ADİL DÜZEN 328
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 28 - 31 Ekim 2005 Fiyatı: Seminere katılmak veya (akevleronline) www.akevler.org
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 328. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
ÜSKÜDAR Adresi: Selami Ali Efendi Cd. No: 31 ÜSKÜDAR/İSTANBUL (Ana Çocuk Sağlığı yanı – Anadolu Gençlik bitişiği) Tel: (0532) 246 68 92
*TEFSİR SEMİNERİ [Cuma Üsküdar (19.00-21.00); Cumartesi Yenibosna (17.00-21.00); Pazartesi Ümraniye (19.00)]
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
(Hasan Özket, Yasin Kılar, Hasan Çetinkaya, Lütfi Hocaoğlu, Reşat Nuri Erol ve …………… dersi okumuş olarak geleceklerdir.)
Üsküdar ve Ümraniye’de Reşat Nuri Erol tarafından; diğer yerlerde ilgili ve sorumlular tarafından anlatılacaktır...
Hedefimiz; bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul’da 200, Türkiye’de 1000 yerde okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, RNE
NİSÂ SÛRESİ TEFSİRİ – 53
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
لَا يُحِبُّ اللَّهُ الْجَهْرَ بِالسُّوءِ مِنْ الْقَوْلِ إِلَّا مَنْ ظُلِمَ وَكَانَ اللَّهُ سَمِيعًا عَلِيمًا(148) إِنْ تُبْدُوا خَيْرًا أَوْ تُخْفُوهُ أَوْ تَعْفُوا عَنْ سُوءٍ فَإِنَّ اللَّهَ كَانَ عَفُوًّا قَدِيرًا(149) إِنَّ الَّذِينَ يَكْفُرُونَ بِاللَّهِ وَرُسُلِهِ وَيُرِيدُونَ أَنْ يُفَرِّقُوا بَيْنَ اللَّهِ وَرُسُلِهِ وَيَقُولُونَ نُؤْمِنُ بِبَعْضٍ وَنَكْفُرُ بِبَعْضٍ وَيُرِيدُونَ أَنْ يَتَّخِذُوا بَيْنَ ذَلِكَ سَبِيلًا(150) أُوْلَئِكَ هُمْ الْكَافِرُونَ حَقًّا وَأَعْتَدْنَا لِلْكَافِرِينَ عَذَابًا مُهِينًا(151) وَالَّذِينَ آمَنُوا بِاللَّهِ وَرُسُلِهِ وَلَمْ يُفَرِّقُوا بَيْنَ أَحَدٍ مِنْهُمْ أُوْلَئِكَ سَوْفَ يُؤْتِيهِمْ أُجُورَهُمْ وَكَانَ اللَّهُ غَفُورًا رَحِيمًا(152)
لَا يُحِبُّ اللَّهُ (LA YuXıbBU elLAHu) “Allah muhabbet etmez.”
Kâinatı var eden Allah şuursuz ve şuurlu varlıklar yaratmıştır. Şuurlu varlıklar melek, ruh, insan ve cindir. Şuursuz varlıkların yönetimini de şuurlu varlıklara vermiştir. “Karyeden sual” derken, karyenin halkından sual et demektir. Yahut “Cibale vahyettik” derken, o cibali (dağları) tedvir eden meleklere vahyettik demektir.
Şuurlu varlıklara hitap ederken de Allah o varlıkların anlayacağı dille hitap eder.
Allah’ın sıfatları var mıdır? Görür, işitir, sever, kızar mı? Allah’ın zâtında bu sıfatlardan hiçbirisi yoktur. Çünkü O’nun misli yoktur. Ama Allah’ın bize görünmesi ve bizimle ilişkisi görür, işitir, sever ve kızar. Bize onu ancak bizim alabildiğimiz şekliyle etki eder. Onun için Allah muhabbet eder.
“Muhabbet” kişiler arasındaki çekme kuvvetidir. Nasıl güneş ile yer birbirini çekerlerse, muhabbet eden iki insan da birbirlerini çekerler. Böylece insanlar birbirlerine bağlanırlar ve ayrıldıkları zaman da büyük üzüntü duyarlar. İnsan ile Allah arasında böyle bir cazibe ortaya çıkar.
Allah sevmezse ne olur? Güneş dünyayı çekmezse ne olur? Dünya kopup gider ve boşluk içinde serseri bir kaya parçası olur. İnsanın çölde yapayalnız bırakılması kadar korkunç ceza var mıdır?
الْجَهْرَ بِالسُّوءِ (elCaHRa Bi elSuEi) “Allah suün cehrini muhabbet etmez.”
“Su’” kötülüktür. Biri bir kötülük yapabilir. Bu hususta söylenmesi gereken yerlerde söylemek başka şeydir, onu sokaklarda anlatmak başka bir şeydir. Çünkü o kötülükler insanlara örnek olur. Bunu yapmak da doğal bir şey olur. Onun için tarikatlarda hep iyi şeyler anlatırlar. Menkıbelerin hepsi iyiliklerdir, kerametlerdir. Birbirlerinin faziletlerini anlatırlar. Böylece insan beyninde hep iyilikler oluşur ve insan onları yapmaya özenir.
Bunun yerine eğer bizim televizyonların ve basının yaptığı gibi hep kötülükler ve zulüm anlatılırsa insanların beyninde kötülükler oluşur. İnsan ya tüm dünyaya düşman olur veya kendisi de onu yapmaya kalkışır.
Pakistan’ın zelzeledeki kötülüklerini anlatma yerine, oraya yapılan yardımları anlatmak gerekir. Böylece insanlar onu öğrenmiş olurlar ama asıl orada iyilikleri yapmaya eğitilirler.
Bir suç işlendiği zaman duyurulmaz. Kişi mahkum oluncaya kadar masumdur. Mahkeme kararı ile mahkum olunca mahkumiyet duyurulur, böylece insanlar için caydırıcı olur. Oysa bugünkü basın ve yayında suçlar ilan ediliyor! Şu kadar insan çatışmada öldürüldü! Katiller kaçtı! Takip yapılmakta, ondan sonra takibin sonucundan haber yok! Medya sadece felaket tellallığı yapmaktadır. Allah bunu nehy etmektedir. Domuz eti nasıl haram ise bu da haramdır. Kendilerini İslâmî basın-yayın ilân edenlerin bunlara dikkat etmesi gerekir.
İslâmiyet’te iktidarın yaptıklarını kötülemekten ibaret olan muhalefet anlayışı yoktur.
مِنْ الْقَوْلِ (MiNa eLQaVLi)
“Allah kavilden suün cehr edilmesini hubbetmez.”
Kötülük yapmamak başka, kötülüklerin duyurulması başka şeydir. Kötülükleri yapanlar cezalandıkları zaman duyurulmalıdır. Onun dışında mahkum olmadan önce kötülüklerin yaygara yapılması yasaklanmaktadır.
Gadre uğrayan herkesin yetkililere baş vurarak mağduriyetlerinin giderilmesini isteme hakkı vardır. Ondan sonra hep iyi şeyler anlatılmalıdır. Bir suçlunun cezalandırılması iyidir. Cezalandırılması duyurulduğunda olay da duyulmuş olur.
İçtihat ve icmalar olmaksızın huzurlu bir hayat mümkün değildir. Devamlı olarak Kur’an okunursa ve onun öğretileri doğrultusunda hareket edilirse huzur ve saadet olur. Adil Düzen Çalışanları bunları sürdürecektir. Diğerleri cehennem hayatını yaşarken, mü’minler cennet hayatını yaşayacaklardır.
إِلَّا مَنْ ظُلِمَ (EilLAv MaN JuLiMa) “Sadece zulme uğrayan kimse.”
Sadece zulme uğrayan kimse açıklayabilir. Haksızlığa uğrayan, zulme uğrayan kimselerin bu haksızlığı yetkililere bildirmek ve onların soruşturma yapmalarına, yargılamalarına imkan verme hakları vardır.
Herhangi bir zulme uğrayan kimse siyasi dayanışma ortaklığı sorumlusuna başvurur. Başkan soruşturmacıları görevlendirir. Soruşturma masraflarını siyasi dayanışma sorumlusu öder. Siyasi dayanışma ortaklarına bu hususta tahsisat alırlar. Onu gerekli yerde bölüştürerek kullanırlar. Soruşturmacılar soruşturmayı dışardan sözlü olarak yaparlar, sonra yazılı sorarlar. Gerekli gördüklerinde başkandan izin alarak duruşmalı soruşturma yaparlar. Eğer daha çok zaruret olursa, hakem kararları ile karakol soruşturmaları yaptırabilirler.
İşte bu soruşturmacılara tanık olarak da olsa doğruyu söylerler. Başka kimselere bildiklerini anlatmak insanlar için helal değildir. Soruşturma bittikten sonra hakemler nezdinde şehadet ederler. Nisab dolmuşsa bu ceza davalarında dört adettir, o zaman yaptığı suçun cezası verilir. Hakem kararları açıktır. Şehadet açıktır. Ceza uygulaması açıktır. Ama soruşturma gizlidir. Dosyalar şahitler ve hakemlerde kalır. Bunlar bunu ifşa edemezler. Şahitler veya hakemler aleyhinde dava açtıklarında bu dosyaları şahitlere arz ederler.
وَكَانَ اللَّهُ سَمِيعًا عَلِيمًا(148) (Va KAvNa elLAHu SaMIyGan GaLIyMan)
“Allah semi’ ve alîm bulunmaktadır.”
Burada “semi’” ve “alîm” nekire olarak zikredilmiştir. “Allah” kelimesi aynı zamanda devleti yani kamuyu ifade eder. Zulme uğrayanların zulmünü duyacak bir mekanizma olmalıdır. Bu da kavlin cehri şeklinde yapılmamalıdır. “Semi’” şikayetleri dinleyen makamlar demektir; bu da dayanışma ortaklıklarıdır.
İlmî dayanışma ortaklıkları düşünce haklarını korur, dinî dayanışma ortaklığı inanç özgürlüğü ile ilgili hakları korur, meslekî dayanışma ortaklığı mâlî hukuku korur, siyasî dayanışma ortaklıkları siyasi hakları korur. Bu şikâyetleri işitirler. Herkesin dayanışma ortaklığı başkanları vardır. Şikâyetini ona bildirir.
Eğer o sorumlu kulak vermezse dayanışma ortaklığını değiştirir. Dolayısıyla sesini kamuya duyurmuş olur. Hiçbir sorumlu dinlemezse, bucağını (kabilesini) değiştirir ve öylece duyurma imkânına sahip olur. Sadece şikâyeti dinlemek elbette yetmez, doğruluğunun tahkiki gerekir. Bunun için de soruşturma hizmetlileri vardır. Bugünkü polis ve savcı bu hizmeti görürler. ABD’deki detektifler bu kuruma benzer. Onların soruşturma masraflarını dayanışma sorumluları takdir ederler, onlar da soruşturma yaparak gerçeği tesbit ederler. Kamu böylece alim olmuş olur.
Görülüyor ki, “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası” tamamen Kur’an’ın öğrettiklerine dayanmaktadır. Devletin semi’ ve alîm olması gerekir. Bunun için en uygun kurumun oluşturulması gerekir. Bu kurumlar içtihatlarla ve icmalarla sabit olmaktadır. Biz, bizim içtihatlarla vardığımız sonuçları açıklamış oluyoruz. Bu hususun bilinmesi gerekir.
إِنْ تُبْدُوا خَيْرًا (EıN TuBDUv PaYRan) “Hayrı ibda ederseniz.”
İyiliği ortaya çıkarırsanız. Kendiniz hayır yaparken açıkça yaparsanız, başkasının göreceği şekilde yaparsanız, bunu yapabilirsiniz. Çünkü böylece hayrın nasıl yapılacağını başkalarına da göstermiş olursunuz. Onları da benzer şekilde hayır yapmaya teşvik edersiniz.
Ancak burada iki tehlike vardır. Biri, hayrı gösteriş olmak üzere yapmaktır. Başka bir tehlike de insanlara riyaen hayır yaptırmaktır. Yani, baskı yaparsınız, o baskı sebebiyle kişi o hayrı yapar. Bu hayır olmaz. Bununla beraber hayrı açık yapabilirsiniz. Bu eksiklikleri Allah affeder.
أَوْ تُخْفُوهُ (EaV TuPFUvHu) “Onu hafyederseniz.”
Siz kendi yaptığınız iyiliği saklarsanız, duyurmazsanız, yahut başkasının yaptığı iyiliklerden söz etmezseniz, olur. Bunları yapabilirsiniz. Böylece riyadan kurtulmuş, başkalarına da baskı yapmamış olursunuz.
Bunun da mahzuru vardır. Sanki iyilik yapmak kötü bir şeymiş gibi olur ve hayır gizli yapılmalıdır gibi bir kural ortaya çıkar. Sosyalistler böyle bir kural icad ettiler. Sen namazını kıl ama evdeki çocukların bile görmesin! Çünkü onlara baskı yapmış olursun!
Bununla beraber Allah bu eksikliği de affeder. Yani, hayrı açık da yaparsanız, gizli de yaparsanız, sonunda hayır olduğu için Allah onun eksikliklerini affeder ve hayrın sevabını vermiş olur.
أَوْ تَعْفُوا عَنْ سُوءٍ (EaV TaGFUv GaN SUvEın) “Yahut sû’u affetmek.”
Birisi size kötülük yaptı. Siz de onu affettiniz. Bu sizin için hayırdır, iyidir. Ama öbür taraftan kötülük yapan kimsenin kötülük yapmasına destek veriyorsunuz. Bugün yapan yarın da yapar. Sana yaptığı gibi başkasına da yapar. Demek ki, haksız yapandan hakkı istemek yalnız kendi hakkın olduğu için değil, haksızlık yapmaktan insanları uzak tutmak için de yapılır. O halde affetmek mutlak iyilik değildir. Bununla beraber, siz affederseniz Allah da sizi affeder. Yani, bu affın günahını sormaz. Bu sebepledir ki kısas hükümleri vardır. Vâris olmayan en yakın akrabaya affetme yetkisi verilmiştir. Affetmek vârislerin lehinedir, çünkü diyeti paylaşacaklardır. Ama suç cezasız kalacağı için kötüdür. Dengeyi vâris olmayan yakınlı bulacaktır.
فَإِنَّ اللَّهَ كَانَ عَفُوًّا قَدِيرًا(149) (Fa EinNa elLAHa KAvNa GaFuvVan QaDIyRan)
“Allah affedici ve takdir edici bulunmaktadır.”
Bir kimsenin parası var. Bunu kasasında saklıyor. Devlete bildirmez, kendisinin uygun gördüğü ve bildiği yoksula verir. Bu gizli yaptığı bir ibadettir. Devlet onu suçlayıp zorlayamaz. Aksine devlete verir. Devlet onu gerekenlere dağıtır. Bu da iyidir. Devlet affedicidir, yani bunları buldukça suçlamaz.
“Kadirdir” demek, güçlüdür demek anlamına geldiği gibi; ölçümlendirir, bunları takdir eder demektir.
İslâmiyet vergiyi ibadet kabul etmiş, zorla alma ve icralara koymayı teşri etmemiştir.
Verginin yararları vardır, halk bunun için vergi vermektedir.
a) Kişinin ödediği vergi nisbetinde kredi alma hakkı doğar.
b) İşletme ödediği vergi nisbetinde altyapı, elektrik ve sudan yararlanır. Bunlar para ile satılmaz.
c) Ödenen vergi nisbetinde mallar sigortalanmış olur. Devlet bunları korumakla yükümlüdür.
d) Ödediği vergi nisbetinde istimlak değeri olur. Eğer kamu tarafından alınacak bir taşınmaz varsa, oradan elde edilen hâsıla ile dolayısıyla vergi ile takdir edilir.
Böylece kamu önceden vergilere göre değerlendirme yapmak suretiyle ölçümlendirdiği için burada “Takdir” kelimesi getiriliştir. Nekire olması da bununla devletin yani kamunun da kastedildiği anlaşılmaktadır.
Gizli yapılan yardımı eğer kamuya bildirir, kamu da onu tahkik ederse, yine kapalı bırakmak şartı ile bu imkânlardan yararlandırır. Onları da miktarın içine idhal eder.
إِنَّ الَّذِينَ يَكْفُرُونَ بِاللَّهِ (EinNa elLeÜIyNa YaKFuRUvNa BilLAHı) “Allah’a küfretmiş olan kimseler.”
Allah yerleri ve gökleri yaratmış, yeryüzünü yaratmış, dağları ve dereleri yaratmış, canlıları yaratmış, toplulukları oluşturmuş ve insanlara bu kadar bol nimetler vermiştir. İnsanlar bunlara şükretmeleri gerekirken, nankörlük yapıp O’nun nimetlerine karşılık kendilerine düşmüş bulunan hayrı açık veya kapalı işlemezlerse, Allah’ın onları affettiği gibi onlar da affetmiş olmazlarsa, küfretmiş olurlar. İnsan topluluk içinde doğar ve büyür, toplulukta çalışır, toplulukta yaşar. Topluluğa karşı ifa etmesi gereken görevleri ifa etmeyip nankörlük ederse, bu kâfirliktir. İşte böyle olan kimseler kâfirdirler.
وَرُسُلِهِ (Va RuSUvLiHi) “Ve resullerine küfrederlerse.”
Kur’an’da “Allah ve Resulü” deyince, hakemlerden oluşan yargı ifade edilir. Burada “Resulleri” demektedir. Bununla hükümet irade edilmiş olabilir. “Allah ve Resulü” deyince, bununla görevliler kastedilmiş olur. “Allah’a itaat ediniz, resul ve ulu’l-emre itaat ediniz” dendiğinde, emirlerle birlikte resuller olmuş olur.
İnsanlar başkanlara itaat edeceklerdir. Aşiret başkanına itaat edecek, bucak başkanına itaat edecek, il başkanına itaat edecek, ülke başkanına itaat edecek ve insanlık başkanına itaat edecektir. Aşiret içinde olduğu zaman aşiret başkanına, karye içine girdiği zaman bucak başkanına, beldeye girdiği zaman il başkanına, medineye girdiği zaman devlet başkanına, mısra gittiği zaman da insanlık başkanına veya onun emirlerine itaat edecektir. Bunlar şeriat içinde şeriatın onlara verdiği yetkilere muhalefet etmeyecektir.
Şeriat yetkililerin düzenlemesi ile uygulanır. İmam olmadan nasıl cemaatle namaz kılınmazsa, yöneticiler olmadan şeriat da olmaz. Resullerin çoğul olmasının başka anlamı da, başkanlar değişince kimine itaat etme kimine itaat etmeme anlamındadır. Kendi destekleri ile başkan olunca itaat ederler, desteklemedikleri başkan olunca itaat etmek istemezler. Başkanlar sıralama usûlü ile seçilir. Her zaman senin birinci yaptığın başkan olmayabilir. Ama kim birinci olursa artık ona itaat edilecektir. İtaat edilmezse o topluluk terk edilecektir.
Hazreti Adem’den başlayıp Hazreti Muhammed’e kadar gelen resuller için de durum budur. Bizim için bütün peygamberler haktır ve getirdikleri din de haktır.
وَيُرِيدُونَ أَنْ يُفَرِّقُوا (VaYuRIyDUvNa EaN YuFarRıQUv) “Tefrik etmeyi murad ederler.”
Parçalamak isterler. Birbirine benzeyen varlıklardan birbirine benzemeyen varlıklara geçmek rebvettir, iş bölümüdür, evrimdir, uygarlıktır. Birbirinden kopmak ise tefrikadır. Yer Güneş’ten ayrılınca hayat oldu. Ama Yer Güneş’ten koparsa, o zaman da hayat biter. Hüsn ve kubh vardır. İyilik ve kötülük vardır. Dört şey iyi kabul edilir. Varlık yokluktan iyidir. Birlik ayrılıktan iyidir. Denge bozukluktan iyidir. Evrim durağanlıktan iyidir.
İşte bu iyiliklerden bir de birlik ayrılıktan iyidir kuralıdır. Tefrika kötüdür. Kötü insanlar tefrika ile araları açmaya çalışırlar. İyi insanlar ise birliğe teşvik ederler. Kâfirlerin işi tefrikadır.
Askerlikte esas kural şudur, böl ve teker teker yut. Osmanlı İmparatorluğu’nu parçaladılar, ondan sonra teker teker yuttular. Şimdi de Türkiye’yi parçalamak istiyorlar. Avrupa Birliği ise birliğe doğru gitmektedir.
بَيْنَ اللَّهِ وَرُسُلِهِ (BaYNa ElLAvHı Va RuSUvLiHi)
“Allah ve resulleri arasını ayırmak istiyorlar.”
“Kurallara uyarız, şeriatı uygularız ama resullere uymayız, iktidarı dinlemeyiz!” derler. Oysa, topluluk beden ise iktidar da beyindir. Beyinsiz insan olamayacağı gibi hükümetsiz gelişmiş topluluklar da olamaz.
Hazreti Nuh Peygamberden önce insanlık başsız idi. Başkanları yoktu. Arabistan’da da durum böyleydi. Devlet aşaması öncesi idi. Yöneticilerin yetkilerini azaltmak demek, toplulukla iktidarı birbirinden ayırmadır.
İslâm devleti iyi kavranmalıdır.
a) İslâm devlet düzeninde yerinden yönetim vardır. Aşiret/ocak birlikte yaşamayı düzenler. Kabile/bucak birlikte çalışmayı düzenler. Şa’b/il iç güvenliği sağlar. Kavm/devlet dış savunmayı sağlar. Nâs/insanlık uygarlaşmayı sağlar. Merkezdekiler kendi görevlerini yaparlar, taşraya karışmazlar. Bunlar bir bütündür. İnsanlar herkesin yetkisi içinde o yönetimlere uyarlar.
b) İnsanlar sözleşmelere dayanarak birlik oluştururlar. Herkes kendi içtihadı ile yaşar. Bazen ortak hareket etmek zorunda kalır. Sağdan veya soldan yürümek bunun gibidir. O zaman anlaşırlarsa ittifakla karar alırlar. İttifak edemezlerse ortak vekil seçerler. İşte bu ortak vekil resuldür. Ortak vekilin istişarelerden sonra aldığı karar topluluğun kararıdır.
c) Biz ittifaklara uyar ama başkanların aldıkları kararları dinlemeyiz diyenler, toplulukla yönetimi ayırmış olurlar. Kur’an bunları kâfir olarak tasvir etmektedir. Hazreti Adem’den beri Yaratıcı Allah insanlara peygamberleri göndermiş ve şeriatı tebliğ etmiştir. Şeriat bir bütündür. Peygamberler insanları eğitmiş ve bugünkü hâle getirmişlerdir.
d) İnsanlar arasında çıkan ihtilaflar hakemler yoluyla çözülecektir. Taraflar birer hakem tayin edecekler, onlar da birer hakem seçecekler. Onların kararları topluluğun kararlarıdır. Hakemlerin kararlarını icra edecek olan dayanışma ortaklıkları ve başkandır. Hakem kararlarını dinlemeyenler kâfirdirler.
وَيَقُولُونَ نُؤْمِنُ بِبَعْضٍ (Va YaQUvLUvNa NuEMiNu Bi BaGWın) “Bazısına iman ederiz derler.”
“Bazısına inanır, bazısına inanmayız” denmiyor, “Bazılarına inanırız, bazılarına inanmayız derler.”
İnanıp inanmamak insanın elinde olan bir şey değildir. Kanaati gelmez ve inanmaz, kanaati gelir inanır.
Eğer bir şey amelî ise amel edeceksiniz. Amel ettiğiniz takdirde inanmış olursunuz. İçinizde şüpheler doğsa da siz yine inanmış olursunuz. Amel değil de kalbî bir fiil ise orada da söylemek yeterlidir. Beyindeki imanın yerini ağızdan çıkan söz almıştır. Bir kimse kalbi tasdik etmese de ‘ben inanıyorum’ derse inanmış olur.
وَنَكْفُرُ بِبَعْضٍ (Va NaKFuRu BiBaGWın) “Bazısını kabul etmeyiz derler.”
Yani; şeriata inanır, resullere veya resullerin bazısına inanmayız derler. Bunlar küfretmektedirler.
Bir yönetimde, bütün insanlık içinde meşru olan başkanlar bir bütün teşkil ettiği gibi, tarihte gönderilmiş peygamberler de bir bütün teşkil ederler.
Hazreti Adem aleyhisselâm ilk insan ve ilk peygamberdir. Aşiret yönetimini o getirmiştir. Kabile yönetiminde yazılı kurallar yoktu. Resul (başkan) cemaatini tanır ve bir babanın ailesini idare ettiği gibi başkan da aşiretini veya kabilesini yönetirdi. Bu yönetim şekli Hazreti Nuh aleyhisselâma kadar sürdü. Bugün hâlâ küçük topluluklar bu usulle yönetilmektedir. Nuh Peygamber zamanında kentleşme başladı. Resuller (başkanlar) kurallar koydular. Yöneticiler kuralları değiştirebiliyordu. Hazreti İbrahim aleyhisselâm geldi ve insanlara müsbet düşünmeyi öğretti. Hazreti Musa aleyhisselâm insanlara yöneticilerin değiştiremeyeceği şeriat/hukuk düzenini öğreti. Hazreti Davut aleyhisselâm ekonomiyi öğretti. Hazreti İsa aleyhisselâm lâikliği öğretti. Son peygamber Hazreti Muhammed aleyhisselâma da, içtihat ve icmaları öğreterek insanların kendi kendilerini yönetmesini teşri etti.
Nasıl bir çocuk doğduktan sonra anne-babasının öğretileri ile buluğ yaşına gelirse, insanlık da Kur’an gelip içtihat ve icmaları tâlim edinceye kadar peygamberlerle yönetildi ve onlar birbirini tamamlayan görevlerle insanlığı uygarlığa taşıdılar. Bunlar insanlığı basamak basamak yükselttiler. Allah insanlığı onlarla aydınlattı. Sonunda demokratik (şeriat), lâik (İslâm), liberal (tarafsız) ve sosyal (adil) hukuk düzenini insanlığa öğrettiler. Peygamberlerin öğretileri bütündür. Şimdi insanlar öğretilerden bir kısmını alıyor, diğer kısmını atıyor. Böylece düzenin bazı parçaları boşlukta kalıyor veya yabancı oluyor. Sistem bütün olarak alınır.
İslâm dinini kabul edip İslâm düzenini kabul etmemek tefrikadır. Başarısızlıkla sonuçlanır. Nasıl komünizm ateizmle yaşarsa, nasıl kapitalizm Hıristiyanlıkla yaşarsa, demokrasi de İslâmiyet ile yaşar.
وَيُرِيدُونَ أَنْ يَتَّخِذُوا (Va YUvRiDUvNa EaN YatTaPıÜUv)
“İttihaz etmeyi murad ediyorlar.”
Yukarıda tefrikayı murad etmişlerdi. Şimdi de “ittihazı murad ediyorlar”.
“İttihaz” ahzdan gelir. “Ahz” almak demektir. “İttihaz etmek” edinmek demektir. Kendisine bir yol tutmak veya rehber edinmek demektir. Yukarıda Allah ve resullerini birbirinden ayırmayı murad etmişlerdi. Yönetim ile topluluğu ayrı düşünmüşlerdi. Şimdi de arada bir yol tutmayı istemektedirler.
Bunlar kimlerdir? Allah ile resullerin arasını ayıran kimlerdir? Yani, meclis ile hükümeti birbirinden ayırmak isteyenler kimlerdir?
Halk kendi temsilcilerini seçer ve meclisi oluşturur. Meclisin istişarî kararları milletin kararı olarak kabul edilir. Adil bulmayanlar hakemlere gidebilir ve iptal ettirebilirler. Meclis hükümeti oluşturur, onlar da meclis kararlarını uygularlar. Uygulamazlarsa meclis üyeleri hakemlere gider. “Adil Düzen” budur, demokratik düzen budur. Burada meclis ile iktidar birbirini tamamlar; biri kurallar koyar, diğeri uygular. Hepsi hakemlerden oluşmuş yargının denetimindedir.
Bu birliği ve işbölümünü hazmedemeyenler meclis ile hükümet arasını tefrik etmeye kalkışırlar.
بَيْنَ ذَلِكَ سَبِيلًا(150) (BaYNa ÜAvLiKa SaBIyLan) “Bunun arasında bir yol tutarlar.”
Bunun arasında bir yol tutarlar, yani tefrikaya dayanan bir yol tutarlar. Bunlar kimlerdir?
a) Birinci grup meclisi mutlak hakim yapıp hükümeti yok etmek isterler. Bu yönetim cahiliye dönemi yönetimidir. Marx’ın istediği yönetim de budur. Oysa meclis şeriatı tedvin eder, hükümet ise bunu uygular. Eğer kural koyanlar o kurallara göre uygulama yaparlarsa kuralları kendi keyiflerine göre yaparlar. Bu sebepledir ki hükümdarların şeriatı tedvin etme yetkileri yoktur. Şeriat içtihat ve icmalarla oluşur. Halkın kabul etmesi ile oluşur. Uygulamayı ise herkes kendi görevi içinde kendisi yapar. Kural koymaz. Amelî içtihad yapar. ‘Kuvvetler ayrılığı’ diye adlandırdıkları bu hususa riayet etmezler, uygulamayı da meclise bırakmak isterler.
b) İkinci grup ise meclisi ya oluşturmazlar veya oluştursalar bile meclis iktidarın oyuncağı şeklindedir. Mesela, kanunu anayasaya göre meclis yapar. Oysa meclis kanun yapmıyor, hükümet yapıyor ve meclise gönderiyor. Meclis sadece onaylayan bir merkez oluyor. O meclisi de baskı ile oluşturuyorlar. Göstermelik meclisler oluyor.
c) Üçüncü olarak da meclis ile hükümeti birbiriyle çatışan, itişip didişen bir kurum hâline koymaktır.
Bunlar bâtıl sistemlerdir.
d) Hak olan sistemde meclis vardır. Meclis ekseriyetle karar almaz. İçtihat ve icma ile kararları alır. Hükümeti meclis değil de ilmî, dinî, meslekî ve siyasî dayanışma sorumlularının oluşturdukları şûralar atarlar. Hükümetler ekseriyet kararları ile değil de, hakemlerle denetlenirler. Son söz hakemlerden oluşmuş yargıda olur. Kuvvetler ayrılığı tefrikadır. Kuvvetlerin etkinliği de zulümdür. Kuvvetler dengesi ve beraberliği olmalıdır.
أُوْلَئِكَ هُمْ الْكَافِرُونَ حَقًّا (EuLAEiKa HuMU eLKAvFiRIyNa XaqQan)
“Onlar hakkıyla kâfirlerdir.”
“Gerçek kâfirler bunlardır” denmektedir. Bazısını kabul edip bazısını inkâr etmek “gerçek kâfirlik” olarak ifade edilmektedir. Burada çok ince bir özellik vardır. Kur’an’ın âyetlerinden müteşabih olanlar vardır, muhkem olanlar vardır. Mü’minler muhkemlere göre amel ederler. Müteşabihleri ise biz anlamadık diye bırakırlar. Böylece, demek bazısına göre amel ederler, bazısına göre amel etmezler. Ama inanma bakımından hepsine iman ederler. Kitabı okurken ilme uymayan ifadeleri görürlerse onu ya ilme göre tevil ederler, ya da biz bunu anlamadık derler. Diğer kitap sahipleri de şunu söyleyebilirler. Ya ifadeleri ilme göre tevil ederler, ya da mütercimler bunu yanlış anladı derler. Ellerinde asılları bulunmadığı için de değişiklik veya düzeltme cihetine gitmezler. Kitaplarını müsbet ilme göre tevil ederler. Resuller arasında tefrik yapmayıp teviller yaparken Kur’an’dan yararlanırlar. Diğer kitap sahiplerinden yararlanırlar.
Bugün yeryüzünde dört büyük hak din vardır. Bu dinlerin de mezhepleri vardır. Şiiler ve Sünniler gibi. Bunların ortadan kalkmasını isteyemeyiz. Nasıl olgunlaşmış canlıların değişik dokuları varsa, bu dokuları değiştirip birleştirmemiz mümkün değilse, bu mümkün değilse; bu din ve mezhepler de kıyamete kadar sürüp gidecektir. Ancak mezhepler kendi içinde sürekli olarak müsbet ilmin ve diğer dinlerin yardımı ile gelişecek ve asıllarına daha çok yaklaşacaklardır.
Peki, burada gerçek kâfir olanlar kimlerdir? Allah ile peygamberleri birbirinden ayırıp peygamberleri tanımayan kimselerdir. 19 ve 20. asırlarda insanlık tüm olarak dinlere cephe almıştı. Bunu başaramadılar. 21. asırda dine karşı cephe almayacaklar ama peygamberleri tanımamazlığa devam edeceklerdir. İşte onların gerçekten kâfir oldukları söylenmektedir.
Bu âyetin başka bir yorumu da; biz halifeleri tanımayız ama Kur’an’ı kabul ederiz deyip sahte peygamberlik iddiası ile ortaya çıkan Müsellemevari kimselerdir. Öyle zannediyorum ki, bundan sonra böyle bir moda çıkacaktır. Biat yoluyla oluşmuş yöneticileri tanımayacak ama Tevrat ve Kur’an benzeri ilahi kitapları tanır hâle geleceklerdir. Demokrasiye cephe alacaklardır.
Sömürü sermayesi şimdiye kadar dinleri ortadan kaldırmak yerine ekseriyet demokrasisini koymak istemiştir. Dinleri yıkamadı. Ekseriyet demokrasisinde kendi hakimiyetini sağlayamadı. Sermaye ile halkın oyunu sağlayamadı. Bunun en açık uygulaması Genç Parti uygulamasıdır. Üç milyar dolar gibi bir meblağı bir tezgahla transfer edip Türkiye’de bir partiyi barajın üstüne çıkaracaklardı. Ondan sonra da otuz milyar dolar koyarak Türkiye’yi tam teslim alacaklardı. Bu başarılı olmadı. Ama yine de etkili olduğu anlaşıldı. Bundan sonra denemek istedikleri anti demokratik yönetimdir. Para yoluyla satın alınan iktidarlar kukla olacak. Resmen seçim bile yapılmayacak. Buna karşılık dinlere dokunmayacak, sermaye Allah düşmanlığından vazgeçecektir.
İslâmiyet’in teşri ettiği yönetim şekli nisbî sisteme dayalı temsilî sistemdir. Seçimli ekseriyet değildir.
Aralarında ne fark vardır?
Halk biat yoluyla temsilcilerini meclise gönderecektir. İstediği zaman da münferiden temsilcisini azledecektir. Açık oy kullanılacaktır. Oysa sermayenin kurduğu tezgahta gizli oy ve ekseriyet seçimi vardır. Beş sene sen vekilini azledemiyorsun. Ucube bir şey. Sömürü sermayesi bu ucube demokrasiyi bile hazmedemiyor, çünkü onda bile hakimiyetini sağlayamıyor. Yönetim sermayede olacak ama şeriat dinlere ait olacak. Bundan sonra geliştireceği sistem bu olacaktır, sanırım. İşte böyle düşünenler gerçek kafirdirler.
Meclis gerçek halkın temsilcilerinden oluşacak. Onlar şûraları oluşturacak. Şûralar sıralama usûlü ile başkanlarını seçecektir. Başkanlar da hakemlerden oluşan yargı denetiminde olacaklardır.
وَأَعْتَدْنَا لِلْكَافِرِينَ (Va EaGTaDNAv LiLKAvFiRIyNa) “Kafirlere i’tad ettik.”
“A’ted” kelimesi hazırlamak demektir. “Aded” kelimesi ile akrabalığı vardır. Bir iş için hazırlık yapmak, ölçüp biçip yani sayıp hazırlığını tamamlamak demektir. Türkçede kullandığımız hazırlama kelimesi Arapçada bir şeyi hazıra getirme demektir. Kur’an’da kullanılan karşılığı i’tidaddır.
Kâfirlere küfür etmeleri için imkan verilir. Çünkü insanlığın onların küfrüne ihtiyacı vardır. Sonra mihnetli azab ile çarpılmaları için azab hazırlanmıştır. Yani, kendi yaptıkları kendilerine çarpacaktır. Ekseriyet sistemini icad ettiler ama şimdi o ekseriyet sistemi kendilerine tepti, AK Parti anayasa ekseriyeti ile iktidar oldu.
عَذَابًا مُهِينًا(151) (GaÜABan MUvHıyNan) “Mühin azaba.”
“Havn” kolay, basit demektir. “Mühin azab” alçaltıcı azab demektir. İktidarda olan partilerin düşmesi, aldıkları oyların yüzde birden aşağıya inmesi azabı mühindir. Alçaltıcı, basitleştirici, izzetini kaybettirici azab demektir. Bazısına inanıp bazısına inanmayanların akıbeti bu olur.
Türkiye’de Demokrat Parti’nin başına gelen bu olmuştur. Oysa Halk Partisi’nin başına öyle sıkıntılar gelmemiştir. En kötü sistem, sistemsizlikten iyidir. Bu sebepledir ki karma ekonomi hiçbir zaman başarılı olmamıştır. Oysa çok kötü bir rejim olmasına rağmen sosyalizm ekonomide başarılı olmuş, Sovyet halkını uygarlık seviyesine getirmiş; şimdi de Çin’i getirmektedir.
Kapitalizm Amerika Birleşik Devletleri’ni süper güç yapmıştır. Oysa karma ekonomi uygulayan ülkeler, mesela İngiltere gerilemiştir. Bugün Japonya ve Almanya karma ekonomi uygulamakta iseler de, onların başarılı görünmesi askerî harcamalarının olmaması sebebiyledir, nisbîdir.
Kapitalizm, ticareti ve faizi serbest bırakandır. Sosyalizmde ticaret ve faiz yasaktır. İslâmiyet’te ise faiz yasak, ticaret serbesttir. Bunlar sisteme dayanmaktadır. Azı ve çoğu birdir. Bir şeyin çoğu haramsa azı da haramdır. Oysa karma ekonomide gelişigüzel kurallar vardır. Bir sistemin kimi kısmını alıp kimini almamak, mihnetli azabı hazırlamak demektir.
وَالَّذِينَ آمَنُوا بِاللَّهِ وَرُسُلِهِ (Va elLaÜIyNa EAvMaNUv Bi elLABHi Va RuSuLiHi)
“Allah ve resullerine iman etmiş olan kimseler.”
Allah yeryüzünü yaratmış, yeryüzünde Adem oğlunu halife kılmıştır. Biz buna “insanlık” diyoruz. Yeryüzü bütün insanların değil, insanlığındır. Nasıl bir insan doğar, büyür, gelişir, ölür ve insan ömrü ile insan ise; âhirete geldiği zaman bütünü ile zaman içinde entegre olmasından oluşan insandır. “İnsanlık” dediğimiz zaman, geçmişi ve geleceği ile tüm varlığını kastediyoruz. “Allah ve resulleri” dediğimiz zaman, insanlık kastedilmektedir. “Allah ve resulü” deyince, hakemlerden oluşan yargı kastediliyor. “Resulleri” dediğimizde insanlık kastediliyor. Ayrı ayrı devletler olacak, iller olacak, bucaklar olacak, ocaklar olacak, kişiler olacak, ancak insanlar bütün bu teşkilatta bir bütün kabul edilecek, tüm insanlıkta bunlar birlikte varlıklarını koruyacaklardır. Yani, saydığımız kurumların başkanları birlikte insanlığı yöneteceklerdir.
Önemli husus şudur. İslâmiyet’te merkezî yönetim yoktur. Yani, Mekke’de ikamet edecek olan insanlığın başkanı devlet başkanlarının başı değildir, onlarla eşittir. Devlet başkanları il başkanlarının başı değildir, onlarla eşit başkandır. İl balkanları bucak başkanlarının başı değildir, onlarla eşit başkandır. Bucak başkanları ocak başkanlarının başkanı değildir, onlarla eşit başkandır. Başkan kişilerin başkanı değil, imamıdır. Arkadaşıdır. Onlarla eşittir. Herkes kendi sorumluluğu içinde yetkilidir. Kişi de kendi evinde, kendi işinde sorumlu ve yetkilidir. Aralarında çıkan ihtilaflar hakemlerce çözülür. Hakemleri taraflar seçer ve eşit şartlarla muhakeme edilirler. Her insan Allah’ın halifesi olduğuna göre dolayısıyla herkes resuldür, görevlidir.
Bir doktor teknik işlerde mühendise uyar, mühendis de tababet işlerinde doktora uyar.
İşte bu şekilde oluşmuş olan topluluk Allah’ı temsil eder ve Allah ile birlikte anılır. Allah ve resullerine iman, bu bütün insanlık organizasyonu içinde kendini emniyete almak demektir.
وَلَمْ يُفَرِّقُوا بَيْنَ أَحَدٍ مِنْهُمْ (VaLam YuFarRiQUv BaYNa EaXaDin MİnHuM)
“Onların arasında asla tefrik yapmazlar.”
Yukarıda kâfirlerden bahsederken, Allah ve resuller arasını tefrik ederler denmektedir. Mü’minlerden bahsederken, resuller arasını tefrik etmezler denmektedir. Mü’minler zaman zaman bu hatalara düşerler. Sadece kendi topluluklarını farklı ve üstün görürler, kendi dindarlarını veya ulusunu diğerlerinden ayrı görürler. İsrail oğulları gibi kendilerini insanları sömüren bir ulus olarak görmezler. Hz. Musa bizim peygamberimizdir, Hz. İsa değildir demezler. Tarihin bütün resulleri Allah’ın görevlendirdiği insanlardır. Bugünkü insanlığı bu seviyeye onlar getirdiler. Bugünkü Avrupa uygarlığı da onların eseridir.
Yunan uygarlığı, Mezopotamya ve İbrani uygarlığı İyonya’da yani Batı Anadolu’da sentez edilmeye başlandı ve bu sayede bir uygarlık doğdu. Roma hukuku Kıbrıslı Zenon’un kurduğu Stoa ekolünün bir ürünüdür.
Bugünkü Batı nasıl oluştu? a) Yunan uygarlığı, b) Roma uygarlığı, c) Hıristiyanlık ve d) Endülüs ve Osmanlı kanalları ile aktarılan Kur’an Medeniyeti ile oluşmuştur. Bunların hepsi peygamberlere dayanmaktadır.
Bugün biz de uygarlığı kurarken Batı uygarlığı ile I. Kur’an Medeniyeti’ni sentez ederek II. Kur’an Medeniyeti’ni oluşturacağız. Biz, insanlığın bugün ulaştığı iyilik olarak ne varsa hepsini peygamberlerin getirdikleri olarak görüyoruz ve onun yanındayız. Kötülük olarak da her ne varsa, hepsi şeytan tarafından yapılan iğvadır.
أُوْلَئِكَ سَوْفَ يُؤْتِيهِمْ أُجُورَهُمْ (EuLAEiKa SaVFa YuETIyHiM EuCUvRaHuM)
“İşte Allah ileride onlara ücretlerini ita edecektir.”
Bunlara ileride yani âhirette ücretlerini verecektir. “Sevfe” kelimesi ile ifade edileni âhiret ile manâlandırıyoruz. Kişiler cihad yapacaklar ve insanlığı “Adil Düzen”e kavuşturacaklardır. Ne var ki, çoğunlukla bu cihad yapanlar başarının çok az kısmını hayatlarında görürler. Çoğu öldükten çok sonra ortaya çıkar.
Bediüzzaman’ın çalışmaları onun hayatında başarıya ulaşmamıştı. Öyle ki, CHP zamanında çektiği zulüm yetmiyormuş gibi DP de aynı zulmü sürdürdü. Hattâ Millî Birlik Komitesi cesedini aldı ve nereye attığı belli değildir. Hazreti İsa aleyhisselâm gibi onun da mezarı yoktur.
1970’lere kadar Bediüzzaman’ın arkadaşları da aynı zulmü gördüler. Erbakan ortaya çıkınca, ehveni şer kabul edip onlara yapıkları zulmü durdurdular. Kenan Evren zamanında ise meşrulaştırılıp serbest bırakıldılar. Erbakan güçlendikçe bu sefer onu desteklemek zorunda kalmışlardır. Böylece Nur talebeleri insanlık içinde başarılı olmuşlardır. Fethullah Gülen de hâlâ Türkiye’de değildir. Bunlar bu baskılara devam eder, “Adil Düzen” gelmezse, yakın zamanda Nur mezhebi Hanefi mezhebinin yerine geçip resmî din olabilir.
İşte “Sevfe” kelimesi bunun için kullanılmıştır, hasıla şimdi olmaz. Adil Düzen Çalışanları da buna hazır olmalıdırlar. Şimdi çalışırlar, hayatlarında bir başarıyı görmeyebilirler. Ancak ilerde ücretleri verilecektir. Kuşkusuz söyleyebilirim ki Bediüzzaman’ın ve Süleyman Tunahan’ın mertebeleri sahabelerin mertebesidir. Çağımızda peygamber yoktur ama sahabeleri vardır. Çünkü Kur’an’ın çağımızdaki III. bin yılın sahabeleri şimdi cihad yapanlardır. Silahla savaşanlar değil, Adil Düzen Çalışanlarıdır, Kur’an’ı öğrenip uygulayanlardır. Bizler o mertebeye ulaşmak için bu çalışmalara devam etmeliyiz. Bizden sonra gelenler de bu çalışmaları sürdürmelidirler. Ebter olmamalıyız. Bunun için sabırla Kur’an’ı çağların üstüne götürecek yorumları üzerinde çalışmaya devam etmeliyiz. Yakın başarımız olmuyor diye ümitsizliğe düşüp çekilmemeliyiz. Millî Görüşçüleri de aynı tehlike bekliyor. Özal gitti, ANAP bitti! Erbakan gidince eğer Millî Görüş de yok olacaksa, o çalışma sahabelerin çalışması değildir. “Sevfe” kelimesi bu bakımdan çok önemli hususlara işaret etmektedir.
وَكَانَ اللَّهُ غَفُورًا رَحِيمًا(152) (Va KAvNa elLAHu ĞaFUvRan RaXIyMan)
“Allah gafur ve rahîm bulunmaktadır.”
“Adil Düzen” geldiği zaman, insanların geçmişte yaptıklarından dolayı hesap sormayacaktır. Hesaplarını Allah’a bırakacaktır. Kâfir olanlar mühin azaba duçar olacaklar ama mü’minler eziyet görmeyeceklerdir. “Adil Düzen” gelmeden önce işlenen fiiller zulüm düzeninde işlenmiştir. Orada kişilerden çok düzenin suçu vardır. Düzen değişince de artık suçlu kalmayacaktır. Yeni düzende insanların ekonomileri bozulup zulme uğramayacaklardır.
Mesela, bugün dünyanın en büyük zulmünü yapan ABD’li 200 ailelik Yahudi sermayesi de Adil Düzene intibak ettiği takdirde varlıklarını koruyacak, sermayelerine dokunulmayacaktır. Onlardan istenen faizli sistemi bırakmalarıdır. Tevrat’ın haram kıldığını yapmamalı, tekel oluşturmamalıdırlar. Onun dışında sermayeleri vardır ve her türlü ekonomik faaliyeti yapacaklardır. Sermayeleri ile dünya ticaretini ellerinde tutacaklardır. Bunun için onlara koşulan bir şart vardır; faizli ekonomiden vazgeçeceklerdir. Faizsiz ekonominin nasıl oluşacağını “Adil Düzen”den öğrenirler. Kur’an da onlara şöyle diyor: “Avdet ederseniz, Biz de avdet ederiz.” (İsra[17], 8)
Faizli işlem yapanlar Allah ve resulüne yani yargıya karşı savaş açmış olurlar. 500 senelik Avrupa tarihinde Yahudilere yapılan zulümler bunun ifadesidir. Hâlen de Filistin’de ateş içindedirler. Allah ve resulü ile savaş budur.
Türkiye’de eğer iç savaş ileri seviyede değilse, bu Türk halkının faizi haram sayıp uzak durması sebebiyledir.
“Adil Düzen” geldiği zaman Allah’ın (insanlığın) genel affı gelecektir. Tevbe etme şartıyla eski suçlar affedilecek, ayrıca daha bereketli ve verimli kazanç hayatı oluşacaktır. Devletler var ve devletler demokratik olarak ülkelerini yönetmekte. Hakemlerden oluşan yargının üstünlüğü kabul edilmiş, böylece güvenlik sağlanmış. Uluslararası vizeler ve gümrükler kaldırılmış. Emek, mal, sermaye ve teknoloji serbestçe dolaşıyor; hem de masrafsız dolaşıyor. Çünkü demiryolları, rıhtımlar, limanlar, garajlar masrafsız. Yakıt bedava. Haberleşme bedava. Böyle bir dünyada yaşıyorsunuz. Cennete yaklaşıyorsunuz. İşte öyle bir dünyaya ulaştığımız zaman af ve merhamet her tarafa yayılmış olacaktır. Öğrenim serbest, ibadetler serbest. Herkes imtihana girebiliyor, aldığı derecelere göre kazancı ve sosyal durumu yükseliyor. Faili meçhul cinayet varsa dayanışma ortaklıkları onu tazmin ediyor. Demokratik, lâik, sosyal ve liberal hukuk devleti budur. Bu da “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nda yazılıdır.
Ey insanlar! Gelin, artık bu zulüm düzenine son verip el birliği ile kaldıralım. Yoksa “sosyal tufan” sizi bekliyor. Bu tufanı biz Adil Düzenciler getirmeyeceğiz, Allah’ın sosyal ve doğal kanunları getirmektedir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ - 328 ADİL DÜZEN DERSLERİ - 158 İstanbul, 28 Ekim 2005
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI (Selahattin Öztürk ve Reşat Nuri Erol Üsküdar’da değerlendirecektir.)
KUŞ GRİBİ VİRUSÜ, KARANTİNA VE
ASIL YAPILMASI GEREKENLER
Canlılar arasında sürekli bir çatışma vardır. Hayvan ve bitkiler varlıklarını korumak için uğraşırlar. Hayvanlar ve kısmen de bitkiler diğer canlıları yerler, ama kendi varlıklarını sona erdirmezler. Oysa bakteri ve virüsler diğer canlıları hasta eder ve öldürürler ama sonunda kendileri de ölürler. Bakteri ve virüslerin görevi yaşlanmış ve hastalanmış canlıları ortadan kaldırmaktır.
Bitki ve hayvanlarla yaptığımız savaşı kazanmış bulunuyoruz. Bize karşı dayanacak silah geliştirememişlerdir. Virüs ve bakteriler ise bize karşı silah geliştiriyorlar, biz ilaç buluyoruz, ama onlar da yeni zehir buluyorlar. Aramızdaki savaş devam ediyor… Âhirete kadar da devam edecektir...
Bitki ve hayvanlara musallat olan virüslere karşı ilaç geliştiriyoruz, aşı yapıyoruz. Sonra o besini biz yiyoruz, ilaçlı besin yiyoruz. Bu yolla hareket ettiğimiz zaman bitki ve hayvanlar anti-virüs ile dolacak ve o canlı bize besin olmaktan çıkacaktır. İnsanları ilaçla tedavi etme sistemi ne kadar yanlışsa, bitki ve hayvanları da ilaçlayarak ve aşılayarak korumak da sonunda çöküşe gidiştir.
Sağlıklı hayat için;
a) Kitle tarımı, büyük tarım, hattâ orta tarım yerine küçük tarıma, aile tarımına geçmeliyiz. Küçük kümeslerde çıkacak bir hastalık üzerinde yapacağımız tedavi bize ucuza mâl olacaktır. Savaşta en büyük savunma dağınık nizamdır. Virüslere karşı savaşta da dağınık nizama geçmeliyiz.
b) Hastalık ortaya çıktığı zaman hemen karantinaya alınmalıdır. Müdahale etmeden oradakiler kendi hallerine bırakılmalıdır. Canlı kendi ilacını kendisi hazırlar ve bu doğal ilaç olur. Yeni üretim bu muafiyet kazanmış nesilden geliştirilmeli, bunlardan üretim yapılmalıdır. Böylece doğal seleksiyon kanunları işler ve bize zarar vermeden bize zararlı olmayan canlı gelişmiş olur.
c) İnsanların sağlığını koruma genel hizmet içinde olduğu gibi, hayvan ve bitkilerin sağlığını koruma da genel hizmetten olmalıdır. Dayanışma içinde zararlar karşılanmalıdır. Hastalığın kontrolü kamu tarafından bedelsiz yapılmalıdır. Aile işletmeleri genel hizmeti bedelsiz almalıdırlar.
d) Değişik kümeslerden alınan hayvanlar ortak kümese veya ağıla konarak aralarında hastalığın bulaşması sağlanmalı ve onlar kendi hallerine terk edilmelidir. Burada sağ kalanlar arasından yeni nesiller geliştirilmelidir.
İlk bakışta kuş yolları üzerinde kümeslerin yapılması hatalı gibi görünür. Ama buradaki kümesler göçmen kuşların taşıdığı bütün virüs ve mikroplar taşımış olur. Burada yaşayan ve dayanabilen tavuklar sağlam ve dayanıklı olurlar. Buradaki yumurtalardan oluşan hayvanlar başka yerlere gönderilerek dayanıklı nesil yetişmiş olur.
Hâsılı, korunarak sağlıklı nesil yetiştirme yerine, temas sağlayarak ve ayıklayarak sağlam nesil yetiştirmeliyiz. Bu ilkeleri koyduktan sonra, karantinaya alınan bölgede yapılan bir uygulamayı hatalı buluyoruz.
1- Önce, karantina içine alınmış yerlerdeki tavukların toplanarak gaz odalarında öldürülmeleri hatalıdır. Yapılacak iş, bu tavukları toplayıp karıştırmak ve üstü telli açık havaya terk etmektir. Üstlerini telle kaplayarak kuşların onlarla teması önlenecektir. Bunlar ölmeye başlayacak, ama bir kısmı belki anti virüsü üretecek ve kendilerini kurtaracaklardır. Böylece çok sağlam bir nesil elde ederdik.
2- İkinci olarak, kaynatıldığı takdirde artık hiçbir tehlike olmayacağı bildirilmiş, ondan sonra da sağlam tavuklar gaz odalarında imha edilmiştir! Yapılacak iş bunların kesilmesi, içinin alınması, sonra yüz derecede pişirilerek kavurma hâline getirilip kullanılmasıdır. İnsanlara verilmese bile, mesela balık yeminde kullanılabilirler. Kaldı ki, insan için de kullanılmalıdır. Şunu iyi bilmeliyiz ki, fazlaca korunma sanıldığı kadar iyi bir şey değildir. Biz kendimiz grip olduğumuz zaman o gribe karşı ilaç geliştiririz ve o ilaç çoğu zaman başka hastalıklara da ilaç olur. Soğuklardaki nezle veya grip başka hastalıkların önlenmesi için çare olabilir.
3- Çıkan bir yaygara sonucu satışlar durdu. Damar tıkanıklığı meydana gelmiştir. Teşhis mekanizmasının süratle geliştirilmesi gerekir. Her tavuk diri iken, böyle bir virüsü taşıyıp taşımadığını kontrol eden basit araçlar geliştirilmelidir. Hayvanları toplayacağımız yerde her hayvan kontrol edilir. Zaten sürüden örnek alıp kontrol etmek yeterli olacaktır. Sürüye bulaşmıyorsa bulaşıcı değildir demektir.
4- Bir ülkede bilhassa besin üretimi ve tüketimi ihracat ve ithalata dayanmamalıdır. Kendi besinimizi kendimiz üretmeliyiz. Tavuk ihraç edeceğimize yem ihraç edelim. Hattâ biz orada üretelim. Böylece canlı ihracatı ve ithalatı yerine mamul ihracatı yapılmalıdır. O da kontrol edilebilir mallar ihraç edilecektir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ - 328 ADİL DÜZEN DERSLERİ - 158 İstanbul, 28 Ekim 2005
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI (Selahattin Öztürk ve Reşat Nuri Erol Üsküdar’da değerlendirecektir.)
ALMANYA’DAKİ SEÇİM YORUMU
“Hani Allah İsa’ya “Ben seni vefat ettireceğim ve bana ref edeceğim, küfretmiş olan kimselerden tathir edeceğim ve sana tâbi olanları kıyamet yevmine dek küfretmiş olan kimselerin fevkinde ca’ledeceğim” demişti.” (Kur’an, 3/55) Öz Türkçe ile; “Hani Allah İsa’ya “Ben seni geçindireceğim ve bana yükselteceğim, kapatmış olan kimselerden arındıracağım ve sana uyanları kalkış gününe dek kapatmış olan kimselerin üstüne koyacağım” demişti.” (Kur’an, 3/5) Burada Hazreti İsa’ya hitap ederek ‘Sana tâbi olanları’ diyor; ‘Hıristiyanları’ demiyor. Çünkü O’na tâbi olanlar yalnız Hıristiyanlar değildir, mü’minler yani Kur’an ehli de ona tâbidir. O’nun emrine uyarak Hazreti Muhammed’e tâbi olmuşlardır.
‘Kıyamet gününe kadar’ diyor. Şimdiye kadar bu hep böyle gerçekleşti. Başlangıçta zulüm gören Hıristiyanlar sabrettiler ve Roma Hıristiyan olmak zorunda kaldı. Ondan sonra sadece Müslümanlara yenildiler. İranlılar yendik zannettiler ama sonra Ninova’da yenildiler. Son iki asırdır dünyayı Hıristiyanlar istila etti. Yani, dünya Kur’an ehlinin ya da İncil ehlinin hakimiyetinde olmuştur. Bundan sonra da böyle olacaktır.
Şimdi karşımızda çok büyük ve güçlü bir düşman vardır; faizci ve zinacı ateist uygarlık. Her tarafı sarmış ve işkencesi altına almıştır. İnsanlık Hazreti İsa’ya tâbi olan Kur’an ve İncil ehlinin birleşmesini bekliyor.
20. yüzyılın sonları ve 21. yüzyılın başlangıcı bu yakınlaşmanın işaretlerini vermektedir.
a) Dinsizliğin ve ateizmin sembolü olan sola ilk darbeyi Ecevit ile koalisyon yapan Erbakan vurmuştur. İkinci darbeyi Humeyni yapmıştır. Üçüncü darbeyi Gorbaçov vurmuş, sosyalizm yıkılmış ve yerine Hıristiyanlığa sempati duyan bir dünya oluşmuştur.
b) AK Parti Müslüman hüviyeti ile Avrupa Birliği’ne girmek istemiş, böylece Türk halkı Avrupa Birliği’ne sempati ile bakmıştır. Avrupa Birliği ülkeleri Irak Savaşı’nda ABD ile değil de, Müslümanlarla bir olmuştur. Türkiye 3 Mart’ta tezkereyi Meclis’ten geçirmeyerek Avrupa Birliği’ne yaklaşmıştır. Rusya ve Çin de Avrupa Birliği’ni desteklemiştir.
c) Papalık II. Cihan Savaşı’ndan beri İslâmiyet ile daima uzlaşma cihetine gitmiş ve son olarak Türklerin İbrahimî dine bağlı olduğunu söyleyerek AB’ye alınmalarına fetva vermiştir. Bunun akabinde Avrupa Parlamentosu (AP) üçte iki ekseriyetle Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesini desteklemiştir.
d) Son olarak Almanya’da seçim olmuştur. Almanya Başbakanı Gerhard Schröder Trükiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesi için güçlü destek vermiştir. Buna Karşılık Hıristiyan Demokrat Parti Başkanı Angela Merkel; Türklerin Avrupa Birliği’ne alınmasının yerine, güçlü müttefik olsun, İslâm âlemi ile Avrupa’nın birliğini sağlasın demiştir. Bizim görüşümüz de budur. Biz Ortadoğu olarak birlik oluşturmalıyız ve Avrupa Birliği ile uzlaşıp III. Kur’an Medeniyeti’ni kurmalıyız. Hıristiyanlar Müslüman olmayacaklar ama şerait olarak Tevrat’ı kabul edeceklerine Kur’an’ı kabul edeceklerdir. Bu onlar için çok kolaydır. İncil’de zaten şeriat yoktur. Hıristiyanlık lâikliği benimsemiş bir dindir. ‘Kralınkini krala, Allah’ınkini Allah’a verin’ demiştir. Ne var ki, Angela Merkel’in sözlerini medya çarpıttı ve sanki Türklere ve İslâmiyet’e karşı imiş gibi tanıttı.
Alman halkı Hıristiyanlığı benimsemiştir; hem de Protestanlığı değil, Katolikliği benimsemiştir. Bu sebepledir ki yeni Papa Alman Katoliklerinden çıktı. Almanlar Hıristiyan Demokrat Parti’nin başına bir Protestanı değil, bir Katoliği getirmiştir, hem de bir kadını. Almanya’da olanlarla şu mesaj veriliyordu.
-Artık Protestan ve Katoliklik arasındaki ayrılık bitsin, bir olalım. Ama bu Protestanlık terk edilsin değildir.
-Katolikler de doğru ne ise onu kabul etsinler. Protestanlar da ayrımcılıktan vazgeçsinler.
Doğu Almanya’dan bir kadının, Katolik olan bir kadının bu partinin başına gelmiş olması bu mesajı veriyordu. Onun için Alman halkı Angela Merkel’e oy vermek zorunda idi. Ama Almanlar Türkiye’nin dışlanmasına da karşı idi. Bu sebeple oyunu ikiye böldü ve ‘uzlaşın’ dedi. Sosyal Demokratlara da artık ‘Hıristiyan ol’ mesajını gönderdi, Hıristiyan Demokratlara ise sen de ‘Türkleri dışlamaktan vazgeç’ dedi.
İşte bu olay, Müslüman ve Hıristiyanların bir olup III. Bin Yıl Medeniyetini kuracaklarına dair alâmetlerden biridir. Bu istikamette atılan adımlardan önemli olanıdır.
Bediüzzaman da Hıristiyanlarla Müslümanların bir olup dinsizlik âfetini birlikte def etmelerini önermektedir. Fethullah Gülen de bu amaçla Papalığı ziyaret etmiştir.
Bu güzel gelişmelerden sonra ne yapmamız gerekmektedir?
a) Necmettin Erbakan’ın dünyaya duyurmuş olduğu “Adil Düzen Risaleleri”nin arkasından bizim hazırladığımız “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası” Adil Düzen Çalışanlarından oluşan bir heyet tarafından irdelenmeli ve son şekli verilmelidir. Bunu Ahmet Şişman yapabilir.
b) Bu metin Arapça, İngilizce, Almanca, Fransızca, İspanyolca, Rusça, Çince ve Hintçe’ye çevrilmelidir. İnternete verilip yayınlanmalıdır.
c) Bundan sonra bu metin Türk ilim adamlarına bölüştürülerek iş bölümü içinde projelendirilmelidir. Bu anayasada geçen kelimeler esas alınarak bir “Adil Düzen Ansiklopedisi” hazırlanmalıdır.
d) Bu Ansiklopedi de yukarıdaki dillere çevrilerek internete girilmelidir. Böylece tebliğ görevimizi tamamlamış oluruz.
Bundan sonra yapılacaklar artık bizi ilgilendirmez.
“Avrupa Müktesebatı”nı Kilise ele almalı ve kendine göre revizyon yapıp bizimle masaya oturmalı, ondan sonra uzlaşmalıyız… Ve “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nı biz Hıristiyanlar ile hazırlamalıyız…
Ümit ediyorum ki Angela Merkel ve Papalık bizim bu çalışmalarımızı desteklerler…
Bu yazım Almanca’ya çevrilmeli ve yayınlanmalıdır. Asgari olarak internette yayınlanmalıdır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92