ADİL DÜZEN 325
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 07 - 10 Ekim 2005 Fiyatı: Seminere katılmak veya (akevleronline) www.akevler.org
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 325. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
ÜSKÜDAR Adresi: Selami Ali Efendi Cd. No: 31 ÜSKÜDAR/İSTANBUL (Ana Çocuk Sağlığı yanı – Anadolu Gençlik bitişiği) Tel: (0532) 246 68 92
*TEFSİR SEMİNERİ [Cuma Üsküdar (19.00-21.00); Cumartesi Yenibosna (17.00-21.00); Pazartesi Ümraniye (19.00)]
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
(Hasan Özket, Yasin Kılar, Hasan Çetinkaya, Lütfi Hocaoğlu, Reşat Nuri Erol ve …………… dersi okumuş olarak geleceklerdir.)
Üsküdar ve Ümraniye’de Reşat Nuri Erol tarafından; diğer yerlerde ilgili ve sorumlular tarafından anlatılacaktır...
Hedefimiz; bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul’da 200, Türkiye’de 1000 yerde okunmasıdır. Süleyman KARAGÜLLE
NİSÂ SÛRESİ TEFSİRİ – 50
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم بَشِّرْ الْمُنَافِقِينَ بِأَنَّ لَهُمْ عَذَابًا أَلِيمًا(138) الَّذِينَ يَتَّخِذُونَ الْكَافِرِينَ أَوْلِيَاءَ مِنْ دُونِ الْمُؤْمِنِينَ أَيَبْتَغُونَ عِنْدَهُمْ الْعِزَّةَ فَإِنَّ الْعِزَّةَ لِلَّهِ جَمِيعًا(139) وَقَدْ نَزَّلَ عَلَيْكُمْ فِي الْكِتَابِ أَنْ إِذَا سَمِعْتُمْ آيَاتِ اللَّهِ يُكْفَرُ بِهَا وَيُسْتَهْزَأُ بِهَا فَلَا تَقْعُدُوا مَعَهُمْ حَتَّى يَخُوضُوا فِي حَدِيثٍ غَيْرِهِ إِنَّكُمْ إِذًا مِثْلُهُمْ إِنَّ اللَّهَ جَامِعُ الْمُنَافِقِينَ وَالْكَافِرِينَ فِي جَهَنَّمَ جَمِيعًا(140)
بَشِّرْ الْمُنَافِقِينَ (BaşŞiRi elMuNAFıQIyNa) “Münafıkları tebşir et.”
“Nifak” köstebeğin yuvasıdır. Toprak içinde bir boru gibi eşilmiştir, iki tarafında ağzı vardır. Düşman (yılan) bir taraftan girince köstebek yuvanın öbür tarafından kaçar.
Pazarda böyle bir üstü örtülü iki tarafı açık sokak oluşturulur. Orada ticaret yapılır. Köstebek yuvasına benzediği için ona da “ni(a)fak” denir. Oradan temin edilen yiyeceklere “nafaka” denir.
Önce ev için yapılan harcamalara “infak” denmiştir. Sonraları bütün harcamalara “infak” denmiştir.
“Münafık” iki ağızlı veya iki yüzlü anlamındadır. Bu Kur’an’ın verdiği manâdır.
“Münafıklar” Medine devrinde ortaya çıkmışlardır. Örgüt kurmuşlar ve Müslümanlara karşı ikili oynamışlardır. Kur’an bunların kefere olacağını bildirmektedir. İman etmiş, sonra küfretmiş, sonra iman etmiş, sonra küfretmiş kimseler böyle münafıklardır. Savaş zamanında böyle olanlara ‘ne taraftasın?’ diye sormuşlar, onlar da ‘daha belli değil!’ demişler!
Türkler 1950’ye kadar Batı dünyasının müesseselerini alarak Batı’yı yenme çabasına girmişler, onlarla alenen savaşmışlardır. 1950’den sonra ise Batılı olmuşlar, ama İslâmiyet’i de bırakmamışlardır. Bu durumda ne onlardan ne bunlardan olmaktadırlar. Adil Düzenciler olarak ise biz çok açık ve net tavır koymaktayız.
a) Büyük dinlerin hepsi hak dindir. Hintlilerin Brahmanizm’i, Çinlilerin Budizm’i, Hıristiyanlık ve Müslümanlık büyük dinlerdir. Bunların hepsi İbrahimî dinlerdir. Tevrat Hıristiyan ve Müslümanların da kitabıdır. Elimizde bulunan ilk şeriat kitabıdır. İsrail oğullarına gelmiştir.
b) Dinlerin hepsine bazı hurafeler girmiştir. Farklı yorumlarla sapmalar olmuştur. Müslümanlar da içtihadı kaldırmakla bin senedir kaynaklarda değil ama uygulamada İslâmiyet’ten uzaklaşmışlardır.
c) Bütün dinlerin kendilerini yenilemeleri ve asıllarına dönmeleri gerekir. Kâinatı var eden Allah bu kitapları indirmiştir. Tabiî ve sosyal ilimlere aykırı olan ve sonradan sokulan yorumlar veya tercüme hatalarıdır. Kitaplara dokunmadan onlar değerlendirilmeli ve müsbet ilme göre yorumlanmalıdır.
d) Dinler insanları eğitmek ve ahlâklarını yüceltmek için vardırlar. Yorum farklarından doğan mezhepler de doğaldır. İlim, ekonomi ve siyasete hükmetmemelidir; onlar da ilme hükmetmemelidir. Dinler arası dâvet var, görüşme var, ama baskı veya üstünlük iddiası yoktur. Her dinin mensubu kendi dinini doğal olarak üstün görür. Yoksa orada kalmaz. Ama başkalarına zor kullanmaz. Buna “lâiklik” diyoruz.
Ateistler veya komünistler lâik olurlarsa, onlara bu dinler gibi din statüsünü veririz. Ama, ‘sizi zorla dinsiz veya komünist yapacağız’ derlerse, onlara aramızda yer vermeyiz. Bunlara “müşrik” diyoruz.
“Tebşir et” kelimesi kullanılmaktadır. Gerçi Arap dilinde böylece zıt anlamını ifade eder. “Tebşir et” tenzir anlamındadır. Ancak hakiki manâ verecek olursak; onlar işlemiş oldukları bu kötülüklerin karşılığı azapla yok edilmeleri gerekirken, Allah onlara rahmet etmekte, cehenneme götürmekte, cezalarını çektirdikten sonra yaşamalarına devam etme imkanını sağlamaktadır. Görülüyor ki Allah’ın azabı bile müjde kaynağıdır.
بِأَنَّ لَهُمْ عَذَابًا أَلِيمًا(138) (Bi EanNa LaHuM GaÜABan EaLİyMan)
“Onlara elim azab olduğunu tebşir et.”
“Elem” ayakkabının vurmasından doğan acıdır. Azap tatmak demektir. Sıkıcı azap vardır demektir.
İnsan için acı bir dereceye kadar vardır. Azami acıdan sonra acı duyulmaz olur. Bu sebepledir ki az yaralanma ile çok yaralanma arsında acı bakımından fark olmayabilir.
Cehennem ateşi insanın duyabileceği en üst acıyı duyurur.
الَّذِينَ يَتَّخِذُونَ الْكَافِرِينَ أَوْلِيَاءَ (EalLAÜIyNa YatTaPıÜUvNa elKAFıRIvNa EaVLıYAEa)
“Onlar kâfirleri evliya ittihaz ederler.”
Münafıklığın temel ayıracı kâfirleri evliya ittihaz etmektir. “Kâfir” deyince hemen Hıristiyanlar ve Yahudiler akla gelmektedir. Binlerce yıldır beynimiz öyle şartlanmış ki, Hıristiyan ve Yahudiler hep kâfir sayılmıştır. Oysa Kur’an ister iman edenler, ister Hıristiyanlar, ister Yahudiler, ister Sabiler olsun, kim Allah ve âhirete iman ederse demektedir. Kâfirler müşrik değildirler, müslim de değildirler.
Münafıklardan farkları nedir? Münafıklar, müslim oldukları halde kâfirleri evliya ittihaz edenlerdir.
Bu durumda kâfirler kimlerdir?
Cizye veren müslimler, ülkemiz içinde askerlik yapmayıp cizye verenlerdir. Bir de ülke dışındadırlar. Hakemlerin kararlarına uymuyorlar, ama bizim ülkemize de saldırmıyorlar. Biz onlara saldırmayız, onlarla savaş yapmayız. Onlarla içli dışlı olmayız. Gelenlere aman vermeyiz. Onları kendi ülkelerinde terk ederiz. O ülke daru’l-harb da değildir, daru’l-islâm da değildir; “daru’l-küfür”dür, “daru’l-terk”tir. Hadislere dayanarak ‘daru’l-terk’ denmiştir. Şimdi bu âyette onun ‘daru’l-küfür’ olduğunu öğreniyoruz.
Müşrikler hakem kararlarını kabul etmeyen, aynı zamanda saldıranlardır. Kâfirler saldırmayanlardır. Münafıklar ise; müslim olduğu halde kâfirleri evliya ittihaz edenler ve onlarla dayanışma ortaklığı kuranlardır.
مِنْ دُونِ الْمُؤْمِنِينَ (MiN DUvNı eLMuEMiNIyNa) “Mü’minlerin dununda.”
İslâm diyarında yaşadıkları halde kâfirleri mü’minlere karşı evliya ittihaz ederler.
Mü’minlere karşı olmak üzere diyarı küfürde olanlarla ilişki kurmak yasaklanıyor. Mü’minlere karşı veya onlardan gizli kâfirlerle anlaşma yasaklanmış olmaktadır. Şimdi bugünkü dünyayı ele alalım.
Türkiye ne yapmalıdır? Türkiye; aramızda çıkan ihtilafları hakemler yoluyla çözme hususunda ikili olarak anlaşmalıdır. Bütün dünya devletlerine öneri yapılır. Kim hakemliği kabul ederse o ülke daru’l-islâmdır. Hakem kararlarına evet demeyen ülkeler ise diyarı küfürdür. Onlar bize saldırmazlarsa, biz de onlara saldırmayız. Ama onlarla asla stratejik ortaklık kurmayız, onların birliğine katılmayız. İşte bu âyetler bize bunu söylüyor. Kur’an’ın bize öğrettiklerinden başkasını yapanların sonları orada bildirilenlerdir.
Kur’an’ın ifadelerini netleştirmemiz gerekir. Âhiret hayatında kâfirlerin ve mü’minlerin yerleri belirlenmiştir; cennet ve cehennem. Ama değişik isimler kullanılıyor. Bunların bu dünyadaki durumları ortaya konuyor. Bu dünyada bizim başka insanların içlerindeki durumlarını bilmemiz mümkün değildir. Biz kişileri sözle ve fiille belirleriz. Dünyada onlara bir yer ve bir konum veririz. Kur’an’ı bu şekilde yorumlamazsak, onda çağımızın çözümlerini bulamayız. O zamana çare ve çözümleri işte bugünkü gibi Avrupa sokaklarında ararız!..
Adil Düzencilerin yapacakları işler vardır. Her anlaşmanın altına “hakemlik” maddesini koyacaklar. Her türlü ilişkileri bunlarla yapacaklar. Hakemliği kabul etmeyenler bizim için küfür içindedirler.
Türkiye Cumhuriyeti hakemlik müessesesini tanımıştır. Türkiye’de yaşayan mü’minler bundan yararlanmalıdır. Çıkan nizalarda avukatlara gitmeden hakemlere gidilmelidirler. Hakemler haksız karar verse de ona uymak zorundayız. Hakemliği kabul etmeyenlerle olan ilişkilerimiz çatışma şeklinde olmamalı, ama bu âyetin söylediklerine göre olmalıdır. Yani; saldırmayacağız, ama onlarla mümkün olduğu kadar az ilişkide bulunmalıyız. Bulunduğumuz ilişki Adil Düzene ve Adil Düzencilere zarar verecek bir anlaşma olmamalıdır.
Eğer başka partilerle koalisyon kurulacaksa, çıkacak ihtilaflarda hakemlik sistemi benimsenmelidir. Böyle yapılsaydı Refahyol Hükümeti ve koalisyonu kolay kolay bozulmazdı. Tansu Çiller Adil Düzeni bırakacaksınız diye söz aldı. Eğer hakemlik maddesini koysaydılar, sonra Refah Partisi Adil Düzene göre işler yapınca Çiller hakemlere giderdi ve kaybederdi.
أَيَبْتَغُونَ عِنْدَهُمْ الْعِزَّةَ (EaYaBTaĞUvNa GıNDaHuMu eLGıüÜaTa)
“Onların indinde izzet mi arıyorlar?”
“İzzet” sosyal güçtür, halka sözünü geçirmedir. Halk saydığı ve sevdiği kimselerin sözlerini dinler, onların söylediklerini yapmaya çalışırlar. İnsan sosyal varlık olduğu için kendisinde birisine itaat etme arzusu vardır. Tanınan kimselerin birbirine etkileri yanında kişiler onları şahsen tanımıyor, saygının onlara gösterildiğini de bilmiyor, ama kitle anlara saygı göstermekte, onlardan çekinmektedir. İşte izzet budur.
Kişilere karşı doğan duygular olduğu gibi kavimlere karşı da aynı saygı hisleri doğar. Bir de bakarsınız ki, II. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD süper devlet oluveriyor. Halbuki ondan önce İngiltere süper devlet idi.
Kur’an’ın insanlardan istediği esas nokta şirkten uzak olmaktır. Bu insanın insana kul olmamasıdır. Tek varlık olarak Allah’a ve O’nun yeryüzündeki halifesi olan topluluğa hizmet etmektir.
“Elhamdülillah” kelimesi bunu ifade etmektedir. Burada da izzetin hakta aranması gerektiğini, kişi ve gruplarda izzetin olamayacağı hususu belirtilmektedir.
Kur’an’da başkalarıyla nasıl ilişki kurulacağı açıkça belirtilmiştir.
a) Her söze kulak verilecek, en iyisine uyulacaktır. Bu çok önemlidir. Bütün insanları muhatap almak, onların söylediklerine kulak vermek demektir. Onlarla diyalog içinde olmaktır. Hiç kimseyi küçük görüp sözlerini kâle almazlık etmemektir.
b) İyilikte herkesle işbirliği yapılacaktır. İyilikte dayanışma içine girilecek, buna karşılık kötülükte herkesten uzak olunacaktır. Bunun Amerikalısı, Avrupalısı, Rusyalısı, Çinlisi yoktur. Hepsi birdir.
c) Hakemlik yaptığında adalet ile kıst ile hükmedilecektir. Yakının olsa da, dindaşın olsa da, akraban olsa da taraf tutmamaktır. Haklıya haklı, haksıza haksız demektir. Bu da çok önemlidir. Çünkü birçok insanlar kendilerini haklı zannederek haksızlık yapmaktadırlar. Bile bile haklarını saldıranlara teslim etmek demek, ondan korkmak ve zalimleri çoğaltmak demektir. Kişi tarafsız ve adil kimselerin ağzından haksız olduğunu öğrenirse, o zaman bu gibilerin yüzde sekseni haksız talebinden vazgeçer.
d) Her türlü nizalarda hakemlere gidilecek ve hakem kararlarına haksız karar olsa da uyulacaktır. Hakem kararlarından mağdur olan varsa hakemler aleyhine hakemlere gidilecektir.
İzzeti başkasında aramak da şirktir. Kendisini diğer insanlardan üstün görmek de şirktir.
Mü’minler insanların hakimi değil, kayyumudurlar.
فَإِنَّ الْعِزَّةَ لِلَّهِ جَمِيعًا(139) (FaEınNa eLGıüÜaTa LielLAHı CaMIyGan)
“Bütün izzet cemian Allah’ındır.”
“Cemi’” kelimesi ile izzetin tecezzi etmeyeceği yani parçalanmayacağı ifade edilmektedir.
İzzetin tamamı Allah’ındır veya topluluğundur.
Mustafa Kemal İstiklâl Savaşı’nda başkomutanlık yaptı diye her şeyi ona borçlu olduğumuz ifade edilerek putperestlik yapılıyor. Diyelim ki her şeyi Mustafa Kemal’e borçluyuz. O kime borçlu? Onu var eden Allah’a değil mi? Ona ayakları veren, burnu veren, aklı veren kim? Allah. Sonra Anadolu’yu o mu var etti? İstanbul’u o mu kurdu? Biz her şeyi veya bir kısmını nasıl ona borçlu oluruz? Şirk işte budur. Diğer taraftan Mustafa Kemal gökten düşmedi. Türk okullarında okudu, Türk harb okulunda subay oldu. Harp akademilerinde onu kim yetiştirdi? Onu orgeneralliğe kim yükseltti? Onu başkomutan kim yaptı? Askeri ve cephaneyi kim verdi? Kendisi tanrı idiyse Selanik’i neden Yunanistan’a bıraktı? İstiklâl Savaşı’nı neden Selanik’te değil de Erzurum’da başlattı? O halde izzet varsa o izzet Allah’ın yeryüzündeki halifesi olan milletindir, onu yetiştirenlerindir. Eğer hakimiyeti kayıtsız şartsız Allah’ın yeryüzündeki halifesi olan millete bırakmaz, böyle ortaklar ortaya sürerseniz, sonra derin devlet oluşur ve millet hepten itilir. Milletin yegane mümessili onların seçtiği meclis olmazsa şirk olur. İktidar tecezzi ve tefessüh eder. Mustafa Kemal’in vahdeti kuvva ilkesi budur. Hakimiyeti milliye (yani Allah’ın hakimiyeti), kuvvayı milliye (Allah’ın izzeti), vahdeti kuvva (yani cemian).
Bu âyet bize hakimiyeti milliyeden bir kısmının Avrupa Birliği’ne devrini de yasaklar. Hakimiyet, yani izzet tecezzi etmez. Biz Avrupa Birliği’ne gireriz ama, bizim iç işlerimize, bizim iç kanunlarımıza karışamaz. Sadece ortak işlerle yetinilmesi gerekir. Yoksa AB’nin hatırı için okumadan kanunları Meclis’ten geçirmek şirktir. İzzetin yani hakimiyetin tecezzisidir. Bu da yalnız Kur’an’a değil, Anayasamıza göre de yanlıştır. Çünkü hakimiyet kayıtsız şartsız Allah’ındır, yani milletindir.
وَقَدْ نَزَّلَ عَلَيْكُمْ فِي الْكِتَابِ (Va QaD NaüÜaLa GalayKuM FIy eLKiTaBi)
“Şimdi size kitabda tenzil edilmektedir.”
“Kitab size tenzil olunmuştur, içinde şunlar vardır” diyeceğine; “Kitabda size şu tenzil edilmiştir” diyor.
Yani; Kitab bize tenzil olunmuyor, Kitab’ın içi bize tenzil ediliyor. Çünkü Kitab Mekke ve Medinelilere tenzil olundu. Biz o Kitab’ı okuyoruz. O Kitab’ın içinde olan manâlar şimdi bize tenzil olunuyor. “Kad” kelimesi bundan dolayı kullanılıyor.
“İnzâl” kelimesi de kullanılmıyor, “TENZİL” kelimesi kullanılıyor. Çünkü icma ve içtihatlar tekerrür edip gelmektedir. Tekrar tekrar hatırlamamız gerekir ki, Kur’an lafzı ve diliyle bize bizden önce gelenlerden gelmiştir. Ama oradan çıkan hükümler bizim için bize aittir; onlar için onlara aittir. Biz onların yaptıklarından sorumlu değiliz, onlar da bizim yaptıklarımızdan sorumlu değildir. Kimse başkalarının içtihatları ile amel edemez. Müçtehit ancak kendi içtihadı ile amel eder. O halde geçmiştekilerin içtihadı ile amel etmek caiz değildir. Bilmeyenler yaşayanlara soracaklardır. Çünkü Kur’an rasihlere uyun demiyor; onlardan görüş alın, sorun diyor. Demek ki Kur’an’ın manâları şimdi bize nâzil oluyor, tenzil olunuyor.
أَنْ إِذَا سَمِعْتُمْ (EaN EıÜAv SaMıGTuM) “Sem’ ettiğinizde.”
Burada “İn Semi’tum” denmemiş, “İzâ Semi’tum” denmiştir. Yani, işitirseniz denmemiş, işittiğinizde denmiştir. Duyarsanız değil; duyduğunuzda, duyacaksınız denmiştir.
Çağımız Allah’ın âyetlerinin küfredildiği ve onlarla istihza edildiği bir çağdır. Dinden bahsetmek ayıp bir şey olmuştur. Dindarlar gerici kabul edilmektedir. Kamu alanlarından din kovulmak istenmektedir. 19. asırda dinsizlik moda olmuş, dindarlar ilkel insan kabul edilmiştir. O nesil bitince artık dindar kimse kalmayacaktır zannedilmiştir.
Bugün zenginler, yüksek bürokratlar, generaller namaz kılmaya tenezzül etmiyorlar. Çünkü onlara göre bunlar ilkelliktir, cahilliktir. Gerçi 20. yüzyıl ters çalıştı. Yaşlılar öldü ama dindarlar tükenmedi. Artık okumuşlar da dindar oldu. Fosil lâikler vardır ama onların da ömürleri sona ermektedir.
Böylece burada “İn” değil de “İzâ” gelmiş olması Kur’an’ın büyük mucizesi olmaktadır.
Bugün okullarıyla, üniversiteleriyle, basın ve yayınıyla, bütün kurumlarıyla Allah’ın âyetleri ile istihza ediliyor. Ama bu istihzanın ve istihza edenlerin sonlarının gelmekte olduğunu da açıkça görüyoruz.
آيَاتِ اللَّهِ (EAvYAvTı elLAHı)
“Allah’ın âyetlerini işittiğinizde.”
Allah’ın âyetlerini siz okurken istihza edebilirler, küfredebilirler. O zaman onlara hitap edebilir, sözlerinizi tamamlarsınız. Onların istihza ve küfürlerinden dolayı Allah’ın âyetlerini okumaktan vazgeçmezsiniz. Ama âyetleri başkaları okurken siz onlarla sohbette iseniz ve onlar küfrediyor ve istihza ediyorlarsa, o zaman o meclisi terk edeceksiniz.
“Allah’ın âyetleri” deyince, Kur’an ve Tevrat gibi Allah tarafından indirilen kitaplar ve diğer hükümlerdir. Şeriattır. Oturup şeriatı beğenmeyip onun gönderdiği hükümlerle istihza etmektir.
Çağımızda bunlarla istihza edilmektedir. Gericilik diye istihza edilmekte, hattâ saldırılmaktadır.
Allah kadını erkekten farklı yaratmıştır. Bazı alanlarda kadınları, bazı alanlarda erkekleri üstün yapmıştır. Bunu beğenmeyenler ve kendilerine göre kadını erkekle aynılaştırmak isteyen zavallılar vardır. Yani, Kâinat’ın düzeni de Allah’ın âyetlerindendir. Onun koyduğu şeriat da Allah’ın âyetlerindendir.
يُكْفَرُ بِهَا (YuKFaRu BiHAv) “Ona küfredilirken.”
“Küfretmek” nankörlük etmektir. Allah’ın insanlara öğrettiği hükümler, koyduğu şeriat bir nimettir, bir rahmettir. Şeriata sımsıkı sarılıp onun bu nimet ve rahmetinden yararlanmaları gerekirken; onu beğenmemekte ve o nimetten yararlanmayıp nankörlük etmektedirler. Bir kimsenin üzümü üzüm olarak yemesi gerekirken, onu şarap yapıp içmek küfürdür. Evlenip çoluk çocuk yapmak Allah’ın nimetidir. Onu zina veya eşcinsellikle kirletmek nankörlüktür. Şeriatı beğenmemek küfürdür.
وَيُسْتَهْزَأُ بِهَا (Va YaSTaHZaEu BiHav)
“Ve onlarla istihza ederler.”
Tabiî ve sosyal kanunlarla istihza ederler.
İnsanın sindirim sistemi domuz eti yiyecek şekilde yaratılmamıştır. İpek böceğine meşe yaprağını verirseniz yaşamaz. Bütün haramların böyle hikmetleri vardır. İnsan temizlenmek zorundadır, çünkü doğal bitki örtüsü yoktur. İnsan evlenmek zorundadır. Çünkü insan sürekli cinsi arzu etmektedir. Oysa hayvanlar sadece doğuracakları zaman cinsi arzu duyarlar. Çünkü cinsi arzu aynı zamanda aile hayatını yaşatmak içindir.
Bunlarla istihza ederler. Sinemaları ve televizyonları onun için kullanıyorlar. Okullar, dersler, kitaplar hep Allah’ın âyetleri ile istihza etmektedirler. Gerçekten Allah’ın âyetlerinden şüphe içinde iseler, O’nun Kâinat’ını beğenmiyorlarsa, kendi kâinatlarını kursunalar ve oraya gitsinler. O’nun şeriatından şüpheleri varsa, kendi sitelerine çekilsinler ve istedikleri düzeni kursunlar. Ama öyle yapmıyorlar. Bizim yaşadığımız ve memnun olduğumuz ve her gün Allah’a şükrettiğimiz Kâinat’ı bize kötüleyip zehir etmektedirler. Bırakın bizim sitemizde biz istediğimiz, siz sitenizde sizin istediğiniz gibi yaşayalım diyoruz. Hayır! Onlar bize, ‘siz de bizim gibi yaşayacaksınız’ diyorlar! Bizi de kendileri gibi AİDSli yapmak istiyorlar.
Lâiklere önerimiz var.
a) Gelin yerinden yönetim sistemi getirelim, herkes kendi sitesinde istediği gibi yaşasın.
b) Ya biz size cizye verelim, asker olmayalım, siz savunun ve siz yönetin; ya da siz bize cizye verin, biz savunalım ve yönetelim. Yok, cephelerde biz olalım, masalarda siz bizi yönetin! Öyle şey olmaz.
c) Aramızda çıkan nizaları mahkemelerde değil hakemlerle çözelim. Hakemler bizim bu ülkeyi terk etmemize karar verirlerse biz terk ederiz. Böyle yönetilen ülke sizin olsun. Biz sizin terk etmenizi istemiyoruz. Ama bize yaptığınız bu zulüm bilesiniz ki sonuna kadar devam etmeyecek.
d) Biz değil, ama bizi ve sizi var eden Allah sizin varlığınıza son verecektir. Tarihte Rum ve Ermeniler de sizin gibi azdıklar, azgınlaştılar da şimdi Anadolu’da soyları kalmadı. Şimdi de ‘soykırım’ diyorlar. Evet, Rum ve Ermenilerin Anadolu’da soyları kırıldı ama biz kırmadık, ihanetleri ile bizzat kendileri kendilerine kıydılar.
فَلَا تَقْعُدُوا مَعَهُمْ (Fa LAv TaQGuDUv MaGAHuM)
“Onlarla beraber kuud etmeyin.”
Şimdiki dünya Allah’ın âyetleri ile istihza ediyor. Kimi Türkler istihza ediyor. O’nun yarattığı Kâinat’ı beğenmiyorlar. O’nun şeriatını beğenmiyorlar. Kendilerinin müktesebatı varmış; faiz ve zina müktesebatı!..
Biz ne yapacağız? Bu durumda bize düşen görev nedir?
Birinci kural olarak işte bu âyet bize şimdi bunu öğretmektedir. İlk olarak onlarla oturmamamız gerektiğini bildiriyor. Yani onlar bu konularda konuşurken ve istihza ederken onlarla sohbete devam etmemek, toplantılara katılmamak. Allah’ın âyetleriyle istihza etmemek. O’na küfredip istihza etmemek.
Eğer fikrî olarak sizinle tartışırlarsa tartışınız. Ama eğer hislerle size veya Allah’ın âyetlerine saldırıyorlarsa onların bu faaliyetlerine katılmayın. İstihzaya mukabele edilmeyecek, uzaklaşılacaktır.
Demek ki, Allah’ın âyetleri ile istihza ettiklerinde kızıp karşı saldırılara geçmeyeceğiz, karşı istihzaya girişmeyeceğiz, istihzaya karşı fikirle savunma yapmayacağız. Çünkü hislere fikirlerle mukabele edilemez. Hislere ancak hislerle mukabele edilecek. Ona da izin verilmediği için yapılacak iş çekilmektir. Onlarla bu konularda tartışmamak ve ilişki kurmamaktır.
حَتَّى يَخُوضُوا فِي حَدِيثٍ غَيْرِهِ (XatTAy YaPUvWUv FIy XaDIyÇin ĞaYRiHiy)
“Başka hadislere havz edesiye dek.”
İkinci kural olarak ise onlarla ilişkiyi kesmeyeceğiz. “Onlar Allah’ın âyetleri ile istihza ediyor” diyor.
Onlarla her türlü sosyal ilişkileri kesmeyeceğiz. Her türlü sosyal ilişkileri devam ettireceğiz.
1950’lerde Müslümanlar lâiklerden Allah’ın âyetleriyle istihza edenlerle ilişkiyi kesiyor, kendi kabuklarına çekiliyor, okullarında okuyup devlet memuru olmak bile istemiyorlardı. Babam beni okula gönderdiği zaman köylüm ‘Hoca oğlunu gavur yapıyor’ diye ayıplıyorlardı. Kızları kimse okula göndermiyordu. Kızımı okula gönderdiğimde beni yadırgamışlardı. Bu yanlıştı.
Bizim Akevler’de giriştiğimiz ilk faaliyet lâikler ile diyaloga girişme olmuştur. Fethullah Gülen de bunu benimsedi. Necmettin Erbakan ise bunu uyguladı. Cumhuriyet Halk Partisi ile koalisyon yaptık diye ne kadar saldırıda bulundular. Fethullah Gülen Papa ile görüştü diye neler yapmadılar.
Hayır, biz kimseden kaçmayız. Sadece Allah’ın âyetlerine küfredip istihza ettikleri zaman onlardan uzaklaşırız. Sonra diğer ciddi işlerde onlarla devamlı diyalog içinde oluruz.
Bakınız, gayrimeşru işlerde demedim, ciddi işlerde yine birlikte oluruz dedim. Böylece her fırsatta görüşlerimizi onlara aktarırız.
Demek ki, onlarla işbirliği yapacağız, siyaset birliği yapacağız, komşuluk yapacağız. Şeriat dışı yaşıyorlar diye onlardan uzaklaşmayacağız. Sadece istihza hallerinde onları kendi başlarına bırakacağız.
Burada üçüncü kural ortaya çıkıyor. Şeriata göre hareket etmeyenlerle, Allah’ın düzenini bozup düzelteceklerini zannedenlerle biz mü’min olarak, Adil Düzenci olarak onlarla mücadele etmeyiz. Söylememiz gerekeni söyleriz ve onları kendi hallerine bırakırız, biz sadece kendi kendimizi düzeltiriz.
Cumhuriyet Halk Partisi ile koalisyon yaptık. Bize en çok saldıranlar Milliyetçi Hareket Partililer idi. Sonra onlar CHP’yi karşılıksız desteklediler. Biz haindik, onlar fedakardı!
Süleyman Konak isimli bir tornacı hemşerim vardı. Şahsıma, kooperatife ve siyasi faaliyetlerimize çok yardım etmiştir. CHP’ye karşı olan her parti ile beraberdi. Biz CHP ile koalisyon yapınca her gün tenkit ederdi. Sonra Hareket Partisi CHP ile koalisyon yapınca bir de baktım ki, bana ve diğer insanlara şöyle diyor; “Hareket Partisi ne kadar büyük parti, vatan için CHP ile koalisyon yaptı!” Görülüyor ki; biz yaparsak kötü, onlar yaparsa kahramanlık! Hayır; bizim yaptığımız da iyi, onların yaptığı da iyidir.
Biz kimseden kaçmayız, küsmeyiz, darılmayız. Onları düzeltmekle de uğraşmayız. Sadece ciddiyetten uzaklaştıkları zaman, ciddiyete gelinceye kadar biz de onlardan uzak oluruz.
Burada önemli bir incelik vardır. Onlar başka konulara daldıkları zaman tekrar onlarla ilişki kurabilirsiniz denmektedir. Peki, biz bunu nereden öğreneceğiz? Demek ki, gözetleyeceğiz ama onlarla diyalog içinde olmayacağız. Onlar Müslümanların yayın organlarını okumuyorlar, ama Müslümanlar onların yayın organlarını okuyacaklar, ciddi yazarları okuyacaklar demektir. Ama Müslümanlar kendi yayın organlarını da okumalıdırlar, onlarınkini de. Kendi televizyonlarını seyretmelidirler, onlarınkini de. Biz onları bileceğiz, onlar bizi bilmeyecektir. Böylece biz onları kolay yeneceğiz.
Türk ordusu bazı basın ve yayını, bazı medya kuruluşlarını dışlamıştır. Hata ediyor. Çünkü biz ordunun yegane dostuyuzdur. Biz bize yaptıkları zulme rağmen onları seviyor ve destekliyoruz. Onlar ise fırsat kollamaktadırlar. Ama diyelim ki biz de onlara karşıyız; yine bizimle diyalog içinde olmalıdırlar. Çünkü bir şeyleri, bazı kimseleri bilirseniz; onların hayrından yararlanırsınız, şerlerinden korunursunuz. Ama karşınızdakini tanımazsanız hayırlarından yararlanamazsınız, şerlerinden korunamazsınız.
Bakınız, Kur’an ne güzel şeyler öğretmektedir. Bunlardan yararlananlar galip gelirler.
Türk ordusunu bizden uzak tutanlar onların düşmanlarıdır. Bunun farkında değiller.
إِنَّكُمْ إِذًا مِثْلُهُمْ (EinNaKUM EiÜan MiÇLuHuM)
“Siz de onlar gibisiniz.”
Eğer küfür ve istihza sohbetinde olanlarla beraber olursanız, siz de onlarla beraber olursunuz. Ciddi oldukları zaman siz de mecliste olursunuz, yanlışları onaylamazsınız, sorun biter. Ama istihza ettikleri zaman onlarla beraber oturursanız siz de istihza etmiş olursunuz.
Genellikle biz bu hataya diğer insanların gıyabında ve gıybette düşüyoruz. Bir bakıyorsunuz, bilhassa siyasiler bir yerde toplanır ve karşı tarafı eleştirirler. Biz de ya tenkitlere bizzat katılır ya da zevkle dinleriz. Bu yapılan büyük günahtır. Savunma hakkını verirlerse konuşacaksın ve oturacaksın. Bir de söz söyletmiyorlarsa o meclisi terk edeceksin. Biz burada eksiğiz. Gıybetler yapılırken susuyor veya fiilen iştirak ediyoruz.
إِنَّ اللَّهَ جَامِعُ الْمُنَافِقِينَ (EınNa elLAHa CaMIGu eLMuNAvFıQIyNa)
“Allah münafıkları cem edecektir.”
İnanmış, sonra küfretmiş, sonra inanmış, sonra küfretmiş, sonunda küfrü ziyade etmiş kimselerden sonra münafıkları müjdele denmişti. Sonunda ‘Allah münafıkları ve kâfirleri cem edecektir’ denmektedir.
Münafıklara dünyada farklı muamele yapamayız; kâfirlere de yapamayız. Kâfirleri kendi düzenlerinde, kendi hallerinde bırakırız. Onlardan cizye de almayız. Biz onlara saldırmayız, onlara saldıran olursa korumayız.
Kâfir demek, hakem kararlarını kabul etmeyen ama zarar vermeyen kimselerdir. Kendi sitelerinde ne isterlerse onu yapabilirler. Münafıklar ise hakem kararlarını kabul eden ama fitne çıkaran, kâfirleri evliya ittihaz eden kimselerdir. Allah’ın âyetleri ile istihza edenlerdir. Fiilî zarar iras etmedikçe kimseye ceza vermeyiz. Münafıklarla da ilişkiyi kesmeyiz. Ne küfrün ne de münafıklığın dünyevi cezası yoktur.
وَالْكَافِرِينَ (Va eLKaFiRIyNa) “Ve kâfirleri”
Bu dünyada kâfirlerle münafıkların hükümleri farklıdır. Onlar aramızda yaşarlar, fiilî suç işlerse cezalandırılırlar. Fitne fiilleri ortaya çıkmadıkça bir ceza verilmez. Kâfirleri ise kendi sitelerinde kendi hallerinde bırakırız. Onlar bizim mahkemelerimize müracaat ederek haklarının korunmasını istemezler. Ehli cizye kâfir değildir. “Va” harfi ile atfettiği için bunların dünyevi hükümleri farklıdır.
فِي جَهَنَّمَ جَمِيعًا(140) (FIy CaHanNaMa CaMIYGan)
“Onları cehennemin içine cemian camidir.”
Burada bir cehennemde birlikte cem edeceğini söylemektedir. Yani, âhirette münafıklarla kâfirler arasında fark yoktur. Aynı cehennemde cezalandırılacaklardır.
Mü’minler cehenneme girip de cezalarını çektikten sonra çıkacaklarsa o cehennem farklı olabilir. Yani, iki türlü cehennem vardır. Biri, mü’minler cezalandırılıp sonra cennete götürülecek kimselerdir. Bunlar cennete giderler. Orada cennetin en alt mertebesinde olurlar, ancak orada ameli salih işleyerek her zaman mertebelerini yükseltirler. Münafıkların ve kâfirlerin cehennemi ise ebedilik cehennemidir. Bu ebedilik ‘kimseye miskale zerre zulmedilmez’ âyetiyle, kimse suçun karşılığı olan cezadan başkasıyla cezalandırılmaz âyetiyle tearuz hâlindedir.
Müşriklikten başka bütün günahların afvı söz konusu olunca, kâfirlerin ve münafıkların cezaları da affedilebilir. Bu uyuşmazlık nasıl giderilecektir? Bunun için tasavvuf ehli iki çıkış yolu aramıştır.
a) Zamanla insanlar cehenneme alışacaklar ve orada yaşamaktan zevk alacaklar, ameli salih işleyerek bu alışkanlık dereceleri artmış olacaktır. Cehennemin iyi yerlerine ve iyi hallerine kayacaklardır. Cehennemden çıkmayacaklardır. Gerçi orada azapları tahfif olmaz denmektedir. Ama ebediyen tahfif edilmeyecek denmemektedir.
b) İkinci yoruma göre bunlar cehennemden çıkacak, “araf” denen yere gelecekler ve orada ebediyen kalacaklardır. O “araf” denen yer dünyaya benzeyen yerdir. Cennetin yanında dünya cehennem sayılacağı için, cehennemin yanındaki dünya cennet sayılamayacağı için araf cehennemden bir parça kabul edilebilir. Cehennemde ebediyen kalacaklar demek, arafta ebediyen kalacaklar demektir.
Tabii bu iki görüşü kabul etmeyip küfrü de ve nifakı da cehennemde ebedi olarak ateşte kıvranır halde bırakan yorumcular da vardır. Biz onlara iştirak etmiyoruz. Biz arafa çıkmaları görüşüne katılıyoruz. Çünkü arafta da rical var deniyor.
Bu ayetlerden öğrendiklerimize göre; istihza ettiklerinde, Adil Düzeni fikren değil de hissen tahkir ettikleri zaman onlardan uzaklaşmamız, diğer zamanlarda onlarla normal ilişkilerle münasebetlerimize devam etmemiz gerekmektedir. Onların cezaları Allah’a bırakılmaktadır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ - 325 ADİL DÜZEN DERSLERİ - 155 İstanbul, 07 Ekim 2005
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI (Selahattin Öztürk ve Reşat Nuri Erol Üsküdar’da değerlendirecektir.)
HALK MESKENİ
Türkiye’de 75 milyon insan vardır. Her evde ortalama beş kişi oturabilir. Demek ki 15 milyon ev vardır. Otuz senede bir evleri yenilediğimizi kabul edelim. Demek ki her yıl 500 000 mesken inşa etmemiz gerekir. % 2,5 da nüfus artışı var. 375 000 ev de nüfus artışından dolayı inşa etmemiz gerekir. Yaklaşık olarak her yıl bir milyon ev inşa etmeliyiz.
Kapitalizmde sayılı kapitalist firmalar vardır. Bunlar merkez bankalarca kredilendirilmektedir. Aralarında rekabet vardır. Herkes kendi işçisini artırmak ister, kiraya vermek üzere evler yapar; işyerinde çalıştırır, evi de kiraya verir. Kirayı ücretinden düşer. Sosyalistlerde ise devlet evleri inşa eder ve kirasız olarak halka verir. Çalışma ücretini de ona göre az tutar. Bunların ikisi de dengesiz düzendir.
Kapitalistlerde çalışmayanlar ezilirler, sosyalistlerde insanlar çalışmaz ama kuvvetle yani dayakla çalıştırılırlar. Ekonomik bakımdan dengeli olan kapitalizm ve sosyalizm, sosyal yapılanmada sorunludur.
Karma ekonomide ise devlet sosyal konutlar üreterek sorunu çözmek istemekte ise de, sosyal konutlar adaletsizliği getirdiği için sorunu çözememektedir.
AKP hükümeti ne yapıyor? Sosyal konut inşa ediyor ve halka uzun vadeli olarak kredilendiriyor.
Bu uygulamanın ne gibi sorunları vardır?
a) Önce, vatandaştan gelen her talep karşılanamaz. Karşılansa bile yetkililer zorluk çıkararak her kredi rüşvetle satılmaya başlanır. Eski Sovyetlere giderseniz, oteller boş olur ama ‘dolu’ derler; sorunu ancak rüşvet vererek çözersiniz veya çözemezsiniz! Uçaklar hep dolu olur! Böyle bir işletme anlayışı ile sadece devleti hortumlayarak bazı kimseleri yararlandırabilirsiniz.
b) Verdiğiniz krediyi kapatmayanlara zorluk gösterirseniz taksitlerini yatıramayanlar ezilir ve ‘sosyal yardım’ bu uygulama sebebiyle ‘sosyal zulme’ dönüşür! Üstüne yürümezseniz kimse ödemez, devlet sistemi tatil eder, eski alacaklardan da vazgeçilir!..
c) Müteahhitler şartnameye göre inşaat yapmaz, ev sahipleri kazıklanır, ilk depremde binalar yıkılır!..
d) İnşaat sektörüne darbe vurulur. Burada maliyetin altında evler verilince inşaat sektörü konut üretemez ve sonra sosyalizme gidilme zorunluluğu doğar.
İşte görüyorsunuz; AKP hükümetinin uyguladığı ‘karma ekonomi’ de sorunları çözememektedir. Nüfusu azalan Avrupa’nın inşaat sorunu olmadığı için orada bu sorun çözülmüş görünüyor. Sadece zenginler daha lüks evlere geçmek için yeni inşaat yapmakta, boşalan eski evler de ucuza satılmaktadır. Nüfus azaldığı için de arsaların değeri düşmektedir.
Adil Düzende çözüm adil yani dengeli bir biçimde yapılmaktadır.
a) Belediye arsaları haritada üretir, projeleri yapar ve inşaat yapacak müteahhitlere arz eder, bedelsiz verir.
b) Her müteahhidin bir inşaat kapasitesi vardır. Kredi kapasitesinden küçük inşaatı müteahhit seçer ve orada inşaata başlar. Müteahhit bunu seçerken müşterileri düşünerek seçer. Müteahhide faizsiz kredi verilir ve kendisinden hiçbir zaman ödemesi istenmez. Yaptığı inşaat satılırsa kredisi açılmış olur; satılmazsa o kadar kredi kapanmış olur.
c) Adil Düzende herkesin resmi ücreti vardır. Kredili inşaatta çalışanlar bu ücretle çalışırlar. Resmi ücretle inşaat işçisini bulan her müteahhide o inşaat için kredi açılır. İşçiler inşaatta çalışırlar ve ücretlerini devletten alırlar. İnşa edilmekte olan yapı borçlanır.
d) İnşaat malzemesinin de resmi fiyatları vardır. Müteahhit istediği mağazadan projede gösterilen malzemeyi alır, parasını devlet öder. Yapıyı borçlandırır.
e) Yapı tamamlanıp da kontrol tarafından teslim alınınca müteahhide maliyetin % 10’u verilir. Bu onun müteahhitlik payıdır. Kredisi mahfuz kalır.
f) Devlet bu inşaatın maliyetine % 15 ekler; %10’unu müteahhide verir, %5’i de devlete vergi olarak ödenir. Buna % 20 ekler, bu da oradaki sitenin altyapısına harcanır.
g) Devlet bu yapıların hisse senetlerini veya bölmelerini maliyet fiyatıyla satar. Satıldıkça müteahhidin kredisi açılmış olur.
h) Devlet net maliyetin yüzde beşinden fazla herhangi bir vergi almaz. İnşaat işçisini kendisi sigorta eder ve altyapı payından karşılar. İnşaat malzemesi üretimi ve satışı da vergiden muaftır.
i) Böylece inşaatta işçi resmi ücretle çalışır… İnşaat malzemesi resmi fiyatla alınır… Kredi faizsizdir... Vergi ve sigorta %5 gibi cüzidir… Arsa tarla fiyatıyla konmuştur… Bu sayede inşaat bugünkü maliyetin dörtte biri değeri ile piyasaya çıkmaktadır. Yani; bugün İstanbul’da bir halk tipi daire 60 bin lira civarındadır. Oysa bu sistemde 15 bin lira civarında olacaktır.
Devlet evlenecek çiftlere bu daireleri faizsiz olarak kredilendirir. Onda bir değeri ile satsa, demek ki on senede amorti edecekler, her sene 1500 lira ödeyecekler. Ayda 120 YTL, yani bugünkü asgari kiraların üçte birini ödemiş olacaklar. Çiftler bu taksitlerini ödemezlerse kendilerinden kira alınır; zamanında ödemedikleri kısım için kira alınır. Faizin yerine kira alınmaktadır. Kirayı da ödemezlerse evlerinden çıkarılmaz ama borçlanma ehliyetini kaybederler.
Bu çözümü bir defa okuyup geçmeyin; bir daha, bir daha okuyun... Ve üstünde düşünün, düşünün, düşünün...
Bir de göreceksiniz ki, bir müddet sonra sizler bizden daha ileri çözümler üreteceksiniz…
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ - 325 ADİL DÜZEN DERSLERİ - 155 İstanbul, 07 Ekim 2005
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI (Selahattin Öztürk ve Reşat Nuri Erol Üsküdar’da değerlendirecektir.)
ERMENİ SOYKIRIMI KONFERANSI
Tarihte savaşlar olmuş, mağlup olan uluslar çoğu zaman galiplere vergi vererek yaşamışlardır. Bazıları asimile olmuşlar, bazıları ülkelerini terk etmişler, bazıları da öldürülerek yok edilmişlerdir. İşte bu son kısma “soykırım” denir; bir soy öldürülerek yok edilirse soykırım olur. Tarihin yakında tesbit ettiği en büyük soykırımı İspanya’da olmuştur. İspanya Müslüman Araplarının şimdi orada torunları yoktur. Oysa Avrupa’nın uyanmasını sağlayan ve onları bugünkü uygarlığa hazırlayan Endülüs olmuştur. Ama herhalde gelmiş geçmiş en büyük soykırımı Amerika’da yapılmıştır. Kuzey ve Güney Amerika kıtaları baştan sona kadar tarih dönemine gelmiş milyarlara varabilecek iki kıta halkı Avrupalılar tarafından öldürülerek yok edilmişlerdir. Aztek ve İnka gibi büyük uygarlıkların şimdi sadece numunelik köyleri kalmıştır. Soykırımına girişilmiş ama başarılamamış üçüncü büyük soykırım olayı Sovyetler eliyle yapılmıştır. Kırk milyon insan Sovyet ihtilali sonrası öldürülmüş ama soykırımı olmamıştır. Çünkü Sovyet halkları hâlâ yaşıyorlar. Ahıskalıları hayvan vagonlarına doldurmuş ve Sovyetlerin her tarafına dağıtmış, yarısı yolda ölmüş, cesetleri vagonlardan ata ata gitmişler ama şimdi yarım milyon nüfusları ile Ahıskalılar değişik ülkelerde yaşıyorlar. Ermeniler ve Rumlar Anadolu’da Müslümanlara karşı soykırımına girişmişler, savaşılmış ve cephede mağlup olmuşlar; sonra Anadolu’dan tehcir edilmişlerdir. Tehcir savaşın en meşru sonucudur. Tehcir hiçbir zaman soykırım değildir. Bizans İmparatorluğu yıkılmış, ondan fazla devlet kurulmuştur. Osmanlı devleti yıkılmış, ondan fazla devlet kurulmuştur. Lozan’da hesaplaşılmış ve barışa gidilmiştir. Biz Osmanlıların vârisi olabiliriz ama hiçbir zaman Osmanlı Devleti’nin devamı değiliz. Biz mağlup değil galip devletiz. Osmanlıların yaptıklarından bizim hiçbir sorumluluğumuz kalmamıştır, İstiklâl Savaşı ve Lozan’la hesaplaşmış bulunuyoruz.
Şimdi Sovyetler kırk milyon insanı öldürdü diye bunun hesabını Ruslar mı ödeyecek? Peki, Ruslara kim ödeyecek? Rum/Yunan ve Ermeni devletleri de Osmanlı toprakları üzerinde kuruldu. Onlar da mirasçı oldular. Türklerin imparatorluğunu Meşrutiyetçiler yıktılar; sizin yandaşlarınız yıktılar. Eğer suçlu varsa, imparatorluğa karşı ayaklandıranlar, yani Avrupalılar, yani Batı’dır.Türkiye Meşrutiyet zamanında toplu tehcir yapmadı, sadece isyan eden halkı tehcir etti. Ama Cumhuriyet hükümeti tehcir etti. Osmanlılar Bizanslıları yıktılar. Bu muhakeme çıkar yol olmamaktadır.
Amerika’daki Yahudilerin sermayesi insanlığın hukukunu çarpıtarak idamı kaldırmaktadır. Hapishaneleri lüks otellere çevirmekte, savaş bittikten sonra savaş suçluları icat etmekte, tehciri soykırımı şeklinde kabul ettirerek tüm insanları huzursuz ve gayrimeşru haline getirmekte, böylece anarşi içine soktuğu insanlığı sahte para, emeksiz karşılıksız para ile yönetmek istemektedir. Zavallı Amerikalıları ve Avrupalıları da bu fitnesine âlet etmektedir. Osmanlıların soykırımını meclislerinden geçirdiği zaman ABD kendi idam sehpasını kurmuş olur. Çünkü Kızılderililere Amerika’yı teslim etse yine yaptığı soykırımı ödeyemez. Hangi ülke vardır ki bugün ana yurtlarında oturmaktadır?..
Türkiye’nin yapacağı iş nedir? Türkiye Demirel’in dediği gibi; ‘kırmışsa kırmıştır, iyi etmiştir’ deyip geçecek. Uluslararası siyasette hukuk ve hak savunulamaz. Güçlü isen haklısındır. Batı mantığı budur. Sıra bize gelince çarpık hukuk, sıra onlara gelince güç ve silah! Korkunun ecele çaresi yoktur. Evet, biz yendik ve bu topraklar bizim. Gözünüz kesiyorsa yine gelin, yenin, sizin olsun! Onun dışında söylenecek hiçbir söz onları susturamaz. Ne Yunanlılar yani Rumlar, ne de Ermeniler Türkiye’ye gelemezler. Belki Yahudi kışkırtmalarına kapılır ve harekete geçme yanılgısına düşerler. O zaman Erivan da bizim olur, Atina da. Biz ‘yurtta sulh, cihanda sulh’ ilkesiyle Türkiye dışında olan topraklardaki haklarımızdan vazgeçmiş bulunuyoruz. Ama eğer savunma durumunda olursak hakkımızı sonuna kadar kullanırız. Sizi kışkırtanlar daha önce elimizden kurtarmadılar; şimdi de kurtarmazlar. Biz Anadolu’yu masa başında kazanmadık. Meclislerinizde karar almayın, gücünüz ve cesaretiniz yetiyorsa tekrar gelin, Çanakkale’de, Sakarya’da veya beğendiğiniz yerde gömülün!..
Meselenin bu boyutu veya sahifesi böyle. Şimdi bir de sahifenin öbür tarafını çevirelim.
Bir üniversite Ermeni soykırımı ile ilgili sempozyum hazırlıyor. Kimin ne konuşacağını bilmiyoruz.
Önce; hukuk düzeninde suç işlenmeden ‘suç işleyeceksin’ diye kimseye mani olunamaz, hele konuşmasına asla mani olunmaz. Baştan konferansa katılan her konuşmacının ne söyleyeceğini bilmiyoruz ki. O halde böyle bir sempozyuma mani olmak hukukun ana ilkelerine aykırıdır. Sempozyum olur, devlet temsilcisini bulundurur. Sempozyumda konuşanlardan kim suç işlerse onu mahkum edersin. Sempozyumu tertip edenler konuşmaları ile suç işlememişlerse tecziye etmezsin. Çünkü suç şahsidir. Böyle bir uygulama baştan sonuna kadar hukuka aykırıdır.
İkincisi; üniversite özerktir ve kamu kuruluşudur. Bir üniversitenin ilmi faaliyetlerine Türkiye’de ancak YÖK müdahale edebilir. Ancak onların izni alınarak durdurulabilir. Herhangi bir derneğin veya savcının tek başına harekete geçmesi sözkonusu olamaz. Geçse bile, ancak idari mahkemelerde ve Danıştay’da dava açılabilir. Mahkemenin böyle karar alması hukuken geçersizdir. Mahkemenin kararı keenlemyekündür. Hükümet bu kararları dinlemez. Üniversite sempozyumu yapar. Polise de müdahale ettirmez. Hükümetin bu tasarruflarına kimse müdahale edemez. Ancak Meclis müdahale eder. Hükümetin veya başka bir yerin mahkeme kararları kesinleşmeden beyan etmesi meşru değildir.
Asıl oyun nedir? Asıl oyun orduya karşı oynanmaktadır. Emekli olmuş generaller hakkında birtakım dedikodular çıkarılarak orduya saldırılmaktadır. Çevik Bir’in bir kadına rüşvet vererek sahte belge tanzim ettirdiğine ihtimal vermiyorum. Olsa bile, bu ancak askeri mahkemelerce değerlendirilir. Kadın bunu askere bildirir ama açıklayamaz. Doğru da olsa suç işlemiştir. İslâmiyet’te zinanın yüz sopa cezası var; ispat edemezse iddia edene seksen sopa vurulur. Kadın ve emekli albay suçludur. Doğru söyleseler de suçludurlar. Çünkü ordumuz yıpranmaktadır. Ordudan öte köy yoktur.
Askerlerin sempozyuma müdahale ettiğini sanmıyorum. Ancak böyle bir hava yaratılarak ordu yıpratılıyor. Bunlar AB oyunudur, ABD oyunudur, CIA oyunudur. Türkiye’yi AB dışında tutmadır. Böyle olsa bile, suçlu olan ve baskı yapan asker değil, baskıya boyun eğen uygulayıcılar ve hakimler suçludur. Demek ki Türkiye’nin hukuk sorunu var. Usûlü Fıkıh ilmini bırakır da hukuku kocakarı masallarına çevirirseniz, bunun sonunda hukuk çöker ve insanlık keşmekeşliğe sürüklenir. Dünyayı sömürmek isteyenler, anarşiyi yaymak isteyenler, kendi hevalarını Avrupa müktesebatı diye yuttururlar.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL