ADİL DÜZEN 324
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 01 - 03 Ekim 2005 Fiyatı: Seminere katılmak veya (akevleronline) www.akevler.org
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 324. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
ÜSKÜDAR Adresi: Selami Ali Efendi Cd. No: 31 ÜSKÜDAR/İSTANBUL (Ana Çocuk Sağlığı yanı – Anadolu Gençlik bitişiği) Tel: (0532) 246 68 92
*TEFSİR SEMİNERİ [Cuma Üsküdar (19.00-21.00); Cumartesi Yenibosna (17.00-21.00); Pazartesi Ümraniye (19.00)]
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
(Hasan Özket, Yasin Kılar, Hasan Çetinkaya, Lütfi Hocaoğlu, Reşat Nuri Erol ve …………… dersi okumuş olarak geleceklerdir.)
Üsküdar ve Ümraniye’de Reşat Nuri Erol tarafından; diğer yerlerde ilgili ve sorumlular tarafından anlatılacaktır...
Hedefimiz; bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul’da 200, Türkiye’de 1000 yerde okunmasıdır. Süleyman KARAGÜLLE
NİSÂ SÛRESİ TEFSİRİ – 49
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا كُونُوا قَوَّامِينَ بِالْقِسْطِ شُهَدَاءَ لِلَّهِ وَلَوْ عَلَى أَنفُسِكُمْ أَوْ الْوَالِدَيْنِ وَالْأَقْرَبِينَ إِنْ يَكُنْ غَنِيًّا أَوْ فَقِيرًا فَاللَّهُ أَوْلَى بِهِمَا فَلَا تَتَّبِعُوا الْهَوَى أَنْ تَعْدِلُوا وَإِنْ تَلْوُوا أَوْ تُعْرِضُوا فَإِنَّ اللَّهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرًا(135) يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا آمِنُوا بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ وَالْكِتَابِ الَّذِي نَزَّلَ عَلَى رَسُولِهِ وَالْكِتَابِ الَّذِي أَنزَلَ مِنْ قَبْلُ وَمَنْ يَكْفُرْ بِاللَّهِ وَمَلَائِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ فَقَدْ ضَلَّ ضَلَالًا بَعِيدًا(136) إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا ثُمَّ كَفَرُوا ثُمَّ آمَنُوا ثُمَّ كَفَرُوا ثُمَّ ازْدَادُوا كُفْرًا لَمْ يَكُنْ اللَّهُ لِيَغْفِرَ لَهُمْ وَلَا لِيَهْدِيَهُمْ سَبِيلًا(137)
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا (YAv EayYuHav elLAÜIyNa EaMaNUv)
“Ey iman etmiş olanlar, ey dayanışma ortaklıkları kuranlar.”
Bu ifade Kur’an’da Medine sûrelerinde geçmektedir. “Medine Sözleşmesi”ni yapmış olan kimselere hitap etmektedir. Onlar da ilk defa “siyasi dayanışma ortaklığı” kuranlardır.
Allah önce Hazreti Nuh aleyhisselâm ve onun zürriyetinden gelen peygamberleri seçmiş ve Mezopotamya’da İslâm şeriatını tesis temekle görevli kılmıştır. Sonra Hazreti İbrahim’in torunu İsrail’in oğullarını seçmiş, onlara görev vermiş ve onlar yeryüzüne İslâm şeriatını, adil düzeni yaymışlardır…
Son olarak Mekke muhacirleri ile Medine ensarlarına Kur’an’ı indirerek onları ilk olarak birinci Kur’an uygarlığını tesis ettirmiş, böylece İsrail oğulları aracılığı ile bu görevi yürütme işi sonlandırılmıştır.
Bundan sonra İslâm düzeni, adil düzeni tesis etme işi her kabilenin kendilerine verilmiştir. Allah tarafından irsal edilmiş kimselere değil de, her toplulukta kendi aralarında seçecekleri imam ve onun etrafında toplanacak nöbetli kimseler oluşturacaktır.
Kabile içindeki nöbetliler, Cuma imamının etrafında toplanmış nöbetlilerdir. Sonra şa’bın imamı etrafında toplanan il nöbetlileri o ilin iman etmiş olanlarıdır. Bir kavmin, bir devletin merkez bucağının imamı etrafında askerlik hizmeti yapan siyasi dayanışma ortaklıkları o kavmin iman etmiş olan kimseleridir.
Uluslararası barışı sağlamakla görevli ordular bunlardır. Ordular millîdir. Görevleri ise uluslararası barışı sağlamaktır. Uluslararası hakemlerin aldıkları kararlara uymayanlara karşı savaşmak bu orduların görevleridir. Uluslararası hakemlerin emrinde oldukları için de yeryüzünde tek bir iman edenler milleti vardır. İnsanlık tek ümmettir. Uluslararası nöbet yoktur; ordu da yoktur. Hakem kararlarına uymayan zalim uluslar vardır. Bunların orduları vardır. Hakem kararlarına uyan adil ordular vardır.
İşte buradaki hitapta kastedilenler bu ordulardan her biridir.
كُونُوا قَوَّامِينَ بِالْقِسْطِ (KUNUv QavVAvMIyNa Bil QıSOı) “Kıst ile kavvamin olunuz.”
Mü’minler nâsın kavvamıdırlar. “Kavvam” demek, kâhyası demektir. “Hakim” iş yapan işverenden üstün kimsedir. “Hadim” iş yapan iş verenden aşağı demektir. “Kaim”de ise işveren ile iş yapan eşit demektir.
Demek ki mü’minler ne hadim ne de hakimdirler; mü’minler kayyumdurlar. Kendilerini müslimlerle eşit görürler. Onlardan cizye alırlar ama onlarla hukukta eşittirler. “Onlar sağır olarak cizye versinler”deki sağırlık hukukta ve muamelatta yoktur. Sadece kamu görevlerini yapmada vardır.
Demek ki hakemlerin seçilmesinde taraflar eşittirler. Hakemlikte mü’minlik şartı vardır. Bu da, yüce divana mağdur olan herkes başvurabilir demektir. Yeter ki hakemlerden biri davasını kabul etsin.
“Kıst ile kavvamin olunuz.”
“Kıst” ortadan kesmek demektir. Teraziye “kıstas” denmektedir. Terazi ibresi tam ortaya gelir.
Adalet, herkese uygununu vermektir. Kollu kantarda adalet vardır. Uzak kolda bulunan küçük taş küçük kolda bulunan ağır yükü tartar. Herkese kendi hakkını vermek adalettir. Mesela, çocuklardan büyüğüne büyük elbise, küçüğüne küçük elbise dikmek ama aynı kumaştan dikmek adalettir. “Kıstas” ise herkese aynı kumaştan elbise dikmektir, aynı değerde elbise dikmektir.
Hakemlerin huzurunda, yöneticilerin huzurunda haklarını ararken, davalı ve davacı olurken, büyük küçük, hasta sağlıklı, cahil alim, hür köle, vatandaş memur, herkes herkese tarak dişleri gibi eşittir. Farklı kimselere farklı hükümler verilmez. Farklı fiillere farklı karşılık verilir. İnsan olarak hepsi tamamen eşittirler. Köle de hür gibi eşit şartlar içinde davalı ve davacı olur. Kadın da erkek gibi eşit şartlar altında davalı ve davacı olur. Çocuğu adına veli eşit şartlar altında davalı ve davacı olur.
Bu kolay bir iş değildir. Memur masuniyeti vardır. Hâlâ tüccarlara ayrı hüküm uygulanmaktadır…
Hâlâ dokunulmazlık yürürlüktedir... Bu sebepledir ki, geçici çözüm olarak dokunulmazlıklar hakkında şu öneriyi getiriyoruz. Meclis kendi içlerinden yirmiye yakın hakemlik yapacak kimseleri seçsin. Yüce divan bunlardan seçilecek iki hakem ile bunların seçeceği baş hakemden oluşsun. Her dava için ayrı hakemler olsun. Milletvekilleri, orgeneraller, profesörler, yüksek hakimler, yüksek bürokratlar bu hakemler nezdinde yargılansın, ama kimsenin dokunulmazlığı olmasın. Dokunulmazlık bağlı bulunduğu mahkeme şeklinde olsun.
Bu âyet hakem olacak kimselerin de mü’minlerden olmasını istemektedir. Siyasi haklara sahip olmayan kimselerin hakemlik yapma yetkisi yoktur demektir. Çünkü hakemlik kamu görevidir, kamu hizmeti değildir. Hakemler ilçede olduğu için ilçenin ve ilin mü’minleri arasından hakemler ilçelere atanırlar. Ülke içinde bölgelere devletin yüksek hakemleri de yine siyasi haklar sahibi askerlerden atanırlar. Uluslararası hakemler rasihlerden olur. Bunlar da siyasi dayanışma ortaklıklarınca güvence altına alınan kimselerdir. Ne var ki uluslararası nöbet olmadığı için böyle bir şart aranmaz. Kadınlardan da her kademede hakemler olabilir.
شُهَدَاءَ لِلَّهِ (ŞuHaDAEa LıelLAHi) “Allah için şehidler olmak üzere.”
“Şüheda” şehidin çoğuludur. Şahidin çoğulu “şavahid”dir. “Allah için şehidler olarak” denmektedir.
“Şahit” görendir. “Şehid” soruşturmacıdır. İlçede “hakemler” bulunduğu gibi; “şehidler” de yani soruşturmacılar da bulunur. Onlar soruşturma yaparlar.
Soruşturmacıları davacı seçer. Her soruşturmacı bağımsız olarak soruşturma yapar. Soruşturma dosyasını hakemlere verir, hakemler dosyaya göre soruşturmasını kabul ederler veya reddederler. Kendileri soruşturma yapmazlar. Hukuk davalarında iki, ceza davalarında dört soruşturmacının şahitlikleri kabul edildiği taktirde duruşma olur. Onlar başkanın huzurunda şehadet ederler. Hükümleri hakemler verir. Hakemler o fiilin karşılığına şehadet ederler. İnfaz ise başkanın emrinde dayanışma ortaklıkları sorumlularına aittir. İlçelerde orta şehidler, bölgelerde yüksek şehidler, insanlıkta üstün şehidler olacaktır.
وَلَوْ عَلَى أَنفُسِكُمْ (Va LaV GaLAy EaNFuSiKuM) “Nefslerinizin aleyhinde de olsa.”
Kâfirler benim hakkım başkalarına geçmesin diye uğraşırlar. Biri onların hakkını gasp edince üzülürler. Müslimler kimsenin hakkını istemezler, ama kimseye de haklarını yedirmezler. Adalet olsun isterler.
Mü’minler ise başkalarının hakları kendilerine geçmesin için uğraşır, onu dert edinirler. Nefislerinin aleyhinde de olsa, Allah için şehadet edeceklerdir. Hak ne ise onu söyleyeceklerdir.
Mü’min olmak demek, fedakâr olmak demektir. Bazen kendi hakkını bile savunmamak demektir.
أَوْ الْوَالِدَيْنِ وَالْأَقْرَبِينَ (Evi eLVAvLiDaYNı Va eLEaQRaBIyNa)
“Ya da valideyn veya akraba da olsa.”
Kur’an’da “valideyn ve akrabin” olarak belirtiliyor. Bunlar usul ve fürudur. Birinci derecede vâris olanlardır. Eşler de dahildir. Ondan sonra da vâris olabilecek kimseler de “akrabin” olabilir.
İnsan birçok zamanlarda yakınlarını nefsinden daha önce tutabilir. Onlar için aleyhinde de olsa hareket edebilir. Bu sebeple onları da saymıştır. Ondan sonrakileri sayma gereğini duymamıştır. Çünkü onların aleyhinde kıst yapmamak haram olduğuna göre diğerleri için hayda hayda öyle olur. Nefsin yanında en yakınlarını sayması, onlarda evleviyet yoktur. Kişi için nefsi ile eşi, babası, anası veya oğlu, kızı nefsi ile eşit derecededir.
إِنْ يَكُنْ غَنِيًّا أَوْ فَقِيرًا (EiN YaKuN ĞaNıyYan EaV FaQIyRan)
“Gani olsun veya fakir olsun kıst ile şehid olunuz.”
Yakınlığın yanında topluluk içinde başkalarının ilminden, nüfuzundan, sevgisinden yararlanırsın. Ama en etkin yararlanma zenginlerden yararlanmadır. Kendisinden eksiltir, sana verir. Diğerleri verdikleri ile kendilerinde bir şey eksilmez. Onun için burada zengin ve fakir farkından bahsetmiştir. Diğerleri evleviyetle girer. Kişilerin taşınmazlar dışında sahip oldukları servet sıralanır, orta yerdeki servete sahip olan zengindir. Onun üstünde olanlar da zengindir, altında olanlar ise fakirdir.
Taşınmazların mülkiyetini elde tutmak için o taşınmazlara belli miktarda gelir getirtmek gerekecektir. Dolayısıyla o servet sayılmaz. Gelirleri yığılınca servet olur. Hamiline yazılmış hisse senetleri, paralar servet içindedir. Kıyam ve intifa mülkiyeti kendisine ait bir kimsenin mülkü servet değildir. Oturduğu ev, iş yaptığı dükkan. Kiralama ise ancak hisse senetleri mümkün olduğu için hisse senetleri servet sayılır.
Burada orta değeri niçin esas alıyoruz? Sadece iki sınıf zikretti. Başka üçüncü sınıf yok demektir.
O halde halk ikiye ayrılacak, yarısı fakir, yarısı gani yani zengin olacak. Başka ayırıcı bir hüküm olmadığına göre fakirler zenginlere eşit olacaktır. O da orta servete sahip olan kimse ile belirlenir.
Usûlü Fıkıh kuralları ile zengini ve fakiri bu âyete dayanarak tarif ettik.
فَاللَّهُ أَوْلَى بِهِمَا (Fa elLAHu EaVLAy BıHıMAv)
“Allah onlardan evlâdır.”
“Evlâ” evvel manâsına da gelir, veli manâsına da gelir. Yani, Allah anne babadan öncedir. Yahut Allah sırada anne babadan öncedir demek olur.
Fakir veya zengin olma anne babanın da şartları içinde olduğu için bu zamiri onlara gönderme uygun olmaz. “İn”den önce “Va” olsaydı mümkün olurdu. Taraflara göndermek mümkün olabilir. Ama Allah anne babadan evlâ olunca, her şeyden evlâ olacaktır. Dolayısıyla onlara göndermek en uygunudur. O zaman nefis dışarıda kalır gibi gözükürse de, nefis ile anne baba eşit seviyede olduğu için kıyasla nefis de girer.
Bununla beraber, mü’minler için bu böyledir. Müslimlerden canlarından fedakârlık istenemez.
فَلَا تَتَّبِعُوا الْهَوَى (FaLAv TatTabıGUv eLHaVAy)
“Hevaya tâbi olmayınız.”
Bu âyette emir ve nehiy mü’minlere cemaat hâlinde hitap etmektedir. Bizden istediği sadece kişisel adalet değildir. Eğer sistem bozuksa siz istediğiniz kadar adil olunuz, kıst ile hükmedemezsiniz.
Bugün dünyadaki yargılama sistemi şu sebeplerden dolayı işlememektedir.
a) Hakimler merkezden atanmakta ve merkez bütçesinden maaş almaktadır. Onların tayin ve terfileri merkeze ait olmaktadır. Bu şu demektir; sen merkezin lehine hükmet! Genellikle öyle hükmediyorlar.
b) Hakim adil olsa bile, sık sık yer değiştirmekte, tayini yapılmaktadır. Bu yüzden halkını tanımamaktadır. Kimlerin şehadetlerini kabul edecektir, kimleri bilirkişi yapacaktır; bilememektedir. Bilemediği alanda da adil karar verememektedir.
c) Davalar beş-on, hattâ yirmi sene sürmektedir. Bu kadar uzun zaman sonra olaylar unutulmuş, tanıkların kimi gitmiş... Hakim on senede oluşmuş dosyayı okuyacak, olayı kavrayacak da adil karar verecektir!.. Bunun mümkün olmayacağını herkes bilmektedir.
d) Hakim günde yirmi-otuz davaya bakmaktadır. Olayları kendisi tahkik etmektedir. Beyni ambale olmakta, artık düşünememektedir. Her şeyi en son dosyayı okuyarak kavramaya çalışmaktadır. Ne var ki onu da birkaç saat içinde bitirmek zorundadır. Dosya gereksiz birçok belgelerle doludur. Hakimin bu dosyaları kavrayıp adil karar vermesi beşer takatinin üstündedir.
e) Soruşturmayı hakim yapmaktadır. Soruşturma denetimsiz kalmaktadır. Oysa soruşturmayı yapan kurum ayrı olacak, o hakemlerin denetiminde olacaktır.
f) Hakimin dayandığı bir güç yoktur. Verdiği kararla kendisini nasıl güvenceye alacaktır? Çünkü onun güvencesi sağlanmış değildir.
g) Hakim oluşan dosyaya göre karar verecektir. Dosyayı hakim oluşturmuyor. Davacı ve davalı avukatları, savcılar, karakol, şahitler ve bilirkişiler oluşturuyor. Bunların sorumlulukları hemen hemen hiç yok. Bir de bir ülkede rüşvet hastalığı varsa, hakimin yapabileceği çok az şey kalmaktadır.
h) Mevzuat o kadar çoğalmış ki, hakimin onları okuyup bilmesine imkan yoktur. Sadece sayfaları çevirse ömrü yetmez. Bir de buna serbest sözleşme ilkesini de getirdiniz mi, artık hakim karar vermez hâle gelir. Serbest sözleşme sistemi Kur’an tarafından getirilmiştir. Ama yargıda da hakemlik sistemi getirilmiştir. Hakemler onları hakem yapanların sözleşmesini bilirler. Bilmeyenler hakem yapılmazlar.
i) Hakimin başına vurulan bu kadar tasma yetmiyormuş gibi hakimin verdiği karar Yargıtay denetimine tâbi tutulmakta, bir de terfi edebilmesi için onun gönlünü yapmak durumundadır. Olaylardan ve çevreden çok uzak merkezdeki hakimler sanki taşradakilerden daha âlimmiş gibi hakimler cendereye alınmaktadır.
Burada nehy edilen; heva ve hevese, modaya uymayın deniyor.
Yahudi sermayesi dünyaya kapitalizmi getirdi. Bugün özelleştirmeyi getirdi. İşte bu hevadır. Hukukta modaya uymak hevadır. Ekseriyet kararları ile yapılan seçimler ve alınan kararlar hevadır…
Tevrat’ın hükümleri 3000 yıldır, Kur’an’ın hükümleri 1500 yıldır uygulanıyor ve hâlâ geçerliliğini koruyor. Bugünkü kanunlar ise on senede, yirmi senede modasını kaybetmektedir.
Demek ki “heva” nedir? Modadır. Avrupa Birliği modası, Avrupa müktesebatı modası…
Bu amaçla geçirilen bütün kanunlar modadır, hevadır. Allah adalete, ilme, hakkaniyete değil de; modaya, hevaya uygun kanun çıkarmalarını nehy ediyor. İsteyenler bunları çıkarabilir. Ama bunu yapanların sonu helâktir. Biz söylesek de söylemesek de sonları helâk olmaktır.
أَنْ تَعْدِلُوا (EaN TaGDiLUv) “Adalet etmeniz”
“Adl” atın sırtına yüklenen dengin adıdır. Bir tarafın adına “denk” denir. İki zıt manâyı taşır. Eğer denk diğer denge eşitse denklik olur ve adil davranış olur, adalet olur. Yok eğer dengin biri diğerine eşit değilse o zaman yük her zaman bir tarafa kayar, devrilmeye gider. Ona da “udl” denir.
Arapçada fiilde farklı manâlar veremezsiniz ama açıklamak isterseniz “en ta’dilû adaleten” dersiniz veya “en ta’dilû udlen” dersiniz. Mutlak masdarı kullanmakla değişik manâları açıklarsınız.
Burada her iki manâ çıksın diye mutlak masdar kullanılmamıştır. Sonra “En”in başına ya “Li” gelir veya “Bi” gelir; “Lien ta’dilû” veya “Bien ta’dilû”. “Lien ta’dilû adaleten” adalet etmeniz için hevaya ve modaya uymayınız anlamı çıkar. Ya da “Bien ta’dilû udlen” udul etmek sebebiyle hevaya uymayınız.
“En tu’dilû” ya mef’ulün bih olur, ya da zarf olur.
Hâsılı; modaya uyarak adaleti bırakmayın. Moda için haktan ayrılmayın demektir. Allah mü’minlere modaya uyarak hükmetmeyi nehy ediyor. Basın ve yayın modaya göre konuşur. Bu sebepledir ki dava devam ederken basın yayın yasağı vardır. Ama ihtilale hazırlık başladığı yahut iktidarı alaşağı etmek istedikleri zaman bu yasaklar ortadan kalkar. Şevket Kazan bakan idi ama bu moda baskını durduramadı.
وَإِنْ تَلْوُوا (Va EıN TaLVUv) “Levylerseniz”
“Liva” bayrağın takıldığı sopanın adıdır. Bayrak için de kullanılır. “Levye” de kayaları oynatmak için demirden yapılmış sopa benzeri çubuktur. “Levy etmek” bayrağı açıp da savaşa gitmek anlamındadır.
Adalet için bayrak açar, insanlar için kavvam olursanız, görevinizi yapmış olursunuz. Adaleti yerine getirmek için üstüne çökmüş bulunan modayı levyeler de kaldırırsanız demek olur.
Böylece adaletin tesisi sanıldığı kadar kolay ve basit değildir. Savaş kolay iştir. Cephede vuruşursun; ya ölürsün ya öldürürsün. Ölsen de rahat edersin, öldürsen de. Ama adaleti tesis etmek kuvvetle yapılacaktır. İşte o kuvvet bizzat kendisi zulüm yapmış olur.
Askerler hep yetki istiyorlar. Haklılar. Savaşta askere tam yetki vermezseniz savaşamaz.
Sivil yönetimde tam yetki demek, devleti eşkıya devleti yapmak demektir. Devlet adaleti tesis için vardır. Eğer zulüm yapacaksa o devlet olmaz. Bir örneği burada vermek isterim.
Bir tepenin işgal edilmesi gerekiyor. Orada esir edilmiş yirmi general olsa, bombalasak, onlar ölecek. Ama tepeyi de almasak ordu yenilecek. Orasını bombalar ve yirmi generali de öldürürüz. Ama 100 kişi cinayet işlemiş ve 1000 tane adam öldürmüş olsa, ama içlerinden biri masum ise bu fiile katılmamıştır. Biliyoruz ama kim olduğunu bilmiyoruz. Kısas uygulayamayız, diyete dönüştürürüz. Suçsuz birisine zulmedeceğimize, 100 yani 99 suçluyu serbest bırakırız. Bu zıt mantık sebebiyledir ki, iç güvenlik orduya verilemez.
Türk ordusu bir haftada Kıbrıs’ı aldı, yirmi senedir PKK’yı yenemedi. Yenemez. Çünkü ordunun eli kolu bağlıdır. Biz 1973’lere kadar rahat idik. Bize CHP ve AP din düşmanı olarak gösterilmişti. Onlara karşı cephe kurmuş, savaşıyorduk. 1973’te iktidara ortak olduk, bir şey değişmedi. Biz ezilmeye devam ettik. Bir de eskiden iktidara kin kusuyorduk, şimdi o kinimiz de kalmadı. Gün geldi Turgut Özal iktidar oldu. Aynı sıkıntı içinde olduk. Erbakan başbakan oldu, içimizi kan ağladı. Çünkü başbakan bizimle görüşmüyordu. Adil Düzeni bırakmıştı. Koalisyon hükümeti böyledir dedik. Anayasa ekseriyeti aldık, bize yapılan zulüm yine devam etmektedir. Adalet Bakanı, Müslümanlara ileride kolay saldırsınlar diye şimdi kanunlar hazırlıyor. Ama iktidara kin besleyemiyoruz. İçimiz kan ağlıyor, ne yapacağımızı şaşırmış durumdayız. Müslümanların durumu budur.
Şükür ki Adil Düzen Çalışanları bütün bunların kişilerden değil de, sistemden geldiğini bilmekte ve kişilere değil de sisteme karşı “Adil Düzen”i oluşturmak için gayret içindedirler. Marketi bunun için açıyorlar. Açarlarsa tarihin en büyük olayını işlemiş olacaklardır. O mayadır. O sayede tüm İstanbul birkaç sene içinde Adil Düzene girecektir. Ama Allah nasip etmiyor. Demek daha zamanı gelmedi.
Adaleti tesis etmek, savaşıp zafer kazanmak kadar kolay değildir. Hazreti Peygamber aleyhisselâm Bedir Savaşı’ndan dönerken; “Küçük cihadı kazandık, büyük cihada gidiyoruz.” demektedir.
أَوْ تُعْرِضُوا (EaV TuGRıWUv) “Yahut i’raz edersiniz.”
Adaletle hükmetme veyahut kıst ile şehadet etme zorluğunda kalır da hakemlikten çekilirseniz veya şehadetten imtina ederseniz Allah onu bilir. Mü’minler bir defa iman edip de Allah’ın yeryüzünde halifesi olma görevini yüklendiler mi, onu hakkıyla yerine getirmek zorundadırlar.
Rasihler, insanlık içinde bundan kaçamazlar. Kıst ile kavvam olmak ve şehadet etmek zorundadırlar. Onlar insanlık içinde nebiler durumundadırlar. Fakihler, devletleri içinde adil olmak zorundadırlar. Başka devletler içinde şehadet etmeseler de olur. Ehli zikr, kendi illerinde kıst ile kavvam olmak durumundadırlar. Diğerleri, bucakları içinde kıst ile kavvam olmakla yükümlüdürler ve Allah için şehadet edeceklerdir.
فَإِنَّ اللَّهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرًا(135) (Fa EıknNa ElLAHa KAvNa Bı MAv TaGMALUvNa PaBIyRan)
“Allah amel ettiklerinizden haberdardır.”
Burada “Habir” nekire gelmiştir. Devlet bundan haberdar olmalıdır. İlgili makama ‘ben bunlar hakkında şu sebepten hakemlik yapmıyorum ve şahitlik yapmıyorum’ demiş olması gerekir. Başkan ve şura bu hareketten haberdar olmalıdır.
Yukarıda “kıst ile kavvam olun” denmiştir. Burada da “amel ettiklerinizden” denmektedir. Yani, emredilen sadece söz söylemek değildir. Fiilen kıst ile kamu görevleri ve genel hizmetleri yapılacaktır. Amel vardır. “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nda şöyle bir metot geliştirilmiştir.
Bucakta küçük işletmeler, illerde orta işletmeler, ülkede büyük işlemeler ve insanlıkta üst işletmeler kurulur. Üst kuruluşların genel hizmetlerini rasihler, yüksek kuruluşların genel hizmetlerini fakihler, orta kuruluşların genel hizmetlerini ehli zikr olanlar, küçük işletmelerin genel hizmetlerini ilk ehliyetliler yaparlar. İlk ehliyetlilerin aldıkları genel hizmet paylarının yarısı bucakta ortak hesapta toplanır. Orta ehliyetlilerin illerde, yüksek ehliyetlilerin ülkede, üstün ehliyetlilerin genel hizmet payları insanlığın merkezinde toplanır.
Genel hizmetliler halka bedava genel hizmet verirler. Ortak hesapta toplanan meblağı genel hizmet verdikleri kişi sayısına göre bölüşürler. Yirmi beş genel hizmetin her biri için bu usul ayrı ayrı uygulanır. Hakemlik ve şahitlik genel hizmetlerdendir. Her genel hizmetli bütün yaptıklarını muhasebeye bildirerek meblağını alır.
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا (YAv EayYuHAv elLaÜIyNa EaMaNUv) “Ey iman etmiş olanlar.”
Kur’an bütün insanlara rahmettir. “Hüden li’l-âlemin”dir. Kur’an’ı yeryüzünde ulaştırma, onu insanlar içinde uygulamakla “mü’minler” görevlidir. “Mümin” demek, askerlik görevini yüklenenler demektir.
Nöbet bucakta tutulmaya başlanır. İlde tutulur. Bir de ülkede tutulur. Bucaktaki mü’minler orada şeriat düzenini yaşatırlar. Kendileri mevzuatını oluşturur ve kendileri uygularlar. İldekiler iç güvenliği sağlarlar. Devlettekiler dış savunmayı yaparlar. Uluslararası güvenliği sağlayan silahlı güç yoktur. Hakemlerin kararına uymayan devlete karşı diğer devletler özel ordular kurup savaşır ve ganimet olarak paylaşırlar. Uluslararası yargı vardır ama uluslararası ordu yoktur. Uluslararası savaş birliği oluşturulur. Hakem kararlarına uymayan uluslar yağma edilir. Ama önce uluslararası hakemlerin karar alması gerekir.
آمِنُوا بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ (EAMıNUv Bı elLAHi Va RaSUvLıHi)
“Allah ve resulü ile kendinizi güven altına alınız.”
Kur’an’da “Allah” deyince kamu anlaşılır, devlet anlaşılır; “Resul” deyince başkan anlaşılır, hükümet anlaşılır. “Allah ve resulü” deyince de hakemlerden oluşan yargı anlaşılır.
Ey birbirinize dayanışarak yönetim oluşturmuş olan kimseler, kendinizi hakemlerle güven altına alınız. Yargı kararı olmadan hiçbir yaptırımda bulunmayınız.
Burada “iman edenlere” tekrar “iman ediniz” denmektedir. Birinci iman dayanışma ortaklıkları kurmaktır. Mef’ulü yoktur. Bu “Bi” harfi ile taaffi etmekderi. İkinci iman ise “Allah ve resulü ile” kendini emniyete almak demektir. Allah’a iman etmek de bu demektir. “Bi” harfi ile geldiği zaman manâsı başkadır, “Bi”siz geldiği zaman başkadır. “Alâ” harfi ile de gelebilir.
وَالْكِتَابِ الَّذِي نَزَّلَ عَلَى رَسُولِهِ (VaelKiTAvBı elLaÜIy NaüÜaLa GaLAy RaSuLiHi)
“Ve resulüne nâzil olan Kitab ile kendinizi güven altına alınız.”
Buradaki “Resul” marifedir ve bu resul Hazreti Muhammed’dir. Ona indirilen Kitab da Kur’an’dır. Kur’an 23 senede peyderpey inmiştir. Onun için “nezzele”dir. Bir de Kur’an her devirde yeniden nâzil olmakta ve her topluluk yeniden onu almaktadır. Bu bakımdan uygulaması bakımından “nezle”dir. Bundan sonra her bin yılda bir yeni uygarlık kurulacak, Kur’an yeniden yorumlanacaktır. Bu bakımdan da tenzil bâbı ile gelmiştir.
وَالْكِتَابِ الَّذِي أَنزَلَ مِنْ قَبْلُ (Va EaLKiTABI elLaÜIy EuNZeLe MıN KaBLu)
“Daha önce inzal olunmuş kitapla da kendinizi güvene alınız.”
Bu daha evvel inzal olunmuş kitap Tevrat’tır. Cümleten vahide olarak Hazreti Musa’ya inzal olunmuştur. Asıl Tevrat Siba dağında levhalar üzerinde olan Tevrat’tır. “Kitap” marifedir. Dolayısıyla birini seçmemiz gerekir. Bu da Tevrat’tır. “Nuzzile” olsaydı, İsrail oğullarına nazil olan bütün Kitaplar ve İncil de kastedilmiş olurdu. Ama “Ünzile” dendiği için bunu Tevrat’a hasrediyoruz.
Demek ki bizim Tevrat’tan da yararlanmamız gerekmektedir. Onunla da kendimizi güvenceye almalıyız. Kur’an’da mücmel olan, kıyas yoluyla tesbit edilen birçok konular orada metin içinde ifade edilmiştir. Yararlanmalıyız. Kıyasla diğer kitaplardan da yararlanmalıyız.
Usulcüler “Şeriatu Man Kablana Şeriatun Lena” demişler, buna “Mâ Nussa Fiy Şeriatuna” demişler. Yani, bizim şeriatımızda anlatılanlar denmiştir. Biz bu kuralı “cevazen” kelimesiyle değiştiriyoruz. Yararlanmamız farz değildir ama yararlanabilirsiniz. Asgariden onları bilmeniz gerekmektedir. “Her söze kulak verirer” âyetindeki emir evleviyetle bu kitaplara şamildir. Ondan sonra istihsanen onlardan yararlanırız. Bizim zavallı tutucu dindarlar, değil Tevrat okumayı, başka mezheplerin görüşlerini bile halkına duyurmak istemiyorlar. Kendi mezheplerinin taassupları içinde boğulup gidiyorlar.
وَمَنْ يَكْفُرْ (Va MaN YaKFuR) “Kim küfrederse.”
“Allah ve resulü ile, Kur’an ve Tevrat ile kendinizi güven altına alınız.” emrinden sonra; “Ve” harfi ile “Allah’a, meleklere, kitaplara, resullere ve âhirete kim küfrederse” diyerek burada küfre karşı kendisini bunlarla emniyete almazsa manâsında getirmiştir. O halde “küfür” nedir?
“Küfür” iman karşılığı kullanılır. Bir de nankörlük anlamında kullanılır. Yani, Allah’ın onlara verdiği nimetlere, meleklerin yardımlarına, kitapların gösterdiği yollara, elçilerin öğütlerine ve hicret nimetinden yararlanmayı reddedip küfranı nimet ederse anlamına gelir. Allah nimetleri verir, onlardan yararlandırır, karşılığında hamdini ister ki o nimete lâyık olduğunuzu ispat edesiniz. Ama hamd etmez, nimetin karşılığında yapılması gerekeni yapmazsa artık ondan onu alır. Nimeti yerinde kullanmamak nankörlüktür. Şükretmemektir.
Bir şey daha öğreniyoruz.
Mesela, bir kimse diploma aldığı zaman ona kredi açıyoruz. Al sana şu kadar sermaye diyoruz. Çevirdiğin zaman getir yatır diyoruz. İş yaptığını da ödediği zekâtla biliyoruz. O zaman kredisini artırıyoruz. Ama eğer hiç zekât vermezse kredisini kesiyoruz. Eksik verirse azaltıyoruz. Fazla getirirse yükseltiyoruz. Kredisini kesiyoruz ama üstüne de yürümüyoruz. O denemek üzere verdiğimiz kredi devletten gidiyor.
بِاللَّهِ (Bi elLAHı) “Allah’a”
Kâinatı var eden Allah’a iman etmek demektir. Allah’ın yeryüzündeki halifesi ise kamudur. Devlettir. Allah’a küfretmek demek, O’nun Kâinat düzenini bozmaya çalışmak demektir. Devleti de yıkmaya çalışmak demektir.
وَمَلَائِكَتِهِ (Va MeLAEıKaTiHi) “Ve meleklerine küfrederse.”
Bir dereye gittiğiniz zaman çakıl yığınları görürsünüz, bunu dere getirdi dersiniz, ona bunu kim yaptı diye aramazsınız. Ama derenin üzerinde bir taş köprü görürseniz, bunu kim inşa etti diye sorarsınız. Köylüler; geçe sene çok büyük bir feyezan geldi, geri çekilince taşlardan böyle bir köprü kaldı deseler, sizi inandıramazlar. Çünkü öyle köprü ancak şuurlu varlıkların inşası ile olabilir. Bahçedeki toprak kendiliğinden oluştu. Bunu böyle sanırız. Ama güzelim çiçek de rüzgar esti ve oluştu diyemeyiz. Onu bir tohum üretmiştir. Peki tohumu kim üretmiştir? İşte bunları yapanlar “melekler”dir.
Bizim dışımızda şuurlu varlıkların yapabileceği işleri yapan varlıklara “melek” diyoruz.
Kur’an’ı Allah’ın kelamından Arapçaya onlar çevirdi. Yerin dönüş hızını onlar ayarladı. Kromozomlardaki programları onlar yazdı. Biz nasıl bilgisayar programını yazıyorsak onlar da canlılardaki gen programlarını yazdılar. Kimi belki şöyle diyebilir; Allah kendisi yapamaz mı? Neden melekleri görevlendiriyor?
Allah insanların yaptıklarını da yapar ama insanları görevlendiriyor. Çünkü Bütün bunlar Allah’ın işine yaramaz. Meleklerin ve insanların işine yarar. Yaşadığımız Kâinatta her gün meleklerin yaptıkları işleri görüp duruyoruz. Onlar yoktur demek, gözle görülenlerin arasında olanları görmemek demektir. Meleklerin devlet içindeki karşılığı bürokratlardır. Örgüt görevlileridir. Genel hizmetliler ile kamu görevlileridir.
وَكُتُبِهِ (Va KuTuBıHi) “Ve Kitapları.”
“Kitab” sünnetullahtır, tabiî ve sosyal kanunlardır. Kâinat değişmez doğal ve sosyal kanunlara tâbidir. Biz o kanunları değiştiremeyiz; biz sadece o kanunlara uyarak yaşarız. Görevlilerden yardım alarak kendinizi güvence içine alacaksınız. Bir de doğal ve sosyal kanunlara uyacaksınız. Bucakların benimsedikleri sözleşmeler kitaplardır. Yazılı metinler kitaplardır. “Allah’ın kitapları” ise Tevrat ve Kur’an gibi ilahi kitaplardır.
وَرُسُلِهِ (Va RuSUvLiHi) “Ve Resulleri.”
“Resuller” başkanlardır. Her bucağın başkanı vardır. Halk onlarla kendilerini güven altına alacaklardır. Merkez bucakların başkanlarına merkezlerdekiler uyarlar. Merkez bucak taşra bucaklarına kayyum olur.
“Allah’ın resulleri” ise kitapları getirenlerdir.
وَالْيَوْمِ الْآخِرِ (Va eLYaVMı eLEaPiRi) “Ve Âhiret Yevmini.”
“Âhiret” inancı insanları güvene alan en önemli inançtır. Âhiretinizi güven altına alınız. Eğer insanda âhiret inancı yoksa, onu yeryüzünde zaptedecek başka ne vardır? Bu husus çok merak konusudur. Âhiret inancı olmayan, sonra hesap vereceğine inanmayan insan için doğru olma sorunu nasıl çözülecektir? Âhiret inancı demek sorumluluk inancı demektir. Ben iyilik yaparsam ileride karşılığında iyilik görürüm, ben kötülük yaparsam ileride bunun hesabını veririm; işte buna inanmak demektir. Yani, kişinin sorumlu olduğunu bilmesi demektir. Bunun sonucu şu doğar, bu insan hakka inanır, hukuka inanır ve sonunda şeriat doğar. Kendi başına kaldığı zaman da bu inanç ona polis olur, jandarma olur, savcı olur, hakim olur. Ama âhiret inancına sahip değilse, yani sorumlu olduğunu ve bir gün yaptıklarının hesabını vereceğine inanmıyorsa, onu inkâr ediyorsa, o kişinin varlığı hem kendisine hem de çevresine tehlikedir.
Biz âhiret inancına acaba aklen nasıl ulaşırız?
a) Bugün gerek matematikte gerekse fizikte dört ve beş boyutlu uzay ispatlanmıştır. Dolayısıyla âhiret zaten şimdi mevcuttur. Sorun bizim oraya gidip gitmeyeceğimizdir. Yoksa imkan olarak âhiret zaten vardır. Bir şeyi yapabilmeyi düşünebiliyorsak o vardır demektir.
b) Hayatın ve müsbet ilimlerin bugün kabul ettiği bir varsayım vardır. O da yoktan hiçbir şey var olmaz, varolan hiçbir şey de yok olmaz. İnsanın bedeni yok olmuyor. Toprak oluyor. Sonra o toprak yeniden canlanıyor. Öyleyse ruh da yok oluyor. Sonra yine bedenle birleşebilir. Sadece bir defa dünyaya çıkıp sonra kaybolma hikmete aykırıdır.
c) Ölüm daha iyi hayat için vardır. Sonbaharda yapraklar dökülür; ilkbaharda yenileri daha gür çıksın diye. Ağaç her yıl uzar. Canlılar evrimle bugüne geldiler. Biz var olduk. Kâinatta entropi büyüyerek ölüme gitmektedir. Bunlar daha ileri yeni hayatın müjdecisidir.
d) İnsanlık tarih boyunca hep âhirete inanmıştır. Kâinatta kandırma yoktur. İnsana bu inancı veren güç onu yeniden hayata getirecektir demektir.
e) Peygamberler gelmiş ve mucizeler göstermişlerdir. Kur’an elimizdedir ve mucizesiyle ilahi kitap olduğu sabit olmaktadır. Orada âhiret hakkında da bilgi verilmektedir.
فَقَدْ ضَلَّ (FaQaD WalLa) “Dalâlet etmiştir. Şaşırmıştır.”
İstanbul’un sokaklarına dalınız… Yeni gelmişsiniz... Evinizin adresini bilmiyorsunuz…Bu durumda ne kadar sıkıntıya girersiniz. Ormandasınız... Neredesiniz, bilmiyorsunuz... Çevrenizi kurt köpek sarmış… Ne yapacağınızı bilemezsiniz... İşte onlar böyle bir şaşkınlık içindedirler. Çünkü bakıyorsunuz; herkes size saldırmaktadır... Diğer bütün insanlar size düşmandır... Çünkü siz onlara düşmansınız... Hastalıklar sizi çevrelemiştir... Her gün açlık korkusu içindesiniz... Ürettiğiniz mallara sahip değilsiniz... Çünkü onları kimin yağma edeceğinden emin değilsiniz...
Devletle kendinizi güven altına alamadınız, çünkü kamu görevlileriniz ve genel hizmetlileriniz yok!.. Kimse size hizmet etmiyor ve siz korumuyor!.. Karşıdakilerin ve sizin uyacağınız kurallar yok!.. Kimin ne yapacağını bilmiyorsunuz ki, siz de ona göre hareket edesiniz!.. Kimi istediği zaman soldan gider, kimi istediği zaman sağdan gider!.. Bu durumda her an kiminle çarpışacağınızı bilmiyorsunuz!.. Başkanınız yok ki aranızda çıkacak nizaları çözesiniz!.. Hep kaba kuvvetle işinizi hallediyorsunuz!.. Nihayet geleceğinizden emin değilsiniz; aç mı kalacaksınız, işsiz mi kalacaksınız, evsiz mi kalacaksınız!.. Sizi her an kimin çarpacağı belli değil!..
Yani; cahiliye dönemindesiniz, hem de bugün eski cahiliye dönemindeki düzen bile yok!..
İşte, devlet aşamasına gelmemiş, adil devleti kuramamış, adeta eşkıyalık döneminde yaşayan insanlar, böyle derin dalâlet içindedirler…
Peki, biz bugün böyle miyiz?.. Evet!..
Her şeyden önce, eğer bir ülkede ‘faiz’ varsa mutlaka ‘enflasyon’ da vardır. Faiz var olduğu müddetçe o enflasyonu önlemeniz mümkün değildir. Enflasyon var demek, ‘işsizlik’ var demektir… İşsizlik ‘açlığı’ doğuruyor… Açlık ‘borçlanmayı’ doğuruyor… Borçlanma ‘yolsuzluğu’, yolsuzluk ‘rüşveti’ doğuruyor... Bunların ardından baskı, isyan, anarşi ve savaş...
Yani; ‘devlet aşaması’ndan yeniden ‘cahiliye dönemi’ne dönüş!..
Biz bunun böyle olduğunu ilk defa 1970’lerde Konya’da yaptığımız konuşmada anlattık. O zaman bugünkü ‘terör dönemi’nden çok uzak görünüyorduk. İşte şimdi ülkemizde ve bütün dünyada ‘terör ve baskı dönemleri’ içindeyiz. Bu gidişin sonucu devletin de bir terör örgütü hâline dönüşmesidir... Yetki talepleridir... Yetki demek, devlet görevlilerinin hukuk dışı hareket etmeleri demektir... Savaş dışında ‘hukuk dışı’ hareket eden devlet artık kendisi ‘terörist’ olmuştur!.. Mesela, bugünkü ABD, İsrail ve onların müttefikleri gibi…
ضَلَالًا بَعِيدًا(136) (WaLALan BaGIyDan) “Baîd dalâlet, uzak şaşkınlık içindedirler.”
“Dalâlet” kaybolmadır. Yani, sürüden kopup ormanda kaybolan deve için kullanılır.
“Baîd dalâlet” demek, çok uzaklara düşme demektir. Cahiliye dönemine dönen, yani devletleri eşkıyalaşmış bir topluluk artık darmadağınık olma durumundadır.
“Adil devlet” dediğimiz zaman da kastettiğimiz eşkıyalaşmamış devlet demektir. Yani; meclisi var, hükümeti var, bürokratı var,i mahkemeleri var, mevzuatı yanı şeriatı var; hedeflerini ve çalışmalarını belirlemiş, planlaması ve bütçesi var... Herkesin aşı, işi, eşi ve yuvası var...
Devletimiz rüşvetin ve hortumların kucağına düşmüş; su alıyor, batıyor!.. Baîd derinliklere dalmak üzere!.. “Gelin kurtaralım… Bu Kâinatı var eden Allah’ın bize öğrettiği kurtuluş yolları size anlatalım…” diyoruz… Yaptığınız tek iş susturmak ve konuşturmamak... Devletimizi çökertip dağıtmak... Sonra rahat yaşayacağınızı mı sanıyorsunuz?!. Türklerde bir söz vardır: “Aklınıza turşu ekeyim!” derler ya…
Bin sen evvel Anadolu tamamen Rum ve Ermenilerindi. İstiklâl Savaşı’ndan önce bile Hıristiyanların ülkedeki yüzdesi %50’ler kadardı; şimdi %1’lere düşmüştür ve onlar da İstanbul’da toplanmışlardır. Devletimiz yok olunca Müslüman nüfusun, Türk nüfusunun yüzdesi %1’de de kalmaz. Hem de mübadele yoluyla, -ya da Endülüs’te olduğu gibi- imha yoluyla tamamen yok edilir...
Biz Allah’a inanıyoruz, âhirete inanıyoruz... “Adil Düzen”i getirmek ve devleti yaşatmak için karınca kararınca çalışıyoruz... Sonra?.. Sonrası Allah’a aittir... Biz O’na teslim olmuş bulunuyoruz… Yaşatsa da, öldürse de; biz O’ndan cenneti bekliyor ve onun için çaba gösteriyoruz…
إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا (EinNa elLaÜIyNa EaMaNUv) “İman etmiş olan kimseler.”
Burada iman etmiş denmiyor, tek kişiden bahsetmiyor. Bir topluluktan bahsediyor. Kim bu topluluk?
Bir apartman halkı, bir belde halkı, bir bucak halkı ve bir ülke halkı olabilir. Ocaktan başlar ve iman büyüyerek devlet aşamasına gelir. Bu iman ‘ben inandım’ demekle olmaz. Ordusunu kurar, meclisini oluşturur, başkanlarını seçer, bürokratlarını atar... Kanunlar çıkarır, planlama ve bütçe ile gelecekte ne yapacağını belirler ve hedefine doğru yürürse… İşte bu imandır... Bizim İstiklâl Savaşımız bunun tipik örneğidir. Hazreti Muhammed aleyhisselâm ve ashabının Medine’de kurduğu devlet de böyle tipik devlet kurma örneğidir…
“İman etmek” demek, hukuk devletinin tesisidir. Yani; demokratik, lâik, liberal ve sosyal hukuk devletini kurmaktır. Dayanışma ortaklıkları oluşturarak çoklu ilmî, dinî, meslekî ve siyasî sosyal grupları, partileri oluşturmaktır.
ثُمَّ كَفَرُوا (ÇümMa KaFaRUv) “Sonra da küfrettiler.”
Yani; adil devleti, hukuk devletini cahiliye devletine çevirdiler… Demokrasiyi diktatörlüğe çevirdiler... Lâikliği dinsizliğe çevirdiler, liberalliği tekelci özel sektöre çevirdiler, sosyalliği aidatlı sigorta sistemiyle sermaye için kazanç aracı yaptılar... Bunlar yetmiyormuş gibi; kamu görevlilerine kural dışı baskı uygulamak için olağanüstü mahkemeler kurdular, mahkeme kararı dışında baskı yapma araçları oluşturdular... Yani; devleti teröre karşı direnen bir devlet olmaktan çıkarıp eşkıya devlet yapmaya çalıştılar... Bu arada “Sümme/Sonra” kelimesini kullandı. Hemen değil de, belli zaman diliminden sonra bunu yaptılar.
ثُمَّ آمَنُوا (ÇümMa EaMaNUv) “Sonra iman ettiler.”
Sonra tekrar akıllarını başlarına topladılar. “Adil Düzen” ile yeni müesseseler oluşturup tekrar güvenli devlet kurdular. Şimdi biz bu aşamadayız. Rüşvetle, hortumla, ağır vergilerle, uzayan davalarla, dış borçlarla, gayri millî basınla artık hukuk devleti olmaktan çıkmış bulunan devletimizi “Adil Düzen”le tekrar hukuk devletine döndürme zamanıdır. Biz bunu anlatmaya çalışıyoruz… Duamız; anlatalım da devletimiz batmasın... Yoksa; su almakta olan gemi, sağlamdır, batmaz gibi uyutma gaflettir, dalâlettir...
ثُمَّ كَفَرُوا (ÇümMa KaFaRUv) “Sonra ikince defa tekrar küfrettiler.”
Yine hukuk devletlerini eşkıya devletine çevirdiler. 1961’de yaptığımız Anayasamızda Türk devletinin demokratik, lâik, sosyal bir hukuk devleti olduğu yazılıdır, kırk seneden fazladır. Adil devlet kurmanın özlemi içindeyiz. Başaramıyoruz. Ondan sonra hep devletimizi tekrar eşkıya devlete dönüştürme çabası vardır.
Neden vardır? Çünkü “Adil Düzen” yoktur da ondan. Rüşvet var; iyi ki var! Çünkü rüşvet olmasa tüm hayat felç olur. Hepimiz açlıktan ölürüz. Rüşvet bir tür ceza demektir. Ceza veriyorsunuz ama yine de alış-veriş yapıyorsunuz. Yoksa o kadar ağır vergiler var ki, iki sene içinde iflas edersiniz. Karakolda dayak atıyorlar; iyi ki atıyorlar! Yoksa hırsız ve gaspçılardan evimizde oturacak durumda olmayız.
ثُمَّ ازْدَادُوا كُفْرًا (ÇümMa iZDAvDUv KuFRan) “Sonra da küfrü izdiyad ettiler.”
Bir devletin veya daha küçük toplulukların işler meclisi, şurası, başkanı, hükümeti, ordusu, yürürlükte uyulan şeriatı yoksa, bütçesi ve planlaması yoksa, o devlet olmaz.
Eğer bunlar bozulmuş ve işlemez hal almışsa, meclisin anayasa ekseriyeti var ama meclisin üstünde ve dışında bir eşkıya güç oluşmuş, meclisi çalıştırmıyorsa, hükümet var ama siyasi kararları bürokratlar alıyorsa, bürokratlar kendi başlarına buyruk olmuş rüşvet batağına batmışsa, halk kurallara göre değil de ‘gemisini kurtaran kaptandır’ diyorsa, buna karşı ileri sürülen reçeteleri değerlendirmiyor ve küfrün artması devam ediyorsa, kamu kuruluşlarında yolsuzluk var “özelleştirelim” deyip yağmalıyorlarsa, orduda rüşvet var o halde dağıtalım mantığı içinde olay devam ediyorsa, onların akıbeti hayırlı değildir.
لَمْ يَكُنْ اللَّهُ لِيَغْفِرَ لَهُمْ (LaM YaKuN elLAHu LıYaĞFıRa LaHuM)
“Allah onları mağfiret edecek değildir.
Bu duruma düşen kimselerin bu durumlarını sürdürmeleri mümkün değildir.
Şimdiye kadar işledikleri günahları affetmiş ve onları tehlikeli anlardan kurtarmıştır.
Kaç defa devlet yıkılış aşamasına gelmiş ve askeri müdahalelerle kurtulmuş idi. Ne var ki, bu müdahaleler ülkenin ekonomisini çökertmiş, ahlaklarını bozmuş, halkı devletine ve ordusuna düşman etmiş, ordunun da iç yapısı bozulmaya başlamıştır. İşte bu müdahaleler olmazsa devlet yok olur, müdahale olursa da devlette küfür artar, devlet eşkıya devletine dönüşür. Yapacağımız iş, Adil Düzeni getirerek orduyu müdahale etme zorunda bırakmamalıyız. Bunun çözümü Kur’an’ın öğrettiği Adil Düzen şeriatını uygulamaktır.
وَلَا لِيَهْدِيَهُمْ سَبِيلًا(137) (Va Lav LiYaHDiYaHuM SaBIyLan)
“Onları sebile de hidayet etmez.”
Yani; mevcut zulüm düzeninde, rüşvetli düzende, hortumlu düzende, faizli düzende, zinalı düzende; yani Avrupa müktesebatında çözüm yolu üretemez…
Refahyol Hükümeti “Adil Düzen”i bırakarak zulüm düzeninde sorunlarını çözeceğini sanmış ama Allah yol vermemiş ve iktidardan indirilmesine izin vermiştir. “Adil Düzen”i bırakarak sorunları çözeceğini sanmış ama çözememiştir. Hâlâ bunun şuuruna da ermediler…
Burada şunu görüyoruz ki, iman ve küfür peş peşe gelir. Bozulur, düzelir, bozulur, düzelir... Üçüncüde düzelme yerine ziyadeleşme olur. Nasıl üç talaktan sonra tekrar evlenmeleri için başka koca ile evlenme şartı varsa; üçüncü defa küfrederlerse, onların kendilerini ıslah etmeleri çok zordur.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ - 324 ADİL DÜZEN DERSLERİ - 154 İstanbul, 30 Eylül 2005
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI (Selahattin Öztürk ve Reşat Nuri Erol Üsküdar’da değerlendirecektir.)
HALK KURULUŞLARI
Ev adresime Elektrik Mühendisleri Odası dergisi geldi... Başka dergileri okumam, o dergiyi de okumam... Ben yazı yazamadığım bir yayın organını okumam, konuşamadığım toplantılara katılmam... Çünkü okuyunca cevaplamam lazım, ama yayınlamazlar!.. Dinersem cevaplamam gerek, ama cevaplandırmazlar!.. Sadece başlıklara bakarım; bazen dünyadan kopmamak için okurum...
Bu dergide de özelleştirme başlığını okudum. İçeriğini okumadım. Pek fazla bir şey yok. Sadece ‘istemezük’ teraneleri var. İsyan ve ihtilal sloganlarından başka bir şey yok. Maksat özelleştirmeyi önlemek değil de, ülkenin varlılarının heder olmasına hizmet etmek…
Oysa, yapacağımız iş çok basittir. İstanbul esnafı birleşip “halk kuruluşları/ şirketleri/ kooperatifleri/ ortaklıkları”nı kurmalıdır. ERDEMİR özelleştirilecek. Bir ortaklık kuralım, hisse senedi çıkaralım. Bir bankada hesap açtıralım. Hisse senedi versin, biz ona pay senedi verelim. 12 milyon İstanbul halkı vardır. Demek ki TÜPRAŞ’ın dört milyarını sağlamak için nüfus başına 250 YTL düşmektedir. Her ay nüfus başına 25 lira alsak, bir sene içinde dört milyar dolar elde ederiz. Böylece ERDEMİR’i satın alırız. O kadar etsin varsayalım. 75 milyona teşmil edersek 250 YTL 50 YTL’ye iner. Nüfus başına ayda 5 YTL almak durumunda kalırız. Türk halkının bunu ödeyecek gücü vardır.
Asıl sorun; ondan sonra ne yapacağız, nasıl işeteceğiz? Bu tesisleri kiraya vereceğiz. Kime; Koç’a… Kime; Sabancı’ya… Kime; İtalyan firmasına. Yine onlar işletecek. Madem onlar kabiliyetlidir, onlar işletecek. Biz üretimden kira payı isteyeceğiz. Cirodan, fatura payından mesela %4 isteyeceğiz. Biz bu yüzde ile ihaleye çıkaracağız. Elde ettiğimiz kira payının yarısı ile tesislerin bakım ve yenilenmesini yapacağız. Kalan yarısını da hisse senetlerinin değerine ilave edeceğiz.
Hisse senetleri alıp satmaya başlayacağız. Kârsız olarak alacağız ve satacağız. Nominal değer gelen kiraların eklenmesiyle oluşacaktır. Hisse senetleri arz ve talebe göre çok satılacak veya iade edilecektir. Böylece hisse senetlerini satarak yatırdığımız parayı geri almış oluruz. Onunla başka özelleştirilecek firmalara gideriz.
Özelleştirmeler bitince, elimizdeki sermaye ile yeni tesisler kurar, onların hisse senetlerini halka satarız. Halk tasarrufa alıştığı için gelirleri artacaktır. Dolayısıyla yeni tesislerin hisse senetlerini alacaktır. Böylece “imar” devam edecektir. İmar için “emek” gerekecektir. Gelir arttığı için nüfus da artacaktır. Böylece işyerleri çoğalacak, nüfus artacaktır. İşçi artacak, işyerleri çoğalacaktır.
İşte evrim budur, gelişme budur.
Dünya bugün 10 milyar insanı beslemektedir. Sera tarımına geçersek bu 20-30 milyarlara kadar çoğalır. Daha denizler bomboş. Yarın uzay tarımı başlayacak. Bugünkü teknoloji ile bile güneş çevresi trilyonlarca nüfusu barındıracak kadar geniştir. İleride hidrojen enerjisini kullanabildiğimiz zaman pratikte imkanlar sonsuzlaşır.
Türkiye’mize gelelim. Türkiye’de nüfus yoğunluğu kilometrekare başına 100’den azdır. Oysa Hollanda gibi Türkiye’den çok daha verimsiz olan ülkede nüfus yoğunluğu 500 civarındadır. Yani, bugünkü şartlarda Türkiye 400-500 milyon insan besleyebilir. O halde arazi darlığı sorunu Türkiye için bin sene sonra olabilir.
Türkiye’nin sadece halkın organizasyonuna gerek vardır. Her imkana sahiptir.
Peki, halkı kim organize edecektir?
a) Dernekler, vakıflar, kooperatifler…
b) Sendikalar, odalar, barolar…
c) Siyasi partiler, tarikatlar…
d) Belediyeler…
Bunların hepsi organize ederler.
Biz “Akevler Kooperatifleri” olarak yıllardır bunu yapıyoruz…
Şimdiye kadar devlet görevlileri hainlerle bir olup bize saldırdılar. Bugün bu saldırı durmuştur. Vakıflar baskı altında değil, dernekler kapatılmıyor… Kooperatifler ‘şeriatla memleketi yönetiyorsunuz’ diye devlet güvenlik mahkemelerinde yargılanmıyor...
Mühendisler Odası bu organizasyonla meşgul olacağına, iktidarı düşürüp yeniden lâiklik adına devlete saldıran bir iktidar arama peşinde!..
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ - 324 ADİL DÜZEN DERSLERİ - 154 İstanbul, 30 Eylül 2005
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI (Selahattin Öztürk ve Reşat Nuri Erol Üsküdar’da değerlendirecektir.)
ORDU ÜRETKEN OLMALIDIR
Tarihte ordular kölelerden veya paralı askerlerden oluşmuş, geçimleri de yağmacılık ile olmuştur.
Kur’an ganimet için savaşmayı yasaklamış, savaşta ganimeti helal kılmıştır. Ordunun milletine yük olmasını, devletin yapısını çökertmesini de doğru saymamıştır. Napolyon “Savaş kendisini finanse etmelidir.” demiş. Biz de diyoruz ki; “Ordu kendisini finanse etmelidir. Ordu ülkesine yük olmamalıdır.”
a) Evet, erkekler askere gidecekler. Yirmi yaşına gelmeden önce altı ay askerlik yapacaklar. Ondan sonra da her yıl bir kıtalarına katılıp hizmet vereceklerdir. Buna gerek vardır. Çünkü ilk altı aylık eğitim o yaşın eğitimdir, o dönemin eğitimidir. Oysa her yaşın ayrı eğitimi vardır. İnsanlık devamlı olarak uygarlaşmaktadır, savunmada birtakım yeni bilgiler oluşmaktadır. Yirmi sene önce yapılan bir eğitim bir işe yaramaz hâle gelmektedir. O halde ordu aynı zamanda eğitimdir; eğitimi güncelleştirmedir. Dolayısıyla vatandaşa hizmet vermektedir. Bu vatandaşa yük olmamakta, aksine bilgilerini ve ustalığını yenilemekte ve senede bir de askerlik arkadaşları ile birlikte bir araya gelerek dinlenmekte, tatil yapmaktadır. Herkes nerede askerlik yapmışsa o birliğe katılmakta, ömrünün sonuna kadar aynı yerde ve aynı birlikte hizmet vermektedir. Burasını savunma hususunda daha fazla bilgi sahibi olmaktadır. Kendisi birliğini değiştirebilmektedir. Komutanı istemediği kimseyi uzaklaştırmaktadır.
b) Bu birliğin olduğu yer kendilerine tahsis edilmiş askeri mıntıka olacaktır. Bu yerlerin doğal kaynaklarından yararlanabildiği gibi; buraları ağaçlandırabilmekte, ekip biçerek üretim yapmakta, kendi ihtiyaçlarını giderebilmektedir. Hayvancılık yapabilmekte, konserve ve reçel gibi uygulamalarla gıda maddelerini ambalajlama ve muhafaza yapabilmektedir. Pamuk ve yün üreterek, ketenden lifler elde edip giyimini sağlayabilmekte, dericilik yapmaktadır.
c) Taşınır küçük sanayi üretim araçları imal eder ve onunla sanayi üretimi yapar, bu sayede kendi beyaz ve diğer eşyası ile silahlarını imal eder.
d) Bunun dışında ürettiği malları satabilir ve onunla başka mallar alabilir. Ham maddeyi dışarıdan alıp üretip veya ambalajlayıp kendi markasıyla satar ve ihtiyacı olanları alabilir. Gümrük gelirleri tamamen orduya aittir. Ordu dışarıdan adam alarak çalıştıramaz. Yani dışarıdan emek alamaz, başkasının etiketli malını satamaz.
e) Çok önemli başka bir geliri de, ulaşım ve haberleşme yollarını korur ve işletir, hattâ inşa eder. Bunların harcamalarını devlet öder. Yollar ve hatlar, kanallar, borular karşılıksız halka kullandırılır; savaşta da kendisi kullanır. Mesela, elektrik üreticilerinden devlet yüzde yirmi elektrik taşıma ücreti olarak alır. Orduya bunu karşılıksız verir, onun karşılığında ordudan bakımını ve işletmesini ister.
Demek devlet barışta orduya yeteri kadar toprak veriyor, emek veriyor, üretip satmaya izin veriyor. Ulaşım ve haberleşme yollarının bakım ve işletmesini bedel karşılığı veriyor. Böylece ordu ülkenin bütçesine yük olmadan yaşayabiliyor. Geleceğin orduları millîdir. Ülkenin topraklarını ve imkânlarını değerlendirirler. Ülke üretiminde ve dağıtımında hizmetleri vardır. Eğitimde, meslek eğitiminde de büyük yararları vardır.
Ülke içindeki her ordu kendi bölgesini savunurken aynı zamanda teknolojinin gelişmesinde de katkısı olacaktır. Ordu tekel işletme olduğu için araştırmalara daha fazla imkanlar ayırır, araştırma yapar. Yapmak zorundadır. Çünkü savaş demek şu demektir.
a) Daha çok eğitilmiş askere sahip olacaksınız.
b) Daha çok gelişmiş silaha ve savaş araçlarına, ulaşım ve haberleşme araçlarına sahip olacaksınız.
c) Arkanızda daha çok sizi savaşta destekleyecek devlete dayanacaksınız. Yani, ordunun gelişmesi yeterli değildir. Bu arada o bölgenin de ekonomisi ve kültürü de gelişmiş olacaktır. Biz diyoruz ki, bölgelerin merkez vilayetlerinin yönetimini orduya verelim. Burada örnek yönetim oluşturulsun ve diğer iller de yararlansın. Yani, on iki vilayetin valileri merkezden atanmış ordu komutanları olsun. Diğer vilayetlerin valilerini kendi halkı seçsin ve iller tamamen özerk olsun.
d) Ordu da imanlı kişilerden oluşmalıdır. Ateist ve ahlâksız kişilerden oluşmuş ordu yerine, ahlâklı ve inanmış askerlerden oluşmuş orduya ihtiyacımız vardır. Bu lâikliğe aykırı değil, tam lâikliğin gereğidir. Neye inanmalıyız? Devlet, kendi inancımıza müdahale eden değil, tam tersine inancımızı bizim için koruyan bir ortaklıktır. Hepimiz kendi dinlerimize göre yaşayabilmemiz için ortak bekçi tuttuk. O bizim inançlarımızı korumaktadır. Devletin kendisi inançlar empoze etmeye kalkışır veya inançları ve inançlarla yaşamayı yasaklarsa devlet olmaz, eşkıya teşkilatı olur. Ordu inançlı olacak ama tek ideolojiye veya tek dine değil, çeşitli din ve ideolojilere inanmış ama bunu demokratik yoldan gerçekleştirme azminde olan kimselerden oluşmalıdır. Diyanet İşleri bunun için ordunun inancını bozmaktadır. Atatürkçülük de bunun için ordunun dağılması için bir zehirdir. Atatürk ideolog değil, devlet kurucusudur.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92