ADİL DÜZEN 329
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 04 - 07 Kasım 2005 Fiyatı: Seminere katılmak veya (akevleronline) www.akevler.org
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 329. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
ÜSKÜDAR Adresi: Selami Ali Efendi Cd. No: 31 ÜSKÜDAR/İSTANBUL (Ana Çocuk Sağlığı yanı – Anadolu Gençlik bitişiği) Tel: (0532) 246 68 92
*TEFSİR SEMİNERİ [Cuma Üsküdar (19.00-21.00); Cumartesi Yenibosna (17.00-21.00); Pazartesi Ümraniye (19.00)]
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
(Hasan Özket, Yasin Kılar, Hasan Çetinkaya, Lütfi Hocaoğlu, Reşat Nuri Erol ve …………… dersi okumuş olarak geleceklerdir.)
Üsküdar ve Ümraniye’de Reşat Nuri Erol tarafından; diğer yerlerde ilgili ve sorumlular tarafından anlatılacaktır...
Hedefimiz; bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul’da 200, Türkiye’de 1000 yerde okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, RNE
NİSÂ SÛRESİ TEFSİRİ – 54
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
يَسْأَلُكَ أَهْلُ الْكِتَابِ أَنْ تُنَزِّلَ عَلَيْهِمْ كِتَابًا مِنْ السَّمَاءِ فَقَدْ سَأَلُوا مُوسَى أَكْبَرَ مِنْ ذَلِكَ فَقَالُوا أَرِنَا اللَّهَ جَهْرَةً فَأَخَذَتْهُمْ الصَّاعِقَةُ بِظُلْمِهِمْ ثُمَّ اتَّخَذُوا الْعِجْلَ مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَتْهُمْ الْبَيِّنَاتُ فَعَفَوْنَا عَنْ ذَلِكَ وَآتَيْنَا مُوسَى سُلْطَانًا مُبِينًا(153) وَرَفَعْنَا فَوْقَهُمْ الطُّورَ بِمِيثَاقِهِمْ وَقُلْنَا لَهُمْ ادْخُلُوا الْبَابَ سُجَّدًا وَقُلْنَا لَهُمْ لَا تَعْدُوا فِي السَّبْتِ وَأَخَذْنَا مِنْهُمْ مِيثَاقًا غَلِيظًا(154)
يَسْأَلُكَ (YaSEaLuKa) “Sana sual ediyor.”
“SEL” kökü “SHL” kökünden gelir. Sehl, ova demektir. Zorluğu yokuş ile, kolaylığı da düzlükle ve ova ile ifade etmişler. Sonra “H”yi “E”ye dönüştürerek kolay kazanmak veya kolay öğrenmek anlamına istemek veya sormak anlamlarında kullanılmıştır. Türkçede dilenmek ile dilemek arasında da ilişki vardır.
Buradaki muhatap olan genel olarak mü’mindir, ama mü’minler içinde tebliğ ile görevli olan âlimlerdir. Daha sonra da uygulamaya nezaret eden başkanlardır.
Hâsılı; Kur’an’a sahip çıkan herkes bu tür suallere muhatap olur. Şüphesiz ilk muhatap Hazreti Muhammed aleyhisselâmdır. Burada “Seele” değil de “Yes’elü” şeklinde gelmiş olması, sordular değil de sorarlar denmiş olması, gelecekte kıyamete kadar bu tür suallerle karşı karşıya kalacağımız anlamına gelir.
أَهْلُ الْكِتَابِ (EaHLu eLKiTABi) “Ehli Kitap”
Kur’an insanları gruplara ayırmaktadır. Cahiliye dönemimde olup hak hukuk tanımayanlara “müşrik” demektedir. Yahut Tanrı’dan başka bir şeye Tanrı’ya bağlanır gibi bağlanan kimselere hele bu ikinci kimse de tek ise o da müşriktir. Hakkı kabul edip diğer insanlarla kendilerini eşit gören ve ellerinde şeriat kitabı olanlara “ehli kitap” denmektedir. Bunlardan peygamberlere uyanlar ve kendilerine kitap verilenler demektir.
Kur’an ehli de kitap verilenlerdir. İslâm düzenini korumak üzere dayanışma ortaklığı kuranlara da “mü’min” denmektedir.
Burada “Ehli Kitap”tan bahsediyor. Kendilerine kitap verilen olsun olmasın, hakkı kabul edenlerin hepsi sözkonusudur. Çağımızın kapitalistleri, sosyalistleri, milliyetçileri, hepsi ehli kitaptır. Bütün din ve mezhep müntesipleri ehli kitaptır. Bunlar içinden Tanrı’ya inanmayanlar vardır ve inanmak için birtakım olmaz şeyleri isterler. Mesela biri, eğer Tanrı varsa beni cumhurbaşkanı yapsın der. Tanrı emir almaz, emir verir.
أَنْ تُنَزِّلَ عَلَيْهِمْ (EaN TuNazZıLa GaLaYyHiM) “Kendilerine tenzil etmeni isterler.”
Tenzil edecek olan Allah’tır, ancak onlar kendilerine tenzil etmeni isterler. ‘Bize Allah’tan Türkçe kitap getir’ diyorlar. Karşılaştığımız suallerin başında ‘Ben türküm, bana Türkçe kitap getir, o zaman inanayım! Arapların Arapça kitabına ben neden inanacağım?’ şeklindeki ifade gelir. Gerçekten de bu iddia önemlidir. Bu hususu mü’minlerin iyi kavrayıp bu şekilde hitap eden kimselere inandırıcı cevap vermeleri gerekir.
İnsanlık yaratıldığında Allah imtihan etsin diye insanları aciz yarattı, eksik yarattı. Diğer canlılardan ve hayvanlardan daha zayıf ve beceriksiz idi. Allah bu eksikliği onlara gönderdiği peygamberlerle karşıladı. O zaman bütün insanların bir peygamber veya bir kitapta birleşmeleri mümkün değildir. Önce ulaşım yoktu. Bir insanın Amerika’ya gidebilmesi için bir yıl yaya yolculuk yapması gerekiyordu.
Sesli haberleşme yoktu. Mektupla ulaşılabiliyordu. O da taşımacılık kadar seri idi.
Diller farklı idi. Bu dilleri birbirinden aktarma işi çok zor ve pahalı idi. Ayrıca uluslararası ortak ilim dili oluşmamıştı. Ortak kolay taşınabilir para yoktu. O şartlar altında her devre ve her millete ayrı peygamber gönderiliyor ve her halkın düzeni kendi için yapılıyordu.
İnsanlık göçebe hâlinde yaşarken bunun böyle olması gerekiyordu. Oysa artık insanlık uygarlaşmaya başladı. Bir taraftan insanlık uygarlaşıyor, diğer taraftan tüm insanlığı birleştirecek kitap ve peygamberler tedrici olarak getiriliyordu. Allah’ın selâmı hepsinin üzerine olsun, Hazreti Nuh, İbrahim, Musa, Davut ve İsa bunlar içinde köşe taşlarıdır. Bunlar insanlığı tek kitaba götürecek yol üzerindeki dönemeç noktalarıdır.
Hazreti Nuh aleyhisselâm ilk olarak emirleri kanun hâline dönüştürdü. Peygamberler ve hükümdarlar kanun yapıyor ve halk da onlara uyuyordu. Hazreti Musa aleyhisselâm peygamberlerin kanun yapmasını kaldırdı, şeriat ile yönetimi birbirinden ayırdı. Daha önce Hazreti İbrahim aleyhisselâm rasyonel aklı ve düşünme metotlarını insanlığa öğretmiştir. Hazreti Musa bunları uyguladı. Hazreti İsa aleyhisselâm dini de yönetimden ayırdı ve insanlığa lâikliği öğretti. Daha önce Hazreti Davut aleyhisselâm ekonomide devletçiliği getirdi ve insanlığı dağınıklıktan kurtardı. Mısır’da her şeyi devlet yapardı. Bütün üretimi o ürettirirdi. Mezopotamya’da ise devlet ekonomiye karışmazdı. Hazreti Davut bu iki sistemi sentez etti. Halkın yapabileceğini halk yapsın, devlet karışmasın. Halkın yapamayacağı ve tekelden yönetme zarureti varsa, onu da devlet yapsın. Buna ‘devletçilik’ denir. Bu sosyalizm değildi. Çünkü bütün mallar halkın elinden alınmamıştır. Kapitalizm de değildi, çünkü devlet de iş yapmaktadır. Kur’an işte bütün bu dört bin yıllık çabanın son damgasını vurdu.
Kur’an insanlığın dünyada demokratik, lâik, sosyal ve liberal bir hukuk düzenini tesis etmek suretiyle denge oluşturmuştur. Kur’an böylece 1400 sene sonra oluşacak sanayi dönemine göre düzenlenmiş bir hukuk sistemini getirmiştir. Mesela, hanedanlığı kaldırmış, ehliyete göre ve halkın biat ettiği başkanlık sistemini getirmiştir. 2000 yılına kadar bu sistem gelemezdi. Çünkü devlet adamlarını yetiştirecek bir okul, bir üniversite yoktu. Bugün ise üniversiteler kurulmuş, harb akademileri oluşturulmuştur.Ulaşım ve haberleşme sağlanmıştır. Dilleri artık bilgisayarlar tercüme edebiliyor. İşte bu sebepledir ki dünyadaki ihtilafları azaltıp barışı yani İslâm’ı dünyaya oluşturmak için yeni kitabın insanlığa gönderilmesi gerekir.
-Peki, neden Araplar ve neden Arapça?
Nasıl canlılar önce tek hücreli yaratıldı, sonra birleşerek çok hücreli hâle geldilerse; insanlar da başlangıçta ayrı ayrı aileler şeklinde yaşayacak şekilde yaratıldı ve sonra uygarlaşarak önce ocaklar, sonra bucaklar, sonra iller, sonra ülkeler hâline geldiler. Şimdi de tüm insanlık tek bir ümmet olmaktadır. Ocak, bucak, il ve ülke vasfını da yitirmeden böyle olacaktır. Bu tek ümmetin temeli olan tek milletin temelini Hazreti İbrahim peygamber atmıştır. İki hanımından olan iki oğlundan batı dinleri ortaya çıkmış, doğuya giden Katura veya Kantura adındaki eşinden doğan dört oğlu da doğuya giderek Brahmanizm’i tesis etmişler, Budizm de ondan doğmuştur. Bugünkü Hinduizm Brahmanizm’e dönüş ile oluşmuştur.
Dünya Kur’an ile birleşecek ve tek kitaba sahip olacaktı. Tevrat da onun hazırlayıcısı olacaktı.
Bunun gerçekleşmesi ve Kur’an’ın inebilmesi için bir dile ihtiyaç vardı. Bu dil uygar dil, halkı ise uygar olmalıydı. Çünkü uygar halkı tekrar uygarlaştırmak mümkün olmaz. Yahudileri Hıristiyan yapamazsınız. Lâtinler Hıristiyan oldu, Cermenler Hıristiyan oldu. Lâtinleri Müslüman yapamazsınız. Ama Araplar ve Türkler Müslüman oldu. Çinliler Müslüman olmadılar, Hindular da olmadılar. Olsalar da, dini tahrif edip kendi dinlerine uydurmaya çalışırlar. İşte Allah böyle bir kavmi, Arap kavmini ve Arapça’yı yaptı.
Allah önce iki büyük ırmağı var etti: Fırat ve Dicle ile Nil. Bunların arasına Arabistan çölünü koydu. İlk uygarlık Fırat ve Dicle kenarlarında ‘barajlar uygarlığı’ olarak doğdu, ‘siteler uygarlığı’ olarak doğdu. Bundan esinlenen Mısır’da ‘devlet uygarlığı’ olarak doğdu. Nil üzerinde baraj inşası zordu.
İşte bu iki uygarlık arasındaki köprü olma görevini Arap Yarımadası’nda yaşayan develerle seyahat eden göçmem Bedeviler yüklendiler. Çünkü uygarlaşmış Mısırlılar ve Mezopotamyalılar bu çöllerde seyahat edemezlerdi. Arap tüccarlar Mısır ve Mezopotamya arasında mal alıp satarken onların dillerini öğrenmişti. Mekke ve Medine gibi yerleşik sitelerde yaşıyorlar, ama Arap bedevilere mallarını satıyor, bedevilerin mamullerini de Mısır ve Mezopotamya’ya pazarlıyorlardı. Arap tüccarlar duyduklarını ve gördüklerinin bedevilere Arapça anlatıyorlardı. Bedeviler göçebe oldukları için uygarlaşamıyor, uygarlıkları görerek öğrenemiyorlardı. Eğer bize ‘radyo’ gelirse o kelimeyi aynen alırız. Ona Türkçe veya Arapça ad takma ihtiyacını duymayız. Ama Anadolu halkı uçağı görmeden öğrendiği için ona hâlâ ya ‘uçak’ ya da ‘tayyare’ der. Çünkü gösteremediğiniz şeyi yabancı olarak göstertemezsiniz. İşte Arap tüccarlar bedevilere Mezopotamya ve Mısır uygarlıklarını Arapça anlatmak zorunda kalmışlardır. Böylece Araplar uygarlaşmadan Arapça uygarlaştı.
İşte bu sayede Allah Kur’an için iki uygarlığı var etti. Çöldeki bedevileri ileride uygarlık kursunlar diye bu iki uygarlık arasına yerleştirdi. İşte bunun için Kur’an Arapça indi.
Yeryüzünde hâlâ Arapça kadar gelişmiş bir dil yoktur. Lâtince Arapça kadar gelişememiştir. Diğer diller ise ya uygarlık dili olmamıştır, ya da yabancı kelimeleri dillerine doldurarak uygar dil olmuştur.
Türkçe, Arapça ve Farsça kelimelerle doludur.
İngilizce, Fransızca ve Almanca da Arapça ve Lâtince kelimelerle doludur.
Hâsılı; Kur’an Arapça inmemiştir, Arapça Kur’an için var edilmiştir.
Kur’an’ın Arapça indirilmesinin başka bir hikmeti de, Arapların uygar millet olmaması ve Kur’an’la uygarlaşmalarıdır. Bu sosyoloji bakımından izah edilemeyen bir olgudur. Geçmişi olmayan bir topluluk nasıl oldu da birden uygar hâle geldi? Kur’an’la bir parladı, ondan sonra ise tekrar tarih sahnesinden çekilir hâle geldi. Bugün dahi İslâmiyet Arapların değil; Sünnilik Türklerin, Şiilik İranlıların hükümranlığındadır. Kur’an Arapça olduğu halde, İslâmiyet’e bağlılıkları bu uluslardan fazla değildir.
Kur’an’ın Arapça indirilmesinin üçüncü sebebi ise Mekke’nin dünyanın merkezinde olmasıdır. Mekke’den geçen boylama göre karaların momentini alırsanız sıfır olur. Enleme göre alırsanız yine sıfır olur. Yani atalet momentinin merkezidir. Karaların Mekke. Dolayısıyla burası karaların var edildiği gün merkez olarak yaratılmıştır. Hazreti İbrahim aleyhisselâm bunun için Hazreti İsmail aleyhisselâmı buraya getirdi ve nâs için ilk mabedi tesis etti. Hac insanlar için gerekli ibadettir. Her dinin kendine özgü hac merkezi vardır. Ancak, Mekke tüm insanlara dinleri ne olursa olsun hac merkezi yapılmıştır. Kim girerse o orada güven içinde olur. Bütün insanlara farz kılınmıştır. Oysa diğer ibadetler mü’minlere hastır. Salât mü’minlere mevkutan farzdır. Oysa hac bütün nâsa farzdır. Kur’an öyle diyor.
كِتَابًا (KiTABan) “Bir kitabı bize tenzil et.”
Türkçe kitap istiyorlar. Kur’an Arapların olsun, bize bizim dilimizle kitap indir diyorlar!
Türkçeleştirmeye çalışıyorlar! Mevlana’nın Mesnevi’sini ana kitap yapmak istiyorlar!..
Şairleri ne diyor: Kâbe Arpaların olsun, Çankaya bize yeter! Mustafa Kemal’in mezarını ziyaret ediyor ve saygı duruşlarında bulunuyorlar! Demokrat Parti Atatürkçülüğü din hâline getirmek istedi! Marx’ı hazreti İsa’nın yahut Hazreti Muhammed’in yerine koymak istiyorlar.
Kitap istiyorlar, kendi dillerinde kitap istiyorlar!..
مِنْ السَّمَاءِ (MiNa elSaMAvEı) “Semadan.”
Marx’ın Kapital’i ile yetinmiyorlar, Mustafa Kemal’in Nutuk’u ile yetinmiyorlar. Çünkü onlar semavî değildir. İnanmaları için kendi istedikleri ve kendi dillerinde olan bir kitap istiyorlar ama bu kitap da semavî olmalıdır. Ancak o zaman sana inanırız diyorlar! Ulusçuluk onlar açısından inkârcılık için bir araç olmaktadır.
Şirkin merkezi Mezopotamya olmuştur. Barajlar yapılınca tarım verimi yüz kat, iki yüz kat arttı. Çevreden nüfus göç etti ve oralarda siteler oluştu. Her kabilenin kendi tek tanrısı vardı. Adları ve şekil yazısındaki resimleri farklı idi. Bir araya gelince herekse kendi tanrısını hakiki tanrı, diğerlerinin tanrısını sahte kabul etti. Sonra uzlaşarak Mekke’de olduğu gibi her kabile kendi tanrısını sembolize eden heykel veya resmini koydu. Birleştiler, birlik kurdular, tek tanrıyı Allah kabul ettiler; ama kabile tanrılarını da O’na yardımcı yaptılar.
İşte Hazret Nuh aleyhisselâmdan itibaren başlayan mücadele bunlarla idi.
Bunlara karşı ilk aklî savaşı Hazreti İbrahim aleyhisselâm açmıştır.
Bugün ise insanlar Allah’ı bırakıp kendi akılları ile varlıklarını sürdürüyorlar. İlâhî kitaplara uyma yerine, ilâhî kitapları kendilerine uydurmakla meşguller. Din adamları her yıl biraz daha artırarak halkın istediği fetvaları din kitaplarından istihraç ediyorlar!..
فَقَدْ سَأَلُوا مُوسَى (FaQaD SaEaLUv MUvSAy) “Musa’dan sual etmişlerdi.”
Kur’an tüm insanlara gönderilen bir hidayettir. Her devirde ve her ulus için, her halk için gerekli tüm hükümleri içermektedir. İçtihad ve icma ile yorumlanarak kendileri için gerekli hükümleri istihraç edeceklerdir. Kur’an’ın anlaşılması için birer örnek de verilmiştir. Kur’an’ı işte böyle yorumlayacaksınız denmiştir.
Bunlardan biri Kur’an’dan önce gelmiştir, bu Tevrat’tır. Tevrat, Kur’an’ın getirdiğinin bir örneğini Kur’an gelmeden önce insanlığa öğretmiştir. İkincisi de Sünnet’tir. Bu da Kur’an gelirken ve Kur’an indikten sonra yapılan uygulama örneğidir. Birini Hazreti Musa, diğerini Hazreti Muhammed uygulamıştır.
Hazreti Musa İsrail oğullarına, Hazreti Muhammed de Araplara uygulatmıştır. Kur’an bunu açıkça ifade eder. Firavun’a gelen Hazreti Musa gibi size de Hazreti Muhammed gelmiştir der. Hazreti Musa’nın hayatı Hazreti Muhammed’in hayatına paraleldir, her ikisi de bize örnektir. Elimizde iki numune vardır, Tevrat ve Sünnet. Kur’an’ı bunlara dayanarak yorumlayacağız.
أَكْبَرَ مِنْ ذَلِكَ (EaKBaRu MiN ÜAvLiKa) “Bundan daha büyüğünü istediler.”
Senden semadan bir kitap indirmeni talep ediyorlar. İsrail oğulları bundan daha büyüğünü istediler.
“Daha büyük” ne demektir? Allah için daha zor mu demektir? Mantıkta olaylar iki şekilde kabul edilir. Bunlardan biri vacibu’l-vücud yani oluşu zorunlu olandır. Bunun gibi muhal vücud vardır. Bunun da var edilmesi mümkün değildir. Allah birdir. Allah istese de intihar edip kendisini yok edemez. Çünkü O’nun varlığı vacibu’l-vücuddur. O da kendi kendisini var etmemiştir. Kendisi zaman dışı ve mekan dışı vardır.
Diğer taraftan Allah kendisine benzer bir tanrıyı da var edemez. O da muhaldir. Tanrılar ikileşemez.
İşte böyle şeyleri talep etmek muhaldir.
Bunun dışında Allah bir sünnet koymuştur. O’nun doğal kanunları vardır. Allah o kanunlarını değiştirmez. Değiştirebilir ama değiştirmez. İşte böyle Allah’ın değiştirmediği kanunlar ekberdir. Daha da büyüktür. Gökten kitap indirmek mümkündür. Çünkü Allah indirmiştir. Sünnetine de aykırı değildir. Allah’a dua ederken sünnetine aykırı olanlar için dua edilmemelidir. Allah sünnetini değiştirmez.
فَقَالُوا أَرِنَا اللَّهَ (Fa QAvLUv EaRıNa elLAHa) “Allah’ı bize irae et dediler.”
İsrail oğulları Hazreti Musa’ya Allah’ı bize göster demişlerdi. Allah’ı görmek sünnetullaha aykırıdır. Belki de mümkünü’l-vücud olan birinin vacibu’l-vücudu görmesi muhaldir. Kur’an âhirette vücuhlar Rab’lerine nâzırdırlar demekte ise de, O’nu görmektedirler demiyor. Basar onu idrak edemez diyor.
İnsandaki görme cisimden çıkan ışığın gözümüze gelmesidir. Bu da iki şekildedir. Ya mumda olduğu gibi kendi ürettiği ışığı algılarız, ya da yansıyan ışığı algılarız. Mum yanarak ışık çıkarır. Allah yanmaz. Ağaç yansıtarak görünür. Onu ışık aydınlatmaz. Çünkü latiftir. O halde Allah yarattıkları ile görülür. Biz yarattıklarını görürüz, ışığı yaratır onu görürüz. Dolaylı görme olur. Bizde zaten sadece dolaylı görme vardır.
جَهْرَةً (CaHRaTan) “Cehreten”
“Zâhir” var, “bâtın” var; “gâib” var, “şehadet” var; “sır” var, “aleniyet” var, “cehr” var, “hafi” var.
“Sır” ve “alen” bilgi için; “cehr” ve “hiffet” ışık ve ses için; “gâib” ve “şehadet” görünen ve görünmeyen için; “bâtın” ve “zâhir” iç ve dış içindir.
İnsan için görünen ve bilinenler çok azdır. Burada ‘bize göster’ demek, ışıkla biz onu doğrudan algılayalım demek olabilir. İnsan cisimlerden aldığı etkilerle onların varlığını bilmektedir. Doğrudan doğruya hiçbir şey bilmemektedir. Ses ve ışık dalgadır, bize kadar ulaşır. Gözümüz ve kulağımız dalgaları algılamaktadır. Burnumuz gazları yine titreşimleri ile bilmektedir. Dilimiz tatları sıvının titreşimleri ile bilmektedir. Derimizin algıladığı sıcaklık da titreşimdir. Acıkmamız, üşümemiz, doymamız da sonunda elektrik dalgalarına dönüşmekte ve beynimize uyarılar gelmektedir. Bunlar beynimizde sayısal uyarılara dönüşmektedir. Biz onlarla görür, duyar ve biliriz. Hâsılı, biz hiçbir şeyi doğrudan görmeyiz.
Ben karşımdaki birine baktığımda ondan çıkan ışıkları analiz eder ve öylece onun Reşat olduğunu anlarım. Bilgisayar da bunu bizim yaptığımız gibi yapmaktadır. Hiçbir zaman Reşat’ın kendisini ne duyarız, ne görürüz. Bu insan için böyle olduğu gibi diğer canlıların da canlılığını böyle biliriz. Biz maddeyi göremeyiz, maddeden gelen titreşimi alırız. Biz elektriği göremeyiz ancak onun etkilerini yani çıkardığı ışığı veya ısıyı veya hareketi idrak ederiz.
Allah’ı da doğrudan görmemiz mümkün değildir, ancak O’nun yaptıklarını algılarız. Kâinat ve diğer insanların hepsi Allah’ın yaptıklarıdır ve onları görmekle Allah’ı da görmüş oluruz. Dolayısıyla görürüz. Doğrudan görme kabiliyetimiz yoktur. Allah bizi böyle yarattı.
Bunu değiştirmek istemeleri sünnetullahı değiştirme olduğu için daha büyüktür.
Sovyetlerde yetmiş sene ateizmin yaygarası yapılmıştır. Öğrenciler okullarda hapsedilmiş, iyice acıktıklarında öğrencilere, ‘Tanrı’dan isteyin bakalım size yiyecek göndersin’ demişler; yaptıkları duaları Allah duymamıştı! ‘Şimdi Lenin’e dua edin, bakalım yiyecek gelecek mi’ demişler. Lenin’e dua etmişler, kapı açılmış ve yiyecekler gelmiş! İşte burada Allah’ın açık görülmesi istenmiştir. Oysa Lenin’den gelen yiyecekler de Allah’tan geliyordu. Çünkü o sınıfta olanlardan Lenin’in haberi yoktu, Lenin mefluç ve şuursuz yatıyordu belki.
فَأَخَذَتْهُمْ الصَّاعِقَةُ (Fa EaPaÜaTHuMu elÖaGıQaTu) “Bunun üzerine onları saika ahz etti.”
Onların böyle olmaz şeyleri istemeleri onları yıldırımın çarpmasına sebep olmuş.
Buradaki yıldırım hakiki manâda olabildiği gibi; ani cezalar yani bir gecede ihtilal olması da ani çarpmadır. “Saika” beklenmedik çarpma demektir. Zelzele de bir saikadır.
Hazreti Musa’nın kavmine ise gerçekten yıldırım çarpmış olur.
بِظُلْمِهِمْ (BiJuLMıHıM) “Zulümleri nedeniyle.”
Hazreti İbrahim peygamber de nasıl dirileceğimi bana göster demişti. Ama Allah onu yıldırımla çarpmadı. Çünkü o zulüm yapmamıştır. O halde çarpma, böyle olmayacak şeyleri Allah’tan istemek sebebiyle olmamış, zulümleri sebebiyle olmuştur. Zulüm fiilî suçtur.
Allah insanları kalbî fiillerinden dolayı cezalandırmayacak, kötü maksatla yaptıkları kötülükleri cezalandıracaktır. Yani, bir şeyde hem kötü niyet olacak, hem de fiil kötü olacaktır. Mesela, bir kimse birini öldürmek için silah attı ama adama isabet etmedi ve fiil gerçekleşmedi. Saldırganın maksudu olan fiil gerçekleşmedi. O zaman o cezalandırılmaz. Elinden kaza çıktı ve adam öldü. Öldüren kişi yine cezalandırılmaz. Tazminatı âkilesi yani dayanışma ortaklığı öder. Ama adam öldürmek amacıyla silahını attı ve adam öldü. İşte buna kısas yapılır.
Sevap böyle değildir. Bir kimse kendisine düşen davranışlar ve niyetlerde mükâfatlandırılacaktır.
Bugünkü Müslümanlarda yanlış bir inanış ve anlayış vardır. Nedir bu yanlış inanış? Amelsiz imanın yeterli olduğu ve sadece küfrün de cehennemi istihkak edeceğidir. İnsan günah işlemezse sadece iman da cennete götürür ama günahlı iman insanı kurtaramaz. Hele bu günah zulüm olursa, cezaları bu dünyada da verilir.
ثُمَّ اتَّخَذُوا الْعِجْلَ (ÇümMa itTaPaÜu eLGıCLa) “Sonra ıclı ittihaz ettiler.”
“ICL” dananın buzağısına denmektedir. Acele acele oraya buraya koşuştuğu için “ICL” denmiştir.
Onlar Samir’in yaptığı buzağıya tapmaya başladılar…
Topluluklar yaptıkları hayvan heykellerini mukaddes kabul etmişlerdir.
Çobanlık döneminde insanlar mağaralarda hayvan resimler yaparak onları avlanmayı öğrendiler. Bu arada korkuyu korkan hayvanla tasvir ettiler. Sevinen insanı da gülerek tasvir ettiler. Şekil yazısı böyle doğdu ve gelişti. Bu insanlar tek Tanrı’ya inanıyor ve ibadet ediyorlardı. Allah’ı da bir şeyle tasvir ettiler.
Yazı yani şekil olarak bazıları Allah’ı Güneş ile gösterdiler. Güneş gibi O’nu ışık saçan bir varlık olarak düşünmüşlerdi. Nitekim Kur’an’da da Allah için ‘O semâvât ve arzın nûrudur’ denmiştir. Kimileri de Allah’ı yaratıcı olarak anne ile tasvir ettiler. Kadın heykelleri yaparak onu tek Tanrı’nın remzi yaptılar. Yine Kur’an’da geçen rahmân ve rahîm sıfatları da böyle anneden türetilmiş kelimedir. İnsanlar zamanla şekillerin delalet ettiği, resimlerin ve heykellerin delalet ettiği tek mabudu unutarak onları tanrılaştırdılar, onlara tapmaya başladılar ve böylece şirke girdiler.
Şimdi biz de ‘Allah’ sözü yazıyor, muska yapıyor ve onunla tedavi olacağımızı sanıyoruz. İsrail oğulları da ineği mukaddes saymışlar ve Hindular gibi onu tanrılaştırmışlardır. Allah onun kesilmesini onlara emretmiştir. Yani, onlar yıldırım çarptıktan sonra yine buzağıyı ittihaz ettiler.
Türkler de Sevr’den sonra yine küfre daldılar… Şimdi de ikinci Sevr’in peşinde koşmaktadırlar!..
مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَتْهُمْ الْبَيِّنَاتُ (MıN BAGDı MAv CAEaTHuMu eLBayYıNaTu)
“Kendilerine beyyinâtın ciet etmesinin arkasından icli ittihaz ettiler.”
İnsanlar bilmedikleri ve inanmadıkları için yanlışlıklar yapmazlar. Bile bile duygularına kapılarak ve nefislerine esir olarak yanlışları yapmaya devam ederler. Hazreti Musa’nın kavmi de böyle yapmıştı. Türkiye Cumhuriyeti de böyle yapmıştı. Kur’an’ı bilmeseler, İslâmiyet’i bilmeseler de yanlışlar yapsalar elbette mazur görülürler. Ama bile bile bâtılın arkasından koşarlarsa, bu durum nasıl değerlendirilmelidir?..
Kenan Evren bile ‘her şeyi kendisine borçlu olduğumuz Atatürk’ diyor! Bunun mantıksız olduğunu o da biliyor. Mustafa Kemal büyük bir değerse, onu bu büyük millet yetiştirdi. O bu milletin paşası idi. Gökten zembille gelerek yaptıklarını yapmadı.
Sonra; İstiklâl Savaşı’nı Mustafa Kemal başlatmamıştı, savaşı Mustafa Kemal sadece kendisi yapmamıştı. O sadece kıyam eden Türk milletine başarılı şekilde yöneticilik yaptı. O olmasaydı başaksı yapmayacaktı manâsı çıkmaz. Eğer biz borçlu isek, İstiklâl Savaşı’nı yapan o nesle borçluyuz. Bir kişiye değil.
Ayrıca; biz Anadolu’ya sahibiz. Anadolu’yu bugüne kadar koruduk. Anadolu’yu var eden kim, o mu? Kızıl Irmağı, Yeşil Irmağı akıtan kim, o mu? Yağmuru yağdıran o mu? Onlar şey değil midir? Her şeyin içine onlar da girmiyor mu?
Sonra; başlangıçta Mustafa Kemal yoktu, bu millet onu yetiştirdi. Şimdi de ölmüştür. Uykudadır, onlara göre de yoktur. Artık onun varlığı sona ermiştir. Hukuki varlığı yoktur. Peki, biz yok olan şeye nasıl borçlu olabiliriz? Bu durum bu kadar açık iken ‘her şeyi ona borçluyuz’ diye söyleyenler bilmeden ona tapmaktadırlar; hem de onun öğrettiği müsbet ilme aykırı olarak bunu yapmaktadırlar! Mustafa Kemal, sadece müsbet ilmi size bırakıyorum dememiş miydi? Hangi müsbet ilme dayanarak bu safsataları ileri sürebiliyorlar?!.
İşte burada “Beyyinât” kelimesi gelmiştir. “Beyyinât” bir sistemdir, müsbet ilimdir; vahiy ile teyid edilmiş müsbet ilimdir. Vahyin ilimle de anlaşılmasıdır.
İsrail oğulları da bugün aynı dalâlete düşmektedirler…
Hitler, Mussolini, Lenin, Mao ve benzerleri de böyle tanrılar yapılmak istenmiştir...
Bugünkü ‘Avrupa Müktesebatı’ da işte böyle bir putun müktesebatıdır. Bir şeyi doğru olduğu için yapmıyoruz, Avrupalılar istediği için yapıyoruz! Okumadan kanunları Meclis’ten geçiriyoruz! Zinayı ve faizi kutsallaştırıyorlar!..
Batı’nın tekniği ve parası vardır ama Batı’nın hukuk ve yönetimi yoktur.
Ekseriyet zulmü ve sahte ekseriyet çelişkili sistemdir. Hem ekseriyet sistemi olacak, hem lâiklik olacak; peki bu nasıl olacak? Hem ekseriyetin dediğini yapacağız, hem de kendi dediğimizi yapacağız!..
Oysa, İslâmiyet’te herkes kendi içtihadı ile yaşayacak. Yerinden yönetim olacak. İsteyen istediği topluluğa katılabilecektir. Ekseriyet demokrasisi değil, hicret demokrasisi çelişkisiz ideal demokrasidir.
Avrupalılara bunları anlatacağımıza, aşağılık duygusu içinde Avrupalıların şirk müktesebatına tapma yarışında olmaya çalışıyorlar!.. Bunlara başka ne diyebiliriz ki?!. “Adil Düzen”i keşfettikten sonra hem de bizzat “Adil Düzen”i keşfedenlerin içinde olmalarına rağmen bu dalâlete düşmeleri demek ki Sünnetullah imiş…
فَعَفَوْنَا عَنْ ذَلِكَ (Fa GaFaVNAv GaN ÜavLiKa) “Bundan affettik.”
Bu bizim için büyük müjdedir. Bu tür putperestlik affediliyor.
Nitekim Türk milleti İstiklâl Savaşı’ndan sonra putperestliğe başlamış, ancak Allah affetmiş ve 70 milyonluk demokratik bir ülke yapmıştır.
Yine, aynen bunun gibi AK Parti’nin yaptıklarını affedecek ve hayra çevirecektir demektir. Çünkü İsrail oğulları da Hazreti Musa aleyhisselâm dönünce ıcla ibadeti bırakmış ve tekrar Hazreti Musa’ya uymuşlardı. Tevbe etmişlerdi. Bu sayede kurtulmuşlardı.
Türkler de, o güne kadar Türkçe okunan ezan Halk Partisi’nden sonra ezan serbestleştirilince ezanı Arapça okumaya başladılar. Halk sabırla İslâmiyet’e doğru yaklaştı. Allah da Millî Görüşçüleri anayasa ekseriyeti ile iktidar etti. Ne var ki, onlar irtidat etti!.. Allah onları da affedecektir…
وَآتَيْنَا مُوسَى سُلْطَانًا مُبِينًا(153) (Va EaTaNa MUvSAy SuLOAvNan MuBIyNan)
“Musa’ya mübin sultanı verdik.”
“Mübin sultan” Tevrat’tır. Tevrat insanlara nasıl güçlü olunacağını öğretmektedir.
Tevrat örgütlenmeyi öğretmekte ve örgütlendirmektedir. Devlet teşkilatının nasıl olacağını ve nasıl kurulacağını anlatmaktadır. Bu da başkanı güçlü ve muktedir yapmaktadır.
Bu haber bize müjde olmaktadır.
İrtidat etmiş olan Millî Görüşçüler bir gün tevbe edip “Adil Düzen”e dönecekler ve o zaman Allah onlara mübin sultanı verecek, onları iktidar yapacaktır. İktidarları Hazreti Musa aleyhisselâmın iktidarı gibi sürüp gidecektir. Biz peygambersiz uygarlığı kuran ilk nesil olacağız ve kıyamete kadar, Hazreti Musa aleyhisselâmın kavmi gibi, Hazreti Muhammed aleyhisselâmın kavmi gibi anılacağız.
Türk milleti de affedilecek ve III. Bin Yıl Medeniyeti’nin kurcuları arasında başta yer alacaklardır.
***
وَرَفَعْنَا فَوْقَهُمْ الطُّورَ (Va RaFaGNAv FaVKaHuMu etOUvRa) “Tur’u onların fevkine ref ettik.”
“Tur” dağının eteğinde yerleştirdik anlamına geldiği gibi; “Tur” tavır anlamındadır. Onların tavırlarını yükselttik demektir. Tavrı onların fevkine çıkardık.
Batılılar buna karakter demektedirler. Yani, insanın kurallarla hareket etmesi demektir. Başkaları eğer o kavmin veya kişinin nasıl hareket edeceğini bilebilirse, onların üstüne turu yükseltmiş olur. Kurallar kendilerinin üstünde olmaktadır. Sözleşme yapan iki kişi baştan ‘icab’ ve ‘kabul’ yapmaktadırlar. Taraflar eşittirler. Ama sözleşme yapıldıktan sonra artık o cümle onların üstüne çıkmıştır. Ondan sonra artık onun emrinde ve himayesindedirler.
Tevrat da İsrail oğulları için böyle olmuştur. Onu kabul ettikten sonra Tevrat onlar üzerinde yükseltilmiş bir Tur olmuştur. Davranışları için kurallar olmuş, şeriat olmuştur.
Gelecekte Adil Düzenciler için “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası” Tevrat gibi yükselecek ve fevklerinde Tur olacaktır. Tevrat’tan farkı, bu turun Kur’an’dan bugünkü müsbet ilimlerin yardımı ile yorumlanarak çıkarılmasıdır. Tevrat vahyîdir, “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası” ilmîdir. Değişmeye ve gelişmeye elverişlidir.
بِمِيثَاقِهِمْ (Bı MIÇaQıHiM) “Misakları nedeniyle”
Yani; Tevrat onların üzerine onu kabul etmeleri ve misak ile onu yükseltmeleridir.
Burada Tur’un onların misakı ile fevklerine çıktığı ifade edilmektedir. Sözleşme sözleşmeyi yapanların üstüne çıkar ve onlara gölge olarak onları zulümden korur.
Buradaki bu “Misakihim” kaydı, onun Tur’u bir dağ olarak anlamalarına imkan vermez. Çünkü dağ onların misakıyla fevklerine çıkarılmamıştır. Gerçi sözleşerek dağın eteğine gittiler şeklinde de anlaşılabilir ama bu manâ bir manâ olarak anlaşılır. Bundan sonra böyle emir verdik demiş olması, emrin misaktan geldiğini ifade eder. Burada sözleşmenin şeriatı nasıl tesis ettiğini teyiden ifade etmektedir.
وَقُلْنَا لَهُمْ (Va QuLNAv LaHuM) “Ve biz onlara şöyle kavl ettik.”
Buradaki “Va” harfi misaktan başka emirler verildiğini ifade etmektedir. Anlaşılan yukarıdaki misak Tevrat’ın bir kısmıdır. Sonra Allah onlara başka emirler de vermiştir.
Adil Düzenciler için bunun manâsı, iktidar olduktan sonra “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”ndan farklı yeni yasalar gelecektir. Onların uygulamasını gösteren fer’î hükümler ortaya çıkacaktır. Bunlar uluslara, illere ve bucaklara göre değişecektir. Her bucağın kendi şeriatı olacaktır. Allah bu sefer değişik uluslara ve değişik topluluklara faklı söyleyecektir. Allah’ın söylemesi o bucakta yapılan ittifaklar ve icmalar olacaktır.
ادْخُلُوا الْبَابَ سُجَّدًا (EuDPuLUv eLBAvBa SucCaDan) “Bâba secde ederek duhul edin.”
İsrail oğulları sıbtlara ayrılmış, her sıbt kendi şeriatlarına ve yöneticilerine itaat etmiştir.
Allah bütün insanlardan misak alarak sözleşmeleri hukukun üstüne çıkarmış, insanlığın üstüne çıkarmıştır. Sözleşmelerle hukukun oluşması değişmez insanlık kuralıdır. Ama sözleşmeler farklı olacaktır. Değişik topluluklar değişlik sözleşmeler yapacaklardır. Herkesin ayrı şır’ası olacaktır. Her topluluk kendi bucağında Cuma imamının emrinde sözleşmelere uyacaktır.
“Bâb” kelimesi kapı demektir. Bir odaya girmek için kapısı açılır. Her odanın ayrı kapısı vardır. Cümle kapısına “hamd” denir. Odaların kapısına “bâb” denir. Bu sebepledir ki kitaptaki bölümler “bân” olarak gösterilir.
Herkes kendi bucağına oradaki kuralları ve yöneticileri kabul ederek girsin demek olur. Her bucak iç işlerinde bağımsızdır demektir. Merkez bucaklar taşra bucaklarına karışmazlar demektir.
وَقُلْنَا لَهُمْ (Va QuLNAv LaHuM) “Ve onlara kavl ettik.”
Herkes kendi bucağına girip kendi düzenlerini yaşarken, sonra yine ortak emirler geldi. O da onlar için cumartesi ile ilgili hükümler idi. O sonra emredildi.
Demek ki “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”na ilaveler yapılabilir. Kıyas yoluyla değiştirilebilir.
Peki, insanlık bunu nasıl söyleyecektir?
Bucakların, illerin, devletlerin ve insanlığın ilmî meclisleri vardır. Bu meclislerde ilmî şûrâlar vardır. Ulusal meclisteki ilmî şûra bir konuda ittifak eder ve meclis üyeleri de hakemlere gitmezse icma hâsıl olmuş olur. O uluslara Allah’ın söylediği sözler olacaktır.
Ayrıca uluslardaki ilmî şûra üyeleri kendilerine bir temsilci alimi atarlar. Bunlar Mekke’de meclis oluştururlar. Onlar da orada ilmî şûra meydana getirirler. Onların ittifakla aldıkları kararlara Mekke’deki insanlık meclisi üyeleri hakemlere gitmezse, o da Allah’tan gelen bir kavil olur.
Bu itiraz hakkı ulusal ilmî şûra üyelerine de verilmiştir. Hattâ herhangi bir rasih (otorite) de itiraz edebilir. Şûra üyesi bu itiraza dayanarak itiraz etmekle yükümlü olur. Rasih şûra üyesini değiştirerek itiraz etme imkânını elde eder.
لَا تَعْدُوا فِي السَّبْتِ (LAv TaGTaDUv FIy elSaBTi) “Sebtte adavet etmeyiniz.”
“Sebtte düşmanlık yapmayınız.” “Tatadu” değil de “Ta’dû” gelmiştir. Sebtin içinde cephe kurmayınız denmiş olur.
“Sebt” kelimesi “Serb” kelimesine akrabadır. Haftanın yedi gününden biridir. Hafta, ayın dörtte biri olarak gelişimidir. Avcılık döneminde, çobanlık döneminde herkes kendi geçimini sağlamak için çalışmakta idi. Haftanın bir gününü ise birlikte canavarlara karşı savaşmaya ayırıyorlardı. O gün özel işler yasaklanıyor. Peygamberler haram ediyor.
Sonraları işçilik dönemi gelince insanlara haftanın yedi gününde çalışmak ağır gelmiş ve sebt günü çalışmaları haram edilmiştir. Özel sektör işçiliği doğudan aldı, ancak devletçilik başlamıştır. Hazreti Süleyman peygamber zamanında büyük sanayiler oluşmuş, gemi seferleri getirilmiştir. Bunları devlet yapıyordu. O sebeple İsrail oğullarına haftanın yedi gününde çalışmak yasaklanmıştır.
İslâmiyet ise işçilik sistemi yerine liberal çalışma sistemini getirmiştir. Kamu hizmetlerini serbest meslek ve genel hizmetlerle sağladığı için, artık haftalık tatilin mecburiyetini serbest sözleşmelere bırakmıştır. Çalışanlara kredi verilerek yöneticilerle işçi eşit hâle getirilmiştir. İşçilerin kanunlarla korunmasına gerek kalmamıştır. İşverenle işçi arasına girmemektedir. Sosyal güvenlik kamu bütçesi ile sağlanmaktadır. Tekelin oluşmaması için küçük ve orta esnafı çökertmemek gerekir. Sosyal sigortaları işçilerin koruması, orta ve küçük esnafın çökertilmesi için tekel sermayenin ürettiği sistemdir.
وَأَخَذْنَا مِنْهُمْ مِيثَاقًا (VaEPaÜNAv MıNHuM MIyÇAQan) “Onlardan misak ahz ettik.”
Bu ikinci misaktır, başka misaktır. Birinci misak icmalara uyma misakıdır. Bu misak ise herkesin kendi içtihadı ile amel etme misakıdır. Her bucak kemdi şir’asına göre hareket edecektir.
Tevrat’ta içtihat ve icma müesseseleri henüz yoktur. Ama yerinden yönetim vardır. Hazreti Musa Mısır’dan merkezî devlet yönetimini öğrenmiş, Mezopotamya’dan da Medyen’de iken site yönetimini öğrenmiştir. İsrail oğullarında merkezî devlet vardır ama yerinden yönetim de mevcuttur.
Şimdi hicret demokrasisi oluşturulmaktadır.
غَلِيظًا(154) (ĞaLIyJan) “Galiz misak almıştır.”
Yukarıda misaklarını almıştı deniyor. Buradaki “Galiz” ifadesi ile kaba ve sert anlamında demektir. Kaba anlamının olmaması hükümlerin toleranslı olmasıdır. Yani, misaktaki maddeler kesin bir şekilde dar sınır içinde sıkıştırılmamış, kabaca sınırlar içinde misak akdedilmiştir.
Bugün fizikte biliyoruz ki, hiçbir şeye kesin olarak uyamayız, mutlaka saparız. Bu bakımdan kanun sistemi yerine şeriat sistemi tedvin edilmiştir. Onlardan toleranslı sözler aldık denmektedir. Bu tolerans, bu müsamaha, bu aralık değişik bucakların değişik hukuklarının oluşmasına imkan verir.
İnsan şeriat içinde hürdür. Bir balonun içte doldurulmuş gazın molekülleri hareket serbestisine sahiptirler. Mutlak hür değildirler.
Yerinden yönetim de böyledir.
İnsanlık icmalarına aykırı ulusal icmalar, ulusal icmalara aykırı il icmaları, il icmalarına aykırı bucak icmaları olamaz.
İçtihatlar da icmalara aykırı olamaz. Ama bunlar çok azdır.
Görülüyor ki …
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ - 329 ADİL DÜZEN DERSLERİ - 159 İstanbul, 04 Kasım 2005
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI (Selahattin Öztürk ve Reşat Nuri Erol Üsküdar’da değerlendirecektir.)
MÜSİAD tevbe eder de…
Erbakan cari sistemlerle birçok sivil kuruluşları oluşturdu. Önce Millî Görüş Partileri kuruldu. Oradan ayrılanlar AK Parti’yi kurdular ve Millî Görüş gömleğini çıkardılar... Hak İş’i kurdu; şimdi karşısındadırlar... MÜSİAD’ı kurdu; şimdi karşısındadırlar... Millî Gençlik Vakfı nerededir, bilinmiyor... Bunların hepsini sonunda MİT yani CIA organize etti. Adamlarını yerleştirdi, sonra gerektiğinde karşısına dikti...
Şimdi MİT ile CIA arasında eski içli-dışlılık kalmadığı için rahat ediyoruz.
Ben bu kuruluşların bu tür kuruluş olduklarını hemen anlarım. Basit bir deneme yapmam yeterlidir.
Kırgızistan’da idim, Sovyet uygulamasını öğrenmek istiyordum. Dinsizliğin ne yaptığını görmek istiyordum. Ben orada iken Nur şakirtleri geldiler. İlk günlerde birlikteliğimiz davam etti. Sonra aramıza yine MİT, yine CIA girdi ve aramızı açtı. Bu aramızı açan kişi bizim Aydın Bağımsız Adaylığımızı koyduğumuz zaman da vardı. İzmir’e geldim. Çalışma arkadaşımız Kazım Erten o zaman İzmir MÜSİAD Genel Sekreteri idi. Kendisine; benim MÜSİAD üyelerine Kırgızistan’dan söyleyeceklerim var demiştim. Sadece duyursunlar yeter, salonda ben de konuşacağım dedim. Benim üyeleriyle buluşmama aracı olmadılar. İşte benim için bu yeterli oldu. Geçen Cuma günü iftar verdiler. Ben de dâvetlerine gittim. Artık CIA ile MİT arasında içli-dışlılık olmadığına göre değişip değişmediklerini görmek istedim. Çok az kalmak zorunda olduğum için çözemedim…
Düşündüm, MÜSİAD neden bu kadar âtıldır. İstiklâl Savaşımız aklıma geldi. Biz İstiklâl Savaşımızı nasıl kazandık? Dört etmen bugün bizi yetmiş milyonluk bir ulus yaptı.
a) Din adamları yenilmeyi kabullenmediler. İçinde bulundukları ahval ve şeraiti düşünmeyerek Kuvva-yı Milliye’yi oluşturmaya koyuldular.
b) Anadolu esnafı Anadolu hocalarını dinledi ve maddeten destek verdiler. Böylece din adamları maddî imkanları ele almış oldular.
c) Hocalar dağdaki eşkıya ile anlaştılar ve onları desteklediler, onlara maddî imkânlar temin ettiler. Ve böylece kuvvacılar dini hocaların emrine girdiler. Tüm Türkiye artık kıyam etmişti. Çünkü ilim ve din aynı şeyi söylüyordu.
d) Bu arada Erzurum’da Kazım Karabekir halkı modern cemiyetçilik içinde organize etti. Sivil kuruluş oluşturdu. Saldıranlar rahatsız oldu. Anadolu kıyamını bastırmak için Mustafa Kemal’i görevlendirdi. Mustafa Kemal geldi ve halkla beraber oldu. Kazım Karabekir ‘emrindeyim’ dedi ve askeri birlik sağlandı. Bunu sağlayan Kuvva-yı Milliye’dir. İstiklâl Savaşı bitinceye kadar din adamları hep hakim oldular.
Bugün ikinci Sevr dayatılmıştır. Bugün MÜSİAD Müslümanların Kuvva-yı Milliye’si midir? Hayır! Çünkü bunlar esnafın çıkarına oluşturulmuş birer kuruluştur. Bunların halkla bir ilişkisi yoktur, halktan kopuktur. Başka bir farkı da; bunlar kendilerini alim kabul ediyor, ilme ve ilim adamlarına ihtiyaçları yoktur! Beni üyeleriyle buluşturmayacak hallere düşüyorlar. İşte bu sebeple İstiklâl Savaşındaki Kuvva-yı Milliye oluşamıyor.
Benim İstanbul esnafına tavsiyelerim olacaktır.
a) Siz esnafsınız, kâr ve zararı düşünürsünüz. Parayı kazanırken hakkı düşünmezsiniz. Sizin yapacağınız iş, zekâtınızı ilim adamlarına veriniz. Tarikatlar kendi mezheplerini düşünüyorlar. Çözüm üretemezler. İlim adamları sizin ayağınıza gelmez. Onlar paramparçadır. Kendi iç dünyalarına kapanmıştırlar Siz birlik olacak ve Kuvva-yı Milliye cemiyetleri kuracaksınız, bir fon biriktireceksiniz. Taahhüt alacaksınız. Sonra ilim adamlarını siz araştırıp birleştireceksiniz. O zaman onlar sizlere ilmin doğru yolunu gösterirler.
b) Türkiye’deki ilim adamları da artık kendi kabuklarından çıksınlar. Bizi arasınlar demeyin. Siz de artık cemaatleşmeye başlayın. Birleşin, dernek kurun, kooperatif kurun. Halkın karşısına birlikte çıkın. İlim ihtilaf demektir. Değişik görüşlerin konuşulduğu ve tartışıldığı bir alandır demektir. Bu tartışmaya cesaret edemeyen Hayrettin Karaman veya Sebahattin Zaim’i birçok şey bilmeleri onları alim yapmaz. Alim odur ki, ilmini başkaları ile tartışabilir. Savunur. Hatasını görünce de teslim olur.
c) Halk verecekleri zekâtları dinî kuruluşlara vermektedir. Onlar dünyadan ilgilerini çekmiş, bilgisizlik ve çekingenlik içinde nereye harcayacaklarını bilmemektedir. Halk dindar ilim adamlarının yanında olmalıdır. Onlar desteklenirse o zaman Türkiye krizlerden çıkabilir. Halk din adamlarının tavsiyeleri ile oylarını kullanmamalıdır.
d) İlim adamları da inançlara dayanan siyasi partilerin değil, çözüm üreten parti ve belediye başkanlarının yanında yer almalıdırlar. Böylece siyasi partileri ilmin emrine almalıdırlar.
Sonuç olarak şunu söylemekteyiz. Esnaf ilim adamlarını desteklemelidir. Halk ilim adamlarını dinlemelidir. İlim adamları çözüm üreten ve ilme saygılı partilere halkı yöneltmelidir. Demokrasinin yaşayabilmesi için başka yol yoktur. MÜSİAD tevbe eder de bizi konuşturma tenezzülünde bulunurlarsa, onlara nasıl organize olacaklarını anlatabiliriz.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ - 329 ADİL DÜZEN DERSLERİ - 159 İstanbul, 04 Kasım 2005
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI (Selahattin Öztürk ve Reşat Nuri Erol Üsküdar’da değerlendirecektir.)
ZELZELE ve ilmen ölü olan ülkemiz, uykuda olan halkımız…
İzmir’de peş peşe bağımsız üç ve binden fazla artçı deprem oldu.
Kıtalar magma tabakası üzerinde yüzmektedir. Dünya döndüğü için kıtaların dönüş hızları farklıdır. Gerilmeler meydana gelmekte ve sonra kayarak zelzele oluşmaktadır.
Aslında böyle kısa devrelerde üç kadar bağımsız deprem olmaz, ancak Allah İzmirlilere rahmet etti. Sarsıntıyı üçe böldü ve yüksek şiddetli zelzeleyi önledi. İzmirliler şükretmelidirler.
Zelzele niçin olur?
İnsanların işledikleri suçlardan dolayı mı zelzele olur? Kâinatta abes olan hiçbir şey yoktur. Allah bir zerreyi bile gereksiz var etmemiştir. Zelzele Allah’ın acziyetinden değil, O’nun iradesi ile olmaktadır. Zelzelenin tabiî denge ve insan için işlevleri vardır. Boş ve abes bir şey yoktur.
a) Yeryüzünde bugün gördüğümüz dağlar ve çukurluklar hep zelzele sayesinde oluşmuştur. Yer kabuğunun hareketi olmasa yeryüzü bugünkü ideal şeklini almazdı. Aşınarak yıpranan dağlar ve dolan çukurluklar sebebiyle yeryüzü yaşanmaz hâle gelirdi.
b) Toprak altında su akıntıları vardır. Bu su kanalları yeryüzündeki canlılığı oluşturmaktadır. Pınarlar ve arınmış sular önce toprak altında depo edilmekte, sonra da dışarıya akıtılmaktadır. Zelzele bu kanalları açarak yeryüzüne bereket getirmektedir.
c) Zelzelenin insanlara da yararları vardır. İnsanlar hata yaptıklarında Allah onları zelzele ile uyarır ve hatalarını düzeltmelerini ister. İnsanlar hatalarını düşünür ve düzelterek daha büyük felaketlerden kurtulurlar.
d) Zelzelenin dördüncü yararı da, artık ıslah olmayan, fesadı ve zulmü ülkeyi veya dünyayı saran kimselerin şerrinden insanlığı kurtarmak için doğal âfetler olur. Zelzele de bu âfetlerden sadece biridir. Kalanlar ders alırlar.
Buradaki önemli bir husus, bir zelzelede ölenlerin suçlu oldukları iddia edilemez. Allah zalim değildir, kimseye zulmetmez. Zelzelede ölenler suçlu değilseler âhirette mükâfatlarını göreceklerdir. Erken ölenler ömrü boyunca işledikleri sevapları işleyecekleri kabul edilerek mükafatlandırılacaklardır. Kötülük ise ölümle biter. Demek ki erken ölme Allah’ın bir rahmetidir.
Zelzele ibret içindir ama ölenlere değil, yaşayanlara ibrettir.
İzmir’de zararsız zelzele oldu. Bu zelzele İzmirlileri ve bütün Türkiye’yi uyardı. Zelzele olmuş gibi halk sokaklara döküldü. Telefonlarla yalancı zelzele saatleri verildi.
Bu gibi durumlarda ne yapmalıyız? Yarın savaşta bundan çok daha kötü durumlara düşeceğiz. O halde sorunları çözmeyi öğrenmeliyiz.
a) Vali ve belediye başkanları sorunları kendileri çözmez. Kendilerinin buna gücü yetmez, kimseye yetmez. Bunlar halka sorunları çözdürmelidirler. Öyle bir mekanizmayı geliştirmelidirler ki, tüm İzmirliler veya İstanbullular zelzele sorununu çözsün.
b) Halk askerlikte olduğu gibi onbaşı, yüzbaşı, binbaşı, alay, tümen ve kolordu gibi örgütlenmelidir. Ayrıca dayanışma ortaklıkları oluşturulmalıdır. Yönetim halka elçiler aracılığıyla ulaşmalıdır. Halk da kendi isteklerini istediği kanalla merkeze ulaştırmalıdır. Böylece halk ile sürekli olarak istişare edilmelidir. Onların istekleri ve görüşleri alınmalıdır.
c) Böylece yerel yönetimin aldığı istişarî sonuçları ve dilekleri ilim adaları değerlendirmelidir. Üniversitelerde herkes faal hâle getirilmelidir. Rektör ve dekanlara merkezî yönetimler değil, valilik ve belediye başkanları tahsisat ayırıp doğrudan ilim adamlarına ve kendi istekleri ile oluşmuş ilmî ekiplere vermelidir. Onlara veriler verilerek değerlendirme yapmaları gerekir. Böylece proje üretirler.
d) Nihayet üretilmiş ilmî planlar yine istişare örgütü aracılığıyla uygulama şekli tesbit edilecek ve alınan sonuçlar değerlendirilecektir.
İşte bu zelzele böyle bir faaliyete girmemizi hatırlatmaktadır.
Bizim üniversitelerimiz sadece 50 sene önce Batı’da okunanları aktarmaktadır. İki profesör bir araya gelerek konuyu konuşmaz, tartışmaz. Bizim ilahiyat fakülteleri de 1000 sene önceki içtihatlarla gün geçirmektedirler. Onlar da oturup bir konuyu tartışmaz. Televizyon tartıştırmaz, basın tartıştırmaz.
İlmen ölü olan ülkemizi ve uykuda olan halkımızı zelzeleler uyarmakta ve uyandırmaktadır.
İnşaallah uyanırlar...
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92