ADİL DÜZEN 326
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 14 - 17 Ekim 2005 Fiyatı: Seminere katılmak veya (akevleronline) www.akevler.org
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 326. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
ÜSKÜDAR Adresi: Selami Ali Efendi Cd. No: 31 ÜSKÜDAR/İSTANBUL (Ana Çocuk Sağlığı yanı – Anadolu Gençlik bitişiği) Tel: (0532) 246 68 92
*TEFSİR SEMİNERİ [Cuma Üsküdar (19.00-21.00); Cumartesi Yenibosna (17.00-21.00); Pazartesi Ümraniye (19.00)]
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
(Hasan Özket, Yasin Kılar, Hasan Çetinkaya, Lütfi Hocaoğlu, Reşat Nuri Erol ve …………… dersi okumuş olarak geleceklerdir.)
Üsküdar ve Ümraniye’de Reşat Nuri Erol tarafından; diğer yerlerde ilgili ve sorumlular tarafından anlatılacaktır...
Hedefimiz; bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul’da 200, Türkiye’de 1000 yerde okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, RNE
NİSÂ SÛRESİ TEFSİRİ – 51
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
الَّذِينَ يَتَرَبَّصُونَ بِكُمْ فَإِنْ كَانَ لَكُمْ فَتْحٌ مِنْ اللَّهِ قَالُوا أَلَمْ نَكُنْ مَعَكُمْ وَإِنْ كَانَ لِلْكَافِرِينَ نَصِيبٌ قَالُوا أَلَمْ نَسْتَحْوِذْ عَلَيْكُمْ وَنَمْنَعْكُمْ مِنْ الْمُؤْمِنِينَ فَاللَّهُ يَحْكُمُ بَيْنَكُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَلَنْ يَجْعَلَ اللَّهُ لِلْكَافِرِينَ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ سَبِيلًا(141) إِنَّ الْمُنَافِقِينَ يُخَادِعُونَ اللَّهَ وَهُوَ خَادِعُهُمْ
وَإِذَا قَامُوا إِلَى الصَّلَاةِ قَامُوا كُسَالَى يُرَاءُونَ النَّاسَ وَلَا يَذْكُرُونَ اللَّهَ إِلَّا قَلِيلًا(142)
مُذَبْذَبِينَ بَيْنَ ذَلِكَ لَا إِلَى هَؤُلَاءِ وَلَا إِلَى هَؤُلَاءِ وَمَنْ يُضْلِلْ اللَّهُ فَلَنْ تَجِدَ لَهُ سَبِيلًا(143)
الَّذِينَ يَتَرَبَّصُونَ بِكُمْ (elLaÜIyNa YaTaRabBaÖuNa BıKuM) “Sizi tarabbus eden kimseler.”
Bu sıla bundan önce geçen münafık ve kâfirlerin sıfatı olur. Cehennemde birlikte toplanacak olan münafık ve kâfirler sizi tarabbus eden kimselerdir. Böyle olan kâfir ve münafıklar birlikte cehennemde toplanacaklardır. Kâfirler vardır, münafıklarla işbirliği hâlindedirler. Bu işbirlikteliği gizlidir. Kendileri küfrü açıkça yapmaktadırlar ama diğer taraftan münafıklarla olan işbirliklerini gizlemektedirler.
Allah işte bunları bir araya toplayacaktır. Kendilerini gizleyenler münafıktır. Kendilerini gizleyenlerle işbirliği yapanlar da cehennemde beraber olacaklardır.
Bunların sorunları sizsiniz. Avrupalıların bin yıldan beri ‘şark meseleleri’ vardır. Hele son iki-üç asırdır Osmanlı İmparatorluğu’nu nasıl yıkacaklarını planlamışlardır. Yerli işbirlikçilerle bu faaliyetlerine devam etmişlerdir. Önce azınlıkları münafık olarak kullanmışlar, sonra Türk olmayanları kışkırtmışlardır. Hâlâ Rum ve Ermeni azınlık hakları, Kürt sorunu ile kendilerine ülkemizde münafık aramaktadırlar.
Yerli münafık ve kâfirlerin işi de İslâm tarafı görünerek İslâmiyet’i çökertme girişimleri olmaktadır. Bütün sorunları Millî Görüşü ve Erbakan’ı devre dışı bırakmak, “Adil Düzen”e düşmanlık yapmaktır.
“Adil Düzen”e açıkça düşmanlık eden kâfirler vardır. “Adil Düzen”i zahiren kabul etmekle beraber içten içe düşman olanlar vardır. Bunlar münafıklardır. Gelecekte daha çok bu kâfir ve münafıklarla karşılaşacaksınız. İnternete girip bizim yazılarımıza cevap vereceklerine, işbirliği hâlinde bu siteye saldırmaktadırlar. Onlar bize zarar vermiyorlar; kendi beyinlerine zarar veriyorlar, onu parçalıyorlar...
فَإِنْ كَانَ لَكُمْ فَتْحٌ مِنْ اللَّهِ (Fa EıN KAvNa LaKuM FaTXun MıNa elLAHi)
“Allah’tan size bir fetih olursa.”
İslâmiyet’in varlığını sürdürmesi için Türkiye’de cihad yapan cemaatler oluşmuştur. Bu cemaatlerin ilki Bediüzzaman tarafından başlatılmıştır. İslâmiyet’i Türkçe olarak bugünkü müsbet ilim düşüncesiyle açıklamıştır. Küçük cemaat kurmuştur. Hayatını hapislerde geçirmiştir. Sonra Süleyman Tunahan’dır. Klasik Arapçanın tedrisine devam etmiştir. Bugünkü Kur’an Kursları, İmam Hatip Liseleri, İlâhiyat Fakülteleri Süleyman Tunahan’ın cihadının meyveleridir. Bugün Türkiye’de İslâmî kaynaklar, Kur’an tercüme ve tefsirleri dolmuş, okunmaktadır. Bu Bediüzzaman’ın derslerinin gelişmesidir…
Biz Akevler’i kurarak siteleşmeye başladık. Şeriat düzeni içinde küçük bir site oluşturmaya çalıştık. Bugünkü toplu konutlar ve halkı mesken sahibi yapma o başlangıcın gelişmesidir…
Millî Görüşçüler partiler kurdular. Bugün anayasa ekseriyeti ile iktidardadırlar...
Anadolu holdingleri, halk holdingleri oluştu; Kombassanlar, Yimpaşlar oluştu…
Bütün bunlar son elli yılın fetihleridir. Allah’tan gelen fetihlerdir. Birçok mü’minin malları ve canları pahasına bu zaferler elde edilmiştir. Adil Düzencileri bekleyen daha birçok fetihler vardır. Bu fetihleri Adil Düzen çalışanları yapmayacak, bu fetihler Allah’tan gelecektir. Yukarıda saydığımız başarılardan hiçbirisini o saydığımız kişiler yapmamıştır. Hepsini Allah onlara yaptırmıştır.
Şüphesiz Türk milleti için en büyük fetih İstiklâl Savaşımızdır. İstiklâl Savaşı da Allah’tan gelmiştir.
Çok basit bir şey söyleyeyim. Batılılar Sevr’i dayattıkları zaman biz Sevr’i kabul etmiştik. Ama bu arada Anadolu’da yaşayan Rum ve Ermeniler acele edip bir an önce Müslümanları soykırımına tâbi tutmuş, camiler doldurmuş ve yakmaya başlamışlardır. Eğer onlar bu acemiliği yapmayıp sabretselerdi sonra zamanla Müslümanları zaten yok ederlerdi. İşte bu saldırılar bizim halkımızı direnmeye zorlamıştır. İngilizler Türkiye’ye tek başlarına hakim olmaya başlamasalardı Türkiye paramparça olmuştu. Ama İngilizler Yunanlılar aracılığı ile Türkiye’nin tek patronu olmayı isteyince dünya bize saldırmaktan vazgeçti. Bütün bunlar Allah’ın takdiri ile olan olaylardır. “Feth” burada nekire yani belirsiz gelmiştir. Herhangi bir fetih olursa denmektedir.
قَالُوا أَلَمْ نَكُنْ مَعَكُمْ (QAvLUv EaLaM NaKuN MaGaKuM)
“Sizinle beraber değil miydik derler.”
İstiklâl Savaşı’nda Ege’de biri onlardan birine sormuş, ‘sen kimleri tutuyorsun?’ demiş. O da cevaben ‘daha belli değil!’ demiş. Yani, kim galip gelirse onun yanında olacak! İşte münafıklığın tek ayıracı budur.
İktidarın yanında olmak… Hep ikili oynamak…
Dün Bediüzzaman’a saldıranlar ve onları hapsedenler, sonra onlarla bir olup onları Millî Görüşe karşı kışkırtmışlardır... İstiklâl Savaşı’nda Batılılarla işbirliği hâlinde olan Masonlar ve Sabataistler, savaşın kazanılmasından sonra cumhuriyetçi olmuş ve İslâmlığı terk etmede baş rollerini oynamışlardır... Demokrat Parti’ye karşı olanlar DP iktidar olunca hemen kadroları doldurmuş ve asıl demokratları devre dışı bırakmışlardır… Herkes biliyor, kendileri de biliyor ki; bugünkü AK Parti iktidarı Millî Görüşün meyvelerini topluyor. Dün Millî Görüşe karşı tavır takınanlar, şimdi AK Parti’nin yöneticileri durumundadır. Millî Görüşçüler ise şimdi kenara çekilmişlerdir…
Zafer kazanırsak “Sizinle beraber değil miydik” derler; kaybedince de ‘biz dememiş miydik’ derler!..
وَإِنْ كَانَ لِلْكَافِرِينَ نَصِيبٌ (VaEıN KAvNa Lı eLKaFıRIyNa NAÖIyBun)
“Kâfirlere bir nasib olursa.”
Allah yeryüzünü bir imtihan yeri yapmıştır. Mü’minlerden ve kâfirlerden birer takım kurmuştur. Yeryüzü bir stattır, karşılıklı oynamaktadırlar. Oyun ciddidir. Zaman zaman onlar, zaman zaman bunlar gol atarlar. Kıyamete kadar bu böyle devam edecektir. Ne kâfirler mü’minleri, ne de mü’minler kâfirleri ortadan kaldıramayacaklardır. Dolayısıyla mü’minler için fetih sözkonusu olduğu gibi; kâfirler için de nasib vardır.
Mü’minler için “fetih”, kâfirler için “nasib” kelimesini kullanmıştır. “Fetih” demek, aldığınız zaman orada bir uygarlık kurarsınız. Büyük inkılâplar yaratırsınız. Mesela Hıristiyanlar Roma’yı aldılar ve koskoca bir medeniyet oluşturdular. Komünistler yani kâfirler de Sovyetleri kurdular. Artlarında ne kaldı? Hangi uygarlığı oluşturdular? Neden böyle oldu? Çünkü yaptıkları din düşmanlığı, aile düşmanlığı, devlet düşmanlığı ve servet düşmanlığı idi. Hep yıkıyorlardı. Mikroplar devleti idi. Sonuç ne oldu? Kurdukları büyük büyük fabrikalar yok oldu. Halk kendi ekonomisini yine Hıristiyanlığa ve İslâmiyet’e dayanarak kurdu.
Mü’minler fetihlerle uygarlık kurarlar. Kâfirler ise nasiplerini alırlar, bozulmuş ve yaşlanmış uygarlıkları ortadan kaldırırlar. Mikroplar gibidirler. İşleri ayıklamak, yapılanları yok etmektir. Onun için onlar için “nasib” kullanılmıştır, onlar için “fetih” denmemiştir.
قَالُوا أَلَمْ نَسْتَحْوِذْ عَلَيْكُمْ (QAvLUv EaLaM NaStaXViÜ GLeYKuM)
“Biz sizi istihaz etmedik mi derler.”
“İstihaz” hizaya gelmesini istemek, geri çekilmektir. Biz size dedik ki, bunlarla bir olmayın.
Biz Millî Selâmet Partisi’ni kurmuştuk. O zaman Demokratik Parti de vardı. Borçka’nın Demokratik Parti başkanı İzmir’e gelmiş ve beni ziyaret etmişti. Ona partimizi anlattım. Kendisi namaz kılan bir kimse idi. Dinledi. Ben sizin haklı olduğunuzu ve doğru söylediğinizi biliyorum. Ama sizi iktidar yapmazlar, siz kazansanız bile sizi iktidar etmezler. Ülke içinde etseler bile, dünya müsade etmez demişti.
Kendilerini ileri görenler, akıllı zannedenler hep bu görüşte idi.
Bugün “Adil Düzen”i bizimle kimse konuşmuyor, tartışmıyor, ama kimse karşımıza çıkıp bunu yanlış diyorsun diyemiyor. İlhan Arsel’e karşı yazdığımız “İlhan Arsel’e REDDİYE/ İslâm Devlet ve Dünya Düzeni” kitabına cevap yok. Ama “Adil Düzen”in başarılamayacağına inanıyorlar. Şimdi AK Partililere sorsanız; ‘faizli sistem iyi mi?’ Kimse savunmaz ama, ‘bizim programımızda faizsizlik yoktur!’ derler. AK Parti kendi partisinin programında faizi sorun etmedi diye faiz uslandı ve yararlı hâle mi geldi? Kendilerine faizin Allah ve resulü ile savaş olduğunu söylerseniz; ‘faiz birden düzelmez!’ derler. Peki ama bir yerden başlamazsanız nasıl düzelecektir? Biz de size birden atın demiyoruz, bir kenarından bu pisliği süpürmeye başlayalım diyoruz.
وَنَمْنَعْكُمْ مِنْ الْمُؤْمِنِينَ (Va NaMNaGKuM MiNa eLMuEMıNIyNa)
“Sizi mü’minlerden men ettik.”
Bu dünya imtihan dünyasıdır. Herkes takımını kendisi seçer ve kendi takımında oyun oynar. Oynarken elbette hata yaptıkları zaman olacak, yenildikleri zaman olacaktır. Bu akıllı münafıklar kendilerine göre akıllılık yapıyorlar. Arada durmakla ve zafer kazanan taraf olunca başarılı olacaklarını sanıyorlar.
Burada şunu belirtelim ki, tarafsızlık hiçbir zaman münafıklık değildir. Tarafsızlık Müslümanlıktır. Mü’minler ve kâfirler birbirleriyle boğuşurken müslimler tarafsız kalabilirler. Ancak açık ve seçik olmalıdırlar. Biz bize düşeni yaparız. Vergimizi veririz, askerlik bedelini veririz, kanunlara uyarız, yetkilileri dinleriz ama kimin ne olacağına biz karar vermeyiz. Hanginiz galip gelirseniz biz onun tebaasıyız diyenler münafık değildirler, müslimdirler. Onlar cennetliktirler. Münafık demek, tarafsız değil, aksine iki taraflı olanlardır. Hem sizden değildirler, hem de ‘sizdeniz’ derler. Cihat yapmadıkları halde iktidar olup yönetmek isteyenlerdir. Kim iktidarda ise onun yanında olup iktidara ortak olmak isteyenlerdir.
Yoksa, mesela tarikatlar vardır, hiç iktidarda gözleri yoktur. Kendi içlerine kapalıdırlar. Kim iktidar olursa ona biat ederler ve şeriat içinde yaşarlar, kanunlara uyarlar…
Akevler için de durum böyledir. İktidar olmadan beraber olduklarımız, iktidar olunca ilgilerini bizden keserler. Çünkü biz onlardan bir şey istemiyoruz. Sadece onlara yardım etmek istiyoruz. Onlar ise bizim yardımımızı kabul etmiyorlar. Çünkü onların AB’leri var, artık AB ve ABD onlara yeter!.. Hani bir Kayserili hikâyesi var ya; Galata rıhtımına çıktılar, artık Allah’la bir ilgileri yoktur!..
AK Partililer bu sözlerime kızabilirler. Onlardan herhangi biri icraat yaparken ‘Allah ne diyor?’ diye bir gün düşündü mü? Kendi özel hayatlarında İslâm’ı yaşayan bu kadro, devlet yönetiminde de Allah’ın emirleri vardır diye akıllarına geldi mi? İlk emir istişare etmektir; bütün halkla istişare etmektir. Cemil Çiçek televizyonda meydan okudu; ‘kimin bildiği bir şey varsa gelsin anlatsın’ dedi. Kendisiye görüşmek istedim. Allah razı olsun, kabul etti. Önerilerimi dinledikten sonra, ‘Bu Adil Düzendir!’ dedi. ‘AK Parti partidir, bunu yapamaz, siz yapın!’ dedi. İşte onların içinde en çok takdir ettiğim kimsenin aklına Allah bu kadar gelmektedir!..
فَاللَّهُ يَحْكُمُ بَيْنَكُمْ (Fa elLAHu YaXKuMu BaYNaKuM) “Aranızda Allah hükmedecektir.”
“Allah aranızda hükmedecektir”, siz bir şey yapmayın, böyle hatalı davrananlara cephe almayın. Oylarınızı yine onlara verin. Onları gerekirse iktidar edin.
Türkiye’de Sabataistler vardır. Bunlar kimlerdir? Bunlar gerçek Yahudilerdir. Tevrat’ı hakkıyla ikame etmek istemişler, asla dönmek istememişler. Dünya Yahudileri bunlara düşman olmuş. Osmanlı padişahı bunlara demiş ki; ya Müslümanız deyin ve yine Yahudi kalın, ya da ülkemi terk edin. Gidecekleri yer kalmamış, Türkiye’de kalmışlar. Şimdi bunlar İsrail oğullarındandır. Ama Türk ve Müslüman adları vardır. Halk onları Müslüman sanır. Bunların Türkiye’de şansları açılmıştır. Çünkü Türkler, Yahudiler ve Hıristiyanlar hükümran olacaklarına bunların hükümran olmasını tercih etmişlerdir. Batılılar da Türkiye’de Müslümanlar hükümran olmaktansa, bunların hükümran olmasını tercih etmişlerdir. Mason localarında bunlar faaliyet göstermektedirler. Böylece bunlar Türkiye’de etkin olmuşlardır. Bunlar eğer samimi olsalardı, Osmanlıları güçlü kılar ve kendileri takiyye yapmadan Tevrat’ı ikame edebilirlerdi. Böyle yapmadılar, arada kalmayı tercih ettiler.
Bugün artık Tevrat’ı yeniden yorumlama zamanı gelmiştir. Bunlar açıkça ortaya çıksınlar, biz Yahudiyiz desinler ve Tevrat’ı Kur’an’ın da öğretileriyle yorumlasınlar, Adil Düzenin gelmesine hizmet etsinler, biz onlarla beraber oluruz. Ama Ahmet, Mehmet adları ile bu işi yaparlarsa biz yine biz iktidar oluncaya kadar onlara da oy veririz, onlarla işbirliği içinde oluruz. Çünkü onları düzeltmek işi bize ait değil, Allah’a aittir.
يَوْمَ الْقِيَامَةِ (YaVMa eLQıYAMaTı) “Kıyamet yevminde.”
Her şeyi var eden Allah’tır. Müşrikleri, kâfirleri ve münafıkları O var etmiştir. Bu imtihan dünyasında herkesin bir görevi vardır. Hayat onlar olmaksızın olmaz. Münafıklar kanser hücrelerine benzer.
Vücutta yabancı hücreler vardır. Bunlar hastalık yaparlar. Vücudun hücreleri bunlarla cidal hâlindedir. Bunlar topluluk kâfiridirler.
Vücut içinde yabancı hücreler vardır, bunlar vücuda yararlı olurlar. Bunlar müellefe-i kulub gibidirler.
Vücutta vücudun hücreleri vardır. Taşıdıkları genler diğer vücut hücrelerinin genleridir. Ana DNA’ları bozulmuş ve zararlı hücreler hâline gelmiştir. İşte münafıkların durumu budur. En tehlikeli hastalıktır.
Herkes hesabı âhirette kendisi tek başına verecektir.
Kâfir takımına düşmüş nice mü’minler vardır, cennete gideceklerdir. Mü’minler takımına düşmüş nice kâfirler vardır, cehenneme gideceklerdir. Münafıklar da cehennemde olacaklardır.
وَلَنْ يَجْعَلَ اللَّهُ لِلْكَافِرِينَ (Va LaN YaCGaLe elLAHu LiLKAvFıRIyNa)
“Allah kâfirler için ca’letmedi.”
Mikroplar ile nebat ve bitkiler arasındaki savaş kıyamete kadar devam edecektir. Ancak hiçbir zaman mikroplar mutlak zafer kazanamayacaklardır. Onların zaferi demek, canlılığın ortadan kalkması demektir. Çünkü onlar yok etmekle meşguller. Allah onlara o görevi vermiş. Nasıl sürtünme kuvveti, aktif kuvvet varsa vardır. Aynen o şekilde, mikroplar da hayvan ve bitkiler varsa varlar.
Kâfirler de böyledir. Kâfirler galip gelseler uygarlık son bulur. Düşünün; aile yok, mülkiyet yok, devlet yok , din yok!.. Bu durumda insanlar yaşayabilirler mi?.. Yeni insanlar doğmadan insanlık sürebilir mi?..
O halde, kâfirler sadece mü’minleri imtihan etmek için vardırlar.
عَلَى الْمُؤْمِنِينَ (GaLay elMUEMıNIyNa) “Mü’minler üzerine”
Kâfirlerin mü’minler üzerine hakim olması diye bir şey yoktur. 19. yüzyıldan 20. yüzyılın yarısına kadar, artık ateizm dünyayı kaplayacak, yaşlılar ölünce inanan kimse kalmayacak, din unutulup gidecekti. Hesap böyle yapılmıştı. Müslümanlarla Hıristiyanları savaştırıp hakimiyetlerini yücelten ve zenginleşen sermaye sahipleri, İsviçre’nin Basel şehrinde yaptıkları kongrede böyle hesap ettiler.
Artık din ortadan kalkmıştır. Halk din ile ilgilenmemektedir. Bunları savaştırıp denge kuramayız. Artık rejimler savaşını ortaya sürelim, böylece hakimiyet kuralım dediler. Kapitalizm-sosyalizm çatışmasını icat ettiler. Bir asır boyunca insanlık on milyonlarca insanı bunun için öldürdü. Ama sonunda ne oldu?
Sosyalizm yıkıldı. Dinler arası diyalog ortaya çıktı. Artık yeniden inanmışlar piyasadadırlar. Birleşmeye hazır “Adil Düzen”i ortaya koyacak cemaati bekliyorlar.
Devlet içinde de kâfirleri biz kendi hallerine bırakırız. Bize cizye vermeden de kendi topraklarında yaşayabilirler. Ama onların İslâm topraklarına girip müslim ve mü’minlere zulüm yapmalarına asla müsade etmeyiz. Münafıklarla işbirliği edip ülkemizi bölmelerine ve çökertmelerine asla izin vermeyiz.
سَبِيلًا(141) (SaBIyLan) “Bir yol.”
Yani; kâfirlerin mü’minler üzerinde herhangi bir üstünlükleri sözkonusu olmaz. Eğer zulüm yapabiliyorlarsa, mü’minlerle münafıkları ayırmak için yapmaktadırlar. Hicrete bunun için izin veriliyor. Mü’minler hicret etmek zorunluluğunda bırakılıyor. Böylece münafıklar ayıklanmış oluyor.
Hazreti Musa İbranileri Mısır’dan çıkardı. Hazreti Muhammed de muhacirleri Mekke’den çıkardı. Hicret bir imtihandır, bir ayıklama aracıdır. Ama zafer daima mü’minlerin olacaktır.
Türkiye’nin nüfusu 12 milyon idi. Savaştan sonra dünyada dağılmış bulunan Müslümanlar ülkelerini terk ettiler ve Türkiye’ye göç ettiler, diğerleri de orada kaldı. Başlangıçta o ülkeler daha zengin idi ama onlar sadece Allah rızası için göç ettiler. Türkiye 70 milyon nüfusa ulaştı. Bugün o ülkelerden çok ileridedir.
Yarın “Adil Düzen” geldiği zaman Türkiye dünyanın en ileri ve en müreffeh ülkesi olacaktır. “Adil Düzen” içinde bütün dinler ve ekonomik kuruluşlar, ekoller Türkiye’de İstanbul’da cirit atacaklardır. Türkiye dünyaya örnek olacak şekilde gerçek demokratik, lâik, sosyal ve liberal hukuk düzenine kavuşacaktır.
Kâfirlerin galip gelmeleri mümkün değildir. Avrupa’da lâikler değil, Hıristiyanlar galip geleceklerdir. Yoksa Avrupa AİDS’den kırılıp gider. Kilise Kur’an’a cephe almayacak, Kur’an’ın da ilahi kitap olduğunu onaylayacaktır. Biz Tevrat’ın ve İncil’in ilahi kitap olduğunu onaylıyoruz, ama Müslüman olmaktan çıkmıyoruz. Onlar da Hıristiyan kalarak Kur’an’ın ilahi kitap olduğunu onaylayacaklardır. Yahudiler de Kudüs’e sahip olacaklar ama onlar da Kuran’ı ve İncil’i onaylayacaklar. Bu Tevrat’larına bir noksanlık getirmez, tam tersine Tevrat bunlar sayesinde yücelir. Çünkü ilk kitap odur. Hepsi âlemlerin Rabbi yani herkesin Rabbi; Yahudilerin, Hıristiyanların, Müslümanların, Budistlerin, Brahmanların Rabbi olan Allah’tan gelmiştir. Zafer inananlarındır.
إِنَّ الْمُنَافِقِينَ (EınNa eLMuNAFıQIyNa) “Münafıklar.”
Münafıklar. İki yüzlüler. Onların yanında onlardan, sizin yanınızda sizden olanlar ise; onlar da bunları yapacaklardır. Burada “Va” harfi getirilmediğine göre,onlar da kâfirler grubundan sayılmışlardır. Çünkü onlarla işbirliği içindedirler. Onlardan farklı olmadıkları için “Va” harfi getirilmemiştir.
“İnne” gelmesi de, insanların onlara farklı gözle bakmalarından dolayıdır. Münafıklar kendilerini ve kâfirler onları başarılı kimseler olarak görmektedirler.
يُخَادِعُونَ اللَّهَ (YuPAvDıGUvNa elLAHa)
“Allah’la hudalaşıyorlar. Allah’ı kandırıyorlar.”
İnsanlar ve inananlar Allah’ı kandırmayacağına göre, bunun anlamı nedir?
Buradaki “Allah”tan maksat, Allah’ın yeryüzündeki halifesi olan topluluğu, halkı kandırıyorlar, Allah’ın halifesi olan halkı kandırıyorlar.
Münafıkların işi nedir? Münafıklar halkı aptal zannedip onları kandıracaklarını sanırlar. Böylece bile bile yalanlar söyleyerek halkı kandıracaklarını sanmışlardır.
Televizyonlar, radyolar, sinemalar hep aynı borazanı öttürür. İki asırdır tüm güçleri ile Tanrı’nın yok olduğunu anlatmış ve insanların inanacaklarını sanmışlardır. Bugün de insanları kandırarak başörtünün anayasa yasağı olduğunu iddia edenler vardır. “Adil Düzen”in suç olduğunu söyleyip halkı kandırmaktadırlar. Münafıklar, yasak olmayan “Adil Düzen” yasaktır deyip korkutup kandırmak istemektedirler.
وَهُوَ خَادِعُهُمْ (VaHuVa PaDıGuHuM) “Oysa O onlarla muhadaa ediyor.”
Oysa halk onları kandırıyor. Halk zaman kazanmak için kandırılmış görünmektedirler.
Türklere İstiklâl Savaşı’ndan sonra dinsizlik anlamında lâikliği dayatmışlardır. Türkiye de başlangıçta buna ‘evet’ dedi, öyle göründü. Ama şimdi o lâiklik anlayışı tarih olmuştur.
Demokrat Parti anayasayı çiğnememişti. Ama ‘anayasayı çiğnedin’ diye Menderes’i astılar. Bilahare idam edenler sonra o anayasayı kökünden değiştirdiler! Halk demokrasiye yöneldi. Kim kazandı? Halk kazandı.
Türkiye’de yapılan her saldırı sonunda hep ülkeye daha çok yarayan birer sonuca dönüştü.
-1900’larda Meşrutiyeti getirdiler… Bin yıldan beri kapalı bulunan içtihat kapısı açıldı ve “Adil Düzen” o açılmadan sonra oluşabildi... -1910’larda imparatorluğu yıktılar… Kuvva-yı Milliye doğdu. Saltanat son buldu. -1920’lerde dinsizlik maksadıyla lâikliği getirdiler… Ama Türkiye bu sayede Müslüman olarak saflaştı, gayrimüslimler göç ettiler, Müslimler Türkiye’ye geldiler... -1930’larda içki, balo, dans gibi oyunlarla inanmış insanları devlet kademelerinden uzaklaştırdılar… Bu dönemde müsbet ilmin meşalesinde muasır medeniyetin üstüne çıkma hedeflendi... -1940’larda Türkiye’yi Batı’ya esir etmek istediler... Türkiye’ye çok partili sistem geldi… -1950’lerde Mustafa Kemal’in hakimiyet-i milliye, kuvva-yı milliye, vahdet-i kuvva, müsbet ilim ilkeleri ayaklar altına alındı; Mustafa Kemal’e taptırılmaya başlandı ve fetişizm getirildi... Halk ezanı Türkçeleştirerek, İslâmî okulları yeniden açarak tekrar İslâmiyet’e döndü... Başbakan Menderes, ‘Türkiye Müslümandır, Müslüman kalacaktır’ dedi ve asıldı ama artık dinsizlik anlamındaki lâiklik son buldu… -1960’larda halkın seçtiği Demokrat Parti’ye darbe indirdiler... Çok partili sistem geldi ve Müslümanlar örgütlenmeye başladılar... -1970’lerde bir darbe daha yaptılar... Bu dönemde Milî Selâmet Partisi iktidara ortak oldu ve solcu-sağcı çatışmasına son verdi... Bu ortaklık İran inkılâbına, Sovyetlerin yıkılmasına, dünyadaki din düşmanlığının sona ermesine sebep oldu... -1980’lerde tekrar ihtilâl yaptılar… Ama Kenan Evren devletin siyasetini İslâmiyet’e dayandırdı; Kur’an Kurslarını meşrulaştırdı, İmam-Hatip Okullarına üniversiteye gitme imkanı verdi, din derslerini zorunlu yaptı, İslâm enstitülerini fakültelere çevirdi, İKÖ’de ekonomik topluluğun başına Türkiye’yi getirdi... -1990’larda Tansu Çiller’e ekonomik darbe yaptırdılar... Müslüman müteşebbisler dünyaya açıldı, Müslümanlar birinci parti oldular, hükümeti kurdular... 28 Şubat’la başlayan karanlık devrelerde Anadolu sanayileşti… Müslümanlar Anayasa ekseriyetini aldı...
Demek ki onlar Allah’a oyun oynadılar, Allah da onlara oyun oynadı. Şimdi yeni oyunların peşindeler.
Eğer Adil Düzenciler hazır olurlarsa, elbette Allah iktidarı getirip onlara teslim edecektir. Ama bir marketi çalıştıramayanların elbette devleti idare etme güçleri yoktur. Allah, yetişmeleri için onlara zarar vermemektedir. Her şey hazırdır, bir şey eksiktir; o da Adil Düzen Çalışanlarının hazır olmaları…
Bu; yazılma, düzeltilme ve internete koyma suretiyle devam eden çalışmadır...
İnternet kapanmamalıdır... Yahut başka bir ulaşma imkanını bulmalıyız...
وَإِذَا قَامُوا إِلَى الصَّلَاةِ (VaEÜAv QAvMUv EıLAy elÖaLAvTı)
“Salâtı ikame ettiklerinde.”
“Salât” toplantı yapma demektir. Toplantı yaptıkları zaman geç gelirler, erken giderler. Toplantılarda sıkıntı içinde otururlar. Namaz nedir? Ezan, toplantıya dâvettir. Kamet, toplantıyı açmadır. Müzakere yapılır. Kur’an okunur. Tekbir, dağılma merasiminin icrasıdır. Selam, merasimin sona ermesidir.
Toplantının şartları vardır. Bir yerde toplanılır, temizlik yapılır, elbise giyilir, vaktinde gelinir. Saf yapılır, bir yöne yönelinir. Divan teşkil edilir. Başkan seçilir. Gündem belirlenir (niyet), okunur, kulak verilir, manâsı anlaşılır, dua edilir. Tesbih edilir, hamd edilir, istiğfar edilir. Sükut ederek istiğraka geçilir.
İşte namaz toplantıdır. Ama namazdan evvel Kur’an okumayı ve müzakereyi emretmektedir. Demek namaz toplantı yapmak demektir. Namazdan sonra da alışveriş yapmak, ikili görüşmeler yapmaktır. Her Cumartesi üç saatlik toplantımız, namazdır. Biraz değişiklik yapmalıyız. Dağılmadan evvel namaz kılınmalıdır. Dağıldıktan sonra da yazıhane bir saat açık olmalıdır. İsteyenler buralarda ikili görüşmeler yapabilmelidir.
قَامُوا كُسَالَى (QAvMUv KuSAvLAy) “Kesl olarak kıyam ederler.”
Yukarıda “salâtı ikame ederler” diyor. Burada “ekâmû” demiyor, “kâmû” diyor. Yani, tembelliği namazda iken gösterirler ve ayrı ayrı herkes gösterir. Onlar gösterir. Münafıklar gösterir. Mü’minler göstermez.
Burada ‘tembelce ikame ederler” denseydi, o zaman namaz tembel olurdu. Küsâlâ da çoğuldur. Salât ise tekildir. Namaza kalkarken tembel olma başkadır, namaz içinde tembel olma başkadır. Burada toplantıda iken tembel olmadır. Geç gelme, erken gitmeyi isteme, dinlerken sıkılma, konu dışında meşgul olma, birisi konuşurken ona kulak verme yerine başkasıyla konuşma. Bunlar tembellik alâmetleridir.
يُرَاءُونَ النَّاسَ (YuRAvEUvNa elNAvSa) “Nâsa irae ederler.”
Toplantılara halk görsün diye katılırlar. Toplantıdan yararlanmaktan çok; orada bulunmak, bu da vardı desinler diye gelirler. İşte münafıklığın alâmetlerinden biri de budur. Bulunmasam ayıp olur, herkes katıldı, benim katılmamam olmaz derler. Oysa toplantıya o toplantıdan yararlanmak için katılmıştır.
Tarihte büyük uygarlıklar hep toplantılarla oluşmuştur. İbranı uygarlığı Tevrat okunarak oluşmuştur. Yunan uygarlığı akademya veya licyalarda felsefe okunarak gelişti. Roma medeniyeti forumlarda verilen hukuk dersleri üzerinde kurulmuştur. İslâmiyet de medreselerde okutulan Kur’an, hadis, fıkıh ve kelam üzerine oturmuştur. Doğu medeniyetleri de tasavvufi zikirler üzerine oturmuştur.
Allah’a, topluluğa inananlar üşenmeden seve seve toplantılara katılırlar. Münafıklar ise bunu sıkıla sıkıla yaparlar. Karikatürize ederek namazı bir toplantıdan çıkarıp bir araya gelip eğilip kalkmaya indirirler.
İktidarlar bunu bildikleri için mescitlerde ders yapmayı, toplantı yapmayı, konuşmayı, müzakereyi yasaklarlar. Müezzin ve imamları halkın toplantı yapmaması, sadece gelip gitmelerini sağlamak için bekçi olarak dikerler. Mabet kapılarını kapattırırlar. İnsanlar da mabetten soğur ve artık namazlara devam etmezler, evlerinde ayrı ayrı kılmaya başlarlar.
Adil Düzencilerin daha iktidara gelmeden önce hedefleri, camileri toplantılara ve herkese, serbest derslere açmaktır. Mescitlerde bugünkü yasakların devam etmesi, imam ve müezzinlerin yönetiminde olması devam ettikçe, oralarda namaz kılınmıyor demektir. Bugün tüm halk zorla münafık hâle getirilmiştir. Camiler İngiltere’deki Haid Park’a benzer. Orada herkes istediğini konuşur. Kamu mescitlerine de eskiden ‘selatin mescitleri’ denirdi, isteyen mescitte bir köşe kapar, rahlesini açar, kitaptan istediği derslere devam ederdi. Kitaptan bir nüsha yöneticilere verilir, onunla ne anlattıklarını takip ederler. Eğer suç işliyorlarsa hakemlere gider, kişinin o kitabı okutmasını mahkeme kararı ile men edebiliriz.
Bizim Yenibosna büromuzdaki bu dersleri buralarda değil, büromuza yakın aşağıdaki büyük Mevlana Camii’nde yapmamız gerekir. Herkes toplantıyı orada yapar, dersler orada görülür. Liseler orada, üniversiteler orada, fakülteler orada… İsteyen dolaşır ve istediğinin rahlesine, istediğinin ders halkasına gider, kulak misafiri olur… Kırk kişi olduğumuz zaman bizim de bunu yapmamız gerekir. Bunun bir yasağı yoktur. Sadece Diyanet İşleri Başkanlığı’nın buna evet demesi yeterlidir.
وَلَا يَذْكُرُونَ اللَّهَ (VaLAv YaÜKuRUvNa elLAvHa) “Allah’ı zikretmezler.”
Kelimeleri mevzilerinden tahrif eden insanlar ibadetlerin fonksiyonunu yok ederler. Zikri sadece “Allah… Allah…” demek yahut “Subhanellah… Subhanellah…” demek olarak anlıyorlar. Dolayısıyla tarikatlar, namazı manâsından soyutlamış bulunuyorlar. Kâfirler bundan da rahatsız olmuşlar ve onları da yasaklamışlardır.
Gizli olmamak üzere her türlü toplantılar serbest olacaktır.
Suç işleyen olursa suç işeyenlere ceza verilecektir. Kollektif suç yoktur.
“Zikir” anlamak demektir, manâ demektir. Kur’an sözleridir. Kitap yazıdır, zikir ise manâdır. Allah’ı zikretmek Allah’ı anlamak demektir. Allah’ı anlamak demek, O’nun Kitabını anlamak, O’nun Kâinatını anlamak demektir. Aklî ve naklî ilimler demektir. Namaz okuldur. Bu okul, dersin günde beş defa yapıldığı ve beşikten mezara kadar cemaatçe sürdürüldüğü bir okuldur. Orada aklî ve naklî ilimler okunacak ve öğrenilecektir. Namaz bunun içindir. Namaz sadece eğilip kalkmak için değildir.
Ben böylesine Allah’ı zikretmekten, aklî ve naklî ilimlerden tecrit edilmiş mescitlere beş vakit gidip namaz kılmıyorum. Neden? Bu durumu tasvip etmemek için. Sadece cemaatten kopmamak için cumalara gitmeye çalışıyorum. Münafıklığın alâmeti; Allah’ın Kitabı’nı, Kâinatın ilimlerini öğrenmeden, anlamadan, üzerinde düşünmeden kılınan namazdır. Tembellik budur. Küselayı, tembelleri Kur’an böyle açıklamaktadır.
Tüm Müslümanların iktidarlardan isteyecekleri iş budur. Bunu yapmayan iktidara oy vermemelidirler. Bunu vadeden partiye oy vermelidirler. Mescitler bütün cemaatlere açık olacaktır. Hattâ Hıristiyanlara ve Yahudilere de, Budist ve Brahmanlara da. Tüm dershaneler burada olmalıdır. Biz öğrencilerimize istediğimizi öğretebilmeliyiz, hem de açık olarak mescitlerde. İmtihanı onlar yapsın, diplomayı onlar versin.
Bugün de Mevlana Camii’nin altını böyle dershane yapabiliriz. Emekli öğretmenler burada ücretsiz olarak buraya gelir, dershanelerde verilen dersleri öğretmek üzere birer kürsü kurarlar. Öğrenciler gelir, derslere orada çalışır, anlayamadıkları kısımları hocalara sorarlar. Birinin çözemediğini diğeri çözer.
İşte böylece mescitler Allah’ın Kitabını ve Kâinatını öğrenir olurlar. Buna bilhassa tarikatlar talip olmalıdır. Dersler ve zikirler mescitte aleni olarak yapılmalıdır. Hem bu devlet için de gereklidir. Açık olan buradaki dersleri çok kolay takip eder. Anarşi hareketleri ve yeraltı faaliyetleri böyle ortadan kalkar.
Hukukçulardan bir büro oluşturmalıyız. Onlar gerekli yerlere başvurmalıdırlar, mahkemelere davalar açmalıdırlar. Uluslararası kuruluşlara da bunları öğretmelidirler. Ayasofya’dan başlanabilir. Sonuç almasak bile, tebliğimizi yapmış oluruz. Tarikatlar finanse etsinler, bizim hukukçu ekibimiz vardır. Cihada biz gireriz.
(142) إِلَّا قَلِيلًا (EılLAy QaLIyLan) “Sadece çok az.”
Buradaki az iki şeyden istisna edilmiş olur. Zamanlarının azını Allah’ın Kitabını ve Kâinatını anlamak için harcarlar. Kalan zamanlarını ya orada başka şeylerle geçirirler veya geç gelirler, erken giderler. Bir manâsı budur. Yahut bu toplantıyı yapan çok az kimseler vardır. Gelenlerin çoğu anlamaya çalışır, diğerleri ise buna önem vermez. Yahut böyle cemaatler çok azdır.
Günümüzde ilk olarak toplantıları bir okul hâline getiren kimse Bediüzzaman’dır. Türkiye’de ve dünyada da Bediüzzaman’dır. Bugün dünya çapında okullarını kurmuş olarak çalışmalarına devam etmektedirler. Dünyada böylesine çalışan ve yaygınlaşan başka hiçbir dini kuruluş yoktur.
İkinci faaliyet ise Süleymancılar Arapça tedris ile böyle namaz kılarken zikre devam ettiler...
Üçüncü olarak, ben 1961’de İzmir’e vardığımda Remzi Güres, Dr. Dursun Aksoy ve arkadaşları Kur’an meali okuyorlardı. Onlara katıldım. Sonra Akevler’i kurduk ve Akevler’de zikirli namazlara başladık...
Mealciler çıktılar. Maksatları Kur’an’ı tahrif idi. Münafıklar onları desteklediler. Ama mealciler Kur’an’ı meallerle okumayı yaygınlaştırdılar. Bugün Türkiye’de artık herkes mealle meşguldür. Mealsiz Kur’an basımı çok azaldı. Eksik olan taraf vardır. Kur’an’ın çağımızın sorunlarını çözen yorumlarına geçemediler…
İşte bizim bu derslerimiz bunu sağlamaktadır. Bir gün Allah size imkan verecektir. Türkiye’deki mealciler tefsircilere dönüşeceklerdir. Bizim bu tefsirlerimiz onlara örnek olacak, yol gösterecektir…
İlim adamlarını yorumlarımıza inandırabilmemiz için onlara “Usûlü Fıkhı” da öğretmeliyiz. Bu sebepledir ki klasik Usûlü Fıkıhlara dayanarak “Modern Usûlü Fıkıh” hazırlama çabalarımız vardır. Hasan Özket’in imamlığında bunu ileri götürmelisiniz. Önce kendiniz anlayacaksınız…
Asıl hedefe varabilmemiz için “Genel Hizmetler”in neler olduğunu öğrenmeliyiz…
“Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nın da artık okunması gerekir. Cengiz Demirci’ye bu görev düşmektedir. Dönmesini bekliyoruz... Yahut, Allah başka Cengiz Demirci’yi çıkarabilir; Boğaziçi Üniversitesi mezunları arasındaki arkadaşlarımızdan çıkabilir...
Yavaş yavaş iktidara hazır olmalısınız… Yahut Dr Lütfi’ye bir yerden gelir temin etmeliyiz, hekimliği bırakıp “Genel Hizmetler”i öğrenmeye ve öğretmeye başlamalıdır...
İzmir’de Kur’an’ın tefsiri devam etmekte ise de, daha “Adil Düzen”e inançları oluşmamıştır. Onların imkânları daha çoksa da, herhangi bir kıpırdanma görülmüyor!.. Ama bir gün gelecek, onlar da uyanacak ve “Adil Düzen” iktidarına hazırlanacaklardır…
İnternet bir türlü tam olarak kurulamadı. Belli adreslere mail ile gönderme mekanizmasını geliştirmeliyiz. Reşat Nuri Erol dersleri yaptıktan sonra İzmir’e ve diğer yerlere mail ile gönderilsin. İzmir’e ve diğer belli adreslere mail ile göndermeyi deneyelim...
مُذَبْذَبِينَ بَيْنَ ذَلِكَ (MüÜaBÜaBIyNa BayNa ÜaLiKa) “Bunlar arasında zibzib ederler.”
Ne İslâmiyet’e gelirler, ne de İslâmiyet’i bırakırlar.
“Zubab” sinek demektir. Sineklerin oraya buraya konduğu gibi bunlar da oraya buraya konarlar.
Bir kanun yaparlar, ertesi, gün değiştirirler!.. Bir gün Avrupalı, bir gün Amerikalı olurlar!.. İktidara bir bu parti gelir, bir o parti gelir!.. Bir asker konuşur, bir YÖK başkanı; bir de bakarsın Yargıtay başkanı saldırır!.. Kimi onu söyler, kimi bunu söyler!.. Bütün bunların sebebi istişare dışı davranmadır.
Halbuki yapılacak iş bellidir. Devlet başkanı istişareler yapmalıdır. Önce generallerle haftada bir görüşme yapmalı, onlara başkanlık etmelidir… Siyasi parti başkanlarıyla görüşme yapmalıdır... Rektörlerle görüşme yapmalı, onlara başkanlık etmelidir…. Yüksek hakimlerle görüşme yapmalıdır...
Sonara Meclis Başkanı, Anayasa Mahkemesi Başkanı, YÖK Başkanı, Genel Kurmay Başkanı ve Başbakan ile toplantı yapmalıdır. Orada istişare ettikten sonra prensip kararları almalıdır. Bu görüşmeler açık olmalıdır. Burada herkes istediğini söylemelidir. Son söz başkanın olur. Karar verildikten sonra artık didişme olmaz. Herkes o karara uyar. Devletin bir stratejisi çizilir, dış ülkelerle o strateji içinde ilişki kurulur.
لَا إِلَى هَؤُلَاءِ وَلَا إِلَى هَؤُلَاءِ (Lav EıLAy HavEuLAEi Va Lav EıLAy HavEuLAvEı)
“Ne bunlardan, ne onlardan.”
Ne bunlardan, ne onlardan. Aralarında müzebzibin. Demokrasi diyorlar; ondan sonra okumadan kanunları dayatıyor ve meclisten geçiriyorlar! Bizim için istiyoruz diyorlar! Şaşkınlar!..
Ne olduğunu bilmediğiniz ilaçları nasıl alıp da yutuyorsunuz?!. Karma ekonomi de böyledir…
Sosyalizm kötüdür ama sistemdir. Kapitalizm kötüdür ama sistemdir. Karma ekonomi ise ne odur, ne budur. Karışıklıktan ibarettir. En kötü sistem, sistemsizlikten iyidir.
Adil Düzenci olmamaları da buradan geliyor. Çünkü en iyi sistemdir. Türk basını ve medyası da kapanmaktan korktuğu için “Adil Düzen”den bahsetmiyorlar. Allah’tan değil de, onlardan korkuyorlar.
Korktukları başlarına gelecek. Kimse onları kurtaramayacaktır.
وَمَنْ يُضْلِلْ اللَّهُ (Va MaN YuWLıL elLAHa) “Allah kimi idlâl ederse.”
Böyle ikili oynayanları, ne onlardan ne bunlardan olanları, sistemsiz ve karaktersiz olanları Allah şaşırtır. Daha da kötü belalara uğratır. İşler önce hep iyi gider, gider; ondan sonra hiç beklenmedik darbe gelir ve çöküp giderler. İsmet İnönü’nün son zamanları idi. Bir şey söylemişti. Diktatörler bir defa hata yaparlar, o hata ile diktatörlükleri son bulur. Münafıklar da bir defa hata yaparlar, onları o götürür. Allah onlara hata yaptırır.
فَلَنْ تَجِدَ لَهُ سَبِيلًا(143) (Fa LaN TaCıDa LeHu SaBIyLan) “Ona bir sebil bulamazsın.”
Münafıklar şaşkınlık içinde hata yaparlar ve sen onların hatalarında bir çıkış yolu bulamazsın.
Adil Düzenciler bunları düzeltmeye uğraşmamalıdırlar. Bunlara yol gösterelim diye vakit kaybetmemelidirler. Adil Düzen Çalışanları kendileri hazırlanmalıdırlar. Allah iktidarı onlara hazırlamaktadır, hazırlamıştır. İktidar beklenmedik yerlerden gelecektir. Sorun hazırlıklı olmaktadır. Adil Düzene inanan ve çalışan kimseler birbirleri ile irtibatta olmalıdırlar. Çalışmalarını birleştirmelidirler. Herkes sadece kendi yazdığını okumamalı, birbirlerinin yazdıklarını okumalıdırlar.
Haftalık dergiye ihtiyaçları vardır… Herkese açık, her fikre açık dergiye ihtiyaç vardır…
Münafıklar kendi görüş ve düşüncelerinden başkasına izin vermezler, fikir ve düşünceleri sansür ederler. Münafıklıkları ortaya çıkmasın diye tartışmaya girmezler. İnançlarını ve görüşlerini açıkça söylemezler.
Onları kurtarmak mümkün değildir. Denemeler yaptık, asla başarıya ulaşamadık. Allah’ın dediklerini kabullenemiyoruz ve yine onlara yol bulacağımızı zannediyoruz. Ama hiçbir zaman bulmuş değiliz.
Bununla beraber onlarla ilişkiyi keselim, görüşmeyelim, oy vermeyelim demiyorum. Onlardan bir sonuç alınamayacağını bilelim. Sonuç alamayınca da üzülüp çekilmeyelim…
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ - 326 ADİL DÜZEN DERSLERİ - 156 İstanbul, 14 Ekim 2005
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI (Selahattin Öztürk ve Reşat Nuri Erol Üsküdar’da değerlendirecektir.)
İHALELER… ÖZELLEŞTİRMELER… ÖNERİLER…
Çağımızda devleti yönetmek çok kolaydır. Devletin elinde ‘kağıt para gücü’ vardır. Devlet parası ile ülkede her şey yapabilmektedir. Amerika’daki Yahudi sermayesi bu gücü kendinde toplamak istemektedir. Onlara göre dünyada tek merkez bankası olacaktır. Devletler para çıkarsalar bile dünya merkez bankasının parası ile desteklenerek çıkaracaklardır. Desteğini kestiği anda o para para olmaktan ayrılmalı, geçerliliği olmamalıdır. Bu iş kolay olmamaktadır. Bir ülkede yüzde 500 enflasyon bile olsa o ülkenin parası yine de iş görmektedir.
Yahudi sermayesi bu sorunu kendi lehine çözmek için bütün işletmeleri tekel hâline getirmek, DOLAR veya EURO ile dünyayı yönetmek istemekte, üretimi tekelleştirmeye gitmektedir. Önce sosyalizmle yani devletçilikle halkın elinden bütün mallarını zorla toplattı. Şimdi de zorla sattırarak kendisi almaktadır. Kendisi doğrudan ihalelere girmemekte, taşeronları kullanmaktadır. Sen gir al, ben sana kredi veririm ödersin demektedir. İşletme kâr edecek ve faizi ile borcunu ödeyecek.
Bu mümkün değildir. Matematikte çok açık bir şekilde ispatlanmıştır ki, kesin olan kazanç muhtemel olan kazancı her zaman yener. Dolayısıyla bu sistemde sonunda tüm işletmeler sermayenin tekelinde olacaktır.
Türkiye Pakistan gibi kenarda bir ülke olsa, yöneticilerin bu politikasına aldırmaz, biraz da öyle yaşayalım deriz. Ama Türkiye için durum böyle değildir. Türkiye’nin konumu öyle bir yerdedir ki, İstanbul’da oturmayan sermaye dünyaya hakim olamaz. İşte onların istedikleri Türkiye’nin yıkılmasıdır. Onun içindir ki şimdiye kadar Türkiye’de yatırım yapmadılar, yapmak isteyenlere de yaptırmadılar. Türkiye’nin ekonomisi zayıflayacak, borçlanacak, dinsizleşecek, parçalanacak… Önce iç savaş olacak… Sonra yakın komşuların saldırısı ve işgali… Sonra onlardan da geri almak...
İşte bu sebeple Türkiye’de yatırım yapmadılar.
Türkiye’ye baskı yapılıyor… Baskıya boyun eğmeyen hükümet ise kendi ordusunun eliyle iktidardan indiriliyor… Yani; ya (AKP’nin yaptığı gibi) özelleştireceksin, devletin seksen yıldır biriktirdiğini sermayeye peşkeş çekeceksin, yahut (en son Refahyol örneğinde olduğu gibi) kendi ordunun silahı ile seni iktidardan indirecektir. Kenan Evren’e kadar bu oyun böyle oynandı, 28 Şubat da bundan farklı olmadı…
MECLİS’TEKİ PARTİLERE AÇIK MEKTUP!
O halde ne yapmalıyız? AK Parti, Doğru Yol ve ANAP başta olmak üzere meclisteki partilere bu açık mektupla öneride bulunuyorum. CHP ve bağımsızları da işbirliğine dâvet ediyorum.
1- Vakıflar Bankası, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün sermayesi ile kurulmuştur. Vakıflar Genel Müdürlüğü gasp ile oluşmuştur. Çünkü vakıfların senedinde değişme yapmak tarihin en büyük zulmüdür. Vakıflar Bankası’nın sermayesi vakıflarındır. Vakıflara dokunan Allah’ın lânetine uğrar. Ama yarın onu da özelleştirecek ve birilerine peşkeş çekeceksiniz. Vakıflar sizin değil ki; hangi hakla bunu yapacaksınız?!
2- Gelin, Vakıf Bank’ı özelleştirelim ve özel banka hâline getirelim. Ama bari bunu peşkeş çekmeyelim. Halkın katılımı ile size yine para verelim. Bizim malımızı, Müslüman dedelerimizin bize bıraktığı malımızı yine biz Müslümanlara satın. Değeri ne ise ödeyelim. Çünkü biz Müslümanlar devletimize yardım yapmaya hazırız...
3- Vakıf Bank’ın yönetimini şimdilik Diyanet Vakfı’na verin. Bir hakemi siz seçin, bir hakemi Diyanet seçsin, o iki hakem de bir baş hakem seçsin. Hakem heyeti Vakıf Bank’ın değerini takdir etsin ve onu size ödesin. Siz onunla ülkenin dış borcunu kapatın. Hakemlerce belirlenen değeri Diyanet Vakfı beş yılda ödesin; altın değeri ile ödesin…
4- Vakıf Bank için Diyanet Vakfı harekete geçecek, adeta ülkenin sömürü sermayesine peşkeş çekilmemesi için seferberlik ilan edilecek, camide halka Vakıf Bank’ı kurtarmanın manâsı anlatılacak ve onlardan borç alınacaktır. Buna karşılık bankada o kadar payları olacaktır. Banka ileride bunları kendilerine ödeyecektir. Ödeyemez iflas ederse, zararına iştirak etmeyi şimdiden kabul etmektedirler…
5- Diyanet Vakfı taksitlerini ödeyemezse, yatırdığı kadarı ile bankaya ortak olacak, banka satıldığında para o nisbette paylaşılacak, yani kâr-zarara ortak olacaktır…
6- Banka ‘faiz’ veya ‘kâr’ ile çalışmayacak, banka ‘kredileşme ilkesi’ ile çalışacaktır. Yani, banka mevduat sahiplerine mevduatları hacminde teminat altına alarak ‘faizsiz kredi’ verecektir. Kredileşme ‘altın değeri’ üzerinden olacaktır…
Aynen bu şartlar altında diğer emlak ve ziraat bankları da ileride özelleştirilebilir.
Tekrar söylüyorum. Vakıf Bank’ı özel sektöre, hele hele sömürü sermayesine satamazsınız. Böyle bir şey yaparsanız, bu sizi çarpar. Hz. Salih’in kardeşleri deveye (devletin yani kamunun yani halkın malına) dokundular, kestiler de azaba uğradılar…
O kavme ne olduğunu Kur’an’dan okuyabilirsiniz… Allah onları tesviye etti…
Tesviye olmak istemiyorsanız Vakıf Bank’a ve milletin diğer mallarına dokunmayın!..
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ - 326 ADİL DÜZEN DERSLERİ - 156 İstanbul, 14 Ekim 2005
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI (Selahattin Öztürk ve Reşat Nuri Erol Üsküdar’da değerlendirecektir.)
ÜRETKEN ORDU VE SİLAHLANMA
Bundan önce 321’inci yorumda Türk Ordusunun kendi kendisini yenilemesi gerektiği, 322’inci yorumda Türk Ordusunun savunma ordusu olması gerektiği, 324’te de Türk Ordusunun üretken ordu olması gerektiği açıklanmıştır.
Bugün de Türk ordusunun kendi silahını kendisinin üretmesi gerektiğini anlatacağım.
a) Savaşan insandır. Hiç silahı olmasa da insan yine savaşır. Dolayısıyla savunmanın yarısı insandır. Aslolan insandaki savaşma azmi ve savaşma tekniğidir. Taktiktir. Savaşın diğer yarısı da silahtır. Modern gelişmiş silaha karşı demode olmuş bir silah savaşamaz. Ateşli silah varken kılıçla mukabele edilemez. Ne var ki silahı kendi başına kullanmak da çok önemlidir. Silah eski olsa, bozuk olsa da onu iyi kullanan kimse galip gelebilir. Silahı iyi kullanmanın tek yolu vardır, o silahla devamlı uygulama yapmak. İnsan sürekli olarak hedefe ateşlediği silahla refleks kazanır ve hem daha çabuk davranır, hem de isabet ettirir. Düşman senin silahınla sana saldırmamalıdır. Kendi silahını kendin imal edeceksin. Sürekli olarak kullanacaksın. Mermiye acımayacaksın. Savunma silahları daha çok bir kişinin kullandığı silahtır. Azami birkaç kişi kullanır. Uçaksavarlar, uçaksavar toplar daha küçük ama daha etkin silahlardır. Ordu bunları kendisi üretmelidir. Yerine göre ve askerine göre silah üretip askerlere dağıtmalıdır. Asker ölünceye kadar o silahla savunmasını yapmalıdır. Bir askere çok silah vermeyeceksin. Asgariye indireceksin. Bir orduda çeşitli silahlar değil, asgari silah bulunacaktır. Teçhizatını ise savaşta da üretebilmelidir. Savaşta silah imal etmeyeceksin, savaşta araç üretmeyeceksin ama teçhizat depo edilemez. Önceden hazırlanmalıdır.
b) Silah için ikinci önemli husus düşmanın senin silahının özelliğini bilmemesi, ona karşı nasıl tedbir alacağını bilmemesidir. Bu da ancak çeşitlilikle olur. Her bölük, her alay, her tümen farklı silah geliştirirse, düşman onların hepsini öğrenip ona göre etkili olan bir silah veya taktik geliştiremez. Bu o kadar önemlidir ki, her birlik diğer birliğe karşı bile saklamalıdır. Hattâ üstleri de bilmemelidir. Her erin kendi silahının sırrı kendisinde olmalıdır.
c) Askerlik yapan herkes kendi silahını alıp evine götürmeli, ona ait mermi bulabilmelidir. Düşmanın bu silahları bilmemesi gerekir. Biz İstiklâl Savaşı’nı böyle kazandık. Kıbrıs çıkarmasını helikopterlerle yaptık. Düşman bunu beklemediği için hiç dirençle karşılaşmadık.
d) Bir başka önemli husus ise ekonomik maliyettir. Başka yerden alınan silahlar daima pahalıdır. Her zaman yeterince silah bulamayız. Parasını yetiştiremeyiz. Oysa silahı ordu kendisi üretirse, hem askerler boş zamanlarını doldururlar, hem de silahlarını bedelsiz temin ederler. Saldırı savaşı geçicidir. Hazırlanırsın, saldırırsın. Eğer işgal edersen onları perişan edersen, varlıklarını yağma edersin. Ama savunma sabırdır. Kimden, ne zaman, nasıl bir düşmanla karşılaşacağını bilemezsin. Saldırdığı zaman dayanabilirsen bir gün savaş biter. Sonra karşı saldırıya geçersen o savunma ordusuna sahip olmadığı için çökertirsin. Yani, savunma ordusu demek, düşman saldırmadan saldırmaz demektir. O saldıracak, sen bekleyeceksin. Geldiği zaman da beklemediği savunma ile karşılaşacaktır.
Yeni bir silah artık zor değildir. Bilgisayarda bir silahı proje halinde elde edersiniz. Hesapları yaparsınız. Denersiniz. Ondan sonra parçaları için ayrı ayrı projeler ve yaparsınız. Onları değişik yerlerde üretirsiniz. Komutandan başka kimsenin elinde projelerin tamamı bulunmaz, montajı bulunmaz. Sonra parçalar depolanır. Gerektiği zaman monte edilir. Her bölük, her alay, her tümen, her ordu kendi silahlarını kendileri üretir.
Sadece silah üretme değil, kendi araçlarını da kendisi üretir. Uçağını, helikopterini, arabasını şartlarına göre üretir. Mesela, karda yürüyen arabayı yapar. Çölde kumlarda yürüyen araba, hem karada hem suda yürüyen araba gibi bulunduğun yerde kullanılacak araçlar icad edilir.
Tüm ordu aynı zamanda araştırma ordusu olacaktır. Ordunun varlığını koruması ancak bu yarışta yarışabilmesiyle sağlanır. Bir birlikte sayılı personel vardır. Yeni katılanlar için silah üretir. O kişi askerlik bitesiye kadar o silahı kullanır. Sonra da artık o hurdaya çıkarılır. Her ordu silahını kendisi üretirse silah tüccarlarının icad ettiği savaşlar da sona erer.
Bazı silahlar vardır ki ülkemizde imalı mümkün olmayabilir. O silah katiyen bir devletten hazır olarak alınmamalıdır. O silahın Türk projesi geliştirilmelidir. Gerekirse yabancı mühendisler de istihdam edilir. O projenin parçaları değişik ülkelere sipariş verilir. Sonra birlik kendisi monte eder. Bir ordunu elli yıllık savaşa dayanacak gücü olmalıdır. Avrupa’da yüz yıl savaşları olmuştur.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92