ADİL DÜZEN 330
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 11 - 14 Kasım 2005 Fiyatı: Seminere katılmak veya (akevleronline) www.akevler.org
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 330. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
ÜSKÜDAR Adresi: Selami Ali Efendi Cd. No: 31 ÜSKÜDAR/İSTANBUL (Ana Çocuk Sağlığı yanı – Anadolu Gençlik bitişiği) Tel: (0532) 246 68 92
*TEFSİR SEMİNERİ [Cuma Üsküdar (19.00-21.00); Cumartesi Yenibosna (17.00-21.00); Pazartesi Ümraniye (19.00)]
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
(Hasan Özket, Yasin Kılar, Hasan Çetinkaya, Lütfi Hocaoğlu, Reşat Nuri Erol ve …………… dersi okumuş olarak geleceklerdir.)
Üsküdar ve Ümraniye’de Reşat Nuri Erol tarafından; diğer yerlerde ilgili ve sorumlular tarafından anlatılacaktır...
Hedefimiz; bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul’da 200, Türkiye’de 1000 yerde okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, RNE
NİSÂ SÛRESİ TEFSİRİ – 55
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
فَبِمَا نَقْضِهِمْ مِيثَاقَهُمْ وَكُفْرِهِمْ بِآيَاتِ اللَّهِ وَقَتْلِهِمْ الْأَنْبِيَاءَ بِغَيْرِ حَقٍّ وَقَوْلِهِمْ قُلُوبُنَا غُلْفٌ
بَلْ طَبَعَ اللَّهُ عَلَيْهَا بِكُفْرِهِمْ فَلَا يُؤْمِنُونَ إِلَّا قَلِيلًا(155)
وَبِكُفْرِهِمْ وَقَوْلِهِمْ عَلَى مَرْيَمَ بُهْتَانًا عَظِيمًا(156)
وَقَوْلِهِمْ إِنَّا قَتَلْنَا الْمَسِيحَ عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ رَسُولَ اللَّهِ وَمَا قَتَلُوهُ وَمَا صَلَبُوهُ وَلَكِنْ شُبِّهَ لَهُمْ
وَإِنَّ الَّذِينَ اخْتَلَفُوا فِيهِ لَفِي شَكٍّ مِنْهُ مَا لَهُمْ بِهِ مِنْ عِلْمٍ إِلَّا اتِّبَاعَ الظَّنِّ وَمَا قَتَلُوهُ يَقِينًا(157)
بَلْ رَفَعَهُ اللَّهُ إِلَيْهِ وَكَانَ اللَّهُ عَزِيزًا حَكِيمًا(158)
فَ (Fa)
“Fa” harfi atıf harfidir. Tertip ve takip için gelir. Bunun dışında şart cümlelerinin cevabında bazen vücuben bazen cevazen gelir. Şartın tekerrürü hâlinde hükmün de tekerrür edeceğini ifade eder. “İzâ kumtum ile’s-salâti feğtesilu”daki her “kıyam” ettiğinizde gasledin olur. Bunun dışında fa-i tafsiliye vardır. Bu da önce belirtilen cümleyi açıklar. Şart ve ceza cümlesi değildir. Tafsil eden cümledir. Değişik hükümleri içerir.
“Câe Ahmedu Huve Kaimun FiNâ” dediğinizde, Ahmet gelmiş bizde ikamet etmektedir cümlesi, gelmenin bir açıklamasından başka bir şey değildir. Buraya ikamet etmek amacıyla gelmiştir. Bunun yerine “Va Hüve” diyebilirdik. O zaman sadece bizim aramızda ikamet etmek için gelmemiştir; varolan başka işlerinin yanında ayrıca bizde ikamet etmektedir. Birincisinde gelenin başka yerde ikamet etmesi sözkonusu değildir. “Ve Huve Kaimun FiNâ”da, bizde ikamet ettiği gibi başka yerlerde de ikamet etmektedir.
“Fa Huve Kaimun FiNâ”nın ise iki manâsı vardır. Buraya geldi. Nerede ikamet edeceği belli değildir. Ama onun şimdilik nerede ikamet ettiği bildirilmektedir. Değişebilir. Fa-i tammiyede ise hep bizde kalacak, başka yere gitmeyecek demektir.
Buradaki “Fa” Fa-i tammiyedir. Yani, bütün cezalar sadece bu sebeplerden dolayı olmaktadır.
نَقْضِهِمْ بِمَا (Bi MAv NaKJıHıM) “Nakzetmelerinden dolayı iman etmezler.”
İnanmamak, bilmemekten veya aksini bilmekten doğan olay değildir. İnanmamak, işine gelmediği için inanmamaktır. Kişinin şeriatın kuralları içinde kanuna ve nizama uymayarak yaşama isteği onu küfre götürmemektedir. İnanmamak küfür değildir. İnsan inanmayabilir, kâfir de olmayabilir.
Nakzetmek; Gazli nakzetmek, ahdi nakzetmek, misakı nakzetmek, eymanı nakzetmek, zahrı nakzetmek olarak Kur’an’da geçmektedir. Bir bağ bağlarsınız, sonra onu çözersiniz. Akdi halletmektir. Aksine koparırsanız o da nakzdır. Parçalayıp işe yaramaz hâle getirmeye nakz denir.
İnsanlar sözleşme yaparlar ve usullerine göre sözleşmelerini sona erdirebilirler. Bu meşrudur. Ama sözleşme devam ederken usulüne göre feshetmeden aksine hareket etmek, bu nakzdır. Böylece nakz yapanlar iman etmezler.
مِيثَاقَهُمْ (MıYÇAQaHuM)
“Misaklarını nakzetmeleri nedeniyle iman etmezler.”
Akd var, ahd var, eyman var, misak var. Akd, iki kişi arasında yapılan sözleşmedir.
Akitler yani sözleşmeler her zaman sona erdirilebilir. Ancak sözleşmenin sona erdirilmesinin karşı tarafa bildirilmiş olması ve ona ulaşması lazımdır. Ulaştıktan sonra sözleşme sona erer. Sözleşme sona erdikten sonra mükellefiyet kalkar, ondan önce yapılanlar o sözleşmeye göre hüküm giyerler.
Ahd ise tek taraflı ve karşılık beklemeden yapılan vaattir. Kişi ahd ettikten sonra ahde uymak zorundadır. Ahdi yerine getirmemesi hâlinde verdiği zararı tazmin eder. Ancak burada ahdi yerine getirmekte sıkıntı içinde olursa mazurdur, o zaman sorumlu olmaz. Ahdin özelliği, imkan varsa, kolaylık varsa, onu yerine getirmesi gerekir. Mesela, kişiye borç vermeyi vadeden bir kimse imkan sahibiyse vadini yerine getirmekle mükelleftir. Verme imkanını kaybetmişse, başkasından borç alarak borç vermek zorunda değildir.
Eyman ise teminatlı vaattir. Yani, sıkıntıda olsa dahi onu yerine getirmekle yükümlüdür. Yemnli borç taahhüdünde, borç verme imkanı olmasa da borçlanarak borç verilmelidir.
Misak ise eyman gibidir. Ancak misakta devamlılık vardır. Misakı sona erdirmek yoktur.
Allah yeryüzünde İsrail oğullarından misak almıştır. Onlar İslâmiyet’i uygulayacaklar ve insanlara örnek olacaklardı. Allah ile bu hususta anlaşma yaptılar. Artık bundan vazgeçmeleri meşru değildir. Savaşın kuralı budur. Savaşa katılanlar artık savaşmaktan vazgeçemezler, ya öldürürler ya da ölürler. Savaş alanını terk edeni üstleri öldürür. Allah İsrail oğullarından işte böyle misak almıştır.
İkinci misakı da mü’minlerden almıştır. Bir kimse iman edip Allah’ın askeri olduktan sonra artık ondan vazgeçemez. Baştan asker olmak yerine cizye yani bedel verebilir. Asker olduktan sonra artık geri çekilmek yoktur. İrtidat budur, mürtedin katli budur. Bir kimse askerlik hizmetini yapmak istemezse beklenir, kaçarsa peşi takip edilmez. Ama ülkeyi terk etmezse öldürülür.
Misak demek, bir daha bozmamak üzere yapılan akittir. Bu akit yalnız Allah’la yapılmaktadır. O da söylendiği gibi iman aktidir, askerlik aktidir.
وَكُفْرِهِمْ بِآيَاتِ اللَّهِ (Va KuFRiHiM Bi EaYAvTı elLAHi)
“Allah’ın âyetleri ile küfrediyorlar.”
“Ve” harfiyle bir atıf yapıldı mı ikisinin birden yapılması gerekir. Bana üç elmayı beş kuruşa ve altı yumurtayı on kuruşa sat dese, karşı taraf ikisini birden satmak veya ikisini birden reddetmek hakkına sahiptir. Aksini yapmak yani birini satıp diğerini reddetmek hakkına sahip değildir. Burada sayılanlar da birlikte işler.
Veya anlamında “Ev” getirilmemiş, “Ve” ile ifade edilmiştir. Yani, bir taraftan misakı bozarlar, sonra da Allah’ın âyetleri gelip onlara misaklarını hatırlatınca bu sefer küfrederler, Allah’ın âyetlerini tekzib ederler.
Sonuç; küfür ile misakı nakz bir arada olmaktadır.
Bugünkü mü’minlerin durumu da İsrail oğullarının durumu gibidir. Kitabın anlamını değiştirip Allah’ın düzenini, Adil Düzeni koruyamayınca bugünkü perişan hâle düştüler. Adil Düzen Çalışanlarının bunlara durumlarını hatırlatıp ‘gelin hiç olmazsa beş senede bir karanlık odada mührü Adil Düzene basın ve bu zilletten kurtulun’ demiş olmasına rağmen, bunu kabul etmemişler ve tekzib etmişlerdir.
Misaklarını nakzedip Allah’ın âyetlerini tekzib etmek budur. Faizli işlemlere devam etmeyin, yerine karz-ı haseni koyalım dediğimizde; ‘Bizim programımızda faizsiz bir ekonomi taahhüdümüz yoktur!’ diyerek faizli düzenin arkasından koşmaktadırlar!.. ABD ile, AB ile ortaklıklar kurmaktadırlar!.. Faizli ve zinalı düzenlerin onları kurtaracağını iddia ediyorlar!..
Allah faizi haram etmedi mi?.. Allah zinayı haram etmedi mi?.. Şimdi siz bunları inkâr etmiyorsunuz. Kabul etmiyoruz diyemiyorsunuz. Ondan sonra da bizim sözlerimiz sizi üzüyor?!.
وَقَتْلِهِمْ الْأَنْبِيَاءَ (Va QaTLiHiMu eLEaNBiYAvEa)
“Ve nebileri katletmeleri”
Nebiler kimlerdir?
Nebiler Kur’an’ın hükümlerini insanlara anlatan alimlerdir.
XX. yüzyıl, insanlığın alimleri katletme dönemidir. Ellerinde hiçbir silah olmadığı, sadece yazı ile veya sözle gerçekleri anlatan alimler kurşuna dizilmiştir. Atıf Hoca ve benzeri bu tür katledilmeler Türkiye’de olmuş. Seyyid Kutub’u idam eden de bu zulüm zihniyetidir. XX. yüzyılın sonlarına doğru artık katlin yerini zindanlar almıştır. Türkiye’de hâlâ fikir suçluları hapistedir.
Ancak bugünkü AK Parti iktidarı bu zulmü yapmıyor. Nebileri katletmiyor, hattâ hapse de atmıyor. Bu bakımdan bu âyetteki iman etmeyecekler sözü onlar için geçerli değildir. Bu sebepledir ki biz AK Parti’den iman edip faiz ve zinadan kurtulma yollarını aramaya başlayacaklarını ümit etmekteyiz.
Biz fazla bir şey istemiyoruz. Sadece onlarında inandığı Allah’ın âyetlerine uymalarını istiyoruz. Müsbet ilmin onayladığı, dolayısıyla insanlık için âyet olan zina ve faizden kurtulmanın yollarını aramalarını istiyoruz. Karz-ı hasen müessesesi ve çok evlilik müessesesi gelmezse, faiz de gitmez, zina da bitmez.
بِغَيْرِ حَقٍّ (Bi ĞaYRi XaqQın) “Haksız yere.”
Evet, bir ilim adamı ülkeyi ihtilale ve isyana teşvik edebilir. O zaman elbette iktidarda olanların onları bertaraf etme hakları vardır.
Alim değildir ama Usame bin Ladin’i alim kabul edip nebilerin halefleri arasına koyalım. Kuleleri o yıkmamıştır ama farz edelim ki o yıkmıştır. O zaman elbette ABD’nin onu katletmek hakkıdır. Ama dikkat edin; onu katletmiyor, dönüyor, saklıyor, onu koruyor!.. Sonra Afganistanlıların alimlerine bombaları yağdırıyor!..
Usame’yi kendisi yetiştirdi, şimdi de koruyor!.. Sonra haksız yere Bağdat ve Kabil’deki alimleri bombalarla katlediyor!.. AK Parti de ‘stratejik ortağıyım’ diyerek onunla aynı borazanı öttürüyor!.. Zalimi destekleyen mazlum değil, o da onun gibi zalim olur.
وَقَوْلِهِمْ قُلُوبُنَا غُلْفٌ (Va QaVLiHiM QuLUvBuNAv ĞuLFun)
“Ve kalplerimiz ğulftur demeleridir.”
“Ğulf” kılıf demektir. Bir şeyin üzerine giydirilmiş elbisedir. Kalaylamak da kılıflamak şeklinde yorumlanır. Kılıf aracı ve eşyayı korur.
İsrail oğulları ve mü’minler zamanla katılaşır, canlılık ve hayatiyetlerini kaybederler. Kaybetmişlerdir. Artık değişmeleri ve gelişmeleri mümkün olmaz.
Bizim beynimiz kılıflanmış, yani kötülüklerden korunmuştur. Biz başka şeyleri duymayız. Ne biliyorsak onu yapmak zorundayız. Evet, belki beyinleri kılıflanmıştır. Dış etkilerle bozulmamaktadır. Ama içte bozulmalar meydana gelmiş ve çürümeler olmuştur. Hayır, biz tedavi kabul etmeyiz, çürük de olsa, kırık da olsa, kendimizden memnunuz der ve küfürlerinde ısrar ederler. Bugünkü mü’minler halleri şöyle kılıflanmıştır.
a) Mü’min ve müslimi birbirinden ayırmamaktadırlar. Müslimlerden mü’minlerin görevlerini yapmalarını istemekte, mü’minlerin de müslimlere verilen ruhsatları kullanmalarını istemektedirler. Müslimler mü’minlerin görevlerini haklı olarak yapamadıklarından müslimlik görevlerinden de vazgeçiyorlar. Mü’minler de ruhsatlardan yararlanarak mü’minlikten çıkıyorlar. Bu büyük hata Ebu Hanife’den beri devam etmektedir. Mü’minler bu hatayı düzeltmek zorundadırlar.
b) Allah inanarak ameli salihi emretmiştir. İman ameli salih içindir. İnsanlar imanları ile değil, salih amelleri ile cennete gideceklerdir. İnsanlar küfürleri ile değil, zulümleri sebebiyle cehenneme gideceklerdir. İman ve küfür şartlardır. Bilerek zulmetmek insanı cehenneme götürecek, inanarak salih amel etmek insanı cennete götürecektir. Sadece iman eden cennete gider, küfreden cehenneme gider anlayışı hatalıdır. Bu hatayı da Maturidi yapmıştır.
c) İbadetler bir taraftan sosyal hayatı düzenleyen, diğer taraftan insanları bedenen ve zihnen eğiten birer müessese oldukları halde, ibadetleri kuru hareketler olarak anlamışlar ve sadece insan duygularını iyileştirme çabası şeklinde göstermişlerdir. İnsanlardan istenen ameli salihtir. Kalbi selim ise kendi iradesi içinde değildir. Ameli salihin meyvesidir. Bir meyve ağıcına hizmet ettiğinizde o size meyve verir. Meyveyi siz üretmezsiniz, ağacın kendisi verir. Ama ağacı siz yetiştirirsiniz. İnsanlar namaz, oruç, zekât ve hac benzeri ibadetler yapar. Bu ibadetler döner ve kişinin beynini selim hâle getirir. Doğrudan kalbi selimi aramak, ağaç dikmeden ve sulamadan meyve üretmeye çalışmaktır.
d) Bugün mü’minlerin terk ettiği bir husus da, hedefe şeriatın gösterdiği usulle değil de, şeytanın usulünde kendilerine göre hayır işlemeleridir. Mesela, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı diyanet teşkilatı şeklinde anlayıp onun şeriata aykırı emirlerine itaat etmektedirler. Diyanet işleri; mabetleri yapmak, onların bakımını üstlenmek, cemaatin serbestçe girip çıkmalarını sağlamaktır. Yoksa oradaki ibadetlere karışma yetkisi yoktur. Şimdi tersi yapılıyor. Mabetler halk tarafından yapılıyor, din işlerini halk yapıyor. Dini din işleri düzenliyor. Bu durum hayatın her türlü cephesinde kendisini göstermektedir. Mesela, gelir vergisi İslâmî değildir. Sermaye vergisi vardır. Cebri icra yoktur, borcunu ödemeyen borçlanma ehliyetini kaybeder. Sandalyelere oturup okumak yoktur. Diz çökeceksiniz, bağdaş kuracaksınız. Bunları söylediğiniz zaman biz korunmuşuz derler ve size karşı çıkarlar.
بَلْ طَبَعَ اللَّهُ عَلَيْهَا (BaL OaBaGa elAHu GaLaYHAv) “Allah kalblerin üzerini tab etmiştir.”
“Tab etmek” damgalamak demektir. Bir malı imal edip tarttıktan sonra üzerini mühürlerler. Artık onu kimse açmaz ve kullanmaz. İnsan beyni bilgisayar olarak çalışmaktadır. İstediğiniz dosyaları kompakt yaparsınız, yani kilitlersiniz, artık o dosyalar üzerinde başkaları işlem yapamaz.
Onların beyinleri kılıflanmış yani korunmuş değildir. Korunma ne demektir? Bilgisayarlarda virüs vardır. Virüslerden koruyan programlar konur.
Onlar beyinlerinin virüslerden korunmuş bulunduğunu söylüyorlar. Oysa Allah onların beyinlerini kilitlemiştir. Evet, virüslerden korumaktadır, ama artık kendileri de bir işe yaramamaktadır.
بِكُفْرِهِمْ (Bi KuFRiHiM) “Küfürleri sebebiyle”
Küfürleri sebebiyle beyinleri kilitlenmektedir, söylenenleri anlamaz ve duymazlar.
İşte, küfür imana karşı beyni kilitleyen bir bâbdır. İman etmek için önce beyni küfürden kurtarmak gerekir. Kâfirler mü’min olmaz demek değildir. Kâfirler küfrü bırakmadıkça mü’min olmaz demektir. Ama önce küfrü bırakırlar, sonra da mü’min olabilirler.
Bakara’daki küfreden kimseleri uyarsan da uyarmasan da onlar kâfir kaldıkça iman etmezler demektir. Çünkü inanmaya karşı beyinlerini kilitleyen küfürdür. Onların kılıf dediği şey Allah’ın mührüdür, küfür mührüdür.
فَلَا يُؤْمِنُونَ (Fa Lav YuEMıNUvNa) “İman etmezler, iman etmeyeceklerdir.”
Onlar misaklarını nakzettiler. Allah’ın âyetlerini tekfir ettiler, nebileri katlettiler ve kalbimiz kılıflı dediler. Oysa onların kalpleri küfürlerinden dolayı kilitlenmiştir. İman etmezler. İman etmeyeceklerdir. Dayanışma ortaklıklarına girmeyeceklerdir.
Burada anlatılan, misakı olan yani ben cizye vermeyeceğim, ben askerlik yapacağım diyenlere ait hitaptır. Bunlar ise sadece askerlikten kaçmazlar, artık Allah’ın âyetlerine küfrederler, nebileri katlederler ve kalplerimiz kılıflıdır derler. İman ameli salihi çeker, küfür de zulmü ve küfrü kendisine çeker. Kâfirler kâfir kaldıkça iyi işler yapamaz, mü’minler de mü’min kaldıkça kötü insan olamazlar. Bazen hata yapsalar da pişman olur ve en kısa zamanda tevbe ederler.
إِلَّا قَلِيلًا(155) (EilLAv QaLIyLan) “Ancak az kimse”
İsrail oğullarından çoğu iman etmeyecektir. Kur’an’ın Allah’ın kitabı olduğunu kabul etmeyecektir. Çünkü onlar misaklarını nakzetmişlerdir. Âyetlerini göre göre inkâr etmiş ve biz hakkı bulduk, başka şeylere ihtiyacımız yoktur diyenler iman edemezler, ancak onlardan az kimse inanırlar.
Bugünkü Hanefi uleması da böyle diyor. İçtihat kapısı kapanmıştır. Biz doğruları bulmuşuz, dışarıdan virüse gerek yoktur diyorlar. Bu kemikleşmiş anlayışı kırmak onun için kolay değildir. Buradan şunu öğreneceğiz ki; bugünkü Müslümanlardan “Adil Düzen”e gelecek çok az insan vardır. Bizim düzenimizi benimseyen daha çok solcular ve ateistler olacaktır. Çünkü onlar beyinlere karşı kilitlenmiştir.
*
وَبِكُفْرِهِمْ (Va Bi KuFRiHiM) “Yine küfürlerinden dolayı iman etmeyeceklerdir.”
Arapçada mübteda haberden sonra da gelebilir. “Ahmet çalışkandır, Mehmet de” denebilir. Burada Mehmet de çalışkandır manâsındadır. Yani, küfürleri nedeniyle iman etmezler.
Yukarıda Allah’ın âyetlerinin küfrü vardı. Burada mutlak olarak söylendiğine göre başka bir şeyin küfrü demektir. Gerçekler ortaya çıktıktan sonra gerçekleri inkârdır. Neden gerçek?
İsrail oğulları için bu gerçek Hıristiyanlıktır. Hazreti İsa gelmiş ve birtakım mucizeler göstermiş ama o gün âyetlere inanmamışlar. Ancak bugün 2005 yıldır üçte bir Müslümanları da kattığınız zaman insanlığın üçte ikisi onun peygamberliğine inanmaktadırlar. İnsanlığın büyük ekseriyetinin 2000 yıl dalâlet içinde kaldığını iddia etmek Allah’a iftira etmek değil midir? Şimdi İsrail oğullarının bu gerçeği görüp Hazreti İsa’ya iman etmeleri gerekir. Bu demek değildir ki onlar Tevrat’ı bırakacak ve İncil’e göre amel edecek. Çünkü İsa aleyhisselâm İsrail oğullarına gelmiş bir peygamber değildir. O Musa aleyhisselâmın kavminin şeriatını beşeri şeriata tebdil etmekle görevlidir. Yahudilikle hiçbir çatışması yoktur.
Biz Doğu halklarının üç-dört bin yıl dalâlet içinde bırakılmasını da Allah için düşünemiyoruz. Brahmanizm ve Budizm’in ilâhi din olduğunu bu sebeple söylüyoruz. Bunu aklımızla söylüyoruz. Kur’an’da da bunlara delil buluyoruz. Daha evvel Tevrat ve İncil’den ayrı olarak Furkan’ı da inzâl ettik diyor. Furkan Budistlerin kitabıdır. Doğu yazıtlarında bu aynen geçmektedir. Brahman da İbrahim’in değişik ifadesidir. Abram Hazreti İbrahim’in önceki adıdır. Hazreti İshak ve Hazreti İsmail’in babası olduktan sonra adı İbrahim olmuştur. Doğuya giden Hazreti İbrahim aleyhisselâmın Katura isimli eşinden doğan çocukları Brahman olarak bu kelimeyi kullanmışlardır. Abram, önemli demektir. İbrahim ise burhandan gelen bir kelimedir. Artık Hıristiyanlar ve Yahudiler büyük dinlerin hak din olduğunu kabul etmek durumundadır.
Eğer biz Allah’a inanıyorsak, adil Allah varsa, Budizm de Hinduizm de Müslümanlık gibi hak dindir. Bu Allah’ın adaletinin bir gereğidir. İki milyar Hıristiyanın varlığı Hazreti İsa aleyhisselâmın peygamberliğine delâlet eder. Yoksa Allah küfrü dünyaya hakim kılmış olur.
Yahut küfürleri nedeniyle Allah kalplerini mühürlemiştir.
Bu küfür, âyetleri küfür değil de, hakikatin küfrüdür.
وَقَوْلِهِمْ عَلَى مَرْيَمَ (Va QaVLiHiM GaLAy MaRYaMa) “Meryem üzerine söylemleridir.”
Hazreti Meryem Zekeriya Peygamberin yanına verilmiş ve orada yetişmiştir. Hazreti Meryem’in annesi onu manastıra vermiş, orada örnek bir anne olarak yetişmiştir. Evlenecek yaşa gelince Yusuf’la nişanlandı. Nişanlı iken, daha düğünleri yapılmamışken Hazreti Meryem hamile kaldı. Nişanlısı ile birlikte doğuya gittiler. Daha sonra çocuk doğdu. Yahudilerde nişanlılarda doğan çocuk meşru sayılmaz. İlle düğün yapıp evlenmeleri gerekirdi. Kavmi Hazreti İsa aleyhisselâmı ayıpladı. Ama Hazreti İsa daha beşikte iken akıllı bir insan gibi konuşmaya başladı. Hazreti İsa peygamber olduğunu çocukken bildirdi.
Hazreti Meryem Hazreti İsa’dan sonra evlenmiş ve Hazreti İsa’nın kardeşleri olmuştur.
O kadar büyük mucizeleri göstermiş olmalıdır ki, ona inananlar canlarını verdiler ama Hıristiyanlıktan vazgeçmediler. 300 yıldan fazla Roma zulmünde inletildiler ama Hazreti İsa’nın gösterdiği mucizeye sabrettiler. Bugün iki milyar insan hâlâ o zamanki mucize ile inanmaktadır.
Kur’an gelmiş ve Hazreti Meryem ile Hazreti İsa’yı tasdik etmiştir. Bugün insanlığın üçte ikisi Hazreti Meryem’in iffetine inanmaktadır. Eğer Allah varsa, insanlığı böyle bir yalanla iki bin yıl kandırmış olamaz.
Kur’an’ın Allah’ın sözleri olduğu ilmen sabittir.
a) Kur’an’ın matematiği Kâinat’ın matematiğine uymaktadır. DNA testi sayesinde nasıl insanın cüzünü hattâ çocuğunu tesbit edebiliyorsak, Kur’an’ın DNA’ları ile Kâinat’ın DNA’ları da aynıdır. O halde her ikisi de aynı ustanın eseridir.
b) Kur’an geçmişi doğru anlatmakta, gelecekten de doğru haber vermektedir. Mevcut olan tabiî ve soysal ilmin verilerini tasdik etmektedir. Tamamen uymaktadır. Böyle bir kitabın Allah’tan başkasına ait olduğunu iddia etmek mümkün değildir.
c) Kur’an insanlığın sorunlarını her asırda o asrın imkanları ile çözmektedir. Kur’an 1400 yıl önceki imkanları ile değil, günümüzün imkanları ile günümüzün sorunlarını çözmektedir. Sorunları onun seviyesinde çözen başka bir düzen bulunmamaktadır.
d) Kur’an’ın başka bir kesin mucizesi de, 1400 seneden beri lafzıyla ve manâsıyla aslını korumuş olması, tek mushaf olması ve bunu daha önce bildirmiş olmasıdır. Fıkıh ilmi onun bir mucizesidir.
İşte Allah’ın bu Kitabı Hazreti Meryem’in iffetli muhterem bir anne olduğunu söylemektedir.
Hazreti İsa aleyhisselâm neden böyle babasız meydana gelmiştir? Bugünkü biyoloji ilmi bize çok az muhtemel de olsa kadının erkeksiz hamile kalabileceğini tesbit etmektedir. Hazreti İsa’nın doğumu tarihin başlangıç yılı yapılmıştır. Tüm insanlık tarihlerini onun doğumu ile anacaklar. Allah Kur’an’da buna işaret etmektedir. Hazreti İsa aleyhisselâmın doğumu sadece bir tarih değildir.
Uygarlıkların biner yıllık ömürleri vardır, bu bin yılların başlangıç tarihleri Hazreti İsa’nın doğduğu tarihte başlamaktadır. Bundan sonra da böyle olacaktır. Uygarlık tarihlerini yazarken hep biner yıl olarak ele alacaklar ve hep Hazreti İsa aleyhisselâmın doğumuna kotlayacaklardır.
بُهْتَانًا عَظِيمًا(156) (BuHTAvNan GaJIyMan) “Azim bir iftira idi.”
Çünkü Hazreti Meryem’i nişanlısı Yusuf’tan başka kimse ile yani hiçbir erkekle görmemişlerdi. O zaman nişanlılarda görüşme olmadığından kimse bu çocuğun nişanlısından olduğunu söylemiyordu. Yusuf sonra ona sahip çıkmıştır. Kimsenin görmediği konuda çocuk da beşikte konuşarak annesini ibra ettiği halde, onlar inatlarına devam etmiştir.
İnsanda kromozomlar eşlidir. Eşsiz kromozomlarda da canlı oluşabilmektedir. Erkek arılar eşsiz kromozomlara sahiptir.Çocuğun erken konuşabilmesi belki de bu sayede mümkün olmuştur. İslâm fıkhına göre nişanlı bir çocuk doğurursa o çocuk nişanlısına aittir. Nikah görüşmeyi helal kılar. Halvet düğün yerine geçer. Hazreti Meryem nişanlı olduğuna göre ona zina isnat edilemez. Dört şahit görmedikçe zina sabit olmaz. Nişanlı onu ancak yemin ederek cezadan kurtulup boşayabilir ve çocuğu def edebilir.
Hazreti İsa aleyhisselâm hükmen Yusuf’un oğludur. Babasız olsa da hükmen onun oğludur. Nitekim İncil’de Hazreti İsa’nın soyunu sayarken Hazreti Meryem’in değil, Hazreti Meryem’in nişanlısı Yusuf’un soyuna bağlanmaktadır. Hâsılı, Hazreti İsa’nın babası olsa bile bu baba Hazreti Meryem’in nişanlısı Yusuf’tur ve asla bundan dolayı zina isnat edilemez. Zina, bir kadın rahmi ibra etmeden başka kadınla birleşirse veya gizli ilişki kurarsa oluşur. Oysa Hazreti Meryem nişanlısı Yusuf’tan başka kimseyle görüşmemiştir, böyle bir dedikodu da yoktur. O halde Hazreti Meryem’e isnat edilen bühtanı azimdir. Bunların iftira cezasıyla tecziyesi gerekir. Bu Yahudilerin şeriatında da böyledir. Nişanlıların birleşmeleri zina sayılmaz. Aksine duhul olur. Onlara zina cezası verilmez. Onları zani kabul eden suçlu olur.
*
وَقَوْلِهِمْ (Va QaVLiHJiM) “Ve kavilleri nedeniyle.”
Küfretmeleri ve kavletmeleri nedeniyle Hazreti İsa hakkında söylenenler vardır.
Hıristiyanlar da Yahudiler de Hazreti İsa’nın öldürüldüğü görüşündedirler. Bir defa yanlış bir şeyi ileri sürünce, halk ona inanınca, artık halkı ondan vazgeçirmek çok zordur. Hazreti İsa’nın tekrar geleceği hakkındaki inanç Müslümanlar tarafından da benimsenmiştir. Oysa Kur’an bunu açıkça reddetmektedir. İranlıların Mehdi bekleyişi de böyle hiçbir delile dayanmayan ama aksini Humeyni’nin bile telaffuz edemediği bir inanıştır.
İsrail oğulları, böyle asılsız bir iddiada bulunmuşlar, sonra da terk edememişlerdir.
إِنَّا قَتَلْنَا الْمَسِيحَ (EinNAv QaTaLNa ELMaSIyXa) “Mesih’i biz katlettik.”
Hazreti İsa’nın bir adı da Mesih’tir. Mesih, İsa gibi onun özel adı olabilir. Yahut çok seyahat ettiği için ona bu ad verilmiştir. Mesh etmek, sıvazlamak demektir. Hazreti İsa vaftiz edilmiştir. Onun için bu adı almıştır. Diğer peygamberler vaftiz edilmemiştir. Hazreti İsa’nın peygamberliği kendisi doğduğu zaman Hazreti Zekeriya ve Hazreti Yahya peygamberler tarafından bildirilmiştir.
İsrail oğullarına nâzil olan kitaplar ikiye ayrılır. Birinci kitap İsrail oğullarına hitap eder. Son peygamberleri Hazreti Zekeriya’nın oğlu Melahya’dır (Yahya’dır). Onun son cümlesi şudur. Böylece Ahdi Atik sona erer. Allah İsrail oğullarına hitap ederek şöyle diyor: “İşte ben Rabbin, azim ve heybetli gün gelmeden evvel size İlya (İsa) peygamberi irsal edeceğim. O dahi pederin kalbini oğullara ve oğulların kalbini pederlere döndürecektir. Olmaya ki ben gelip zemini lânetle vurayım.”
Buradaki azim ve heybetli gün Kur’an’ın geldiği gündür. Onu önce Hazreti İsa müjdelemiştir. Bu sebeple Hazreti İsa’ya Mesih denmektedir. Bir peygamber öbür peygamberi vaftiz etmiştir görüşündeyim.
عِيسَى (IySA) “İsa”
Musa ve İsa, son iki harfi aynı. Ondan önceki harflerin biri “Vav” biri de “Ya”. Acaba anlamları nedir?
Musa, berber ve sanatkar demektir. İsa, asa kelimesi ile akraba olup ümit demektir.
Hazreti Musa, sosyal örgüt kurmuş ve şeriata göre insanları örgütlemiştir. Yahudiler ve Hıristiyanlar bu örgütlenme sisteminden yararlanmışlardır. Kur’an’ın yorumunda da bundan yararlanılmıştır.
Hazreti İsa ise insanlığa ümit dağıtmıştır. Cennetten bahsetmiş, cehennemden kurtuluş yollarını göstermiştir. Musa, insanların dünyasını mamur etmiş, İsa ise insanlara âhireti öğretmiştir.
ابْنَ مَرْيَمَ (IBNı MaRYaMa) “Meryem oğlu”
Hazreti İsa Hazreti Meryem’in oğludur. Hazreti Zekeriya’nın eğittiği Hazreti Meryem’in eğitiminde yetişmiştir. Onun eğitiminde bir erkeğin rolü yoktur. Bu sebeple Kur’an’da “Meryem oğlu” olarak anılmaktadır. Böylece Hazreti Meryem de taziz edilmektedir.
Allah Hazreti Musa’yı Firavun’un sarayına almış, orada eğittikten sonra onu Medyen’e kaçmak zorunda bırakmış ve orada da şeriatı tedris etmiştir. Çocukluktan itibaren özel eğitim içinde yetiştirilmiştir.
Hazreti İsa için de önce Hazreti Meryem manastırda yetiştirilmiş, sonra Hazreti Meryem onu özel olarak büyütmüştür.
Hazreti Muhammed ise özel eğitime tâbi tutulmamıştır. Çünkü son din peygamber dini değil, kitap dinidir. Kur’an bir taraftan peygamberi eğitip yetiştirmiş, diğer taraftan Arap topluluğunu eğitip yetiştiriyordu. Kur’an Allah tarafından gönderilmiştir. Ancak uygulanması başka olmuş, Mekke ve Medinelilerin istişarî yorumlarıyla uygulanmıştır. Böylece kendilerinden sonraki haleflerine örnek olmuştur.
رَسُولَ اللَّهِ (RaSUvLa elLAHı) “Allah resulü”
“Allah’ın resulünü biz öldürdük” diyorlar. İsrail oğulları saygısız bir topluluktur. “Biz gidip savaşamayız, git sen ve Rabb’in savaşın” diyenler; burada da Hazreti İsa’nın peygamber olduğunu kabul etmekle beraber, kendileri Allah’ın resulünü öldürürken Allah’a galip geldiklerini iddia edecek kadar şirk içindedirler.
Yahut, Hazreti İsa’nın resullüğü ile alay etmektedirler. Peygambermiş ha! Bak biz onu nasıl öldürdük!
İsrail oğulları benzer kararı 1897’de Basel’de aldılar. İslâmiyet hak bir dindi. Kendilerinden üstün bir dindi. İslâmiyet’i katledersek dünya bize kalır diye düşündüler. O halde önce Hıristiyanlarla bir olup İslâmiyet’in kökünü kazıyalım. Dünyayı biz idare edelim. Dünyayı Tevrat yönetsin. Bu amaçla İstiklâl Savaşımızı desteklediler. Hedefleri önce Türkleri dinsizleştirmek, sonra ortadan kaldırmaktı. Diğer İslâm halklarını da zorla başka dinlere ve ateizme çevirmekti. Arap ülkelerine komünist yönetimler getirilmiştir. Bunlar alenen Allah ile savaşmaktadırlar. Şeytan gibidirler. Şeytana nasıl âhirete kadar yaşama vadinde bulunulmuşsa, İsrail oğullarına da bulunulmuştur. Âhireti hatırlamayıp dünyadaki azgınlıklarına devam ediyorlar…
وَمَا قَتَلُوهُ وَمَا صَلَبُوهُ (Va MAv QaTaLUvHu Va MAv ÖaLaBUvHu)
“Onu ne katlettiler, ne de salbettiler.”
Yahudiler Hazreti İsa’ya şiddetle muhalif oldular. Çünkü Hazreti İsa Tevrat’ı dünyaya açıyordu. Oysa o zamana kadar Tevrat yalnız İsrail oğullarına hitap ediyor, İsrail oğlu olmayanların okumalarını men ediyordu. Allah insanları yönetmek için onları görevlendirmişti.
Roma yönetimini öldürmeye ikna etmek için onun krallık iddia ettiğini ileri sürdüler ve böylece imparatora isyan ediyor şekline çevirdiler. Roma’nın valileri Hazreti İsa’da bir suç bulmuyor ama baskı onu öldürmeye zorluyordu. Hazreti İsa’nın asılması için vali emir vermiş, bir idamlıkla beraber asılmasını emretmiştir. Asan yüzbaşı asmış ve sehpada bırakmıştır. Öyle söylemektedir. Oysa birlikte asılan üç dört gün sehpada kalmış, Hazreti İsa ise ertesi gün bulunamamıştır. İncil’de böyle anlatılıyor.
Hazreti İsa’nın öldürüldüğüne şehadet edenler, Hazreti İsa’nın kurtardığı kimselerdir. Ertesi gün bulunmayınca da dirildi ve göğe uçtu dediler. Hazreti İsa’nın mucizesini bilenler bunların sözüne inanır gibi olmuştur. Zaten vali asmak hususunda isteksizdir. Katlettiklerini iddia ediyor, asmadıklarını söylüyorlar. Asılmadığını görünce bu sefer de katlettiklerini iddia etmek durumunda olmuşlardır.
وَلَكِنْ شُبِّهَ لَهُمْ (Va LAvKıN ŞubBıHa LaHuM) “Onlara öyle gelmiştir.”
İncil’in anlattıklarını şöyle anlayabiliriz. Hazreti İsa gece alınmış ve sehpaya götürülmüştür. Hazreti İsa’yı sevenler de onlara katılmıştır. Ne var ki Hazreti İsa yerine başkasını aldılar. Götürüp onu astılar. Asıldıktan sonra Hazreti İsa’yı sevenler İsa’nın asılmadığını gördüler. Ama sezdirmemek için asıldı deyip onlara öyle inandırdılar. Asılanın Hazreti İsa olmadığı görülünce de asanlar iki kişi astık dediler. İncil’de bu husus farklı geçmiştir. Aslında Roma yönetimi Yahudileri astığına kandırmış, onlara öyle gösterilmiştir.
Burada “Şübbihe” kelimesi meçhuldür. Kimlerin bu teşbihi yaptırdığı belirtilmemektedir. Belki de Romalı yüzbaşı bile bile başka bir idam mahkumunu götürüp asmıştır. Böylece İsrail oğullarının imparatoru rahatsız etmelerini önlemiştir.
وَإِنَّ الَّذِينَ اخْتَلَفُوا فِيهِ (Va EinNA elLaÜIyNa iPTaLaFUv FIyHı) “İçinde ihtilaf eden kimseler.”
Yani, öldürme hususunda ihtilaf eden kimseler. Hazreti İsa’nın yerine başkasının asıldığı ortaya çıkınca dirilip göğe gittiği iddiasına da inananlar olmuştur. Çünkü Hazreti İsa olmaz mucizeler göstermişti.
Bunun olmasına herkes ihtimal vermektedir. Dolayısıyla tartışmalar devam etmiştir.
Burada bir şeye işaret edilmektedir. O tarihe ait belgeler ileride bu ihtilafı ortaya koyacaktır. Yahudiler bugün Hıristiyanlarla arayı düzeltip Müslümanları yok etmeyi planlamışlar ve düşmanlığı ortadan kaldırmak için biz Hazreti İsa’yı öldürmedik diyorlar. Şahit olarak da Kur’an’ı gösteriyorlar.
لَفِي شَكٍّ مِنْهُ (La FIy ŞakKın MiNHu) “Ondan şek içindedirler.”
Roma önce Hıristiyanlara çok ağır zulümler yapmıştır. Ne var ki zulüm yaptıkça mukavemet arttı. Sonunda İstanbul’u kuran Konstantin Hıristiyanlığı devlet dini yaptı. Hıristiyanlıkta Pavlus tarafından tahrifat yapılmıştır. Bugünkü Hıristiyanlar bunu biliyorlar ama bırakamıyorlar…
Hazreti İsa büyütüldü, tanrılaştırıldı. Yahudiler tarafından öldürüldüğünü ileri sürerek Hıristiyanların günahlarını yüklendiğini benimsediler. Böylece bugünkü yanlış anlayış ortaya çıktı.
Kur’an eğer söylentilerle yazılsaydı Hıristiyanların bu görüşünü benimserdi. İleride çok açık olarak Hazreti İsa’nın asılmadığı sabit olacak ve bu Kur’an’ın bir mucizesi olacaktır.
مَا لَهُمْ بِهِ مِنْ عِلْمٍ (MAv LaHuM BiHIy MiN GiLMin)
“Onların bu hususta bir ilmi yoktur.”
Öldürdüklerine ait bir ilmî dayanakları yoktur. İslam akaidinde kesin olmayan delillerle amel caiz değildir. Akaitle ilgili hususta zan delil değildir. Dinin aslı kesin olmayan bilgilere isnat edilemez.
Oysa Hıristiyanlar Yahudilerin bu zanlarını itikadın konusu yapmışlardır. Hazreti İsa’nın asıldığını gösteren Milattan sonra beşinci asırda kutsal işaret kabul edilmiş, haç gerilmiştir. Hazreti İsa’nın takdisi ise Milattan sonra 1200’lü yıllara dayanır.
إِلَّا اتِّبَاعَ الظَّنِّ (EilLav itTıBaGa elJanNa) “Zanna ittiba dışında bir ilimleri yoktur.”
Ellerinde mevcut olan Tevrat ve İncil’de dolu hakikatler açıkça ifade edilmişken, zanlara inanışların istinadı dini tahriften başka nedir?
وَمَا قَتَلُوهُ يَقِينًا(157) (Va MAv QaTaLUvHUv YaQIyNan) “Onu yakinen katletmediler.”
Yahudilerin Hazreti İsa’yı öldürdüklerine dair bir beyanları ve iddiaları yoktur. Hazreti İsa zamanında İncil’den başka gelen bir belgesi olmadığından tek dayanacağımız kaynak İsrail oğullarının beyanıdır. Onların bu beyanları için onlardan belge istememiz gerekir. Hıristiyanların onların söylentilerine göre dinlerini oturtmamaları gerekir. Hazreti İsa İncil’de, “Ben gideceğim, çünkü görevim bitti.” diyor. Burada Hazreti İsa’yı Yahudilerin gözü ile anlatmaktadır. Böylece Hazreti İsa tarihi varlığını kanıtlıyor. Yahudilerin Hazreti İsa’yı öldürdüklerini iddia etmeleri onun varlığını onaylamış olmaktadır.
*
بَلْ (BaL) “Bilakis”
“Bel” harfi atıftır. Daha önceki cümleyi ret veya tasdik etmeden doğrusunu belirtmektedir. Bundan söylenen cümle açıkça daha önceki cümlenin aksini söylüyorsa, daha öncekini reddetmiş olur.
Buradaki durum budur. Katledemediler, salbedemediler deniyor. Allah ref’ etmiştir diyor. Müslümanlar Hazreti İsa’nın öldürülmediği, diri diri göğe gittiğine inanıyorlar. Hıristiyanlar ise öldürüldü, dirildi ve göğe kaldırıldı diyor.
Kur’an ise Hazreti İsa öldürülmedi, asılmadı, ama vefat etti ve Allah onu kendisine ref’ etti diyor.
رَفَعَهُ اللَّهُ إِلَيْهِ “Allah onu ref’ etmiştir.”
Bu ref’ semaya ref’ şeklinde ifade edilmektedir. Oysa Allah zaman ve mekan dışıdır. Eğer bu ref’i yanına almayı bu şekilde alsak, zaman ve mekan dışına çıkmıştır. Oysa insan ne bu dünyada ne de âhirette mekan ve zaman dışına çıkamaz. Çünkü ruh da zaman ve mekan içindedir.
Peki, Allah kendisine nasıl ref’ etmiştir? Bu geri çağırmadır. Valiyi merkeze almadır. Eğer bir elçinin orada görevi bitmişse veya valinin orada daha fazla kalması uygun değilse geri çağrılır. Allah da Hazreti İsa’yı geri çağırmıştır. Görevi tamamlanmadan geri çağrılmıştır. Çünkü insanlık henüz Hazreti İsa’nın başlattığı inkılabı tamamlamamıştır. Hazreti İsa ne yapmıştır? Kavmî din anlayışını beşerî din hâline getirmiştir. Hıristiyanlık beşerî din oldu. Ama beşerî bir şeriatı o gün insanlar anlayamadığı için 600 sene sonra şartlar müsait olunca onun başlattığı reformu tamamlamak üzere Hazreti Muhammed aleyhisselâm gönderilmiştir. O halde ref’ etmenin anlamı geri çağırmadır. Mertebesini düşürme değil, nöbeti değiştirmedir.
وَكَانَ اللَّهُ عَزِيزًا حَكِيمًا(158) (Va KAvNa elLAHu GaZIyZan XaKIyMan)
“Allah azîz ve hakîm bulunmaktadır.”
Allah sözünü geçirir ve hükmeder. Sözünü geçirmiştir çünkü bugün Hazreti İsa insanlar içinde, insanlık içinde en yüksek makamdadır. Ref’ edilmiştir.
Hükmedendir. Çünkü ondan sonra gelen Kur’an Hazreti İsa’nın başlattığı evrimi tamamlamıştır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ - 330 ADİL DÜZEN DERSLERİ - 160 İstanbul, 11 Kasım 2005
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI (Selahattin Öztürk ve Reşat Nuri Erol Üsküdar’da değerlendirecektir.)
EKMEK, YEMEK, İSRAF VE BİR TEKLİF
Kur’an israfı haram etmiştir. Tebziri yani yiyeceklerde saçıp savurmayı da haram kılmıştır.
Hepimizin evinde belki %50’ye varan bir israf vardır. Ülkemizde sınırlı ve ölçülü sofra sistemi yoktur. Sofrayı kurduğunuz zaman evinize beklenmedik bir misafir gelebilir. Onu sofranıza buyur etmek zorundasınız. Onun için pişirdiğiniz yemeği her zaman iki üç kişiye daha yetecek kadar fazla yaparsınız. Sonra sofrada mutlaka fazla yemek olmalıdır. Yoksa doyduğunuzu bilemezsiniz.
Biz ekmeği çok yiyen bir topluluğuz. Daima ekmekler artmaktadır. Ne yapmalıyız? Bu şartlar altında israf ve tebzirden nasıl kurtulmalıyız?
a) Camilerde buzhaneler olmalıdır. Beş vakit namaza giden kadın veya erkek, artan ekmek ve yemekleri kaplara koyup mescide getirip koymalıdır. Böylece evler israf ve tebzirden kurtulmuş olur.
b) Buzhaneye getirilen yemeklerin kimlere ait olduğu, hangi tarihte pişirildiği, buzhaneye hangi tarihte konduğu yazılmalıdır. Yemeklerin cinsine göre standart getirilmesi meselesi vardır. Mesela sütlaç bir gün dışarıda, üç gün de buzhanede kalabilir, böylece bozulmadan yenmiş olur.
c) Namazdan çıktıktan sonra sofra kurulmalıdır. Buzhaneye gidip kişiler istedikleri yemekleri seçip yemelidir. Bu uygulama bir taraftan artan yemeklerin tüketilmesini sağlar, diğer taraftan evde fazla yemek pişirmeye gerek kalmaz. Evde doyamayanlar yemek ihtiyaçlarını mescitte tamamlarlar.
d) Evlerinde yiyecek olmayan yoksullar buradaki yemekleri ve ekmekleri alıp evlerine götürebilirler. Böylece çöp bidonlarında yiyecek aramaktan kurtulmuş olurlar. Ekmek bulamayanlar da sosyal dayanışma içinde yaşarlar. İsraf olarak attığımız yiyecekler %25 olsa, demek ki bu uygulama sayesinde ülkede aç kimse kalmayacaktır.
Adil Düzen ekibi mescit yöneticilerini ziyaret ederek bu projeyi onlara anlatmalıdırlar. Mesela, bu uygulamaya yakınımızdaki Mevlana Camii’nden kolayca başlanabilir. Bir yerde uygulanırsa ondan sonra her yerde uygulanır. Cumartesi günleri biz de oraya gidip yemeliyiz.
Bu konuda müftülük de önder olabilir. Buz odasını ve aşevini oluşturmak için bir proje yapıp maliyeti çıkarılmalıdır. Cami yöneticilerinin de ne masraf yapacaklarını bilmeleri gerekir.
Bu konuda kendilerinin İslâmî olduğunu iddia eden televizyon ve gazeteler de bu kampanyayı desteklemelidirler.
Böylece şeriatın emrettiği ‘herkese aş’ sorununu da çözmüş oluruz.
Her organizasyonun birtakım sorunları olacaktır. Önce, yemekler hangi kaplara konulacaktır? Yemekleri kim teslim alıp kim teslim edecektir? Sağlık kontrolleri nasıl yapılacaktır? Bu hususta uygulama yapmaya başladığımız zaman sorunları o zaman sorabiliriz? Şimdiden muhtemel sorunları düşünüp de biz bunu yapamayız demek zavallılıktır. Sorunsuz iş olmaz. Sorunları olacaktır diye bir şeyden vazgeçmek zavallıların, acizlerin, korkakların ve cahillerin işidir. Cahillerden olmaktan Allah’a sığınmalısınız. Çalışırsanız, o zaman sizin de beyniniz açılır, cehaletten kurtulursunuz.
Yemekler nerede yenecektir? Temizliği kim yapacaktır? Bozulan yemekler ne olacaktır?
Köyümüzde bozulan artık yemekler ayrı iki kaba konur. Etli yemekler bir kaba konur ve bunlar tavuklara, köpeklere, kedilere verilir. Etli olmayan yemekler ise inek, koyun ve keçilerin yiyecekleri olarak hazırlanır. Biz de mescitte bozulan yemekleri ikiye ayırmalıyız. Etli yemekleri tavuklara yem olmak üzere yem fabrikasına göndermeliyiz. Etsiz yemekler ise davarların yiyeceklerine dönüşmek üzere yem fabrikalarına gönderilmeli veya evinde hayvan besleyenlere verilmelidir. Karşılığında da kendilerinden yumurta veya süt istenir.
Din görevlileri namaz kıldırmakla değil, bu gibi işlerde hizmet vermekle ücret istihkak ederler. Cami ve dernek görevlileri caminin süslenmesi için her cuma para toplayacaklarına, bu aşhanenin kurulması ve işletilmesi için para toplamalıdırlar.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ - 330 ADİL DÜZEN DERSLERİ - 160 İstanbul, 11 Kasım 2005
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI (Selahattin Öztürk ve Reşat Nuri Erol Üsküdar’da değerlendirecektir.)
REKTÖRLER, ANAYASALAR,
DEVLET DÜZENİ ve AK PARTİ
Tarihte “merkezî tekel sistem” ile yönetme taraftarları insanlığı onbinlerce sene meşgul etmiştir. XX. yüzyıla kadar insanlık “merkezî tekel sistem” ile yönetme çabası içinde olmuştur. Batı’nın “ekseriyet sistemi” de “merkezî tekel sistem”dir, aldatmacadır. XXI. yüzyıla girerken dünya “merkezî tekel sistem”den uzaklaşma gayreti içine girmek üzeredir. Bunun öncülüğünü Türkiye yapmaktadır. Türkiye’de bütün çabalara karşın, İslâmcıkların ve milliyetçilerin direnmeleri sayesinde siyaset merkezî tekel partiye irca edilememiştir. Gerçi meclis iki partiye irca edilmiş ama şimdi üçüncü parti grup kurmuştur. Üçü de tekellerin istemediği ve onların emrinde olmayan partilerdir.
Türkiye Anayasalarını yapanlar hep askerler olmuştur. Mustafa Kemal’den beri Vahdet-i Kuvva ilkesine bağlılar. Oysa askerlikte ne kadar Vahdet-i Kuvva (kuvvetler birliği) esas ise, devlet başkanının asker olması ve orduya hakim olması ne kadar gerekli ise; “hukuk düzeni”nde ve sivil yönetimde de çoklu sistem ve yerinden yönetim esastır.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında “çoklu sistem” getirilmiş ve çok partili sistem anayasanın teminatı altına alınmıştır. Böyle yapılmış ama ondan sonra Meclis hadım edilmiş ve yetkiler devlet başkanına devredilmiştir.
Kenan Evren kuvvetler birliği ilkesine dayanarak, sivillerin cumhurbaşkanı olmasını hesaba katmadan, cumhurbaşkanına krallar atama yetkisini vermiş, şimdi de devlet başkanı o krallara hakim olamamaktadır.
Anayasa kurumlar arası dengeyi kurma görevini devlet başkanına vermiştir. Devlet başkanı bunu bayram mesajlarındaki temennilerle değil, doğrudan çağırarak yapılması gerekenleri onların kulaklarına söylemesi gerekirken ve sözünü dinlemeyenleri anayasaya aykırı olsa da görevden alması gerekirken; onlarla bir olup hükümete karşı cephe almak zorunda kalmıştır.
Güvenoyu almış hükümet, Meclis demektir. Meclis demek millet demektir.
Millete cephe alanlar tarihte hiçbir zaman muvaffak olamamıştır.
Yalnız kendileri gitmemiş, ulusu da arkalarına takmışlardır…
Çözüm şunu veya bunu suçlamak değildir. Siz de devlet başkanı olsanız bundan başka bir şey yapamazsınız. Siz de başbakan olsanız, adalet bakanı olsanız, yapacağınız bir şey yoktur.
Türkiye iki yoldan birisini seçecektir.
Merkezî tekel sistemi seçecekse, o zaman devlet başkanı asker olacak, ülke başkanlık sistemi ile yönetilecek, Meclis başkanın sadece danışma kurulu olacaktır. Cumhurbaşkanı askerlerden seçilse bile, eğer halk seçecek olursa merkezî ekseriyet demokrasisi devam etmiş olur.
Bu çözüm ülkeyi belki bir asır daha yaşatır. Ama bu çözüm geçici çözümdür. Böyle çok krallı bir devlet kurumlarını yozlaştırmış, kurumlar arası dengeyi yitirmiş, sonunda ülke on veya yirmi yıl içinde harap olup gitmiş olur.
Bu sözlerimi askerler iyi değerlendirmelidirler. Ülkeyi yöneteceklerse böyle yönetsinler.
İkinci yol ise gerçek demokratik yoldur. Şeriat yoludur. Geleceğin yoludur.
Nedir bu yol?
a) Ordular ayrı ayrı komutanların merkezî yönetiminde bölgelerini savunacaklardır. Devlet başkanı asker olacak ve ordular arası vahdet-i kuvvayı yani kuvvetler birliğini sağlayacaktır. Komutanları atama ve görevden alma tamamen kendisinin doğrudan doğruya yetkisinde olması gerekir. Devlet başkanı askerlerden olmalı ama Meclis tarafından seçilmelidir.
b) Sivil yönetimde her sahada mutlaka çoklu sistem getirilmelidir. Yargı hakemlerden oluşmalı, dava etme yetkisi ise sivil kuruluşlara verilmelidir. Tek savcı sistemi ve atanmış hakim sistemi kalkmalıdır. Tek savcı ve merkezden atanan tek hakim ve merkezin denetiminde olan mahkeme kararları ile bağımsız, yansız, saygın ve etkin yargı sistemi oluşamaz, devlet devlet olmaktan çıkar ve ülke ancak askeri yönetimle yönetilebilir. Askerlerin sık sık müdahale etmek zorunda kalmalarının ana sebebi adil yargı sisteminin kurulmamasıdır. Burada kusurlu olan savcı ve hakim veya avukat ve polis değildir. Kusurlu olan sistemdir.
c) Devlet başkanına doğrudan bağlı ordu ve hakemlerden oluşan bağımsız mahkemelerle devlet demokratik sistem içinde oluşmuş ve dengesini bulmuş olur. Bağımsız yargı hükmeder. Devlet başkanına bağlı ordu da hakem kararlarını teminat altına alır. Devlet başkanı ordular arasında doğrudan dengeyi sağlar, ayrıca hakem karalarına uymayanlara karşı orduyu harekete geçirme yetkisi başkanın olmuş olur. Devlet dışa karşı ancak böyle korunabilir. Askeri gücün hakim olmadığı devlet varlığını sürdüremez. Bağımsız yargıyı hakim kılmayan devlet eşkıya devlet olur ve ömrünü kısaca bitirir. Sovyetler bunun çok açık örneğidir.
d) Hakemlerden oluşmuş yargı ve siyasi partilerin kamu davası açma yetkisi yargıda çoklu sistemi sağlar. Tarafların atayacağı hakemler her ilçede yargı çevresinde çok sayıda olacaktır. Bunun dışında hâlen tekel olan sistemler mutlaka çoğaltılmalıdır. Bunların sayısı beşten fazla olmalı, yirmiden az olmalıdır. Az olursa tekel oluşur, daha çok olursa halk onları tanıyıp seçim yapamaz.
1- Siyasi partilerimiz çokludur. Ancak %20’den fazla oy alan partiler tekel oluşturmaktadır. Baraj %5’e indirilmelidir. %20’den fazla oy alan parti oyunu başka partilere aktarmalıdır.
2- Mesleki kuruluşlarda çoklu sistem vardır. Ancak sayıları az, yetkileri de çok azdır. Siyasi partiler gibi seçim olmalıdır. Bir iş yerinde bütün partiler nisbî sistemle bulunmalıdır. Odaların başkanları da meclis tarafından seçilmelidir. Yetkileri azaltılmalıdır. Mesleki kuruluşlara verilmelidir. Sendikalara verilmelidir.
3- Üniversitelere çoklu sistem getirilmelidir. Bugünkü şartlarda meclis rektörleri de seçmelidir. Halk istediği üniversitenin öğrencisi olabilmeli ve öğrenci sayısına göre bütçeden pay verilmelidir. Her üniversite bağımsız olmalıdır. Bağımsız yargı dışında müdahale edilmemelidir.
4- Tarikatlar dini kuruluşlar hâline getirilmelidir. Diyanet İşleri Başkanlığı sadece Millî Savunma Bakanlığı gibi hizmet görmelidir. Din adamlarının tayin ve terfileri tarikatlara ait olmalıdır.
Anayasa ekseriyetini elde eden AK Parti bu imkanı heder etmekte ve sistemi değiştirme görevini yerine getir(e)memektedir.
AK Parti mevcut sistem içinde sorunları çözemez. Niçin çözemez?
a) AK Parti mevcut sistem içinde iktidarda kalamaz. Çünkü devlet tekli sistem içindedir. Çoklu sistemle gelen parti uyum sağlayamaz. Dolayısıyla sonunda Demokrat Parti ve Refah Partisi’nin uğradığı akıbete uğrar.
b) AK Parti inanmış ve Allah’tan korkan kimselerden oluşmuştur. Zulüm yapamaz. Oysa merkezi tekel sistemde zalim olmadıkça devleti yönetemezsin. Hiç adil diktatör görülmüş müdür? Bu kendilerinin zalim olmasından dolayı değildir. Merkezi tekel sistem zulüm üzerinde oturmak zorundadır.
c) AK Parti şartların ortaya koyduğu imkanlarla emeksiz iktidar olmuştur. Mustafa Kemal de böyle iktidar olmuştu. Ama o bunu değerlendirmeyi bilmiş ve vakit kaybetmeden inkılaplara girişerek iktidarını korumuştu. Mustafa Kemal eğer inkılaplara girişmeseydi devlet başkanı kalamazdı. AK Parti’nin yapacağı iş de bu idi. Eğer iktidarı kullanarak sistemi değiştirseydi, sistem onu ayakta tutardı. Demokrat Parti’nin iktidarda kalması sistem değiştirmesinden olmuştur. Turgut Özal’ın iktidarda kalması da yine kısmen sistem değiştirmesinden ileri gelmektedir. Refah-Yol’un başarısızlığı, sizin gibi “Adil Düzen”i bırakmış olmasından gelmiştir. Tansu Çiller “Adil Düzen” düşmanlığı yapacağına “Adil Düzen” dostluğu yapsaydı, şimdi yönetimde hâlâ Refah-Yol olacaktı.
d) AK Parti’yi dışarıdan desteklediler. Türk halkını AB’ye ikna etmek ancak AK Parti ile olabilirdi. Sol parti veya renksizler Türk halkını AB’ye ikna edemezlerdi. AK Parti’nin bu görevi bitmiştir. Bundan sonra AK Parti engel olacaktır. ABD’nin hedefi AK Parti’yi kullanarak, saflığından yararlanarak Irak’a saldırtmak, askeri birlikleri ile Türkiye’yi işgal edip İran’la kapıştırmak idi. O da sonuç vermedi. Şimdi ABD AK Parti’yi desteklediğine pişmandır. AK Parti siyasetini AB ve ABD’ye dayandırdığı, içinden geldiği Adil Düzeni ve Millî Görüşü terk ettiği için desteksiz kalacaktır. Bana göre AK parti gelecek seçimi kazanamaz.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92