler. Orada bir merkezî site kurarlar. Kâbe’nin mücaviri olurlar. Bunlar da on tarikat veya dinî mezhep olarak ortaya çıkarlar. Bunların başkanları İslâm yüksek şûrasını oluşturur ve aralarından birini kendilerine başkan yaparlar. İşte bu halife, o bucak da Vatikan olur. Böyle bir teşkilatı kurmak demokratik ülkelerde sorun teşkil etmez, Türkiye’de de etmez. Bizzat Suudi Arabistan’da teşkil eder. Mekke’ye gidemeyebiliriz. Geçici olarak başka bir ülkede, mesela Tahran’da böyle bir merkez oluşur, orası yani Arabistan da demokratik bir ülke hâline gelince sonra oraya gideriz.
Burada anlattıklarım benim kafamda düşündüğüm şeyler değildir. Kur’an’a dayanarak istidlâl ediyorum. Her konuda bana itiraz edilebilir ve benden delil istenebilir. Ama kimse delil getirmeksizin kendi görüşlerini benim görüşlerimden üstün sayamaz. Emaniylerle bana karşı çıkamaz. Her gün aleyhimde gıybet yapanlar; ortaya çıkın, hatam varsa Kur’an’dan delil gösterin de düzeltelim. Kimse Kur’an’da Emevi saltanatına meşruiyet bulamaz. Kimse Osmanlı hilafetinin Kur’an’a dayandığını söyleyemez. Geçen geçmiştir. O günkü şartlar için onlar meşru olabilir. Ama bugün değil.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ - 320 ADİL DÜZEN DERSLERİ - 150 İstanbul, 02 Eylül 2005
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI (Selahattin Öztürk ve Reşat Nuri Erol Üsküdar’da değerlendirecektir.)
YENİ PAPA, TÜRKİYE ZİYRETİ VE…
Bundan önceki II. Jean Paul Papa olduğu zaman Müslümanların Kurban Bayramını tebrik etmiş ve Türkiye’yi ziyaret etmişti. Siyonistler onu bir Türke öldürtmek istemişler, böylece Müslümanlarla Hıristiyanların arasını açacaklarını sanmışlar ama Allah onu öldürmemiş ve Papa II. Jean Paul de bu oyuna gelmemişti. Papa, kendisini öldürmeye kalkışan M. Ali Ağca ile bile iyi geçindi. Sonra Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne alınması için “İbrahimî dindedirler” diye fetva verdi. AK Parti Avrupa Birliği’ne girmek için müzakere tarihini o fetva sayesinde aldı. Yani Papa Türklerin Avrupa Birliği’ne girmesine karşı idi ama Kilise’nin köklü bir siyaseti vardı.
Nedir o siyaset?
Kilise Hıristiyanlık âlemini bir çatı altında birleştirmek istiyor. Papa da bir Katolik olarak; Ortodoksları ve Protestanları mezheplerinden uzaklaştırmaktan ziyade, kendi mezheplerinde kalmaları şartı ile sadece papalığın liderliğinde uzlaşmalarını istiyor. Diğer Hıristiyan mezhepler varlıklarını sürdürecekler, Papa hepsinin lideri olacaktır. Bunda da herhangi bir engel yoktur. Çünkü Protestanlık zaten Siyonizmin bir oyunu idi, Hıristiyanlığı parçalamak için ortaya atılmıştı.
Siyonizm önce kiliseden bazı papazları satın alarak ‘Müsbet ilim Müslümanlardan gelmedir’ diye kiliseyi ‘müsbet ilme’ düşman etmişti. Kilise tutucu ve gerici fetvalar vermeye, hattâ alimleri yakamaya ve asmaya başladı. Buna karşı bir papazı çıkardı ve “Protestanlık” diye bir mezhep oluştu.
Luther doğru söylüyordu, ama yanlış yapıyordu. Bu iddialarını Kilise içinde söyleyebilirdi.
Bugün ise Kilise ve Papalık artık müsbet ilme karşı değildir. Zaten artık müsbet ilim Müslümanların elinden alınmıştır. Papalığa karşı olma planları için bir sebep yoktur. Ortodoksluk da Doğu Roma’nın bağımsızlığını sağlamak amacıyla oluşmuş siyasi bir kilisedir. Bugün Doğu Roma kalmadığına göre Papayı lider kabul etmemeleri için sebep yoldur. Gürcü ve Ermeni siyasi kiliseleri hep böyle siyasi sebeplerden oluşmuştur.
İşte bu yeni papanın hedefi budur. II. Jean Paul’un hedefi de bu idi.
Müslümanlar için de benzer bir organizasyon düşünülmelidir. Müslümanlar da kendilerine bir halife seçmelidirler. Bu halife Müslümanların ruhani lideri olmalı, Müslümanlar da bir çatı altında toplanmalıdır.
Türkiye Avrupa Birliği’ne girerse; hem Avrupa’nın Hıristiyanlık birliğini bozmuş olur, hem de Müslümanlar başsız kalır ve birlik tesis edemezler. Etseler bile, Türkiyesiz Müslüman Birliği Hıristiyanlığa karşı olabilir. Onun için Türkiye’ye özel statü verilecek, bu sayede Türkiye’nin Müslüman ülkelerde itibarı olacak ve böylece “III. Bin Yıl Uygarlığı” Müslüman ve Hıristiyan dayanışması içinde kurulacaktır.
Papa XVI. Benediktus’un bu düşüncelerine tamamen katılıyoruz ve bunun Kur’an’ın haber verdiği bir olay olduğunu da görerek imanımız artmaktadır. Hazreti İsa’ya tâbi olanların kıyamete kadar kâfirlerin üstünde olacağı âyeti ile size en yakın olarak biz nasarayız diyenleri bulursun âyeti çok açık olarak buna delildir. Ayrıca 1400 yıllık tarih de buna şahittir. Sayın Papa XVI. Benediktus’un görüşlerine katkıda bulunmak isterim.
Budistler de bir çatı altında toplanmalıdırlar, Hindular da bir çatı altında toplanmalıdırlar. Onlar da İbrahimî dindendirler. Çünkü Hazreti İbrahim’in üçüncü hanımı Kantura’dan olan dört oğlu Doğu’ya gitmiş ve onların soyu doğu dinlerini oluşturmuştur. “Brahman” kelimesi buradan yani “İbrahim”den gelir. Kur’an onların kitaplarına Furkan demektedir. İşte Papa’nın Almanya ziyaretinde Türkiye’ye gelmeyi de kararlaştırmış olması gerçekten bu oluşun en önemli müjdesidir. Allah’a hamd etmeliyiz.
Siyonizm bin seneden beridir Müslümanlarla Hıristiyanları savaştırarak kendi konumunu gittikçe yükseltmiştir. Şimdi ümidini Hıristiyanlarla Müslümanların dinsizleşmelerine bağlamıştır. Müslümanlarla Hıristiyanların ve bütün dinlerin uzlaşması Siyonizmi son derece rahatsız ediyor. Bunun gerçekleşmemesi için elinden gelen her türlü fesadı yapmaktadır. Papa’yı öldürtme teşebbüsü bunun açık tezahürüdür.
Papa II. Jean Paul bunu bildiği için; Türkiye’nin klasik Diyanet İşleri Başkanı ile değil de, Nur cemaatinin lideri olan Fethullah Gülen ile diyalog kurmayı tercih etmiştir.
Ne yazık ki Siyonistlerin oyunlarından gafil olan çok samimi ve hak yolunda olan Müslümanların bir kısmını Siyonistler kullanmış ve bunu kötü bir şeymiş gibi göstermişlerdir. O zaman MİT’in de desteklediği bu kampanyaya katılmadım diye benimle selâmı kesmişlerdir. Allah’tan ki Türk Müslümanların aklı selimi galip gelmiş ve Müslümanların kahir ekseriyeti bu oyuna gelmemiştir. Şimdi ben bunu sıcağı sıcağına yazıyorum. Adil Düzenciler dikkatli olsunlar, Siyonizmin fitnesine gelmesinler, Papa’nın bu gelişine karşı bir tavır almasınlar. Tüm Türk Müslümanları, hattâ dünya Müslümanları Papa’nın bu gelişini sevinerek karşılamalıdır ve o tarihlerde de Fethullah Gülen Türkiye’de olmalı ve onu karşılamalıdır.
Diğer taraftan da papalıktan ders alarak önce Türkiye Müslümanları; tarikatları, cemaatleri, vakıfları, dershaneleri, partileri ile birleşip dünya Müslümanlarını bir araya getirerek kendilerine bir halife nasb etmeleri için faaliyet göstermelidirler. Bu halife Kur’an’ın öğrettiği usulle şeriata göre seçilmelidir. Bu hususta Akevler sizlere yardımcı olmaya hazırdır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL