ADİL DÜZEN 321
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 09 - 12 Eylül 2005 Fiyatı: Seminere katılmak veya (akevleronline) www.akevler.org
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 321. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
ÜSKÜDAR Adresi: Selami Ali Efendi Cd. No: 31 ÜSKÜDAR/İSTANBUL (Ana Çocuk Sağlığı yanı – Anadolu Gençlik bitişiği) Tel: (0532) 246 68 92
*TEFSİR SEMİNERİ [Cuma Üsküdar (19.00-21.00); Cumartesi Yenibosna (17.00-21.00); Pazartesi Ümraniye (19.00)]
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
(Hasan Özket, Yasin Kılar, Hasan Çetinkaya, Lütfi Hocaoğlu, Reşat Nuri Erol ve …………… dersi okumuş olarak geleceklerdir.)
Üsküdar ve Ümraniye’de Reşat Nuri Erol tarafından; diğer yerlerde ilgili ve sorumlular tarafından anlatılacaktır...
Hedefimiz; bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul’da 200, Türkiye’de 1000 yerde okunmasıdır. Süleyman KARAGÜLLE
NİSÂ SÛRESİ TEFSİRİ – 46
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
وَلِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ وَكَانَ اللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ مُحِيطًا(126)
وَيَسْتَفْتُونَكَ فِي النِّسَاءِ قُلْ اللَّهُ يُفْتِيكُمْ فِيهِنَّ وَمَا يُتْلَى عَلَيْكُمْ فِي الْكِتَابِ فِي يَتَامَى النِّسَاءِ اللَّاتِي
لَا تُؤْتُونَهُنَّ مَا كُتِبَ لَهُنَّ وَتَرْغَبُونَ أَنْ تَنكِحُوهُنَّ وَالْمُسْتَضْعَفِينَ مِنْ الْوِلْدَانِ وَأَنْ تَقُومُوا لِلْيَتَامَى بِالْقِسْطِ وَمَا تَفْعَلُوا مِنْ خَيْرٍ فَإِنَّ اللَّهَ كَانَ بِهِ عَلِيمًا(127)
وَلِلَّهِ (Va Li elLAHı) “Ve Allah’ın.”
Her şey “Allah” ındır. Başlangıçta zaman ve mekân yokken, madde ve enerji yokken, hayat ve nebat yokken, insan ve topluluklar yokken O vardı ve biz şimdi O’na ‘O’ diyoruz; Arapça ‘Hüve’ diyoruz.
O zaman arş ve kürsü var mı idi? Onu bilecek insan yoktu, cin yoktu, ruh yoktu; hâsılı bilen yoktu ki bilinen olsaydı. Demek arş ve kürsü yani beş boyutlu uzay ile dört boyutlu uzay, üç boyutlu uzay için var edildi. İşte ilk yaratılış melekût yaratılışıdır. Her şey O’nundur. “Lehu” diyoruz.
Bu dünyayı var eden, bu dünyada iyilerle kötüleri var eden, sağlık ve hastalığı koyan, gece ile gündüzü var eden, yazı ve kışı yapan hep bir Tanrı’dır ve hepsi O’nundur. O’nun mülküdür, O’nun düzeni içindedir.
İnsanlar eskiden yaz için ayrı, kış için ayrı tanrı vardır zannederek şirk etmişlerdir. Peygamberler ise bu şirkle mücadele etmişlerdir. Bu şirk hâlâ bitmemiştir.
İnsanlar Kâinatta olanları kendilerinin zannediyor ve istedikleri gibi kullanıyorlar…
مَا فِي السَّمَاوَاتِ (MAv FIy elSaMAVATı) “Semâvâtta olanlar.”
Semalar yedi tabakadan oluşur; kattan değil tabakadan oluşur. Evin katları olur, atlamalı olur, aralarında boşluk vardır. Oysa kitapları üst üste dizerseniz tabakalar olur.
İnsanlar gökleri kat kat sanmışlardır. Oysa Kur’an bunların kat kat değil, tabaka tabaka olduğunu bildirir. Bu tabakaların içinde olanlar “Mâ”dır; içinde ne varsa.
“Mâ” eşya için “Men” insan için kullanılır. Ama eğer bunların ikisi birden kastedilecekse o zaman “Mâ” kullanılır. Buradaki “Mâ”ya insan, cin, melek ve ruh da dahildir.
Yedi sema yağmur, hava, aydınlık, ay, güneş, yıldızlar ve yıldız yığınları semalarıdır. Yağmur 10, hava 100, ışık 1000 km civarındadır. (.941 ile çarpılır. Ay atmosferi yer yarıçapının 50’inci katı uzaklıktadır. Güneş ay uzaklığının 400 katı uzaklıktadır. Yıldızlar 4 ışık yılı, yıldız yığınları 2 milyon ışık yılı uzaklıktadır. Kâinatın bugünkü çapı 1,34 10^10 ışık yılındadır. İşte bütün Kâinatın içinde ne varsa hepsi O’nundur.
وَمَا فِي الْأَرْضِ (Va MAv FIy eLEaRWı) “Arzda olanlar.”
Semâvâtta olanları ayrı, yerde olanları ayrı zikretmiştir. Bu “yer” bizim yerimizdir. Yerde olanlar farklıdır. Bizim yerimiz bizim için var edilmiştir. İleride uzayda mekan tutsak bile bizim merkezimiz daima yeryüzü olacaktır. Bu sebeple “arz”ı ayrıca zikretti. “Arz” yedi tabakadan oluşur. Canlı tabaka, su tabakası, toprak tabakası, kaya tabakası, gaz tabakası, sıvı tabaka, katı tabaka; bunlar da arzda olanlardır.
Merkezdeki katı tabakada atom bombasına benzer bir parçalanma olmaktadır. Bu sayede yerin içi sıcak kalmakta, dolayısıyla yer soğumamaktadır. Bir taraftan güneş, diğer taraftan içten gelen ısı yeryüzünün sıcaklığını 0 ile 40 derece arasında tutmaktadır. Hayat da bu sıcaklıkta olmaktadır.
“Yeryüzü” suyu ve toprağıyla, dağları ve ovalarıyla, yazı ve kışıyla, gece ve gündüzüyle özel şartlara sahip bir klima durumundadır. Su tabakası 10 kilometre, toprak tabakası 100 kilometre, kaya tabakası 1000 kilometredir. Üstümüz örtü, altımız döşek üçer tanedir ve kalınlıkları ayrıdır. Sıvı magmanın iki katı, katı onların iki katı. Allah gökleri de yeri de standart ölçülerde yaratmıştır.
İçinde olan canlılar ve insan bu “Mâ” içine dahildir. Melekler ve ruhlar bâtın âlemde varlar. Cinler ve insanlar zâhiri âlemde vardır. İnsan soğuk âlemde, cin ise sıcak âlemde bulunur.
وَكَانَ اللَّهُ (Va KANa elLAHu) “Allah bulunmaktadır.”
“Kâne” tam fiil olarak ‘sâre/oluştu’ anlamındadır. Buradaki “Kâne” o manâdadır.
“Kâne” bir de manâyı fiflfir. Türkçedeki bulunmak anlamındadır. “Ahmet çalışkandır” dersek, bu Ahmet’in her zaman çalışkan olduğunu ifade eder. Ama “Ahmet çalışkan bulunmaktadır” dediğimiz zaman, onun çalışkanlığını teyit eder; başka türlü bir durum olmadığını, aksini iddia edenlerin hatalı olduklarını anlatılır.
Kur’an bir çok yerlerde “Kânellahu” ifadesini kullanmaktadır. Aksini düşünenlerin veya şüphe edenlerin hata ettiklerine işaret etmektedir.
بِكُلِّ شَيْءٍ مُحِيطًا(126) (BiKulLı ŞaYEın MUXIyOan) “Allah her şeyi muhıt bulunmaktadır.”
Göklerde ve yerde her ne varsa; iyi ve kötü, yılan da kurbağa da, aslan da öküz de, mikrop da insan hücreleri de, şeytanı da meleği de; Yazı ve kışı, geceyi ve gündüzü, küfrü ve imanı, hayatı da ölümü de hep Allah yaratmış ve onların hepsine âlemin nizamında yer vermiştir.
Mikroplar sağlığın bekçisidir. İnsan kendi sağlığına bakmazsa mikroplar onu yola getirirler. Yaşlanan vücudu ortadan kaldırmak da mikropların işidir. Böylece yenilere yol açılır.
Türkiye’de futbol federasyonu vardır. Kulüpler ona bağlıdır. Bu kulüpler sahada oynarlar. Oynamak için karşı kulüp olmalıdır. Karşı kulüp olmadan futbol oynanamaz. Allah aynı şekilde insan kulüplerini var etmiş, karşılıklı oynatmaktadır. Bu kulüplerin kimi iyilik sahasında oynamakta ve kötülüklere gol atmaktadır, kimi de kötülük kulübünde oynamakta ve onlar da iyilik sahasına gol atmaktadır. Bizim iyilik oyununu oynamamız için karşımızda kötülük takımı olmalıdır. O takımda ve bu takımda hep gönüllüler yer aldılar. Orasını boş bırakmadılar. İblis insana karşı üstünlük taslamasaydı bizim yanımızda yer alırdı. Ama Allah orasını yine boş bırakmazdı, yeni şeytanlar var eder ve mutlaka yeryüzünü şeytansız bırakmazdı.
İşte “Allah her şeyi muhittir” demek, kâinatın düzeninde bir zerre bile O’nun izni ve takdiri dışında kımıldayamaz demektir. O olaylara hâkimdir. İktidar O’nun elindedir. Her şey O’nun takdirinde ve bilgisinde olmaktadır. Mü’minler, Adil Düzenci mü’minler bu gerçeği bilmelidirler ve kendilerine verilen vazifeyi kendi yetkileri içinde yerine getirmelidirler. Şeytana kapılıp Adil Düzeni zorla kabul ettirme gibi bir gayrete gitmemelidirler. Herhangi bir içtihadımızı yaparken geniş düşünmemiz gerekmektedir.
Biz mikropları ortadan kaldıramayız; kaldırsak da pek yararlı bir iş yapmamış oluruz. Aynen bunun gibi; biz yeryüzünden fitneyi de yok edemeyiz. Ama o fitneyi sâlih amelimizle ve sağlıklı vücudumuzla etkisiz hâle getirmeliyiz.
وَيَسْتَفْتُونَكَ (Va YaSTaFTUvNaKa) “Senden fetva isterler.”
“Faty” kefe demedir. Daha doğrusu kefeye konan maldır. Bir tarafa belli bir taş konur, diğer tarafa mal konur, böylece tartılır. Senden terazi taşı istemektedirler. Yani; öyle bir şey, öyle bir taş ver ki, biz kefeye koyduğumuzda malımızı onunla doğru tartalım.
Allah Kur’an’da sadece misaller vermiş, kalanları fetva ile yani karşılaştırarak ölçülendirmeyi öğretmiştir. Tartma da bu alanın içine girer. Kadınların durumunu sual ediyorlar.
فِي النِّسَاءِ (Fı elNiSAEı) “Niâsda”
“Nisâ” kadın demektir. Küçük kızlar da buna dahildir. Hattâ erkek çocuklar bile nisâdan maduttur.
Ava veya savaşa gidenler ancak güçlü erkekler olurlar. Kalanlar geride çadırlarda veya evlerde bırakılır. Ava veya savaşa katılmayanların adı “Nisâ”dır. Tekili yoktur.
“Bunlar hakkında fetva istiyorlar.”
Kıyas yapalım mı? Onları da hukukta erkeklerle eşit mi tutalım? Aynı kefeye mi koyalım? diyorlar.
قُلْ اللَّهُ يُفْتِيكُمْ فِيهِنَّ (QuLı elLAHu YuFTiKuM FIyHInNa)
“Allah size onlarla ilgili fetva veriyor diye kavlet.”
Onları erkeklerle karşılaştırarak onların görev ve yetkileri belirlenir. Evlerde yaşarken asıl olan kadınlardır. Evlerdeki esas işler kadınlara aittir, yetkiler de onlarındır. Orada erkeğin görevi ve yetkileri kadınındır. Dışarıda yani savaşta ve üretimde esas görevler erkeklere aittir.
Kadının hukuku erkeğin hukukuna kıyas edilerek verilecektir. Kişi olarak kadın ve erkek eşittir. Bedenî yaratılışlarından dolayı kadınlara verilen görev başka, erkeklere verilen görev başkadır. Göreve göre yetkiler verilir, yetkilere göre sorumluluk var ve sorumluluklara göre de haklar vardır.
وَمَا يُتْلَى عَلَيْكُمْ (Va MAv YuTLAy GaLaYKuM) “Size tilâvet olunan.”
Bu sûrenin başında, yetimler hakkında kıst yapamayacaksanız; kadınlarla iki, üç, dört ile evlenin ve mihirlerini verin denmişti. Orada da bir yaratıcılık vardır. Toplulukta kadının kocasız kalması üremede bir eksikliktir. Bir kadın on erkekle evlense üremede bir artma olmaz, bun karşılık bir erkek on kadınla evlense bütün kadınlar çocuk doğurur. İşte kıyaslama böyle yapılacaktır. Burada evlenmeyen erkeklere zulüm yapılmaktadır. Ama erkeklik demek yarış demektir. Nitekim böyle bir yarış sonunda milyona yakın spermden de yalnız biri insan olma şansına erişir. Oysa yumurta normal olarak döllendiği zaman çocuk olma şansına sahiptir.
فِي الْكِتَابِ (FIy eLKiTAvBi) “Kitab’da”
Yani Kur’an’da size ne okunmuşsa orada da kıyas geçerlidir.
Yani orada söylenen hükümlerde kadınların hakları ve erkeklerin görevleri anlatılmıştır; buna karşılık erkeklerin hakları ve kadınların görevleri ortaya çıkar. Denge korunmalıdır.
Bir savaş düşünelim. Erkekler savaşa gidecekler. Savaşta kimi ölecek, kimi de sağ kalacaktır. Kadınlar kocasız, erkekler ise savaşı kazanmış. Dengenin sağlanması için erkeklerin çok olarak evlenmeleri gerekir. Burada gözetilen yetimlerdir, çocukların yetişmesidir. Temel felsefe doğmuş olanların, ilkah olunanların hukuku korunacaktır. Kadınlar onları büyütecek; erkekler de onları destekleyeceklerdir. “Kitab’da” yazılan budur. “Kitab” marifedir. Her sûre bir kitabdır. “Kitab”dan maksat Nisa Sûresi’nde anlatılanlardır.
فِي يَتَامَى النِّسَاءِ (FIy YaTAMAy elNISAEı) “Nisânın yetimlerinde.”
Sûrenin başlarında yetimlerde adaleti gözetemeyecekseniz iki, üç, dört evlenin deyince, yetimlerin kendileri ile nikâhlanın şeklinde anlayanlar olmuştur. Biz bunu orada reddetmiş ve yetimlerin anaları ile evlenin, böylece onlar üvey çocuklarınız olsun ve kendi çocuklarınız gibi onlara adalet edin şeklinde yorumlamıştık. Yani; topuluk yetimleri kendi çocukları gibi büyütemeyecekse, annelerini evlendirip onlar aracılığı ile yetimlerin hukukunu koruyunuz demek olur, demiştir. İşte bu âyet bizim o yorumumuzu teyit etmektedir.
“Nisânın yetimlerinde” denmektedir. Ne demek “nisânın yetimleri”? Bir şeyde muzaf muzafın ileyhten farklıdır. Öyleyse buradaki “kadınların yetimleri” demek, kocalarını kaybetmiş kadınların yetimleri demektir. Yetim kız veya erkek olabilir. Bir de kadından yetim kalırsa yani çocuğun anası ölürse ne olacaktır? O zaman da babalar o kadının yakını olarak evlenmemişi varsa, mesela baldızı varsa, onunla evlenmeye teşvik edilmiş oluyor.
اللَّاتِي لَا تُؤْتُونَهُنَّ (elLAvTIy Lav TuETuNaHunNa) “Onlara îtâ etmediniz.”
Kadınlara mihir vermek farzdır. Ancak mihir iki türlüdür; mihri müeccel ve mihri muaccel.
Muaccel mihiri peşin olarak ve duhulden önce ödersiniz. Onu ödemezseniz kadın kendisini teslim etmez. Müeccel mihir ise boşanma esnasında istenecektir. Boşanma olmazsa ölünce ödenir.
Burada “vermediğiniz” ile müeccel mihirden bahsetmektedir.
مَا كُتِبَ لَهُنَّ (MA KuTiBa LaHunNa) “Onlara kitabet ettiğinizi.”
Yani mihri müecceli îtâ etmemişsiniz. Burada mihrin yazılması gerektiğine de işaret etmektedir. Yani, nikah mukaveleye dayanır ve orada müeccel ve muaccel mihirler yazılır. İleride nizalarda bu yazılı mihir hakemler için çok önemlidir. Böylece bu âyette bir taraftan peşin ödenen mihrin hükümlerini getirmektedir, diğer taraftan mihrin genel olarak yazılı olması gerektiğine işaret etmektedir. Yoksa “Elmektûbu lehunne” denirdi. “Mâ” harfi ile geldiği için mihrin değişik olduğu da belirtilmiş olmaktadır. Serbest anlaşmaya tâbidir. “Bi emvâliküm” âyetine dayanılarak asgarisi şeriatça belirtilmiştir, azamisi belli değildir.
وَتَرْغَبُونَ أَنْ تَنكِحُوهُنَّ (VaTaRĞıBUvNa Ean TaNKiXUvHunNa)
“Onlarla evlenmeye rağbet gösterseniz.”
Buradaki zamir yukarıdaki zamirden farklıdır. Yani, eski kadınların mihirlerini peşin vermediğiniz halde, ikinci kadınlarla evlenme arzusunda olursanız, bu hususta kıyas yapınız.
Bir defa eskisinin mihri ile yensinin mihri arasında kıyas yapılabilir mi? Bir kimse ikinci kadınla evlendiği zaman bir defa birinci kadının mihri müeccel olur. Eski karısı ayrılmasa bile mihrin tamamını peşin isteyebilir. Burada bir soru daha ortaya çıkıyor. Birinci kadına çok mihir ödemişken, ikinci kadına az mihir ödeyebilir. Ama birinci kadına az mihir, ikinci kadına çok mihir ödeyebilir mi? Muacceliyet bakımından eski karısı korunmuş olduğuna göre, kıyas yoluyla yenisine verdiği mihir kadar eskisine de vermek zorunluluğu vardır demektir. Bu hususta da fetva verilecektir. Adalete uyulacaktır.
وَالْمُسْتَضْعَفِينَ مِنْ الْوِلْدَانِ (Va eLMusTaWGaFIyNa MiN eLMüSTeDGFıNe)
“Vildandan müstedaflar hakkında da.”
Müstedaflar hakkında da Allah kıyas yapmanızı emretmektedir. Yani, anne babası olduğu veya yetim kaldığı halde hukuku korunamayan küçükler hakkında da anne babasına karşı bazı tedbirlerin alınması gerektiğini de bu âyet bize bildirmektedir. Bunlar da yetimlerle kıyas edilerek hakları korunacaktır. Bu nasıl sağlanacaktır? Çocuklar üzerinde babanın velayet, annenin hıdane hakları vardır. Bu haklar anne ve baba olma bakımından olmuş fıtrî haklardır. Çocuk üzerinde velayet ve hıdane için bir karara gerek yoktur.
Ancak, çocuğun diğer akrabaları anne veya babasının çocuk üzerinde velayet veya hıdane haklarını kullanmadığını tesbit ederlerse, Hakemlere giderek velayet hakkını ıskat edip kendileri velayet veya hıdane hakkını alırlar. Mesela, çocuğunu okutamayan velinin elinden velayet hakkı alınarak ona en yakınına verilir.
Kimler velayete daha yakındırlar?
a) Baba ölmüşse onun babası, böyle gider.
b) Oğul (akıl hastası için) ve oğulların oğulları.
c) Babadan kardeşler.
d) Babanın veya onun babasının kardeşleri.
e) Babadan erkek kardeşin oğlu ve onun oğlu.
f) Bundan sonra benzer sıra ile araya kadın giren erkeklerin annenin babası yahut kızın oğlu, kızkardeşin oğlu gibi.
Hıdane hakkı da şöyledir.
a) Annenin annesi ve onun annesi.
b) Kız ve kızın kızı.
c) Anadan kız kardeşler.
d) Annenin veya onun annesinin anneden kardeşleri.
e) Kızkardeşin kızları.
f) Bunlar yoksa, benzer şekilde araya erkek girmişse onlara hıdane hakkı geçer. Yani, babanın annesi, oğulun kızı, erkek kardeşin kızı gibi.
Aynı yerde birden fazla kişiler varsa, seçimlerde yakın varken uzak hak sahibi oalmaz. Baba varken dede veli olamaz. Kardeş varken yeğen söz sahibi olamaz. Bu birinci kuraldır. İkinci kural, araya başka cins girmemiş varken, cins değişenler velayet veya hıdane hakkına sahip olamaz. Annenin annesi babanın annesine tercih edilir. Hattâ kızkardeş erkek kardeşe tercih olunur. Anne babadan olmak farklı bir hukuk doğurmaz. Eğer aynı yerde kardeşler veya oğullar gibi çok kimseler varsa, velayet ve hıdane hakkı en yaşlıya aittir, velayet ve hıdane hakkı tecezzi etmez. Yakınlar her zaman hakemlere gidip hakkını kötü kullananın elinden alabilirler. Okuma çocuğun hakkıdır, okutmayan baba karşısında okutan varsa velayet hakkını kaybeder.
وَأَنْ تَقُومُوا لِلْيَتَامَى بِالْقِسْطِ (Va En TaQUvMUv Li elYaTAMAy BilQiSOi)
“Ve yetimler hakkında kıst ile ikama etmenize fetva veriyor.”
Yukarıdaki âyetler velayetin kime tevcih edilmesini, burada ise velilerin “kıst ile kaim olmalarını” istiyor. “Kaim olmak” demek, kayyumluk yapmak demektir. Kayyumların hükmü vardır. Yani yetimler üzerinde kıyam sözkonusudur. Kıst ile kıyam yapılacaktır demektir.
Bir kimsenin babası ölünce yetim olur. Onun malları durdurulur. Baliğ olduğu zaman malları aynen kendilerine iade edilir. Buradaki önemli hüküm şudur. Bugünkü hukukta bu yoktur. Kayyum yetimin mallarını aynen iade etmekle yükümlüdür. Baliğ oldukları zaman mamelek aynen çocuklara verilir. Malları kayyum yönetir. Taşınmazlar bir işletme olarak kayyuma teslim edilir. Bunun için şu hükümler vardır.
a) Taşınmazlar eğer üretim tesislerinden ise cirodan kiraya verilir ve gelir getirir. Gelen gelirle önce yapının onarımı yapılır, artan hisse sahiplerine bölüştürülür. Kayyum artan kısımdan bir pay alır. Kiraya verilen taşınmazlara kiralayanlar yeter ciroyu sağlayamazlarsa kira akdi feshedilir.
b) Mesken gibi gelir getirmeyen evler de komisyonculara kiralanır. Elde edilenlerle bakımları yapılır, artan kısım hisse sahiplerine bölüştürür.
Taşınırlar, para ve tüketim malları bağımsız olarak kiraya verilemez. Ancak tesislerle beraber ham madde olmak üzere karzı hasen statüsü içinde verilebilir. Tesis yeter kira getirmezse onlar da işleticiye karzı hasen olarak verilir. Yetimlerin malları böylece aynen korunmuş olur. Yetimler bu gelirlerini harcayabilir; vasi onları harcar. Bunun için de iki yol tutulabilir. Kayyum kendi payını alır ve kalanını yetimlere harcar. Yahut kendi gelirleri ile yetimlerin gelirlerini birleştirir ve kendi çocukları ile birlikte aynı aile içinde yaşarlar. O zaman çocukları ile yetimler ailenin ferdi olarak aynı muameleyi görürler.
Yetimler için başka bir hak da devlet ve il bütçelerinden on ikide bir yetimlere ayrılır. Bunlar yetimlere bölüştürülür. Kayyuma verilir. Kayyum beraber oturuyorsa kendi çocukları ile paylaşır, oturmuyorsa harcama payını alarak yetimlere harcar. Burada adil davranmak zorundadır.
İslâmiyet’te yetimhaneler yoktur. Böyle yerler yetimleri cemiyetten tedric eder, yetim aile sevgisinden mahrum bir şekilde topluluğa karşı yetişmiş olur. İslâmiyet’te bunun yerine şu ilke kabul edilmiştir.
Çocuğa babası nafakasını temin eder. Eğer babası bu hususta sıkıntı içinde ise baba maddeten desteklenir; çocuk yetiştirdiği için desteklenir. Çünkü çocuk 15 yaşına kadar babasınındır, ama 15 yaşından sonra artık o topluluğun yükümlü üyesi olacaktır. O hadle topluluk onu desteklemek zorundadır.
Çocuğu yetiştirme sorumluluğu yalnız babasına bırakılamaz. Ama sorumlu babadır. Çocuğa direkt yardım yerine babasına yardım etmek gerekmektedir. Fakirlik payı bölüştürülürken, bu sermaye desteği olduğu için çalışanlara verilir. Her çalışan bir fakirdir. Çocuklar burada sayılmazlar. Çalışan başına servet hesap edilir. Bir ailede beş kredi alıp çalışan varsa, o ailenin serveti üçe bölünerek kaydedilirler. Nisap böyle hesaplanır.
Bu husus “Adil Düzen Anayasası”nda yer almıyor. Yerleştirmelisiniz.
Buna karşılık yoksulluk hesabı yapılırken bir mutfaktan ortak olarak yiyenlerin gelirleri esas alınır. Aile nüfusuna bölünür. Gelir ortalaması böyle bulunur. Yoksulluk ve fakirlik sıralamaları böyle yapılır. Yoksul ve fakir böyle tesbit edilir. Birlikte yaşayan insanların başkanı kim ise ona bu pay tesbit ettirilir.
Dolayısıyla içlerinde yetim veya yaşlı, doğuştan sakat veya sonradan çalışamaz hâle gelenler bir arada ortak olarak aile içinde yaşarlar. Çocuklardan kim en çok muhtaç ise anne babalarına o bakar, kendi ailesinin de refahını sağlamış olur. Hattâ çocukların hepsi zengin ise ve böyle muhtaç akrabaları varsa, yaşlılar onların yanında olmayı tercih edebilirler. Böylece onlara da destek olmuş olurlar. Yetimler de daha çok böyle kimselere bırakılabilir. Böylece önemli bir denge oluşmuş olur. Hem akrabalık hem de yardım sağlanır.
Genel kuralı her zaman tekrar ediyoruz. Yaşlılara bakma kadınlara aittir, nafaka temini ise erkeklere aittir. Yaşlının arzusu ve gelinin isteği ile oğlanın yanında kalabilir. Yaşlılara kızları bakarlar. Yaşlı erkekler ise evlendirilirler ve onlara da eşleri bakar. Doğal olan budur. Yoksul yaşlılar mihri alarak yararlanır, yaşlı da mahremi tarafından bakılır.
Bu âyetin bize öğrettikleri şudur. Herhangi bir müessese tesis edilirken kıyas yoluyla dengelenmelidir. Proje adalet ve kısta uygun olarak düzenlenmelidir. Hazreti Peygamber aleyhisselâm sünneti ile bunu yapmıştır. Mezhepler de böyle oluşmuştur. İlk baktığınız zaman fıkıhtaki hükümlerin çoğu Kur’an’da yoktur sanılır. Oysa istihsan ve kıyas yoluyla müesseseler Kur’an’ın hükümlerine göre oluşturulur. Nisâ Sûresi kıyasın ve istihsanın kurallarını öğretmektedir. Bu âyetteki ‘fetva verir’ cümlesi ilk bakışta eksik cümle gibi gelir. Oysa âyet bu konularda kıyas yapılmasına fetva verir demektir.
وَمَا تَفْعَلُوا مِنْ خَيْرٍ (Va MAv TaFGaLUv Min PaYRın) “Hayırdan neyi fi’lederseniz.”
Fetva kısmı soruluyor ve Allah şu konularda fetva veriyor diyor. Ama ne fetva verdiğini söylemiyor.
“Fetva veriyor” demek, size fetva öğretiyor demektir. Nerede öğretiyor? Allah’ın kitabında yetimler hakkında adaleti gözetmeyeceksiniz hükmünde fetva vermiş oluyor. Oradaki hükümle yasa yapılacağını söylüyor ve onları şöyle ayırıyor:
a) Kadınlar hakkında fetva veriyor. Onların haklarını erkeklerin haklarına kıyas ederek tesbit edin, istihsan yapın.
b) Mihirlerini tecil ettiğiniz kadının üzerine ikinci kadın alınırsa, onun mihri hakkındaki hükümler kıyas ve istihsan yoluyla tesbit edilecektir.
c) Vildandan müstedaf olan hakkında hükümler kıyas ve istihsanla tesbit edilecek.
d) Nihayet yetimler arasında kıst yapılacak, bu da kıyas ve istihsanla tesbit edilecektir.
Kıyasla hükümler tesbit edilirken müesseseler geliştirilecektir. Proje geliştirilecektir. Mesela yetimler üzerinde vasi tayini vesayet müessesesidir. Malların mevkufen yönetimi yetim malları için geliştirdiğimiz bir müessesedir. Hakemlik müessesesi bir proje ile geliştirilmiştir. Hakemlerden birini bir taraf, diğerini diğer taraf seçer diyoruz. Bu Kur’an’da vardır. Ama baş hakem yoktur. Âyette la tüldü ,la elhukakmı denmiştir. Orada çoğuldur. O halde hakemler en az üç kişidir. Bunun hakemlerden seçilmesini biz içtihad ediyoruz. Diyoruz ki; bu hakemlerin hakemidir. Hakemler anlaşamadıkları zaman bir bilene soracaklar, bu da baş hakemdir.Sonra diyoruz ki; baş hakemlikte anlaşamazlarsa onların hakemlikleri düşer. Kendilerine hakem seçemeyenler başkasına nasıl hakem olacaklar? “Emaneti ehline tevdi ediniz” âyeti bunların hakemliklerine mânidir. Görülüyor ki âyetlere dayanarak hakemlik müessesesini oluşturduk. Bunu yapmak fetva vermek demektir.
Allah böyle fetva verenleri, Allah’ın mü’minleri yetkili kıldığını burada belirtiyor. “Size fevte veriyor”, benim adıma size fevte verme yetkisini veriyor demektir. “Sizi ifta ediyor” demek, sizi müftü tayin ediyor demektir. Başka türlü neye fetva veriyor diyemeyeceğimize göre ifadeyi manalandıramayız.
İşte içtihat müessesesi ile böyle müesseseler kurup onları işler hâle getirmek bir hayırdır.
Burada çok önemli bir hususu öğreniyoruz. Bir arabanın lastiği patlar, onun nasıl giderileceği de bir içtihattır. Ama bu fetva değildir. Suale cevaptır. Ama bir arabayı düşünerek ona lastik icad etmek ve böylece tekerlekleri dengelemek itfadır ve böyle proje yapmak hayırdır. Bir su pompası yapman ne kadar hayır ise; bir terörü önleyen müessese kurmak da o kadar hayırdır. “Hayırdan ne yaparsanız” deniyor.
فَإِنَّ اللَّهَ كَانَ بِهِ عَلِيمًا(127) (Fa EinNa EallAHe KAvNa BiHi GaIyMan) “Allah onu bilmektedir.”
Müslümanların bir türlü anlamadıkları hususlar vardır. İyi veya kötü kim bir karar alır ve fetva verir, onu nizam hâline getirirse, hepsi Allah’ın bilgisindedir. O’nun izni olmadan kimse bir şey yapmak şöyle dursun, düşünemez bile. Şimdi Mustafa Kemal’in inkılâplarını sıralayalım.
a) Hilafeti kaldırdı, b) Saltanatı kaldırdı, c) Medreseleri kapattı, d) Tarikatları kapattı, e) Arapça harfleri yasakladı, Latin harflere geçti, f) Ahkâm-ı şer’iyyeyi lağvetti, medeni kanunu getirdi, g) Tatili Cuma’dan Pazar’a çevirdi. h) Zorla İslâmî kıyafeti değiştirdi. i) Ölçü ve tartıları Batılılarla birleştirdi. j) Saati ve takvimi miladiye çevirdi. k) Toplantılarda bağdaş ve diz çökme yerine, masa ve koltuk sistemini getirdi, l) Faizi serbest bıraktı, m) İçkiyi serbest bıraktı, n) Kumarı serbest bıraktı.İşte bütün bunlar Allah’ın izni ve takdiri ile olmuştur, O’nun bilgisi dahilindedir. Peki, Mustafa Kemal’in burada sorumluluğu var mıdır? Bunları hangi amaçla yaptı?
Amacı Türkiye’yi dinsizleştirmek ve ahlâksızlaştırmak ise cehenneme gider. Türkiye’nin gelişmesi için şarttır diye düşünmüşse cennete gidebilir. Çünkü sorumluluk niyet iledir. Niyetini de yalnız Allah bilir. Ama yaptıklarına baktığımızda, Allah’ın istediğini yapmıştır. Türkiye için onlar gerekli idi.
Benim yorumlar böyledir. Ben burada yorumlar yapıyorsam, yanlış yorumlar yapıyorsam, küfre giden yorumlar yapıyorsam, bu yaptıklarımla Kur’an’a saldırıyorsam; bunlar Allah’ın izniyle olmaktadır. O öyle istediği ve öyle olması gerektiği için bunu yapıyorum. Ben burada günah mı kazanıyorum, yoksa sevap mı kazanıyorum? O mesele benim kastıma ve düşüncelerime bağlıdır. Tabii bunu sadece ben ve Allah bilebilir.
Ben de düşüncelerimi sizlere açıklıyorum. İslâmiyet’i babamın baskısı ile çok küçük yaşta öğrenmeye başladım. Bir ara dinsizleşmiştim. Orta okuldan sonra Ömer Rıza Doğrul’un Tanrı Buyruğu kitabını okuduktan sonra araştırmaya karar verdim. Ondan sonra ‘bana göre günah olanı’ yapmamaya çalıştım. Kızsam da insanlara küfretmem. İçki zaten içmiyordum ama sigarayı ağzıma alıyordum; artık bana göre haramdır diye sigarayı bir daha ağzıma almadım. Kumar ve şans oyunları oynardım, liseden sonra oynamıyorum. Beş vakit namazlara liseden beri devam ediyorum. Zaman zaman kendi kedime soruyorum; acaba ben gerçekten Allah’a inanıyor muyum? Kimsenin görmediği yerde günah işlememeye çalışıyorum, tenha yerlerde de namazlarımı kılıyorum. Makamda gözüm yok, servette gözüm yok, şöhrette gözüm yok. Ben kendimi samimi olma veya olmama konusunda devamlı kontrol altında tutuyorum. O zaman benim yazdıklarım hatalı da olsa, ben sevap alacağıma inanıyorum, onun için bunları yazıyorum. Allah’tan korktuğum içindir ki asla takiyye yapmıyorum, kimsenin hatırı için tek cümle söylemiyorum. Bu sebeple çok yakın mesai arkadaşlarımı da zaman zaman kırıyorum.
O halde ne yaparsak yapalım Allah bilmektedir. Her şeyi O’nun talimatı ile yapmaktayız. Her birimizin görevi nedir? Her söze kulak verip ondan sonra kendi aklımızla onların içinde ahsenini seçmektir. Bana inanmayacaksınız, kendi aklınıza inanacaksınız. Ben yazıyorum, sizlere veriyorum, düzeltiyorsunuz, basılıyor. Sonra yokluyorum ki birçok yanlış fikirlere ve cümleler var. Rahatsız olmuyorum. Okuyucuların dikkatli okumaları gerekir. Âhirette kimse ‘ben bunu Süleyman Karagülle’nin kitabında okudum ve kabul ettim’ diyerek kendisini kurtaramaz. Senin aklın nerede idi derler. En yanlış kararı almış olsanız bile, eğer sonunda ‘ben bunu böyle içtihat ettim’ derseniz, size geç cennete derler. Ne kadar kolay bir din, değil mi? Aklını kullan yeter.
“Allah alîm bulunmaktadır.” “Alîm” burada nekiredir. İçtihat yapacaksınız ama içtihadınız açık olacak, herkes içtihadınızı bilecek. Sözleşme yapacaksınız ama sözleşmeleriniz açık olacak, herkes bilecek. Hem başkanın istişare ve kararları, hakemlerin muhakeme kararları hep açık olacak, hem de bunların hepsi kayda geçecektir. Bunun yararı nedir? Bunun yararı çok önemlidir. Ben senin içtihadını bilirsem seninle ona göre görüşmeler, konuşmalar ve işler yaparım. Ben seni bilmezsem seni ilaç zannederim ama sen zehir olabilirsin; ilaç iken de ben seni zehir sanabilirim. Kuralsız bir dünyada yaşamış oluruz.
Aslında Kur’an şeriatı getirmemiştir. Getirdikleri de tavsiye mahiyetindedir. Tanımlayıcı hükümler içerir ama şu kuralları getirmiştir. a) İçtihat yap, kendi hayatının kurallarını kendin istediğin gibi koy ama bunu bir defa alenen yap, herkes duysun; ikincisi değişinceye kadar o kurallara uymak zorundasın. Kuralları ben koydum diye kendini serbest bırakamazsın. Kuralları koyarken Allah’ın halifesi olarak koydun. Şimdi o kurallara uymak da Allah’ın hukuku olduğundan dolayıdır. b) Sözleşmeler yapmak ve sonra değiştirmek hakkınızdır ama sözleşme yürürlükte iken taraflar ona uyacaklardır. Halk da bunlar şöyle yapıyor diye bilecek ve onlar da ona göre sizinle ilişki kuracaklar. c) Eğer bir konuda anlaşmanız gerektiğinde anlaşır ama çözümünüzde anlaşamazsanız; o zaman ortak vekil seçersiniz, o sizinle istişare eder, sonra size vekâleten karar alır. Bu karar da sizin ittifakla aldığınız karardır. Buna ‘istişare kararları’ denir. d) Nihayet, aranızda niza çıkarsa, geçmişle ilgili bir hesaplaşma sözkonusu ise hakemlere gidersiniz.
Bunlar açık olacak, bunlar yazılı olacaktır. Bunun için de bir fetva işlemi yapmanız gerekmektedir.
Hukuk düzeni bucakta kurulur. Herkes kendi bucağında içtihat yapar, sözleşme yapar ve yaşar. Dolayısıyla içtihatlarını yapar ve Ramazan Bayramı’nda bucak başkanına teslim eder. Bucak başkanı Ramazan Bayramı’nda bu içtihatları ve icmaları yayınlar, halka duyurur. Bu hutbe ile olur, televizyon ve radyo ile olabilir, kitapla olur, internetle olabilir. Kurban Bayramı’na kadar bu içtihatları iptal ettirmek için hakemlere gidebilirler. Kurban Bayramı gelince kesinleşmiş hükümler yayınlanır ve ondan sonra yürürlüğe girer.
Şeriatla ilgili içtihatlar böyledir. Ama fıkıhta içtihadını değiştirdiğin anda nefsin için uygulayabilirsin, ancak başkaları Kurban Bayramı’nda yeni şeriatla halk sizi tanımak zorundadır.
Ehli zikr olanlar bucakta içtihat yaparlar, onların icmaları orada oluşur. Fakihler il içinde yaparlar, onların icmaları il içinde geçerlidir. Râsihler kendi kavimlerinde içtihat yaparlar ve icmaları da kendi ülkelerinde geçerlidir. İnsanlık içinde mezhepler oluşur. Mezheplerin içtihatları geçerli olur. İcma da mezheplerin ittifakıdır.
Kur’an’ın müesseselerini fıkıhta ele almışlar, mütegallibe saltanat nedeniyle müesseseler hâline gelmemiştir. İşte bu âyet ile bize bunları yapmamızı da emretmektedir. Bu hükümleri nereden çıkarıyoruz? Kur’an’ın size fetva veriyor deyip neyi fetva verdiğini bulmayı bize bırakmış olmasından çıkarıyoruz.
Allah’ın izniyle Adil Düzenciler bu fetva müessesesini çalıştırırlar.
Bu âyet Müslümanların görevlerini genişletiyor ama imkânlarını da veriyor.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ - 321 ADİL DÜZEN DERSLERİ - 151 İstanbul, 09 Eylül 2005
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI (Selahattin Öztürk ve Reşat Nuri Erol Üsküdar’da değerlendirecektir.)
“EMEK” VE EMEĞİN DEĞERLENDİRİLMESİ
Kur’an; “İnsan için emeğinden başka bir şey yoktur.” (Necm, 53/39) diyor.
Tevrat’ı ve İslâmiyet’i iyi bilen Yahudi Karl Marx da kendi felsefesini buna oturtuyor ve “Her şey emektir.” diyor. Marx devam ediyor ve diyor ki: Bugün elde mevcut yapılar, yollar, ham madde ve bilgi birikimi hep geçmişteki emeğin depolanmış şeklidir diyor... Dolayısıyla emekten başka hiçbir şeyin herhangi bir payı yoktur diyor... İslâmiyet bunu ifrat kabul ediyor.
İslâmiyet ne diyor? İslâmiyet çalışana yani emeğe ‘ücret payı’ verdiği gibi; tesislere ‘kira payı’ verir, sermayeye zarar ihtimaline karşı ‘kâr payı’ verir, kamu görevlerini ve genel hizmetleri yapan devlete ve diğer kuruluşlara da ‘vergi payı’ ayırır. Faizi de emeksiz ve rizikosuz kazanç olduğu için Marx’ın dediği gibi yasaklar. Marx’ın anlattıklarının en az yarısı İslâmiyet’e göre doğrudur.
Hattâ çıkıp ‘sizin anlattıklarınız komünizmdir’ diyenler oluyor. “Adil Düzen”i komünizme benzetenler var. ‘Komünizm size benziyor’ demiyorlar da; bin dört yüz seneden daha fazla zaman önce ortaya çıkanı yüz yıl önce ortaya çıkana benzeten zavallılar var!.. Her neyse; şimdi teori kurmak değil, iş yapmak gerekir.
İstanbul’a gelen ve iş arayan yüz binlerce kişi vardır. Şimdi bunların bir araya geldiklerini ve bir kooperatif kurduklarını varsayalım. Bunlar bir araya geldiler, kooperatiflerini kurdular ve şimdi de; ‘kendimize iş bulalım’ diyorlar. Bu amaçla aralarında sözleşme yapıyorlar.
Şu anda hepimiz işsiziz ama yıkılmadık, ayaktayız, geçiniyoruz, yaşıyoruz, ölmüyoruz…
Kaynağımız ne olabilir?
Ya memleketten para getirdik, onu harcayıp bitiriyoruz… Ya da borç alarak yaşıyoruz… Ya da bir yakınlımız bizi misafir ediyor... Ya da ara sıra karın tokluğuna iş buluyoruz ve böylece yaşıyoruz…
Önce kooperatife yük olmadan bu hayatımızı böylece geçirelim. Herkes eski asgarî hayatını aynen sürdürsün. Sermaye olarak da emeklerimizi koyalım diyoruz.
Emeklerimizi koyacağız ama bu arada nasıl geçineceğiz? Bu soruna da şöyle çare buluyoruz.
Normal olarak haftalık mesai 40 saattir. Yediye bölecek olursak günde 6 saat çalışırız demektir. Herkes yine 6 saat şimdi çalıştığı işlerde çalışsın. İnsan günde rahatlıkla 10 saat çalışabilir. Bu çalışma sağlığına zarar vermez, aksine yarar verir. Günde 4 saatimizi de kooperatif ortaklığına verelim. Bakınız, bu merhalede elimizde sıfır sermaye vardır.
Kooperatifimiz 100 ortaklıdır. Günde 400 saat, haftada 2800 saatlik emeği vardır. Hiç sermayesi yoktur. Kooperatif ortaklarına soruyor: Hangi saatlerde çalışabilirsiniz? Herkes hafta içinde uygun olan saatlerini bildiriyor. Bu tesbitten sonra kooperatif ortaklarına iş arıyor. Ancak işverenlere şunları diyor:
a) Saatlik işiniz olmayacak. Hafta içinde istediğimiz saatte o işi yapabilmeliyiz.
b) Biz sizden ücret istemiyoruz, üretilen üründen bize pay vereceksiniz.
c) Biz işçilerimizi kendimiz sigortalayacağız, size işçilik faturasını keseceğiz.
d) Kooperatif işinizi garantileyecektir. Taahhüt yerine gelmediği zaman hakem kararı ile onu emeğimizle tazmin edeceğiz. Yani ücret almadan çalışacağız.
Bu kooperatif pek .çok iş bulabilir. Çünkü;
a) Firma ücreti peşin ödemeyeceği, ürün olarak ödeyeceği için onun için bu sermayedir.
b) İşçiyi sigortalayıp sigorta ödeme sıkıntısına girmeyeceği için bunlara iş vermeyi tercih edecektir.
c) İş kooperatif tarafından garanti edildiği için işi bunlara vermeyi tercih edecektir.
d) Nihayet bu işçiler günlük yaşamlarını bu işten temin etmeyecekleri için; bu emeklerini tasarruf ettikleri için işi ucuz yapabileceklerdir. Ücreti yarıya, hattâ daha aşağıya düşürebileceklerdir. Dolayısıyla herkes bunlara iş vermeyi tercih edecektir.
Şimdi ben bu kooperatife sanal olarak iş bulmaya çalışayım. Mesela, bir müteahhide diyoruz ki, bu şartlar altında işçiliğinizi biz yapacağız. Ben inşaat yaptım. Hep acemi işçileri yetiştirdim ve en kaliteli inşaatları onlarla yaptım. Bunun sırrı şudur. Bir işçiye tek bir iş öğretiyorsun, mesela harç karmayı öğreniyor. Bunu bir haftada öğreniyor. Bir-iki ay sonra herkesten daha iyi yapıyor. Avrupa dünya işçilerini böylece çalıştırıyor. Sonunda bir sene içinde apartman inşaatı bitiyor. Ve biz artık o apartman içinde dairelere sahip oluyoruz.
Bir işçi günde 4 saat çalışıyor, 350 günde 1400 saat çalışmış oluyor. Saatte 2 YTL’lik iş yaptığını kabul edelim. Ortağımızın 2400 YTL’si olacaktır; 100 ortağın 240 bin YTL’si olacaktır. Daireyi 20 000 YTL ile almış ise; 12 dairemiz olacaktır. Bunlar kira getireceği için 100 işçimize beş-altı sene içinde İstanbul’da birer daire yapmış olacağız demektir. Bundan sonra o işçi artık kiradan kurtulacak ve aylık olarak artırdığı 500 YTL’den fazla olacaktır.
Demek ki, beş kuruş sermaye kullanmadan, sadece emeğimiz varsa pekala iş yapabiliriz. Bu yöntemi köylerde uygulamak çok daha kolaydır. Çünkü köylüler tarlalardaki işleri sayesinde çiftçilikle geçinecekler, tarla işleri dışında kalan saatlerini artırmış olacaklardır.
Şimdi Türk ordusunu ele alalım. Kendisine erken yaşta gençler veriyoruz. Bedava emeğe sahiptir. Pekala kendisine ait ihtiyaçları kendisi emeğini değerlendirerek karşılayabilir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ - 321 ADİL DÜZEN DERSLERİ - 151 İstanbul, 09 Eylül 2005
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI (Selahattin Öztürk ve Reşat Nuri Erol Üsküdar’da değerlendirecektir.)
30 Ağustos Bayramınız kutlu olsun!
19 Mayıs gençlik, 23 Nisan çocuk ve 30 Ağustos ordu bayramı olarak ayrılmış, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı olmuştur. Diğer bayramlara pek sıcak bakmam ama 30 Ağustos ordu bayramını önemserim.
a) Ağustos ayı Türklerin zaferler kazandığı aydır. b) Ağustos Türkiye’nin gerçekten kendisini dünyaya kabul ettirdiği savaşın kazanıldığı aydır. c) Orduda terfi ve tayinlerin yapıldığı aydır. Bu çok önemlidir. Çünkü burada oluşacak en küçük kuralsızlık veya haksızlık orduyu, dolayısıyla devleti temelinden sarsar. d) Nihayet, resmi geçitlerle ordunun yenilenmesi ile zindeliğini gördüğümüz ve düşmanlarımıza gösterdiğimiz caydırıcı aydır. Bu sebeplerledir ki Türk halkı 29 Ekimi beklemez ama 30 Ağustosu bekler. Bu ay tarihin yazdığı bayramdır, hayatın yazmakta olduğu bayramdır. Öbürü ise bizim yazdığımız ve tarih olmuş günlerin bayramıdır.
Dünya ülkeleri içinde çeşitli dallarda sporda olduğu gibi yarışlar olsa; edebiyatta, hukukta, maliyede, sanatta Türklerin yerleri hep sonlarda yer alır. İşte üniversitelerimiz dünyanın ilk 500 üniversitesinin içine girememiştir. Oysa vasat olarak bizim 5 üniversitemiz onların içinde olmalıdır. Eğlencede birinci olabiliriz! Ama her ülke birer tümen çıkaracak ve eski düello usulü gibi bunlar gerçekten savaşacaklar derlerse, Türk ordusunun başta yer almayacağı bir tümen bulunmaz. Türk ordusu en büyük değildir ama en güçlüdür.
Türk bürokrasisinde ve Türk belediyesinde rüşvet vardır. Belki Türk ordusunda da rüşvet vardır. Ama Türk ordusu rüşvet alır, görevi yerine getirir, ülkeyi satmaz, yenilmez. Belediyeciler ise belediyeyi gecekondu belediyesi hâline getirir ve zelzele mağduru yapar.
Acaba Türk ordusunu böyle ülkenin diğer kurumlarından çok farklı kılan nedir?
a) Türk ordusunun subay ve astsubayları Türk halkının orta, hattâ yoksul tabakasından gelir. Varlıklılar ve işleri iyi olan siviller çocuklarını asker yapmazlar. Dolaysıyla askerler Türk halkını temsil ediyor, aristokrasiyi temsil ediyor. Askerlerin çocukları da orduda yüzde onu veya yirmiyi geçmez. Bu özellik Türk ordusunu hem güçlü hem millî yapmaktadır. Hacıların çocuklarının zengin olunca nasıl Türkiye’den yabancılaştıklarını görüyoruz. Orduda bu hastalık yoktur.
b) Türk ordusunun astsubay ve subayları liseden başlamak üzere tamamen sıkı disiplin içinde yetişmektedir. Haftada iki-üç defa gece nöbetleri tutarlar, gece-gündüz ordu içinde vazife başındadırlar. Sürekli olarak nöbet devri sayesinde kişisel ayrımcılık kalkmakta, ordu bir bütün olmaktadır. Her asker her an üstüne nasıl itaat edeceğini düşünmekte, astlarına da nasıl itaat ettireceğinin sıkıntısını yaşamaktadır.
c) Her gün Türk halkıyla, erlerle, gençlerle meşguldür, onların eğitimleri ile ilgilenmektedir. Bu durum onları daima Türk ulusu ile iç içe tutmaktadır. Türk ulusu aleyhine kendisi için düşünme zamanı yoktur. Günde 12 saat birlik içindedir.
d) Bir mühendis dünyanın her yerinde geçerli olan meslek sahibidir, doktor her yerde yer alır. Ama askerin tek görev göreceği yer ülkesidir. Ülkeyi en çok onlar sevmek zorundadır. Bu da onun şuur altında “ya istiklâl ya ölüm” anlayışını fiziki olarak da perçinlemektedir.
Böyle bir orduya sahip olduğumuz için Allah’ımıza şükretmeli ve katkılarımızla ordumuz için dua etmeliyiz. 30 Ağustos Bayramımız ordumuzun bayramıdır. Ama Türk devleti ordusu ile varlığını sürdürmektedir. 30 Ağustos Türklerin bayramıdır. Bayramınızı tebrik ederim.
Anadolu’da dünyanın gözü vardır. Ancak süper güçler birbirlerine Türkiye’yi bırakmazlar. Türkiye sonunda süper güç iddiasında olmayan bir devlette kalacaktır. Ancak burada Türkiye ile yarışan küçük devletler vardır. Yunanlılar denediler; vazgeçtiler. Şimdi ABD’yi arkasına alan İsrail böyle bir hayal peşinde. Böyle bir cüret İsrail’in sonu olur. Bu hayalden vazgeçmesini tavsiye ederim. Türk ordusu üzerinde dört oyun vardır.
a) Türkiye’yi ekonomik krize sokup ordusunu besleyemez hâle getirmek.
b) Türk ordusunu satın alınan silahlarla donatıp savaşta silahsız bırakmak.
c) Türk ordusunu küçültüp ülkede etkin olmaktan çıkarmak.
d) Türk ordusu ile Türk halkının ve partilerin arasını açıp iç karışıklığı çıkartmak. Türk ordusu seksen yıldır bu oyunlarla savaşmak zorunda kalmıştır. Henüz kesin sonuç alınmış değildir.
Bütün sosyal kuruluşlar canlılar gibi kendilerini sürekli olarak yenilemek zorundadırlar. Ordumuzun da yenilenmesi gerekmektedir. Ancak bu yenilenme ordudan gelmelidir. Kendi kendisini yenilemelidir. Dışarıdan yani yabancı ülkelerden veya sivil yönetimden gelecek yenilenme hiçbir zaman başarılı olmaz. Tehlikeli olur. Ancak ordu bütün sözlere kulak vermeli ve dinlemelidir. Dost ve düşman diye ayırmadan dinlemelidir. Ondan sonra kendi kurmaylarına dayanarak karar vermelidir. Kimseye duyurmadan sessizce yapacağını yapmalıdır.
Ordunun en büyük hatası, ülke içinde bazı kimseleri dışlamasıdır. Türk düşmanları ülke aydınlarını gruplara ayırmışlar, yakıştırdıkları vasıfları vererek Türk ordusunu Türk aydınından uzak tutmakta, sadece CIA kontrollü fikirlerle karşı karşıya bırakılmaktadır. Ordu bunu sessizce aşmalıdır. Kimine komünist, kimine faşist, kimine mürteci, kimine de hortumcu diyerek Türk aydını ezilmekte, ordusu tarafından dışlanmaktadır. Bu orduyu halktan ayırmakla kalmamakta, Türk aydını de fonksiyonunu icra edememekte, cılız kalmaktadır. Türkiye bunu aşmalıdır. Türk ordusu tüm görüşleri öğrenmeli ve değerlendirmelidir. “www.akevler.org”da yayınlanan yorum ve çözümler askerler tarafından öğrenilmeli ve ülkenin geleceğinde kullanılmalıdır. Düşmansak da bizi bilmek zorundadır, dost isek de bizi bilmek zorundadır.
Türk ordusunun en büyük sorunu budur. Türk aydınına CIA kontrolünde yaklaşması ve Türk aydını diye CIA sözcüleri olarak görünmeleridir. Türkiye’nin artık kendisini bulması ve kendi aydınına önem vermesi gerekmektedir. Vizeli aydınların karşısında Millî Görüşlü aydınlar yer almalıdır. Ne yazık ki Milli Görüş yayınları yaptığını savunan Kanal 5 ve Millî Gazete de CIA sansürlü programlar yapmaktadır. Çünkü kendilerine başka türlü yaşama şansı tanınmamaktadır. Bu da ordunun dışlama politikası sonucu olmaktadır. Ordu bundan vazgeçmelidir.
Türk ordusu dört tane yenilik yapmalıdır.
a) Türk ordusu kendi silahını kendisi üretmelidir. Sivillere bile ürettirmemelidir.
b) Türk ordusu tamamen savunma ordusu hâlinde organize olmalıdır. Saldır ordusu olmaktan vazgeçmelidir.
c) Türk ordusu üretici hâle getirilmelidir. Orduya halk zamanını vermelidir. Kuruluş dışında ordu bir masraf kuruluşu olmamalıdır. Ordu kendi kendisini finanse etmelidir.
d) Türk ordusu demokratikleştirilmelidir. Astlar üstlerini seçme hakkına sahip olmalıdır.
Bu konuda dört makale yazıp “www.akevler.org”da yayınlayacağız. Ordu değerlendirme fırsatını bulur inşaallah. Bizim herhangi bir çıkarımız olan bir şeyi söylemiyoruz. Hiçbir dış kuruluşun yararına da bir şey söylemiyoruz. Biz Müslümanız ama gelin dünya Müslümanlarını kurtaralım demiyoruz. Biz sizden sadece bir şey istiyoruz. Devletimizi koruyun. CIA’nın emrine uyarak lâikliği değil, Mustafa Kemal’in emrine uyarak yegane vazifeniz olan Türk istiklâlini ve cumhuriyetini muhafaza ve müdafa ediniz. Mustafa Kemal size ne demokrasiyi ne de lâikliği emanet etti; devletimizi emanet etti, millî hakimiyeti emanet etti.
Biz bayramınızı gerçekten kutluyoruz. Bunları söylemekle en büyük kutlamayı yapıyoruz.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ - 321 ADİL DÜZEN DERSLERİ - 151 İstanbul, 09 Eylül 2005
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI
(Selahattin Öztürk ve Reşat Nuri Erol Üsküdar’da değerlendirecektir.)
TÜRKİYE’NİN KİMLİĞİ
| BATI’NIN Kışkırttıkları 1800 - 1900 | ZİYA GÖKAP 1900 - 1920 | MUSTAFA KEMAL 1920 - 1950 | SİYASİ PARTİLER 1950-2000 | ADİL DÜZEN 2000 - ….. |
Osmanlıcılık | a) Türkiye Müslümanları b) Gayri Müslimler | ? | Millî Hakimiyet | İnönü, Menderes, Demirel, Özal, Çiller | Hicret Demokrasisi |
İslâmcılık | a) Dünya Müslimleri, b) Osmanlı azınlıkları | Arapçacılık | Müslümanlık | Nurculuk (F. Gülen) | Katılımcı Lâiklik |
Türkçülük | a) Türkiye Müslümanları b) Osmanlı azınlıkları | Türkçecilik | Anadolu’nun Müslümanlaşması | Alpaslan Türkeş (MHP) | Alt kimlikli Ulusçuluk |
Çağdaşlık | a) Mü’minler b) Halklar | Sanayileşme | Muasır Medeniyetin Fevkine Çıkma | Necmettin Erbakan (Millî Görüş) | Yeni Hak Uygarlığı |
İzmir TV’de Harun Özdemir, Süleyman Karagülle ve Veli Öztürk tarafından üç saatlik açık oturum yapılmıştır. TV5 İzmir TV ile işbirliği yapıp bu programı yayınlayabilir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92