ADİL DÜZEN 332
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 25 - 28 Kasım 2005 Fiyatı: Seminere katılmak veya (akevleronline) www.akevler.org
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 332. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
ÜSKÜDAR Adresi: Selami Ali Efendi Cd. No: 31 ÜSKÜDAR/İSTANBUL (Ana Çocuk Sağlığı yanı – Anadolu Gençlik bitişiği) Tel: (0532) 246 68 92
*TEFSİR SEMİNERİ [Cuma Üsküdar (19.00-21.00); Cumartesi Yenibosna (17.00-21.00); Pazartesi Ümraniye (19.00)]
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
(Hasan Özket, Yasin Kılar, Hasan Çetinkaya, Lütfi Hocaoğlu, Reşat Nuri Erol ve …………… dersi okumuş olarak geleceklerdir.)
Üsküdar ve Ümraniye’de Reşat Nuri Erol tarafından; diğer yerlerde ilgili ve sorumlular tarafından anlatılacaktır...
Hedefimiz; bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul’da 200, Türkiye’de 1000 yerde okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, RNE
BU HAFTAKİ “ADİL DÜZEN” DERSLERİ
HUKUK VE AB MÜKTESEBATI
SANAYİLEŞME NASIL OLACAK?
NİSÂ SÛRESİ TEFSİRİ – 57
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
فَبِظُلْمٍ مِنْ الَّذِينَ هَادُوا حَرَّمْنَا عَلَيْهِمْ طَيِّبَاتٍ أُحِلَّتْ لَهُمْ وَبِصَدِّهِمْ عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ كَثِيرًا(160) وَأَخْذِهِمْ الرِّبَا وَقَدْ نُهُوا عَنْهُ وَأَكْلِهِمْ أَمْوَالَ النَّاسِ بِالْبَاطِلِ وَأَعْتَدْنَا لِلْكَافِرِينَ مِنْهُمْ عَذَابًا أَلِيمًا(161) لَكِنْ الرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ مِنْهُمْ وَالْمُؤْمِنُونَ يُؤْمِنُونَ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْكَ وَمَا أُنزِلَ مِنْ قَبْلِكَ وَالْمُقِيمِينَ الصَّلَاةَ وَالْمُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَالْمُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ أُوْلَئِكَ سَنُؤْتِيهِمْ أَجْرًا عَظِيمًا(162)
فَبِظُلْمٍ (FaBıJuLMın) “Zulmetmekten dolayı”
“Zalam” karanlık demektir. Göz gözü görmeyecek şekilde karanlıkların çökmesi demektir. Başka bir ifade ile kuralsız hareket edilmesi demektir.
İnsan kuralları içtihadı ile kendisi koyar, ama ondan sonra o kurallara uyar. Bu aydınlıktır. Neden? Çünkü diğer insanlar bilirler ki bu kişi şunları yapar. Oysa karşı tarafın ne yapacağını bilmezseniz sis içinde ne ile karşılaşacağınızı bilmeden donakalırsınız.
Birlikte yaşayanlar, sözleşme yaparak ortak davranış kurallarını koyarlar. Ondan sonra herkes ne yapacağını bilir hâle gelir, aydınlık olur. Ama toplulukların eğer kuralları yani şeriatları yoksa, yahut var ama kurallara uymuyorlarsa, işte onlar zulmetmiş ve çevrelerini karartmış olur. Eğer elektrik kesilmişse mum yapıp yakar ve geçici olarak onunla idare edersiniz. Başkanlık kararları da böyledir. Geçici olarak onun kurallarına uyarsınız. Karşı tarafı karanlıklar içinde bırakmazsınız. Haksızlığa uğrarsanız, sonra hakemlere gider mağduriyetinizi giderirsiniz. Başkanın kararlarına uymayanlar ortalığı karanlık içimde bırakırsınız. Aranızda niza çıkar belirsizlik yani karanlık hususlar olursa o zaman hakemlere başvurur ve onların kararları ile yolunuzu aydınlatmış olursunuz. Hakem kararlarına uymamak zulmün en koyusudur. Bu sebeple “adalet” ile “zulüm” zıt kavramlardır. Aynı köke ayrı iki mana yüklenmiş gibi görünür. Bulut ve zulüm yani haksızlık.
مِنْ الَّذِينَ هَادُوا (MiNa elLaÜIyNa HavDUu) “Hidayet edenlerden.”
“Hâdû” “Kâlû”da olduğu gibi “HVD”den olabilir; “Câûv”da olduğu gibi “HDY”den de olabilir.
“HVD”den olursa Yahudi olanlar demektir; “HDY”den olursa hidayet edenler demek olur.
Nasıl Kur’an ehline iman edenler denmekte ise Tevrat ehline de hidayet edenler denmektedir.
“İman edenler” geniş manâda bütün hak din mensupları için de söylenirse, “Hâdû” da bütün hak din mensupları için de söylenebilir. Bu ifade İsrail oğullar için gelmiş olabileceği gibi; bütün hak dini kabul etmiş olanlar için de manâlandırabiliriz. Asgari kıyasla bütün din mensupları için söyleyebiliriz. Yani inandıktan, ehli kitap olduktan, hidayete erdikten sonra zulmedenler, içtihatsız hareket edenler, sözleşmelere uymayanlar, başkanlarına itaat etmeyenler, hakemlerin kararlarına rıza göstermeyen kimseler için getirilen âyettir.
حَرَّمْنَا عَلَيْهِمْ طَيِّبَاتٍ (XarRaMNAy GaLaYHiM OayYıBATın)
“Onlara tayyibât haram edilmiştir.”
Toplulukta cezalandırma iki şekilde olmaktadır.
Biri aslında haram olan bir şeyi onlar için helal hâle getirmedir. Mesela dayak atmak haramdır. Ama suçlulara dayak atmak meşru kılınmıştır. Bu tür cezalara “ukubât” denir. Bunlar ancak kişilere doğrudan verilir. Bütün cezalara tamim edilmez. Bu toplulukta zani var diye herkese haftada bir gün sopa atamayız.
Cezanın ikinci kısmı ise helal olan bir şeyin haram yapılmasıdır. Oruç böyle bir cezadır. Aslında gündüzleri oruç yemek yemek helal olduğu halde oruç bu helalı haram kılmaktadır. Bu tür cezalar topluluklara uygulanabilir. Mesela bira aslında helaldir, ama sarhoş edecek kadar içmek haramdır. Eğer topluluk bu dengeyi sağlayamaz ve onda birden fazlası sarhoş edecek kadar içiyorsa, o zaman bira o topluluğa haram kılınmış olur.
Evlenecek kızla erkeğin evlenmeden görüşmeleri ve birlikte dolaşmaları helal kılınmıştır. Ancak bu husus yüzde onlara varan bir çoğunlukta zinaya dönüşüyorsa, o zaman bu haram kılınır.
Demek ki bazı haller istismar edildiği için zulme dönüşüyorsa o helaller o topluluğa haram kılınır.
Buradaki sınıra dikkat edilmesi gerekir.
Biri, eğer işlenen suç münferit oluyorsa, yüzde 5-10’lara varmıyorsa, o zaman böyle bir haramlık zulüm olur. Çünkü başkalarının işlediği suçlardan başkaları cezalandırılmış oluyor. Yahudilerin zulmünden dolayı denmektedir. Zulüm adeta bütün Yahudilerce işlenmiş olmalıdır. Buradaki “Min” teb’iz için değil de cins için gelmiş olur. “Harramnâ Tayyibâtin” denmiş, “Tayyibetin” denmemiştir. Bir helal haram edildiğinde onun ikameleri de haram edilmiş olmalıdır. Mesela birayı haram ederken kımızı da haram etmemiz gerekir.
Diğer taraftan eğer haram edeceğimiz helale topluluk uymayacaksa onu yasaklamamız bir mana ifade etmez. Sosyal inkılaplar denge içinde yapılabilmektedir. Önce topluluğu ona itaat edecek şekilde hazırlamamız, sonra onlara emretmemiz gerekir. Bu tür inkılaplar başarılı olabilir. Adil Düzene geçme bu sebeple sorundur. Ne Refah Partisi’nin, ne de AK Parti’nin bunu başaramamış olması, bu husustaki tekniği bilmemelerindendir. Bundan dolayı Kur’an üzerinde çok durmamız, sadece sonuçları oradan istihraç etmemiz yeterli değildir. O sonuçlara nasıl ulaşacağımızı da oradan öğrenmemiz gerekmektedir. Bunun yolu şudur.
a) Önce bir hücre oluşturmamızdır. Bu hücre bir bucaktır. Bucak aşiretlerden oluşur, apartmanlardan oluşur. Burada işte böyle bazı yasaklar konabilir. Hazreti Peygamber aleyhisselâm baştan mezarları ziyaret etmeyi yasakladı. Çünkü mezarlara tapıyorlardı. Ne zaman ki putperestlik tehlikesi kalktı, o zaman serbest bıraktı. Osmanlılarda da mezarları ziyaret mezarlara tapma şekline dönüşmüştür. Bugün dahi bu böyledir. Cumhuriyet dönemindeki yasaklamaya bunun için izin verildi.
b) Ondan sonra bin hanelik site oluşturulmalıdır. Bin hanelik siteye bu helaları da haram kılan kurallar getirilmelidir. Buna uyan kimseler bu sitede yer almalıdır. Bu site kooperatif olarak kurulmalıdır. Kurallara uymayanlar hakemler kararı ile çıkarılmalıdır. Mesela, zaten haram olan sigara içinler bu siteye alınmamalıdır. Siteye gelen misafirler de sigara içememelidirler.
c) Ondan sonra kooperatif içinde ekip yetiştirilmeli ve yeni bucaklar oluşturulmalıdır. Bu yeni bucak iki şekilde oluşur. Mevcut olan meskun yer kooperatif kurar ve taşınmazlarını o kooperatife devrederler. Ondan sonra sözleşmeye göre Adil Düzen sitesine geçilir. Yahut bir sermaye oluşturulur ve bir yerin evlerine daha fazla bedeller verilerek satın alınır. Orası yeni site hâline getirilir.
d) Parti kurulur, yahut mevcut partilerle işbirliği yapılarak siteleşme hareketine imkan verilir. Bu şöyle sağlanır. Site kurmak isteyen ortakları oluşturur. Devlet onların taşınmazlarını satın alır. Site kurulacak yerdeki taşınmazları da istimlak ederek onlara verir. Böylece halkın siteleşmesine imkan verilir.
Siteler tamamen serbest olarak kendi hukuklarını geliştirirler ve istedikleri gibi yaşarlar. Siteler arası göç serbest olur. Devlet siteden gidenlerden taşınmazları cari değerle satın alır ve o siteye gelenlere aynı değerle satar. Böylece “muhaceret demokrasisi” kurulur. Nüfusları belli miktardan aşağı düşen bucaklar tasfiye4 edilir.
Bucaklara ayrıca il ve ülkeden, hattâ insanlıktan destek gelir. Bu destek nüfus sayısı ve vasat ömür miktarı kadar olur. Halkın imtihanlarda aldığı notlara göre olur. Refah seviyesine göre olur. Böylece Adil Düzene geçme yüz yıl içinde gerçekleşebilir.
Tabii ki bütün bunlar başlanırsa gerçekleşir, başlanmazsa hiç gerçekleşmez.
أُحِلَّتْ لَهُمْ (EuXılLaT LaHuM) “Onlara helal kılınmış”
Bazı şeyleri onlara haram ettik. Haramlar topluluklardan topluluklara değiştiği gibi helaller de topluluklardan topluluklara değişmektedir. Hazreti Peygamberin “Bu kavmimin yiyeceği değildir.” sözü, yine örtünme yerleri için “zahir olan kısmın dışında” deyip zahir olanları tanımlaması ve örfe bırakması böyledir.
Kur’an’da “Bi’l-örfi ve bi’l-ma’rufi” denmesi de böyledir. Bu sebepledir ki Kur’an’ın hükümleri her devirde ve her yerde geçerlidir.
وَبِصَدِّهِمْ عَنْ سَبِيل اللَّهِ (Va Bi ÖadDıHıM GaN SaBIyLı elLAHı)
“Allah’ın sebilinden saddetmeleri nedeniyle.”
“Sad” sapmak demektir. “Sed” baraj anlamındaki sinli sedde akrabadır. Baraj koymak, doğru yoldan alıkoymak demektir. Arapçada meçhul fillerin mastarı yoktur. Dövmek ile dövülmek fiillerde farklıdır. Mastarda ise hepsi ‘katl’ kelimesi ile ifade edilir.
Gerek “zulüm” gerekse “sed” kelimeleri müteaddidir. Hem zulmetmek hem zulmolunmak anlamındadır. Hem set çekmek, hem de set çekilmek anlamındadır. Zulmetmeleri ve başkalarının zulüm yapmasına zorlamalarıdır.
“Allah’ın yolundan seddetmek” Allah’ın şeriatından sapmak veya saptırmak anlamlarındadır. Zulmedenler zulmetmekle kalmazlar; kendileri içki içereler, başkalarına da içki içirirler. Kendileri zulmederler, başkalarının da zulmetmelerine zorlarlar. Zina ederler, açıkça başkalarını da zinaya zorlar. Rüşvet alırlar, başkalarını da rüşvet almaya zorlarlar. Yani; sadece zulmetmeleri dolayısıyla değil, zulmü teşmil etmeleri sebebiyle dolayısıyla başkalarını da zulme sürüklerler.
Dinde zorlama yoktur. Biz kimseye dinde zorlama yapmayız. Ama eğer onlar bize zorlama yapıyorlarsa biz de onları zorlarız. Onlar bize zorla baş açtırıyorlarsa, bizim de onlara baş örtmemiz gerekir. Hurumat kısas iledir. Madem ki onlar iktidarda iken güçlerini kötü kullanarak hukukumuzu kısıyorlar, bizim de onların hukukunu kısmamız gerekir. Bu sebepledir ki inkılaplarla bazı aşırı uygulamalar zorunlu olur. Zorla şapka örtmek böyledir. Çünkü şapka örtmek yasaktı. Yasağı dengelemek için halka zorla şapka örtmek gerekiyordu.
Tercüme kanunlarla ülke idare edilmez, ama madem ki Hanefi hukukunun dışına çıkılamıyordu, geçici olarak İslâm şeriatı yasaklanmalı idi. İsteyen Arapça, isteyen Latince harflerle yazabilirdi. Ama madem ki Latince günah sayılıyor, geçici olarak Arap harfleri yasak kılınır. İnkılapların mantığı budur. Halk yeni şeylere alışınca serbest bırakılır.
Burada bir hususu açıklamamız gerekir. İnkılap yapmadan önce herkes onun öyle olmasını istemelidir. Ancak sosyal baskı dolayısıyla o öyle olmalıdır. Mesela, kızların okuma yasağı böyle idi. Herkes kızını okutmak istiyordu, kızlar da okumak istiyordu. Ne var ki, sosyal baskı kızların okumasını engelliyordu. Kızlar zorla okula götürülünce artık sosyal baskı kalktığı için herkes okula gitmeye başladı. Şimdi kızları okula almayan yönetimle aynı kişiler mücadele etmektedir. Demek ki bu inkılap yerindedir. Oysa ezan gibi bazı hususlar vardır ki onlar sosyal baskıdan değil de, halkın kendi inanışından veya isteğinden doğmaktadır. Öyle yerlerde yasaklamalar bir sonuç getirmemiştir. Nitekim bugün hiç kimse Türkçe ezan okumuyor. Saltanatın kaldırılması da böyledir. Bugün kimse saltanat istemiyor, hilafet istemiyor. İnkılapçılar bunlara dikkat etmelidirler.
ِ كَثِيرًا(160) (KaÇIyRan) “Çoğunda”
Allah’ın yolundan sapmaya da çoklukla iki şekilde düşülür; ya kişilerin çoğu şeriat dışında davranmaktadır, ya da şeriat kurallarının çoğunda şeriat terk edilmiştir. Bunların çok olması gerekir. Acaba çokluk nisbeti nedir? Bunları şöyle sıralayabiliriz. Yarım, üçte bir, dörtte bir, beşte bir, onda bir, yirmide bir, yüzde bir, kırkta bir. Bu değerlerden birini istihsan ile seçiyoruz. Bir topluluğun onda biri muhalefet ediyorsa artık bu muhalefettir. Çünkü Kur’an savaşı başlatmak için bu nisbeti şart koşuyor.
Demek ki Allah’ın yolunda sapma iki şekilde düşünülür; ya bir konuda halkın yüzde onundan fazlası o kurala uymuyor, yahut kanunların yüzde onu o toplulukta uygulanmıyor. Hanefi Müslümanlar bugün Hanefi içtihatlarının yüzde onundan çok fazlasını terk etmişlerdir. O halde Hanefi hukuku artık yoktur. Mesela âkile müesseselerinden kimse bahsetmiyor. Namazlara kadınlar gelmiyor. Beş vakit namazı cemaatle kaç kişi kılıyor?
İşte böyle şeriatın bütününden yüzde on terk edilince artık yeni sitede yeni şeriat oluşturmak farz olur. O zaman mü’minlere farz olur ki, hicret etsinler, bir site kursunlar ve o sitede o pislikler karışmasın. Sonraki farz benzer siteleri çoğaltmaktır. Bu da bölünmek suretiyle başarılabilir. Site civar komşuları kooperatifine katar, sonra bölünür. İki site olur, böylece komşuluk genişlemesi ile yeni adil siteler oluşturulmalıdır.
Burada dikkat edilecek husus, tek tip statik kooperatiflerin yerine, kendi din ve kültürlerine dayanan kooperatifler oluşturulmalıdır. Bunlar serbestçe yarışarak elenmelidir. Bucakların bağımsızlık ilkesine tam olarak uyulmalıdır. Slav ve Türk halklarının uzun zaman yaşayıp uygarlıklarını korumaları böyle olmuştur. Kim iktidar olursa ona baç verirler ama iktidar onların iç işlerine karışmazdı.
*
وَأَخْذِهِمْ الرِّبَا (Va EaPÜıHıMu elRiBAy) “Riba almaları nedeniyle.”
Hayvanlar ya topluluk hâlinde yaşarlar veya ayrı ayrı yaşarlar. Topluluk hâlinde yaşarlarsa ortak üretim yaparlar ve ortak tüketim olur. Kişilerin özel malları yoktur. Ayrı yaşarlarsa o zaman da toplulukları yoktur.
Oysa insanlar hem topluluk hâlinde yaşarlar, hem de herkesin ayrı ayrı mülkü vardır. Mülk arasında birlik mübadele yoluyla sağlanır. Mübadele de para ile olur. Para satın alma gücüdür. Yani, ben ürettiklerimi topluluğa veririm, karşılığında bir belge alırım. Bu belge paradır. Bu belgeyi başkasına devrederim. Sonunda topluluktan onun karşılığında başka malı, başka değeri almış olurum.
Şimdi “Riba/Faiz” nedir?
“Faiz” toplulukta karşılığı olmayan bir satın alma gücünü oluşturmadır. O halde veresiye satış da faizdir. Çünkü satın alana karşılığı olmayan bir satın alma gücünü sağlıyorsun.
Sosyal yapıyı zina, ekonomik yapıyı ise faiz çökertir.
“Riba” faydanın artmasıdır. Şöyle ki, bende iki ekmek olsa, sizde dört yumurta olsa, bunların faydalarını yirmişer kabul edelim. Ben ekmeklerimi yesem, sen de yumurtalarını yesen yararlanırız. Ama ben proteinsiz kalırım, sen de şekersiz kalırsın. Ama değiştirirsek, ben bir ekmek verip siz de bana iki yumurta verseniz, bunların yararları birer misli artar. Demek ki mübadele mallarda yararı artırmaktadır. Yararı arttıkça değeri de artabilir. Ama ben sana on yumurta versem, sen bana on yumurta iade etsen değerleri artmaz.
وَقَدْ نُهُوا عَنْهُ (Va QaD NuHUv GaNHUv) “Oysa onlardan nehy olunmuşlardı.”
Faiz her dinde, hattâ her felsefede nehy olunmuştur. Faiz ancak son birkaç asırdır meşrulaştırılmıştır. Kimileri sermaye terakümü (birikimi) yapar diyerek yararlı görmüşlerdir. Büyük fabrikaların kurulması için büyük sermayeye ihtiyaç vardır. Bu sermaye de ancak faizle toplanabilirdi.
Bu görüş o zaman için doğru idi. Çünkü o zaman kâğıt para yoktu. Şimdi ise devletin elinde kâğıt para vardır ve bu sonsuzdur. Yeter ki enflasyona sebep olmadan faizsiz olarak kredilendirsin. Önce küçük müteşebbise küçük kredi verirsin. Başardı mı yani ana parasını zamanında iade etti mi kredisini artırırsın. Böylece elenerek başarılı firmalar büyür, o da istenen büyük sermayeyi elde etmiş olur. Artık zararlı olan faize ihtiyaç kalmamıştır.
İşte nehy olunmuş olmalarına rağmen onu eklettiklerinden dolayı bazı helalleri haram yaptık. Aslında altını alıp depo etmek helaldir. Ama bunu faiz aracı yaptıklarından, altının varsa bankaya karz-ı hasen olarak ver. Evinde tutma, tutman haramdır. Çalınsa da bir hak iddia edemezsin, çünkü sen şeriata uymayan iş yaptın.
Kişilerin veya devletlerin altın para ihracı haram kılınmıştır. Altın parayı insanlık merkez bankası çıkarır. İlçelerdeki kişiler doğrudan kuyumculara verir. Kuyumcular da onu alır, halka altın mukabili verirler. Bu insanlığın teminatıdır. Ulusal bankalar ise toprak senedini çıkarırlar.
İşte, faiz haram iken meşrulaştırmış olmaları nedeniyle bugün birçok hususlarda yasaklar getirilecektir. Halkın altın senedi ihraç etmeleri caiz görülmeyecektir.
وَأَكْلِهِمْ أَمْوَالَ النَّاسِ بِالْبَاطِلِ (Va EaKLiHiM EaMVALa elLNASı Bi eLBAOıLı)
“Nâsın emvalini bâtıl ile ekletmeleri nedeniyle kendilerine helal olanı haram etmiştir.”
İsrail oğulları bugün dünyayı sömürmektedir. Faize dayalı, tekele dayalı, haram olarak insanların mallarını yemektedirler. Gümrükler ve vizeler onların pislikleridir.
Serbest rekabet içinde ticaret ne kadar meşru ise; tekel oluşturarak fiyatları merkezden düzenlemek, faizli işler yapmak, gümrükler oluşturup zorunlu alış ve satış yapmak, en önemlisi karşılıksız banknotlarla dünyayı sömürmek, nâsın malların butlan ile yemektir. Tarih boyunca bu tür haram yemeler yapmışlardır.
Ancak nâsın emvalini butlan ile yemede artık azami hadde ulaştılar. İsrâ Sûresi’nde belirtilen en yüce mertebeye ulaştılar. İşte bu nedenle onlara helal olan şey de haram edilmiştir. Şimdi onların elinde Adil Düzen gelinceye kadar önemli fırsat vardır. Faizli sistemden, gümrüklerden, karşılıksız paradan, tekel oluşturmaktan vazgeçmeli, bunlardan tevbe etmelidirler. O takdirde Adil Düzen geldiği gibi onların ticaret yapmalarına izin verilecektir. Eğer bu pisliklerine devam ederlerse, Adil Düzen geldiği zaman insanlara helal olan bir kısım şeylerin Yahudiler tarafından yapılması yasaklanacaktır. Yahudilere kredi verilmeyecek, Yahudilerin malları karşılıksız olarak taşınmayacaktır. Adil Düzen uygulamacılarının bunları yapmaya hakları olacaktır.
وَأَعْتَدْنَا لِلْكَافِرِينَ مِنْهُمْ عَذَابًا أَلِيمًا(161) (VaEaGHTaDNAv Li eLKAvFıRIyNa MiNHuM GaÜAvBan EaLIyMan)
“Onlardan kâfirlere elim bir azabı i’tida ettik.”
Bugün dünyayı sömüren sermayeye bir hatırlatma yapılmaktadır. Onlardan kâfir olanlara, nankör olanlara sıkıcı bir azap hazırlanmıştır. Bugün dünyanın mallarını bâtıl olarak yiyen bu sermaye Allah’ın onlara bahşettiği bu nimetin şükrünü eda etmelidir. Madem ki bu kadar imkanı onlara verdi, Adil Düzencilerle işbirliği yaparak, onlardan öğrendiklerinin hayata geçmesi için nankörlük etmeyerek şükretmeli, Adil Düzenin tesisinde yardımcı olmalıdırlar. Bugün Adil Düzeni anlatacağımız en bilgili kimseler İsrail oğullarıdır. Başka uluslar başlarını kuma gömmüş, söylenen sözleri anlayacak seviyeye bile gelmemişlerdir.
Bunların Adil Düzeni uygulayabilmeleri için de ellerinde çok geniş maddi imkanlar vardır. Bunu Adil Düzenin tesisinde kullanırlarsa hem kendi varlıklarını 500 yıl daha sıkıntı çekmeden kabul ettirip insanlığa hizmet eder ve Allah’tan da ecirlerini almış olurlar, diğer taraftan da insanlık sıkıntı çekmeden ve savaşmadan Adil Düzene kavuşur. Ama bunlar kâfir oldukları, nankör oldukları için bunu yapmayacaklardır. Hepsi değil, bir kısmı. Onların içinde samimi olanlar var, onlar kurtulacaklar, Allah’ın İsrail oğullarına yüklediği görevi yürütmeye devam edeceklerdir. Uluslararası ticaret onlarda olacak, ilim onlarda olacaktır.
*
لَكِنْ الرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ (LaKiN elRAvSiPUvNa Fi eLGıLMı)
“Lakin ilimde rasih olanlar”
Kur’an âlimleri üç mertebede zikretmektedir. Bunlardan biri “ehli zikr”dir. Fiillerin hükümlerini bilen kimse demektir. “Âmil” ne yapacağını bilir, sonucun iyi veya kötü olduğunu bilir, ama derecesini, farzı, sünneti, haramı, mekruhu ayıramaz. Kaç sene hapis yatacağını bilmez. Ehli zikr bunları bilir.
“Fakih” ise bu hükümlerin dayandığı kanun maddelerini, genel hükümleri ve istidlâl yollarını bilir.
“Râsih” ise kanunları yapan kimsedir. Bizzat kendisi hukuk sistemini oluşturur.
“İlimde rusuhu olanlar” bunlardır. Bugünkü doktora yapan ve akademik kariyere sahip olanlardır. Fakihler yüksek tahsillilerdir.
“Lâkin” kelimesi ile getirmiştir. “Lâkin” “Ve e’tadnâ” kelimesine atfetmiştir. Yani, elim azabı hazırladık, lâkin onların içinden mü’minlere elim azabı hazırlamadık demektir. Yahut onlardan kâfir olanlara, ilimde rusuhu olanlara şunu hazırladık demektedirler.
مِنْهُمْ (MİNHuM) “Onlardan”
Onlardan yani Yahudilerden, Yahudi olanlardan rasih olanlar. Böylece İsrail oğullarının alimlerine, müçtehitlerine işaret etmektedir. Yeryüzünü yönetme görevi Kur’an ehline verilmiştir. Ancak tek başına değil. Siyasi sahada Hıristiyanlar askeri güce sahip olacaklardır. Çünkü Kur’an’da, sana tâbi olanları kıyamete kadar kâfirlerin üstünde tutağız denmektedir. Yahudiler de ilimde üstün olacaklardır. Kur’an ehli ise bir taraftan savaşta Hıristiyanlarla, ilimde ise Yahudilerle işbirliği içinde olacaklardır. İşte burada ilimde ruhusu olanlardan bahsederken “onlardan” diyerek Yahudilerden ilimde rusuhu olanlardan bahsetmektedir.
وَالْمُؤْمِنُونَ (Va eLMuEMıNuvNa) “Onlardan rasihler ve mü’minler.”
Yahudilerden yalnız ilimde rusuhu olanları zikretti, mü’minlerden ise hepsini zikretti. Yani mü’minlerin tamamı. Bunları “Vav” harfi ile cem etti, birlikte onlara ecri azimi tevdi ederiz, barındırırız demektir. Böylece Adil Düzen Çalışanları ile ilimde rusuhu olan Yahudilerin işbirliği yapacaklarını bize haber vermektedir.
Bu Kur’an’ın büyük müjdesidir. Bir taraftan sermaye sahibi Yahudilerden rasih olanlar Adil Düzene gelecekler ve faizsiz, zinasız Adil Düzeni birlikte hazırlayacağız demektir. Diğer taraftan Hıristiyanlarla da işbirliği yaparak siyasi güç oluşturacak, böylece ilmi yapılmış olan Adil Düzen onlarla ortak olarak siyasi güç oluşturacağız. Demek ki Adil Düzencilerin yolu çizilmiştir. Bir taraftan İsrail oğullarından âlim olanlarla işbirliği yaparak Adil Düzen siteleri oluşturacağız. Diğer taraftan bu Adil Düzenin insanlığa ulaşması için Hıristiyanlarla işbirliği yaparak siyasi bakımdan Adil Düzen tesis edeceğiz.
Yahudilerle işbirliği yapmak demek İsrail oğulları ile işbirliği yapmak mıdır, değil midir? Bunu İsrail devleti belirleyecektir. Hıristiyanlarla işbirliği yapmak demek AB ile işbirliği yapmak demek midir? Bunu da AB halkı belirleyecektir. Türkiye Adil Düzeni benimser de devreye girerse bu sentezin yapılmasına imkan verir ve üçüncü bin yıl medeniyeti kansız kurulmuş olur.
يُؤْمِنُونَ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْكَ (YuEMiNUvNa BıMAv EuNZıLa EıLaYKa)
“Sana inzâl olunana iman ederler.”
Burada hitap edilen kimse okuyucudur. Okuyuculardan iman etmiş olan kimsedir. İnzâl olunan Kur’an değildir. Kuran olsaydı, “Billezi ünzile ileyke” olurdu. Kur’an’dan anladığın manâdır. İlimde rusuhu olanlar da bize inzâl olunan Kur’an’ın manâsına yani Adil Düzene inanırlar. Neden inanırlar? Çünkü ilim sahibidirler.
Alimler söyleneni anlar ve onlar içinde ahseninin yani en iyisinin hangisi olduğunu kolayca bilirler. Çünkü senin onlara söylediğin makuldür. Tabiî ve sosyal ilimlere mutabıktır. Müsbet ilmin ispatladığıdır.
Biz başörtüsünü tartışırken bir tıp öğrencisi dilekçesini yazıp mahkemeye gönderiyor. Dünyanın en güçlü ordularından birine sahip Türkiye devleti karşısına dikiliyor, savunmasız zavallı bir mazlumu yeniyor. Buna dayanılarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin yasama yetkileri kısıtlanıyor.
Biliyorsunuz, Nasrettin Hocanın bir borç ödeme hikayesi var. Alacaklıya diyor ki: Ben senin borcunu ödeyeceğim. Nasıl diyor. Hoca anlatıyor. Yol kenarına dikenli otlar diktim. Onlar büyüyecek ve dikenler verecek. Koyunlar oradan geçerken yünleri o dikenlere takılacak. Sonra gidip onları toplayacağım, iplik tapacağım, kumaş dokuyacağım, pazarda satıp yakında sana olan borcumu ödeyeceğim!..
Yürütülen mantık Nasrettin Hocanın esprilerine ileride konu olacaktır.
وَمَا أُنزِلَ مِنْ قَبْلِكَ (Va MAv EuNZiLa MıN QaBLiKa)
“Senden önce kendilerine inzâl olunana da iman ederler.”
“Senden önce” deyince onların ölmüş olması gerekmez. Biz âyeti okurken bazı manâlar benim aklıma önce gelir, o bana bildirilendir. İlmen doğrulandıktan sonra karşı tarafların onu onaylamaları gerekir.
Bazı konular da benden önce başkalarının aklına gelir, biz de onlara inanırız. Çünkü bizim ilmimiz onun doğruluğunu tasdik eder. İşte Yahudilerden rasih olanlar ve mü’minler böyle davranırlar ve böyle işbirliği ve dayanışma içinde olurlar.
وَالْمُقِيمِينَ الصَّلَاةَ (Va elMuQIyMiNa eöÖaLAvTa) “Ve salâtı ikame edenler.”
Yani, toplantılar yaparlar. Bu toplantılarda bir taraftan Tevrat’ı veya Kur’an’ı okurlar, istişare yoluyla Adil Düzeni tesbit ederler, tedvin eder ve tedris ederler.
İleride Yahudi ulemasıyla böyle ortak toplantılar yapabileceğiz demektir.
Onların aynı yerlerde okuma hakları olacaktır. Bir meydanın çevresinde küçük mabetler yapılır. Ortak geniş salon olur. İbadetler dışında her türlü serbest faaliyet oralarda yapılır. Ayin zamanında ayin yapacak dinlere o yer boşaltılır. Onlar ibadetlerini yaparlar. Böylece hususi mabetleri olur, ayinleri kendi mabetlerinde yaparlar. İlmî, siyasî, ticari faaliyetler ortak salonda icra edilir. Burada dinler arası diyalog doğar.
Mekke’de zaten bütün dinlere mensup olanlar gelip ziyaret ederler.
وَالْمُؤْتُونَ الزَّكَاةَ (Va eLMuETUvNa eLZaKavTa) “Ve zekâtı îtâ edenler”
Yahudilere de zekât farz, faiz haramdır. Gerçi Yahudiler faizin sadece Yahudilerden alınmasını haram sayarlar, Tevrat’ta öyle yazılıdır. Lakin biz de Tevrat’a ve Hazreti Musa’ya inanıyoruz, Hıristiyanlar da Tevrat’a ve Hazreti Musa’ya inanıyorlar. Irk olarak İsrail oğullarından değiliz ve İsrail oğullarının seçilmişliği bizde yoktur. Bizde mü’min olmanın seçilmişliği vardır ama din olarak biz de İbrahimî dindeniz, Yahudiler de İbrahimî dindendir. Hıristiyanlara ve Müslümanlara faizli muamele yapılması haram edilmiş olur. Çünkü Yahudilik İsrail oğullarına mahsus değildir. Tevrat, Kur’an’ın açıkça bildirdiğine göre rahmeten lilâlemindir.
Zekat vererek oluşturulan fondan müellefei kulub faslından ilim adamları desteklenecektir ve bunlar Adil Düzen üzerinde araştırma yapacaklardır. Adil Düzen sitelerinin oluşmasında Yahudi alimlerinden olduğu gibi Yahudi sermayesinden de yararlanabiliriz. Adil Düzene katkıda bulunmak isterlerse kabul edebiliriz. Ancak zekât ve karzı hasen hükümleri içinde katkıda bulunmaları şarttır.
وَالْمُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ (Va eLMuEMiNUvNa Bi elLAHi) “Allah’a iman edenler”
Buradaki “Allah” kelimesi ile hakiki manada Kâinatı var eden Allah kastedilmektedir. Çünkü âhiret yevmine atfedilmiştir. Dünyadaki topluluklar âhiret konularında Allah’ı temsil etmezler. Orada herhangi bir yetkileri yoktur. Âhirette Allah kendisi melekleri aracılığı ile hesaba çekecek ve azap edecektir. Oradaki Allah’ın görevlileri meleklerdir. Bu dünyada ise kamu görevlileri Allah’ın görevlileridir.
وَالْيَوْمِ الْآخِرِ (Va eL YaVMI eL EaPıRı) “Ve âhiret yevmine iman edenler.”
Burada “iman ederler” sözü tekrar edilmemiştir. Dolayısıyla Allah’a iman ile âhirete iman ayrı ayrı olmakla aynı zamanda bir bütün teşkil eder. âhireti olmayan Tanrı Allah değildir.Tanrısız âhiret de imkânsız bir şeydir. Bir tür hayal olmuş olur.
“Ahir” son yevm demektir. Bu dünya ilk yevmdir, bundan sonra gelen yem de âhir yevmdir. Onun sonu olmayacaktır, ebedidir demektir.
Entropinin büyümesi veya küçülmesi sözkonusu olmayacağına göre son âhiretten sonra bir yevm daha yoktur. Harfi tarifle geldiğinden kastedilen yevm bizin bildiğimiz din günü olan yevmdir. Dinin yevmidir.
Yukarıda mü’minlerden bahsedilmiş Yahudilere mukabil kullanılmıştır. Burada Allah ve âhirete iman edenlerden bahsederek Yahudileri de bu imanda toplamıştır. Mü’minlere mü’min denmesinin sebebi, dayanışma ortaklığını kurmuş olmalarından dolayıdır.
أُوْلَئِكَ سَنُؤْتِيهِمْ أَجْرًا عَظِيمًا(162) (Sa NuETiYNıHıM ECRaN GaJIyMan)
“Onlara yakında azim ecri îtâ edeceğiz.”
Yukarıda kâfirlere elim azabı hazırladığını beyan etmiş, burada ise “azim ücreti yakında vereceğini” vaat etmiştir. Yahudi alimler ile işbirliği yaparak Adil Düzeni üreten topluluğa Allah azim ecri verecektir.
“Adil Düzen” bu dünyada yakında iktidar olacaktır. Kâfirlere ise azim azab hazırlanmıştır. Belki tevbe ederler, belki başka hayır hasenat işlerler, o zaman Allah onları azaba koymayabilir. Onun için orada sadece “hazırladık” diyor. Belki de kullanılmayacaktır.
Burada ise mutlaka “ecri azim” gelecektir, Adil Düzen gelecektir.
Allah’ın mü’minlere bu dünyada verdiği en büyük nimet elbette Adil Düzenin tesis edilmesidir. Çünkü Adil Düzenin nimeti o kadar büyüktür ki, bu büyüklükte başka herhangi bir nimet bu dünyada yoktur. Adil Düzen şerri hayr eyleyen düzendir.
Demek ki bu âyetler Adil Düzen için çalışanlara en büyük müjdeleri vermiş bulunmaktadır. Yahudilere karşı nasıl davranmamız gerektiğini de izah etmektedir.
İsrail oğullarını ikiye ayıracağız; Yahudiler ve kâfirler. Kâfirlerden uzak duracağız.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ - 332 ADİL DÜZEN DERSLERİ - 162 İstanbul, 25 Kasım 2005
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI (Selahattin Öztürk ve Reşat Nuri Erol Üsküdar’da değerlendirecektir.)
SANAYİLEŞME NASIL OLACAK?
Adana’da pamuk üretilir, balyalanır ve mesela Almanya’ya gönderilir. Almanya’da Malatya’dan ve Sivas’tan gelen işçiler vardır, Almanların ürettiği tezgahlar vardır. Bu tezgahların bakım ve ayarlarını Sivaslı işçiler, iplik üretimini ise Malatyalı işçiler yaparlar. Sonunda Türk pamuğundan ve işçiliğinden Alman tezgahlarında bir numaralı en iyi kalite iplik üretilir.
Pamuğun kalitesi nasıl ölçülür, bilmek istersiniz. İpliğin en ince yerleri ve en kalın yerleri vardır. İnce ve kalın yerler arasında fark çapa oranlanırsa ipliğin kalitesini verir. İpliği boyayabilmek için ağartmak gerekir. Ağartıcı maddeyi az kullanırsan iplik ağarmaz gri kalır, diğer boyalarla boyanmaz. İpliğe ağartıcı maddeyi fazla yaparsanız iplikteki çekme kuvveti azalır ve esnekliği kaybolur.
Türk işçileri bütün bu inceliklere vâkıf olurlar ve bir numaralı ipliği, en kaliteli ipliği üretirler.
Şimdi Türkiye’ye gelin. Bursa’daki bir fabrikaya gelin. Buraya da Sivas ve Malatya işçileri gelmiştir. Tezgah Almanya’dan alınmıştır. Pamuk Adana’dan gelmiştir. Hepsi Almanya’dakinin tamamen aynı, ama çıkan iplik üçüncü, hattâ dördüncü kalite; ikinci kalitede bile değildir! Makine aynı, bakıcıları aynı, işleticileri aynı, pamuk aynı; ama Türk mamulü kalitesiz! Acaba neden?
Elinizde çok iyi malzeme olsa bile, eğer o malzemeyi iyi bir şekilde monte edemezseniz kaliteli üretim olmaz. Sivas’tan gelen işçiler İtalya’daki makinelerde eğitildiler, onun nasıl ayarlanacağını ve bakımının nasıl yapılacağını bilmektedirler. Oysa makine Alman makinesi; onun bakımını ve ayarlarını yapmamışlardır. Ustalıkları o makineler üzerinde değildir. İşletmesini yapan Malatyalılar da Fransız makineleri üzerinde usta olmuşlardır. Alman makinelerini işletmede acemdirler. Böylece işçiler ve makineler arasında uyum olmadığı için ürün dördüncü veya beşinci kalitede olmaktadır.
Demek ki Almanya’daki makineyi Alman kendisi üretmiş, kendisi oluşturmuştur. Bu sebepledir ki başka ülkelerin etkisiyle sanayileşme mümkün değildir.
‘İlim’ müsbet bir şeydir. Ülkeden ülkeye, alimden alime değişmez. Dolayısıyla ilmi nerede bulursan alırsın. Çünkü o mü’minlerin yitiğidir. Ama ‘teknik’ öyle değildir. Teknik ancak yerli üretilebilir. Çünkü teknik kültürdür, uygarlık değildir. Bizim ‘irfan’ dediğimiz ‘kültür’ yerli olmak zorundadır. Bunlar dört tanedir: Sanat, hukuk, dil ve teknik. Buna mukabil din, ilim, yönetim, ekonomi ise beşerîdir ve ‘umran’ yani ‘uygarlık’ bunlarla oluşturulur. Türkiye’nin 200 yıldır bir türlü sanayileşememesinin ana sebebi işte budur.
Ne yapılacak? Batı’dan ‘müsbet ilim’ öğrenilecek; fizik, kimya, matematik, geometri...
Sonra bu bilgilere dayanılarak projeler üretilecek, bu projeler yerli olacaktır.
Biz otomobili at arabamızı geliştirerek üretmeliyiz. Makinelerin bazı parçalarını üretmeyebiliriz ama o parçaların projesin biz yaparız, dışarıya sipariş verip üretebiliriz ama o parça Türk tipi olur.
Biz üretime böyle sıfırdan başlayıp üretmezsek hiçbir zaman sanayileşemeyiz.
İşte Türk esnafı ve İstanbul üreticileri bu gerçeği öğrenmelidirler. Bunu başarabilmemiz için mala-mal marketler zincirini oluşturacağız. Halkın ürettiği malları alıp halkımıza satacağız. Bu mallar kalite bakımından başlangıçta Batı düzeyinde olmaz, ihraç edilemez ama önce iç tüketimi için kullanırız, sonra bizden geri olan ülkelere pazarlayabiliriz. Yavaş yavaş kendi ürettiğimiz tezgahlar ortaya çıkar, kendi işçilerimiz bizim tezgahlarda çalışırlar, Türk tipi bir teknik gelişir ve o teknikte dünyanın en kaliteli mallarını biz üretmiş oluruz.
Bu arada Batı’ya üçüncü, dördüncü, hattâ beşinci derece malları ihraç etmeye devam ederiz. Ne var ki biz işsizlere ülke teknolojisinde iş vermiş ve kredileri onlara tanımış oluruz. Bu işsizler önce çok düşük kalitede mal imal edecekledir. Ama bunlar zamanla kaliteli malları üreteceklerdir.Vatandaş yabancı teknolojiye dayanan malları almaktan vazgeçecek, yerel teknolojisi ile üretilen malları almaya başlayacaktır. Böylece millî sanayimiz oluşacak ve gelişecektir.
Burada şunu belirterek konuyu kapatabiliriz.
Biz bütün malları ülkemizde üretmeyeceğiz. Kendi teknolojimizde malları üretecek ve millî ihtiyacın üstünde olan malları ihraç edeceğiz. Kaliteli üretemediğimiz malları dışarıdan alacağız.
İşte İstanbul esnafına bunu anlatmamız gerekir. İstanbul’un iki yüz yerinde mala-mal marketi kuracağız. İstanbul esnafı kendi mallarını kendi yerlerinde üretecek ve satacaklardır. Ancak mala-mal marketlerinde mallarını koyup satacaklardır. Satılmayan malları geri alacaklardır. Karşılığında da orada bulunan malları satın alacaklar ve onları pazarlamaya çalışacaklardır. Pazarlayamazlarsa iade edeceklerdir.
Biz Avrupalılardan anlattığımız sebeplerden dolayı teknolojiyi alamdık, onlar da bizden hukuku alamadılar. İşte bugünkü dünyanın perişanlığı böyle tek ayaklı oluşundan ileri gelmektedir. İslâm âlemi daha da perişandır. Onların teknolojideki üstünlüğü hukukta da vardır zannederek kanunları oradan aktarmış ama bu uygulamanın sonu bugüne kadar hep hüsran olmuş, böyle devam ederse bundan sonrası da hüsran olacaktır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ - 332 ADİL DÜZEN DERSLERİ - 162 İstanbul, 25 Kasım 2005
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI (Selahattin Öztürk ve Reşat Nuri Erol Üsküdar’da değerlendirecektir.)
HUKUK VE AB MÜKTESEBATI
İnsanlarda iki meleke vardır. Aklı selim denen hislere dayanan seziler. Bu sezi hayvanlarda çok daha fazladır. Deve çöllerde yolu insanlardan daha kolay bulur. Kuzey Kutbu’nda yaşayan kuşlar Güney Kutbu’na giderler ve yollarını şaşırmazlar. Amerika’da üreyen balıklar okyanusu aşarak Avrupa’ya gelir, sonra yollarını şaşırmadan geri dönerler. İnsanda bu sezi melekesi zayıftır. Bunun yerine insana hayvanlarda olmayan bir meleke verilmiştir, bu da fikirdir. Fikirler sayesinde önce o konuda ilim yapılır, sonra konuya dayanılarak proje üretilir, projelerin uygulanmasıyla insan uygarlaşır. İnsanlığın gelişmesini tarif ederken, hissî çözümlerin yerine fikrî yani ilmî çözümleri üreten topluluklar uygarlaşmış olur.
Tarihte ilk uygarlık Mezopotamya’da başlamıştır. Cezireliler matematik, geometri ve astronomi ilimlerini geliştirerek büyük barajlar inşa ettiler. Onlardan öğrendikleri ilimlere dayanarak taşlardan ehramlar yaptılar. Mısırlılar Mezopotamya’dan ilmi aldılar ama teknolojiyi almadılar. Çünkü Mezopotamya’da tuğla vardı, Mısır’da tuğla yapacak toprak yoktu. Mısır’da da Mezopotamya’da olmayan taşlar vardı. Bu sebeple farklı teknoloji ile inşaat yaptılar.
İkinci adım olarak harf yazısını bulan İbraniler uygarlıkları oluşturdular. Çelikten gemiler inşa ederek yelkenlerle rüzgar kuvvetinden yararlanıp Akdeniz’i göl hâline getirdiler ve deniz uygarlığını kurdular. Bu deniz uygarlığını Yunanlılar siteler ile yaydılar ve sonunda Romalılar Akdeniz’i hakimiyetleri altına aldılar. Karada da Persler imparatorluk seviyesine ulaştılar.
Gerek Mezopotamya’da gerekse İbranilerde müsbet ilimler gelişmişti; ancak müsbet ilimlerin ilmi henüz oluşmamıştı. İlimler ilkel usullerle tahsil ediliyordu. İlk defa Kur’an ehli Kur’an’ı anlamak için fıkıhta yani metinlerin yorumlanmasında ilimlerin ilmini geliştirdiler. Buna “Usûlü Fıkıh” denmektedir. Usûlü fıkhın kurallarına dayanılarak müsbet ilimler, deneye dayanan ilimler ortaya çıktı. Fıkıhtan sonra İslâm âleminde müsbet ilmin esasları ortaya konmuş oldu.
Batı dünyası Müslümanlardan önce müsbet ilmi aldı ve ekonomi bakımından gelişti. Teknik bakımından eğitimsiz olduğu için Müslümanların tekniğini almadı. Elle yazamadığı için makine icad etmek zorunda kaldı. Çünkü Müslümanlardan makinelerin nasıl yapılacağını biliyordu. El tezgahlarında kumaşı dokuyamayan Batı dokuma tezgahları icad etti. Müslümanlar ilmi hukukta uyguladılar ve çok üstün bir hukuk sistemini ortaya koydular ama ihtiyaç hissetmedikleri için ilmi sanayiye uygulayamadılar ve dolayısıyla sanayide ilmîleşemediler. Batı dünyası daha sonra Roma hukukunun yetersizliğini görünce İslâm fıkhına dayalı hukuku almak zorunda kaldı. Roma hukuku standart akit sistemine dayanıyordu, serbest akit sistemi yoktu. Dolayısıyla Roma hukukunda gelişme imkansızdı. Bunun için kanlı boğuşmalar sonunda Batı İslâm’ın akit serbestliğine dayanan hukuk sistemini geliştirdi. Napolyon’un baskısı ile Avrupa serbest sözleşme sistemine geçti. Sonra İsviçreli hukukçularda Huber İslâm’ın münakehat ve muamelat kısmını Batlılaştırarak İsviçre Medeni Kanununu telif etti ve şimdi biz onu tercüme ederek uyguluyoruz.
Batılılar suyun emiri manâsında olan “emiru’l-mâ”yı bizden aldılar ve “amiral” yaptılar; şimdi biz “amiral” kelimesini Batı’dan getirerek kullanıyoruz! Bu bizim kaderimizdir. Bizden aldıklarını adını çarpıtarak bize satıyorlar. Biz de onu anlamadan alıp yaygınlaştırıyoruz.
Batılılar bizden hukuku alırken usulünü almadılar, sonuçlarını kopya ettiler. Bu sebepledir ki hukukta asla başarılı olamadılar; hâlen de hukukta ve yönetimde cahiliye döneminde yaşıyorlar. Anlamadıkları kuralları parça parça ele alıyor ve “Pozitif Hukuk” adı altında dogmatik hukuk içinde yuvarlanıp gidiyorlar.
Türkiye de bir devletin esiri olmamak için Avrupa’nın değişik sahalarından değişik kanunları tercüme ederek yürürlüğe koymuştur. Ceza kanunu İtalyanlardan, Ticaret kanunu Fransızlardan, Medeni kanun İsviçre’den tercüme edildi. İki asırdır bu tercümeler içinde boğulup gidiyoruz…
Ticaret Kanunu’nda şöyle yazar: Bu kanun Medeni Kanun’un ayrılmaz parçasıdır. Oysa Ticaret Kanunu’nda sigorta dendiği zaman Medeni Kanun’un tarifine gidecek. Ama Fransız Ticaret Kanunu’nun kastettiği sigorta başkadır, İsviçre Medeni Kanunu’nda yazılan başkadır. Ceza Kanunu ise bu kanunlarda yazılanlara uymayanları cezalandıracaktır. Onun tarif ettiği zinayı, onun tarif ettiği hırsızlığı cezalandıracaktır. Bu sefer de o tamamen başkadır.
Teknolojide de durum bundan farklı değildir. Alman tezgahında İtalyan ipliğini işlemeye çalışıyoruz ve standartlar uymadığı içi kaliteyi tutturamıyoruz.
Avrupalılar hukuku bizden alamadılar çünkü Usûlü Fıkhı alamadılar. Biz de Avrupa’dan tekniği alamadık çünkü onlardan müsbet ilmin metodolojisini alamadık. İlmin verilerini ezberlemek ilim değildir, verilere götüren yolları öğrenmek ilimdir. İşte bu sebepledir ki dünya kan gölü içinde yüzmektedir.
Eğer Adil Düzene göre market kurarsak, orada “Batı’nın tekniği” ile “Doğu’nun hukuku”nu birlikte uygulama imkanını bulacağız. Bekliyoruz…
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL