1967...1968...1969....AKEVLER 40 YILDIR ÇALIŞIYOR....2004...2005...2006
GELECEĞİN II. KUR’AN - V. İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ... BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
ADİL DÜZEN 336
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 23 - 26 Aralık 2005 Fiyatı: Seminere katılmak veya (akevleronline) www.akevler.org
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 336. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
ÜSKÜDAR Adresi: Selami Ali Efendi Cd. No: 31 ÜSKÜDAR/İSTANBUL (Ana Çocuk Sağlığı yanı – Anadolu Gençlik bitişiği) Tel: (0532) 246 68 92
*TEFSİR SEMİNERİ [Cuma Üsküdar (19.00-21.00); Cumartesi Yenibosna (17.00-21.00); Pazartesi Ümraniye (19.00)]
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Üsküdar ve Ümraniye’de Reşat Nuri Erol tarafından; diğer yerlerde ilgili ve sorumlular tarafından anlatılacaktır...
Hedefimiz; bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul’da 200, Türkiye’de 1000 yerde okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, RNE
BU HAFTAKİ “ADİL DÜZEN” DERSLERİ
“ADİL DÜZEN” ve “KADIKÖY EKİBİ”
MARKET VE SAĞLIK
***
NİSÂ SÛRESİ TEFSİRİ – 61. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
فَأَمَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ فَيُوَفِّيهِمْ أُجُورَهُمْ وَيَزِيدُهُمْ مِنْ فَضْلِهِ وَأَمَّا الَّذِينَ اسْتَنكَفُوا وَاسْتَكْبَرُوا فَيُعَذِّبُهُمْ عَذَابًا أَلِيمًا وَلَا يَجِدُونَ لَهُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ وَلِيًّا وَلَا نَصِيرًا(173)
يَاأَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَاءَكُمْ بُرْهَانٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَأَنزَلْنَا إِلَيْكُمْ نُورًا مُبِينًا(174) فَأَمَّا الَّذِينَ آمَنُوا بِاللَّهِ وَاعْتَصَمُوا بِهِ فَسَيُدْخِلُهُمْ فِي رَحْمَةٍ مِنْهُ وَفَضْلٍ وَيَهْدِيهِمْ إِلَيْه صِرَاطًا مُسْتَقِيمًا(175)
فَ (Fa) “Fe”
Arapçadaki atıf harfleri on kadardır. “Fe” atıf harfi de bunlardan biridir. Va = Ve, Fe = (gel)İP, EV = Ya da, EM = Yoksa, Lâ = Değil, BeL= Doğrusu, LâKiN = Değil doğrusu, EmMâ = İse.
“Ve”de sıralama yoktur. “Fe” de ise vardır, ayrıca takip de vardır.
Bundan önce “Sizi cemian haşredecektir” denmiştir. Mü’min, müslim, kâfir, münafık, kim olursa olsun, birlikte cem edileceklerdir. Ondan sonra ne olacak? Haşrın sonunda sorguya çekilecek, bunun arkasından cennet veya cehenneme gidilecektir. Gelinir gelinmez bir muhasebe müddeti vardır. Ancak muhasebe müddeti olup ifanın içindedir. Hiçbir şey zaman dışı olmaz. O halde muhasebe de ani olmayacaktır. Ama muhasebeye başlanıp en süratli şekilde sonlandırılacak ve hemen cennet veya cehenneme sevk edilme aralıksız olmuş anlamındadır.
Bunun başka anlamı, geçiş zamanı muhasebe zamanıdır. Orada kalma zamanı değildir.
أَمَّا الَّذِينَ آمَنُوا (EamMA elLaÜIyNa EaMaNUv) “Dayanışma ortaklığı kurmuş olanlar.”
Kur’an asla yeni icad edilmiş ve uydurulmuş kelime kullanmaz. O gün Arapların kullandığı dili kullanır ve kendisi o kelimelere yeni manâlar yükler.
“EalLaÜIyNa EaMaNUv”yu “dayanışma ortaklığı kuranlar” anlamında kullanır. Medine’ye hicret edip dayanışma ortaklıklarını kurduktan sonra Kur’an “Ey iman eden kimseler” diye hitaba başlamıştır.
Cuma namazını kılan ve nöbet tutan, tutmayanların ise bedel verdiği topluluklar “iman etmiş topluluklar”dır. İlkel topluluklarda dayanışma ortaklıkları kurmaya fazla gerek yoktur. Çünkü herkes birbirini tanıyor ve kendiliğinden zaten dayanışma içinde oluyorlardı.
Bugün ise sanayi dönemine geçilmiştir ve birbirini tanımayan kimseler birbirleriyle iş yapmaktadır. Gelecekte sadece dayanışma ortaklığı kuran kimseler yaşayabileceklerdir. Çağımızda “dayanışma ortaklığı”nın kurulması, hava misali ihtiyaç hâline gelmiştir. Halk sözleşmelerle mutlaka “hizmet kooperatifleri” ve “dayanışma ortaklıkları”nı kurmalıdır. Not: ‘www.akevler.org’a artık eski seminerler de girmelidir. Süleyman Karagülle
وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ (Va GaMiLUv elÖAvLıXAvTı) “Ve salihatı amel ederler.”
Kur’an’daki “Elleziyne Âmenû” kelimeleri “dayanışma ortaklığını kuranlar” anlamına geldiği gibi; “Sâlihâtı Amel” de “plan projeye göre amel edenler” demektir. Kişiler iradelerini kullanacak ve istedikleri işleri yapacaklardır; ancak, standartlara ve planlamaya göre iş yaparlarsa kendi çıkarlarına göre yapacaklardır.
Bir arabanın lastiğini imal eden başka, cantını imal eden başka kimse olacak ama lastik canta uyacaktır. Bu salih ameldir. İsteyen istediği arsa üzerinde istediği binayı yapabilecektir, ancak bu bina imar kanununa uygun olacak ve yapılan iş projeye göre başlayacaktır. Binanın projesini, belediye dahil hiç kimse onaylamayacaktır. Sadece yapı yetkili imar mevzuatına ve genel planlamaya (irtifa gibi) uygun olmalıdır. Uygun olmazsa mutazarrırlar hakemlere gidebilirler. Bir kimse temel atıp birkaç kat çıkarak bırakabilir. Burada eğer projeye göre inşaat yapılmışsa, yapılan yatırım kadar o yapıya iştirak etmiş olan kalan inşaatı tamamlayabilir.
“Ameli Sâlihât” tabiri içinde bugün uygulanmakta olan pek çok mevzuat meşru hâle gelmiş olur.
“Men Amile Sâlihan” denmemiş, kurallı dişi çoğul ile cemaat sigası getirilmiştir. Bu çoğul sigası, “sistemi” yani “düzeni” gösterir. Sûrenin sonlarına gelirken; gerek “dayanışma ortaklığı”, gerekse “sâlihatı amel” ile işaretini yaparak “hukuk”un temel kurallarını da söylemiş olmaktadır.
فَيُوَفِّيهِمْ (Fa YuVafFiYHiM) “Onlara tevfiye edilecektir.”
“Vefa” “Kefa” kelimesi ile akrabadır. Kefa, kifayet etmek demektir.
“İfa etmek” borcu kapatmak demektir. Türkçede “itfa” kelimesi kullanılmaktadır. İtfa bu manâda Kur’an’da kullanılmaz, “ifa” kelimesi geçer. “Vefat” kelimesi, insanın ömrünü doldurup dünyadan ayrılmasıdır.
Görevine son verme “TEVFİYE” anlamındadır. Eğer Hazreti İsa ölmemişse ve bir daha gelecekse…
“Seni tevfiye edecektir” demek, seni görevden alacak demektir. Vali merkeze alınacaktır.
Burada ifa eden Allah’tır. Bu âyet haşirden sonra geldiğine göre, âhirette ödenecek ücrettir.
أُجُورَهُمْ (EuCUvRaHuM) “Onlara ücretlerini tevfiye edecektir.”
Bu dünyada dayanışma ortaklığı kurup uygun işler yapan kimselerin “ücretleri” Allah tarafından âhirette ifa edilecektir. Haşirden sonra ifa edilecektir. “Ecr” genel olarak emek karşılığıdır. “Ücret payı” olarak da manâlandırılır. Ancak asıl “ecr” miktardır. Davranışlara biçilen karşılıktır. Sonuçla değerlendirilmez. Âhirette insanlar mükâfatlandırılırken davranışla muhakeme edilecek, sonuçla ölçülmeyecektir. Eğer bu dünyada da aynı şey yapmak isteniyorsa, işe gelen herkese asıl ücret verilir. Ondan sonra da verime göre prim de verilir.
وَيَزِيدُهُمْ مِنْ فَضْلِهِ (Va YaZIyDaHuM MiN FaWLiHi)
“Ve fadlinden onlara yapacaktır, fazlinden onlara ziyade edecektir.”
Birlikte iş yapmanın çok büyük verimi vardır. Gerek üretimde, gerek tüketimde birlikte yapılan işler büyük bereket getirir. Öyle işler de vardır ki, tek başına yapılamaz. Ağır bir cisim birlikte kaldırılabilir.
İşte bütün bu imkanlar Allah tarafından insanlara lütfedilen imkanlardır. Âhirette de ücrette en az bire on ziyade edilecektir. Bu dünyada da bu fazlalık oluşmaktadır.
Kapitalistlere göre bu fazlalık sermayeye aittir. Sosyalistlere göre bu fazlalık devlete aittir.
Kur’an’a göre bu fazlalık yine halka aittir. Halka ihtiyaçlara göre veya katkılara göre bölüştürülecektir.
“Onlara ziyade eder” demekle, onlara ekler demektir. Bu yol gibi bütününe birden olabildiği gibi, yoksulluk payı gibi muhtaçlara bölüştürülür. Elektrik, su, gaz gibi girdileri üreticilere ürettikleri nisbette bölüştürür.
وَأَمَّا الَّذِينَ اسْتَنكَفُوا (Va EamMa elLaÜIyNa iSTaNKaFUv) “İstinkâf eden kimseler ise.”
“İstinkâf eden” istirkâb eden anlamına yakındır. Yani, çöküp bir türlü sallanmama, yerinden ayrılmama demektir. İnatçı develer çöktükten sonra yerlerinden kalkmak istemezler.
“İstinkâf eden” demek, direnen demek, iş yapmayan demek veya istenen işi yapmayan demektir.
Bir yenilik yaparsınız; insanların çalışmalarını ve tüketimlerini ona göre ayarlamalarını istersiniz. Bir de bakarsınız ki buna karşı direnirler, bir türlü dayanışmaya ve ameli salihe gelmezler.
“Adil Düzen Çalışmaları”nın başına gelen macera budur. Gerek Akevler’de gerekse Millî Görüşte ortaya çıkan direnmeye galip gelemediğimizden bugün başarılı olarak hâlâ “Adil Düzen İşletmesi” kuramadık. Bu direnme sadece başkalarında değil, bizde de mevcuttur. Eski alışkanlıklarımızı zor bırakıyoruz. Herkesin yaptığını yapmak bize kolay geliyor. Bunun ilacı, dayanışma ortaklıkları kurup birinin yaptığını tamamlayan işler yapmaktır. Bizim ümidimiz, bütün bu eksikliklerimize rağmen sabırla dayanmamızdır. Başarısızlıklarımız bizi yıldırmamıştır. Ahşap ev işine giriştik, yapamadık… Çatalca’da markete giriştik, başaramadık… Poşet imalatı işine giriştik, başaramadık... Kavak işinde başaramadık, Kırgızistan’daki girişimlerde başaramadık... Ama inancımızı kaybetmedik, ümidimizi kesmedik, hâlâ devam ediyoruz… Zaman zaman benim ümidim kesilmiştir, ama cemaatin ümidi kesilmemiş, bensiz de devam etmişlerdir… Haseneler seyyieleri izhab eder.
وَاسْتَكْبَرُوا (Va iSTaKBaRUv) “Ve istikbar ederler.”
Dayanışma ortaklığına katılmak ve ameli salih işlemekten istinkâf eder, istikbar ederler.
“İstikbar etmek” kendini büyük görmek, kendisini halktan ayrıcalık içinde düşünmektir.
Ayrıcalıklı mahallerde oturmak, ayrıcalıklı iş yapmak, ayrıcalıklı muamele istemektir. Sınıf oluşturmak insanların düştüğü hastalıktır. Belli kimselerle sohbetlere katılmamak, onlarla bir arada oturmamak hastalığı vardır. Üst sınıf mahalleler oluşturulmakta, oraya göç etme ve oraya taşınma büyüklenmenin ideali olmaktadır.
Anadolu’da köylüler büyük sıkıntılar içinde çocuklarını yetiştirirler. Çocuk tam kendilerine yarayacağı, çobanlık yapacağı, iş yapacağı zaman gönderip okuturlar. Büyük sıkıntı ve ıstıraplar içinde çocuklarını mühendis yaparlar, doktor yaparlar. Öyle gün gelir ki, artık o mühendis onu okutan ve büyüten anne babasından utanır hâle gelir. Yanına alamaz, ona bakamaz olur. İşte bu istikbar insanları hayatta birbirinden koparmaktadır.
Sanayileşme döneminin en büyük sorunu bu istikbardır. Bu istikbar iş hayatına aksetmiştir. Mesela, ‘ben okudum, büyük adamım, artık herkesin yaptığı işi yapamam’ der! Bu konuda o kadar ileri gitmişlerdir ki, mesela emekli askerleri siyasetten uzak tutmak için; ‘Siz büyük insansınız, bu adi siyasette karalanırsınız!’ denmiştir. Böylece bu kesim ülkeye hizmet etmekten uzak tutulmaktadır. Mühendisler eline eğe alıp sürtemezler, tornavida veya anahtar ile bir şeyi sıkamazlar. Çünkü o adi bir iş ve işçi işidir. Ondan sonra da mühendis ünvanını alır ama mühendis olamazlar. Türkiye’de planlı projeli sanayileşme bu sebeple olamamaktadır.
Büyük olan yalnız Allah’tır. Biri padişah bile olabilir ama o büyük değildir.
Hazreti Muhammed aleyhisselâm bir gün şöyle diyor: “Zenci de olsa, cüce de olsa mutlaka başkana itaat ediniz.” Arkadaşları; “Facir, fasık olsa da uyacak mıyız?” diyor. Kıyamete kadar insanlara yol gösterecek balyoz gibi sözü söyleyerek şöyle buyurdu: “Evet, siziz toplantılarınıza (namazlarınıza) katılıyorsa itaat ediniz.”
İşte köşklere çekilip yönetimde bulunmak ayrıcalık demektir. Başkanlıktan ıskatına sebep olmaktadır.
Buna başka bir uygulamayı daha örnek verelim. Halife Hazreti Ömer’e şikayette bulunuyorlar ve; “Filan vali oturduğu makam odasına kapı koydu, izinle giriliyor!” Halife Ömer müfettiş gönderiyor ve diyor ki; “Önce git, kimseye bir şey sormadan kapı varsa sök ve yak, valiyle ondan sonra görüş.”
“Adil Düzen” sözle olmaz. Bucak başkanı ile sorunlarını çözeceksin, toplantılar açık olacak, günde beş defa yanına varabileceksin. İnsanlar da meskenlerde ve giyimde sınıf oluşturmalarından kurtulacaklardır.
فَيُعَذِّبُهُمْ عَذَابًا أَلِيمًا (Fa YuGaüÜiBuHuM GaÜaBan EaLIyMan) “Onlara elim azabı tazib edecektir.”
Yukarıda böyle olanları âhirette birlikte haşr edeceğini bildirmişti. Ondan sonra “Fa” harfi ile âhirette iman edip ameli salih işleyenlere ücretler verileceği, ziyade yapılacağı, istinkâf edip istikbar edenler için ise elim azap vaadedilmektedir. Bu âhiretteki elim azaptır. Burada “Fa” harfinin getirilmesi, “ellezine”ye bir tür işaret manâsının verilmesidir. Hükmün tanımı içindir. “Ellezine” harfi tarifle marifedir. Belli kimseleri azab eder manâsı verilir. “Fa” gelince “ellezi” istiğrak için gelmiş olur. “Ellezi darabe yudreb” derseniz, döven dövülecektir manâsı çıkar. “Ellezi darabe Fa yudreb” derseniz, döven herkes dövülür manâsı çıkar.
وَلَا يَجِدُونَ لَهُمْ (VaLAy YaCıDUvNa LaHuM) “Kendilerine vecd edemezler.”
Buradaki “lehum” “lienfusihim” demektir. İstikbar eden kimseleri halk sevmez. Onlar birbirlerini de sevmezler, çünkü onlar varlık yarışındadırlar. Kendilerinden daha fazla varlıklı olanlara düşmandırlar. Varlıksız olanları da aşağı görüp yanlarında olmalarından hoşlanmazlar; ‘bu kim ki bizim yanımızda oturuyor, bizim bulunduğumuz meclislere katılıyor’ derler. Dolayısıyla onların bu dünyada dostları yoktur, öbür dünyada da yoktur. Tarikatçı bir genel müdürle görüşmüş, genç mühendislerin değerlendirilmesini önermiştim. ‘Ben onlarla uğraşamam!’ demişti. Bu sınıflaşma her yerde vardır. Şeytan fazla muttaki olduğu için şeytanlaştı.
Bir insan kendisini diğer insanlardan her ne şekliyle olursa olsun farklı görmemelidir. Bu zenginlikte olabilir, ilimde olabilir, makamda olabilir, ittikada olabilir. Kendisini farklı görürse o artık şeytanlaşmıştır.
Bu sebepledir ki kimseye aşırı saygı göstermeyeceksiniz, elini öpmeyeceksiniz. Ya herkese ayağa kalkacak, ya da kimseye kalkmayacaksınız. Yüzüne methiyeler yapmayacaksınız. Çünkü o bunların etkisinde kalır, kendisini bir şey zanneder ve şirke girer, isyana girer.
Kimsenin arkasından eksikliklerini konuşmayacaksınız. Yüzüne karşı da kendisini methetmeyeceksiniz. Hakkı tavsiye budur. Ben sizin eksikliklerinizi sayacağım, siz de benin eksikliklerimi sayacaksınız. Böylece istikbar illetinden kendimizi koruyacağız, birbirimizi aşılayacağız. Yani, hakkı tavsiyede sabırlı olacağız.
مِنْ دُونِ اللَّهِ (MiN DUvNı elLAHı) “Allah’ın dununda bulamazsınız.”
Mefhumu muhalefetle de olsa Allah’ı bulabilirsiniz demektir. Bunun anlamı şudur ki, âhirette de olsa, bu istikbar ve istinkâf edenler azaplarını çekerler. Salih amel etmeye başlarlarsa orada da Allah onlara velayet edecek, nusret edecektir. Yoksa “Min Duni Ehad” denirdi.
وَلِيًّا وَلَا نَصِيرًا(173) (VaLiyYan VaLAv NaÖIyRan) “Ne veli ne de nâsır vecd edemezsin.”
“Veli” kelimesi arka demektir. Türkçede de “arka çıkmak, arkası olmak” tabirleri vardır. “Bel” kelimesi ile akrabadır. Kollayan demektir. Arka çıkan, destekleyen anlamındadır.
“Velayet” dayanışmadır. İslâmiyet’te sigorta para ile değil insanlar ile olur. İnsanlar birbirlerine dayanarak kendilerini güven altına alırlar. Allah’tan başka bir veli bulunmayacaktır. Âhirette dayanışma ortaklığı yoktur.
“Nasır” yardımcı demektir. “Avn etmek” yapılan bir yardımdır.
“Nusret” ise düşmanlara karşı yardımdır. Savunma yardımıdır. Âhirette melekler ve cinler bunların düşmanı olacaktır. Düşmanlara karşı da onları Allah’tan başka koruyan bulunmayacaktır.
***
يَاأَيُّهَا النَّاسُ (YAv EayYUHay elNASu) “Ey insanlar.”
Bu sûre “Ey nâs” diye başlamıştır. Sona erdirirken de “Ey nâs” diye sona erdirmektedir.
İnsanları iman etmiş ve ameli salih işlemiş olanlarla, istinkâf ve istikbar edenleri anlattıktan sonra, onların âhiretteki hallerini bildirmiştir. Bundan sonra dünyadaki durumlardan bahsedilecektir.
Arada yine “Ey nâs” diye hitap etmiş, tüm insanlara ortak uyarılarda bulunmuştur.
Kur’an iman etmiş olanlara ve insanlara hitap eder. Bunlar yaşayan insanlardır. “Beni Adem” dendiği zaman, geçmiş ve gelecek bütün insanları içerir. Kavim olarak yalnız İsrail oğullarının muhatap alır.
قَدْ جَاءَكُمْ بُرْهَانٌ (QaD CAvEaKuM BuRHAvNun) “Şimdi size bir burhan gelmiştir.”
“Burhan” delil demektir. “Berk” kelimesine akrabadır. Karanlıklar içinde iken şimşek çakar, ortalık aydınlanır ve her şey birden görülür. Bir problem çözerken aklına birden bir delil gelir ve ortalık aydınlanır. Ondan sonra bulunduğunuz yeri bileceğiniz için karanlıkta da ne yapacağını bilirsiniz.
“İbrahim” kelimesi bu köktendir. Brahmanlık de bu kelimedendir. Kur’an’a da “Burhan” denmektedir. Çünkü Kur’an’a baktığımızda onun ilahi söz olduğunu hemen anlarsınız. Kur’an’ın her asırda bir mucizesi ortaya çıkar, ama şimdi ortaya çıkmış olan mucize burhan mahiyetindedir. Bu âyeti ele alalım:
1) Âyette 14 kelime vardır. 2*7=14 جَاءَكُمْ أَنزَلْنَا
2) 3’ü marife ve 3 nekire 6 isim vardır. (أَيّ النَّاسُ رَبِّكُمْ) (بُرْهَانٌ نُورًا مُبِينًا)
3) 3’ü amil olmayan 3’ü amil 6 harf. (يَا هَا قَد ) ( و مِن إِلَيْكُمْ)
4) Muttasıl mef’ul zamir 2, toplam 16 eder (2^4 ) إِلَيْكُمْ جَاءَكُمْ
Görülüyor ki âyette kelimeler gelişigüzel değil, seçkin sayılarla dağılmıştır. Şimdi de harfleri ele alalım.
يَاأَيُّهَا النَّاسُ 10قَدْ جَاءَكُمْ بُرْهَانٌ 13 مِنْ رَبِّكُمْ وَأَنزَلْنَا 14 إِلَيْكُمْ نُورًا مُبِينًا14
16 arka harfler. Bu harfler 6+4+6 olarak bölünmüştür.
(E=4 H=2 ) (Q=1 K=3) ( C=1 Y=4 I=1 )
16 orta harfler vardır 1, 1 ve 2, 4, 8 olarak dağılmıştır.
(S=1 D=1) L=2 R=4 N=8
16 dudak harfleri. (4+2)+5+5 A harfi buraya eklenmiştir.
(B=4 V=1 U=1) (M=5+A=5) “Burhan”daki “A”dan dönüşmüştür, sayılmaz. “Mübina”daki “A” sayılır.
Bunların toplamı 48’dir. “N”den dönüşen 2 “M”yi eklersek 50 eder.
Demek âyet 50 harflidir. Bunun 2’si tenvindir ve mime dönüşmüştür. Diğer 48’den 16’sı boğaz, 16’sı orta harflerdir. Kalanı da dudak ve A harfidir.
(16+16+16+2)^50 ve (6+4+6)^16 (2+2+4+8)^16
Son 16’nın dağılımında kesin bölünme olmadığı için onu saymayalım.
مِنْ رَبِّكُمْ (MiN RabBiKuM) “Rabb’inizden size bir burhan gelmiştir.”
Kur’an lafzı mucizedir. Rab’den gelmiştir. Kur’an’ın Allah sözü olduğunu gösteren dört tanedir.
a) Kur’an’da mukataa harfleri getirilmiştir. Bunların dizilişleri ve sayıları bir mucizedir. Bu hususta eski müfessirler bilgi vermişlerdir. Mesela 28 harfin yarısı zikredilmiş. Her harfin eşi zikredilmiş, “VY”den biri zikredilmiş.
b) Kur’an’ın sahifeleri, satırları, sahifelerde geçen “Allah” kelimesi belli ölçüler içinde olmuştur.
c) Yukarıda anlattığımız her âyette kelime ve harflerin seçkin ortak yer alması.
d) Yeryüzünde mevcut yüz milyonlara varan nüshalar arasında fark olmaması.
Bunlar onu burhan kılmıştır.
وَأَنزَلْنَا إِلَيْكُمْ (Va EaNZaLNAv EiLaYKuM) “Ve size inzâl ettik.”
Yukarıda mucizeli Kur’an’dan bahsederken “size gelmiştir” denmiştir. “Biz getirdik” veya “inzâl ettik” denmemiştir. Kur’an’ın mucizeliği kendi yapısından oluşmaktadır. Elbette o da Allah’ın indirdiğidir ama biz ona bakarız, tetkik ederiz ve onun ilahi olduğunu biliriz. Oysa onun manâsını anlamada ise diğer bilgilere ihtiyacımız vardır. Kıyamete kadar devam edecek olan bir ışık öğretilmiştir. Kur’an’ın manâları zaman ve mekana göre değişik şekilde anlaşılacaktır. Ama “usûl ilmi” yani “anlama ilmi” ise ayrıca bize inzâl edilmiştir. Hazreti Peygamber aleyhisselâmdan sonra öğretilmiştir. Beyanı sonra bize âyettir, âyette bildirilen ile teyid edilmiştir.
“Usûlü Fıkıh İlmi” doğmuştur. Bu ilim Kur’an’ı aydınlatan bir ilimdir. Eğer “usûl ilmi” olmazsa, Kur’an görülemez ve anlaşılamaz. Usûl Kur’an kadar önemlidir. Çünkü Kur’an ancak usûl ile anlaşılabilir.
O halde Kurân’ı usûl içinde anlamamız şarttır. Bir harita ne kadar önemliyse, o haritayı okumak da o kadar önemlidir. Elinizde çok ilmî bir eser olursa, eğer onun dilini bilmezseniz, o eser hiçbir işe yaramaz. Allah bugün bize aydınlatan nur inzâl etmiştir. Bu nur da tarihte oluşmuş ilimlerdir. Bu ilimler şunlardır.
a) TECVİT, yani “kıraat ilmi”dir. Kur’an doğru yazılmıştır ve doğru okunmaktadır. Kıraat ilmi oluşmuştur. Rivayet ilmi oluşmuştur.
b) LUGAT. Kur’an’da geçen Arapça kelimelerin halk tarafından kullanılışı ile ilgili ilim oluşmuştur. Böyle kelimeler o gün kullanılan şekli ile bize intikal etmiştir. Bunun için ciltler dolusu kitaplar bize kadar ulaşmıştır. Bu sayede o zamanki dili anlayabiliyoruz.
c) SARF, kelimelerin türetilmesi ile ilgili ilimdir. Kalıplar ve vezinler ortaya konmuş, lügat kadar derinlikte kelimelerin nasıl değiştiği tesbit edilmiştir.
d) NAHİV, cümle yapısı ilmidir. Kelimelerin bir araya gelerek manâ oluşturmasıdır. Arapçada çok az kelime kullanılır ama cümledeki kullanılışı ile çok çeşitli ve derin anlamlar oraya çıkar.
e) MAANİ, bir düşünceyi, bir meramı anlatırken cümleleri nasıl kuracağını ve ondan çıkan manâları öğretir. Mesela, ‘Ben dün Ankara’dan geldim’ derken kastettiğim ile ‘Ankara’dan ben dün geldim’ derken kastettiğin başkadır. Ama cümle aynı şeyleri ifade eder. Birincisinde nereden geldiğine cevaptır, ikincisinde ise ne zaman geldiğini kastedersin. “Nahiv” söyleneni doğru anlama ilmi ise; “Maani” de doğru söyleme ilmidir.
f) BEYAN. Bu da dilin geliştirilmesi ilmidir. Şöyle ki, yeni bir kavram ortaya çıkarsa onu ifade edecek bir kelimeyi dilde bulamayız. O zaman biz benzetme yoluyla kelimeye yeni manâ yükleriz. Kelimeyi lügat manâsının ötesinde kullanırız. Böylece dili zamanla geliştiririz. “Sarf” yeni kelime üretmedir. “Beyan” ise mevcut kelimeye yeni manâ yüklemedir.
g) BEDİİYYAT. Bir malı ürettiğiniz zaman onu piyasaya pazarlamak için ona güzellik vermek zorundasınız. İnsanların duygularına da hitap etmeli ve onu sevmelidirler. Çiçek yalnız bal özünü yapmakla çiçek olmaz, ona arıları cezbetmesi için renk renk güzelliği olan taç yaprakları ile donatılmalıdır. Biz konuşurken kendimizi dinletecek şekilde konuşmalıyız. Bizi duyan konuşmamızdan hoşlanmalıdır. Bu sözlerdeki çekicilik ile olduğu gibi, düşündürürken aynı zamanda duygulandırmalıdır da. Bunun ilmine “Bediiyyat” denir.
h) MANTIK. Konuşmaların tamamlanması için muhtevası doğru olmalı, çelişkili olmamalıdır. Düşündüğünüz zaman içinde yanlışlıklar olmamalı, çelişkiye düşülmemelidir. Bu ilme de “Mantık” ilmi diyoruz.
İşte bu ilimler bir araya gelirse ve Kur’an bu ilimlerle okunursa, o zaman Kur’an’ı anlar oluruz.
Demek ki bu ilimler nurdur. Kur’an’ın anlaşılabilmesi için MANTIK, MATEMATİK USÛL ve GRAMER ilimlerinin bilinmesi gerektiği gibi, bu ilimlere dayanılarak KÂİNAT da okunmalıdır.
ZAMAN, MEKAN, MADDE, ENERJİ (kudret) ilimlerinin; DİL, SANAT, TEKNİK ve HUKUK ilimlerinin; ATOM, NEBATAT, HAYVANAT ve IŞIK ilimlerinin; RUHİYAT, TERBİYE, CİHAD ve İÇTİMAİYAT ilimlerinin; TARİH, ÂHİRET, TEKÂMÜL ve FEN ilimlerinin tedris edilmesi gerekir.
Bu ilimler de Allah’ın bize inzâli ile öğrenilmiştir. Biz bugün “II. Bin Yıl Medeniyeti”ni oluştururken, Müslümanların oluşturduğu “sosyal ilimler”le, Batılıların geliştirdiği “doğal ilimler” birer nur olarak önümüzü aydınlatmakta, bize neler yapmamız gerektiğini öğretmekte, başımıza neler geleceğini bildirmektedir.
نُورًا مُبِينًا(174) (NUvRan MuBIyNan) “Mübin bir nur.”
“Nur” aydınlık demektir. “Mübin” beyan eden, açıklayan demektir.
Kapalı bir bohçayı açarsanız içindekilerini beyan etmiş olursunuz. Okuduğumuz Kur’an, yazılan kitab bir burhandır. Onun ilahi söz olduğunu gösteren bir eserdir. İçinde de burhanlar doludur, kanıtlar doludur. Onu açıklayan ve aydınlatan bir ışığa ihtiyaç vardır. O ışık onun içinde olanları ortaya çıkarmalıdır.
Kur’an nâzil olurken sual sorulması yasaklanmış ve sadece Hazreti Peygambere yorumlama yetkisi verilmiştir. Hazreti Peygamber örnek uygulamalar yapmıştır. Allah nuru Hazreti Muhammed’e değil, bize inzâl etmiştir. 1500 yıl içinde oluşan ilimler sayesinde Kur’an anlaşılır ve aydınlanır hâle gelmiştir.
“Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nı okuyunuz ve orada anlatılanları fıkıh kitaplarında anlatılanlarla mukayese ediniz. Batı’nın kanunları ile mukayese ediniz ve onların ne kadar ilkel kaldığını görünüz. Kur’an’ı okurken şu iki projektörü elimizde tutmalıyız; Müslümanların oluşturduğu müsbet ilimler ve Batılıların geliştirdiği tabii ilimler. İkisi bir arada tek nur olmaktadır. Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası böyle çalışmaların mahsulüdür. O eserde anlatılan konular iyice öğrenilmeli ve Kur’an ona göre yorumlanmalıdır.
Biz sizlere bunları aktarıyoruz. Kur’an sokaklarında dolaşırken bu ilimler elimizde rehber olacaktır. Kur’an ve usul insanlığa gelmiş ve inzâl olunmakta olan bir nurdur. Tüm insanlık bundan yararlanmalıdır.
İNSANLIKTAN İSTEDİĞİMİZ NEDİR?
a) Herkes kendi dininde ve ibadetlerinde kalsın. Halkı dinlerinden çevirmek mümkün değildir. Allah’ın istediği de bu değildir. Dinler arası rekabetin olabilmesi için çoklu sisteme ihtiyaç vardır.
b) İnsanlar ilimde birleşmelidirler, sosyal ve doğal ilimlerde birleşmelidirler. Ekoller oluşmalı ve tartışmalıdırlar. Herkes kendi ekolünü savunmalıdır ama karşı ekolleri de öğrenmelidir. Böylece ilimde evrimleşme sürüp gidecektir.
c) Bütün mukaddes kitaplar ilim adamları tarafından tetkik edilmeli, ilmî kritiğin içine alınmalıdır. Din adamları bu kritiklerden rahatsız olmamalıdır. Alimlerin söyledikleri kesin değildir, onların görüşüdür.
d) Ortak ilmî dil ve usûl geliştirilmelidir. Bu dil Kur’an dili olacaktır, Usûlü fıkıh olacaktır. Her din kendisine dinî metin alabilir, onu bu usûl içinde yorumlar.
***
فَ (Fa) “Fe”
Buradaki “Fa” harfi fa-i tafsiliyedir. Bütün insanlara gelmiş bulunan Kur’an ve inzâl edilen nur karşısında insanlar iki kısım oluyorlar. Kimi istinkâf edip istikbar ediyor ve âhirette cehenneme gidiyor, kimi de iman edip salih amel işliyor ve cennete gidiyor. Burada ise iman eden kimselerin dünyada nasıl rahmetine idhal olunacağı bildirilmektedir. “Emmâ” ile başlamakta ancak ikinci emmâ gelmemiş, o hazfedilmiştir. Yani, herkese tebliğ eder ama bundan ancak iman etmiş olanlar yararlanırlar.
أَمَّا الَّذِينَ آمَنُوا (EamMav elLaÜIyNa EAvMaNUv) “İman etmiş olan kimseler.”
İnsanlardan iman etmiş olan kimseler, kendilerini güven altına almış olan kimseler, kendilerini var eden ve kendilerine burhanı ve nuru inzâl eden kimseler ile kendilerini güven altına alan kimseler. Yani, bu kendilerine gelen Burhan’ı (Kur’an’ı) ve onun anlaşılması için ışık olan usûlü benimseyip ona göre hayatlarını düzenleyen kimseler…
بِاللَّهِ (Bi elLAHı) “Allah ile”
Burada “Allah ile” denirken, yukarıda anlatılan Burhan ve nuru gönden Allah anlamındadır. Ne var ki, yukarıda “Biz”, burada “Allah” kullanılmıştır. “Biz”den maksadın “Allah” olduğu ifade edilmiştir. Bir başka noktaya da işaret vardır. Allah’a iman etmek demek, Adil Düzenle oluşmuş topluluğa iman demektir. Çünkü o topluluk O’nun halifesidir. Yani, kişiler kendi çıkarlarını topluluğun çıkarları içinde düşünmeye başladıkları anda Allah’a iman etmiş olurlar. ‘Evet, ben kazanacağım ama bu topluluğa da kazandıracağım.’ diyen kimse Allah’a iman etmiştir. O topluluğu oluşturan fertlerin eğer büyük kısmı iman etmişse, yani çıkarını topluluğun çıkarı içinde düşünüyorsa, o zaman o topluluk için çalışma Allah için çalışmadır. Yoksa siz Allah’a değil de, o çıkarcılara vermiş olursunuz. Böyle bir durum varsa, o zaman o topluluğu oluşturmak için çalışmalısınız.
İşte düzen için çalışma budur. Bu biz şuraya vardırır. Bugün Allah’a iman etmek demek, “Adil Düzen” için çalışmak demektir; yarın da onu korumak için çalışmak demektir.
وَاعْتَصَمُوا بِهِ (Va iGTAÖaMUv BiHİy) “Onunla i’tisam ettiler.”
“İsmet” korunmak demektir, tehlikeye düşmemek demektir. “Takva” da korunma, bir kale içine girerek korunmadır. “İsmet” savaşarak korunmak, zırh giymek demektir. Kendinden çok giydiğin elbisenin seni koruması, yahut bekleyenlerin seni korumasıdır.
“İ’tisam etmek” koruyucusunu bulmak, yani onu koruyucu kabul etmek demektir. Nurla aydınlanmış olan Burhan’ın gösterdikleri ile “Adil Düzen”i oluşturmak ve onun içinde kendini güven altına almak, bunun için çalışmak i’tisamdır. Bir insanın esbaba tevessül etmeden ‘ben Allah’a i’tisam ettim’ deyip oturması şeklinde anlaşılan bir din anlayışı Adil Düzen Çalışanları için düşünülemez. İ’tisam etmek, ittika etmek, ihtida etmek hep bir iş yapmak anlamında olup, sadece düşünmek bir şeyi ifade etmez. Tarikatlar bunu sadece düşünme ve söylemeye irca ederler. Bu hususta onların Kur’an’ı yeniden düşünüp anlamaları gerekir.
فَسَيُدْخِلُهُمْ (Fa SaYuDPıLuHuM) “Yakında onları idhal edecektir.”
Yukarıda insanlar haşr edilecek, kimi cennete kimi cehenneme gidecektir denmiştir.
Burada ise mü’minlerin bu dünyada ulaşacakları rahmet bildirilmektedir. “Se” harfi bunu ifade etmektedir. “Onları idhal edecektir” denmektedir. Rahmetine idhal edecektir.
Onlar “Adil Düzen”e girmekle rahmetine girmiş olur. “Adil Düzen” gerçekten bir rahmettir.
1970’lerde seçim konuşmaları yaparken Prof. Dr. Sabahattin Zaim İzmir’e gelmiş, bizimle görüşmek istemişti. Gece bir evde buluştuk. Bana siyasi düzenimizi sordu, anlattım. Sonra arabaya bindik, evine gidiyordu; “Bunlar olsa insan kendini cennetteymiş gibi düşünüyor.” dedi. “Adil Düzen” gerçekten dünya cennettir. Kur’an ona “cennet” demiyor da, “rahmet” diyor. “İdhal” kelimesini ayrı bir düzen olduğu için ifade etmektedir. Evet, biz çalışmalarımızda dünyaya rahmetin geldiğini görmedik ama onun nasıl geleceğini aktarıyoruz.
فِي رَحْمَةٍ مِنْهُ (FIy RaXMeTin MiNHu) “Kendisinden bir rahmetin içinde.”
“Cennet” bahçe demektir. Maddi refahtır, saadettir. Maddi nimetler oralarda vardır.
“Rahmet” ise manevi çevredir, huzurdur, saadettir.
Hukuk düzeninde insan nereye gittiği ve ne yaptığı zaman kendisinin ne ile karşılaşacağını bilmektedir. Kimse bu kurallar dışında onu rahatsız etmez. Ne yiyeceğinin endişesi içinde değildir. İşsizlik korkusu yoktur. Çevredekiler onu severler, o da onları sever. İşte rahmet budur.
İnsan bu rahmet içine idhal edilecektir. Mesela, aşiret bir rahmettir. Hasta olursunuz, kendi kendinizi idare edemezsiniz, her an birisinin bakımına muhtaçsınız… Sizi hastahaneye götürürler, oradaki insanlar size yabancıdır, hastalığınızdan haberiniz yoktur, refakatçi istersiniz… Refakatçi olarak da mahvolur, sandalye üzerinde günlerce oturmak zorunda kalır ve siz de hasta olursunuz... Bu arada bütün imkanlarınızı tüketirsiniz... Sonunda ya hasta hasta eve dönersiniz yahut kabristana gidersiniz... Ama Kur’an’ın önerdiği “aşiret” içinde iseniz durum değişir.
“Aşiret”te sizin bir mescidiniz vardır. O mescidin bir reviri vardır. Doktor gelir ve sizi orada muayene eder. Yaşlı kadın ve erkekler mescittedirler, nöbetleşe size bakarlar. Gerekirse büyükler de nöbet tutarlar. Aşiretteki herkes sizin yakınlarınızdır, sizin her türkü huyunuzu suyunuzu bilmektedirler. Hasta olduğunuz için herkes sizinle ilgilenmeye başlar, bir dediğinizi iki etmezler. Sevildiğinizi görür ve öğrenirsiniz. Onlar hizmet ettikleri için sevap kazanmakta, siz de sabrettiğiniz için sevap kazanmaktasınız. İyileşirseniz, kendiniz gibi çevrenizi de sevindirirsiniz. Ölürseniz, cennete yollanır, arkanızda olanlar sizi anmak için hayır hasenat yaparlar. İşte bu rahmettir.
Bucak hukuk düzeni içindedir. Sorununuz mu var; hakemler çözer. İl bir rahmettir. Güven içindesiniz. Devlet rahmettir, ülkeniz korunmuştur. Sonunda tüm insanlık birlikte cehaletle ve kötülükle savaşmaktadır.
Bütün bunlar rahmettir. Hissî haklarınızı DİNÎ, fikrî haklarınızı İLMÎ, amelî haklarınızı MESLEKÎ, sosyal haklarınızı SİYASÎ DAYANIŞMA ORTAKLIKLARI korumaktadır. Bunlar rahmettir. Emrinizde 25 “GENEL HİZMET”liniz vardır. Sizden biri ücret almadan size hizmet etmektedir…
-Bu düzen rahmet değildir de nedir? Rahmettir… Çalışın veya çalışmayın, geçinecek kadar geliriniz vardır… İş istediğinizde iş bulabilmeniz için kredi emrinizde… Bunlardan daha büyük rahmet var mıdır?..
وَفَضْلٍ (Va FaWLin) “Ve fadl/fazl”
“Rahmet”in yanında “Fadl/fazl” da zikredilmiştir. Rahmet statik nimettir. Oysa Allah insanları yalnız hallerini koruyan bir durumda var etmemiştir. Evrimleştirmektedir. Evrimleşme, bugün sahip olunanların daha fazlasına ulaştırma demektir. Bugün bildiğimiz sosyal ve doğal ilimler vardır. Ama yarın daha fazla ilme sahip olacağız. Doğal ve sosyal ilimlerde gelişme olacaktır. Bugünkü üretim imkanlarına sahibiz. Yarın bundan fazlasına malik olacağız. Nüfusumuz da artacaktır. “Rahmet” sosyal saadetse, “Fadl/fazl” da ekonomik refahtır.
وَيَهْدِيهِمْ إِلَيْهِ (Va YaHDIyHıM EıLayHi) “Kendisine hidayet eder.”
Kendisinden rahmete ve fazla idhal edecek ve kendisine giden yola koyacaktır. O yol onları Allah’a götürecektir. Yani, bu dünyada rahmet ve fazilet içinde varolacaklar, “Adil Düzen”de kendilerini cennete giden yol üzerinde bulacaklardır. “Adil Düzen”in en büyük adaleti laiklik olacaktır. Herkes isterse cennetin yolunu kolayca bulacak ve o yola koyulacaktır. Allah’a inanan insanlar açlık ve işsizlik korkusu içinde olmayacaklardır. Kadınların başlarını kimse zorla açtıramayacaktır. Kimseye zorla içki içtirilmeyecek, insanlar zinaya ve fuhşa zorlanmayacaklardır. Hırsızlık yapmak, vergi kaçırmak, rüşvet vermek zorunda kalmayacaklardır. İsteyenler asker olacak, cihad yapacak, isteyenler bedel verecektir. İstemeye istemeye kimse harbe zorlanmayacaktır. Evlere icra dayanmayacak, karakolda polisler dayak atmak zorunda kalmayacaklardır. Herkes Allah’ın istediği şekilde yaşayabilecek ve cennet yolunu bulmuş olacaktır. Bugünkü insanlar günahlar içinde yaşamak zorunda bırakılmaktadır. Adil Düzen Çalışanları o düzeni getirmek için mallarını ve canlarını veren kimselerden oluşur.
صِرَاطًا مُسْتَقِيمًا(175) (ÖıRAvOan MuSTaKIyMan) “Mustakim sıratı.”
Fatiha’da her gün ‘bize müstakim sıratı göster’ diye dua ediyoruz. İşte Allah burada cevap veriyor.
Allah’a iman edip Burhan’ı nurun beyanı ile anlarlarsa, müstakim sıratı hidayet etmiş olurlar.
Allah içtihat ve icmalarla sıratı müstakime hidayet edecektir. Bin senedir kapalı bulunan içtihat kapıları açılacak, tıpkı Ebu Hanife, Malik, Şafii ve Hambel’in yetiştiği devrede olduğu gibi medreseler açılacak, dersler yapılacaktır. Camilerdeki konuşma yasağı kalkacak, DİB yani Diyanet baskısı yok olacaktır. Rahlesini alan mescitlerde kürsü kuracak, öğrenci bulan istediğini okutacaktır...
Devletin görevi öğretmek değil, bilenleri imtihan edip diploma vermektir.
Devlet insanların ne okumayacağına karışmaz, ne öğrenmeleri gerektiğine karar verir ve ondan imtihan eder. Kamuda onları bilenler görev alırlar. Müstakim sırat ancak böyle serbest tedrisat içinde elde edilebilir. Çünkü o şartlar içinde ittifak olursa icma olur. Bugün baskılar altında öğrenme, öğretme ve serbestlik olmayan yerlerde icma olamaz, müstakim sırat da ortaya çıkmaz.
Yeryüzünde serbest tedrisat ilk defa İslâmiyet ile başlamıştır. Havralarda yalnız Tevrat okunurdu. Yunanistan’daki licya ve akademyalarda tek görüş tedris edilirdi. Gimnazyumlar araştırma merkezi idi…
Oysa, Hazreti Muhammed aleyhisselâm Medine’de Suffe okulunu kurmuştu. Burada Kur’an öğreniliyor ve öğretiliyordu. Sonra bütün mescit ve camilerde rahlenin başına geçmiş ve derslere başlamışlardır. Ebu Hanife ve Malik ‘ekol’ kurmuş hocalardır. Dersler Osmanlıların son dönemine kadar hep medreselerde yapılmakta idi. Burada öğretmenlik serbest olduğu gibi öğrencilik de serbest idi. Namaz kıldıktan sonra kişi ders halkalarını dolaşır, hangi hocanın dersi hoşuna giderse oraya çöker ve derslere devam eder. Öğrenciler devamlı olarak aralarında tartışırlar. Osmanlılarda ‘rüüs imtihanları’ vardı. Bu derslerden ‘vize’ alanlar genel imtihanla imtihan edilir, rüüs imtihanı yapılır ve ‘dersiam’ ünvanı verilir, bu kişiye karşılıksız maaş bağlanırdı.
Batlıların baskısı ile Cumhuriyet devrinde Tevhid-i Tedrisat getirildi. Bunun yararı oldu, biz Batı’yı öğrendik. Ama artık tekrar medreselerin açılma zamanı gelmiştir. 1500 senedir insanlığa ışık saçan medreseleri Adil Düzenciler diriltmek zorundadırlar. Kur’an dersleri bunun başlangıcıdır, günümüzün Suffe devridir.
Tarihteki medreseler önce Kur’an okuma ve hadisleri rivayetler ile başladı. Sonra fıkıh dersleri başladı. Sonra lisana ait dersler ortaya çıktı. Yunan, Hint, Pers ve Çin ilimleri medreselerde okundu ve öğrenildi. Matematik, fizik, kimya, trigonometri, tip gibi ilimler medreselerde okundu. Batı bu medreseleri üniversite adı altında aktardı. Bugünkü uygarlık Batı medreselerinde doğdu. Şimdi orası da okul hâline getirildi.
Böylece bu sûre müstakim sırata hidayet ile sona eriyor.
Bundan sonra müstakim sıratı gösteren içtihad ve icmanın temel dayanağı olan KIYAS anlatılacaktır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ - 336 ADİL DÜZEN DERSLERİ - 166 İstanbul, 23 Aralık 2005
MARKET VE SAĞLIK
Başarının sırrı sabırdır. Akevler İstanbul Tüketim Kooperatifi Adil Düzene göre bir marketi açmak istemektedir. Çatalca’da denemiş ama başaramamıştır. Şimdi de kaç senedir Yenibosa’da böyle bir market kuruluşu denenmektedir. Nurettin Sarı’nın dükkanında başlanan bu çalışmalarda herkes sabırla adımlarını atmaktadır. Şimdiye kadar kirasını ödemediğimiz bu yerde herkes sabırla katkıda bulunmaktadır. Bir ara Yaşar Gönül sayesinde çay ve bazı kuru gıdalar alınmış ve satılmıştır. Gürsoy Erol’un getirdikleri pazarlanmıştır. Ama Özketler Yenibosna’ya taşınmış, Taha Özket eline geçirdiği imkânları harekete geçirmeye başlamıştır. Süleyman Akdemir’in 1991 yılında milletvekili adayıyken Kadıköy’de adayken başlattığı “Adil Düzen” anlatmaları Kadıköylü Millî Görüşçüleri “Adil Düzen”e inandırmış ve onlar da bu inançları sayesinde yıllardır başarısız denemelerde sabretmektedirler. Bu sabırlı katkılar sayesinde bir gün Yenibosna’da ilk “Adil Düzen Marketi”nin açılacağını ümit ediyorum. Sonrası, Allah kerîm…
-Küçük bir marketin “Adil Düzen” sistemi içinde açılması bizi neden ümitlendirmektedir?
-Bu bir tohumdur. Şartlar müsaittir. Dikilen bu mütevazi fidanlar inşaallah büyüyecek, önce ağaç, sonra orman olacaktır. Market çalışmalarımız “Adil Düzen”i getirecektir.
Bugün; marketten “Adil Düzen Sağlığı”na nasıl gideceğimizi anlatmaya çalışacağım.
Market malları %15’le satılacaktır. %2’si Kooperatif’e “Genel Hizmet” karşılığı verilecektir. %4 kira payı verilecek, %4 satış payı verilecektir. %5 sermaye payı olacaktır. Şimdi bu sermaye payını %4’e indirebilir veya satışı %16’ya çıkarabiliriz. Böylece %1’i “müşterilerimizin sağlığı” için ayırabiliriz. Bunu şimdi başlatmayacağız. Ama market normal diğer marketler gibi çalışır, kirasını çıkarır, çalışanlara yeter ücret sağlarsa, yani o kadar ciro yaparsak, artık daha ileri işler yapabiliriz. O zaman genel payı %16’ya çıkarır veya sermaye payını %4’e indirebiliriz.
Müşterilerimizden isteyenleri kooperatifimize ortak edeceğiz. Bunlar paralarını baştan yatıracaklardır. Kendilerinin kartına şarj ettireceklerdir. Böylece bunlar sermaye payından yararlanıp alışverişlerini tenzilatla yapacaklardır. Buraya mal koyup konsinye sattıran tüccar ortaklar zaten sermaye ortaklarıdır. Müşteri ortaklarımızı derecelendireceğiz.
a) Bir müşterinin derecesi, şimdiye kadar yaptığı alışverişin toplamı ile derecelenmiş olacaktır. Böylece eski müşteriler ve çok alışveriş yapan müşteriler ilk sıralarını alacaklardır.
b) İkincisi ise; son on iki ay içinde en çok alışveriş yapanlar olmak üzere sıralanacaklardır. Yani, müşteri de olsa, çok alışveriş yaptığı için eski müşteri ortakları geçebilecektir.
c) Diğer sıralama sistemi de sermayenin kooperatifte kalma miktarı ile yapılacaktır. “YTL Gün” bu sırayı verecektir. Şimdiye kadar bu sermaye kadarıyla tenzilata tâbi tutulacaktır. Ayrıca bu sermaye hacmi (âdadı) ortağın sırasını verecektir.
d) Nihayet, son bir yıl içinde sermayesi en çok kalan kimseye de üst sıra verilecektir.
Bir ortağın aldığı dört sıranın tersleri alınıp toplanırsa, o ortağın “Ortaklık Derecesi” bulunur. Bu dereceye göre ortaklar sıralanır. İşte bu sıraya göre “Genel Hizmet”ten yararlandırma ilkesi getirilecektir.
İlk yararlandırma “sağlık” içinde başlayacaktır. Bu meblağlardan ayarlanarak tabiplerden yararlandırılacaktır. Marketin yanında bir basit muayenehane açılacaktır. Günün belli saatlerinde mütehassıs doktorlar gelip burada muayene yapacaklardır. Ancak doktorlar pratisyenlik de yapacaklardır. Yani, hastalıkların teşhis ve tedavisinin yönlendirmesini yapacaklardır.
Aşağıdaki derecelere göre sağlık hizmeti verilecektir:
1) Derecesi en yüksek olanlara tam hizmet verilecektir. Bunun için özel sağlık kuruluşlarıyla anlaşma yapılmış olacaktır.
2) İkinci derecede olanların teşhisleri yapılacaktır. Ayakta veya evde tedavileri yapılacaktır. Hastahane masraflarına karışılmayacaktır.
3) Üçüncü derecede olanların, ayakta veya evde tedavileri yapılabileceklerin teşhis ve tedavileri yapılacaktır. Teşhisin konmadığı hususlarda ‘teşhis konamadı’ denecektir.
4) Periyodik muayeneler yapılacak ve sadece ona durumu bildirilecektir. Tedavi üzerinde durulmayacaktır.
Bu hizmetler %1’lerin verdiği imkanlarla yapılacaktır. Birinci derece 1 ise, ikinci derecede 2, üçüncü derecede 4, dördüncü derecede 8 olacaktır. 15 kişilik gruplar oluşturulacaktır. Bu fona hayır yapacak doktorların hizmetleri kabul edilecek, katkıda bulunacak hayır sahiplerinin katkıları da alınacaktır.
Marketler zinciri oluşturulduğu zaman; Adil Düzene Göre Poliklinikler, Hastahaneler, Eczahaneler ve Araştırma Merkezleri oluşturulmuş olacaktır. Daha ileri safhalarda “Tıp Fakülteleri” kurulmuş olacak ve bunların hepsi “Adil Düzene Göre” yapılacaktır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ - 336 ADİL DÜZEN DERSLERİ - 166 İstanbul, 23 Aralık 2005
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI (Selahattin Öztürk ve Reşat Nuri Erol Üsküdar’da değerlendirecektir.)
“ADİL DÜZEN” ve “KADIKÖY EKİBİ”
1990 yılında Altınoluk’ta Prof. Dr. Necmettin Erbakan ile “Adil Düzen Çalışmaları”nı yapıyorduk. Süleyman Karagülle, Arif Ersoy, Süleyman Akdemir, Ali Erişen, Hira Karagülle, Sabri Tekir, Ali Sayı akademisyen olarak çalışıyordu. İsmail Gürsoy, Hüseyin Kayahan,. Harun Özdemir, Hilmi Altın, Kazım Erten, Reşat Nuri Erol da çalışmalara katılıyordu...
1991’de Turgut Özal seçimi ilân etti… Biz de bunun üzerine Necmettin Erbakan’a öneri götürdük: “Yer önemli değil, ilme hürmeten ilim ehli arkadaşlarımızı listenin başına koyacaksınız. Ondan sonraki seçimde de yine listenin başında orada olacağız.” dedik. Erbakan; ‘il başkanlarının olurunu alın, tamam’ dedi. Arif Ersoy ve Süleyman Akdemir dışındakiler adaylığa başvurmadı.
Arif Ersoy memleketi Çorum’da, Süleyman Akdemir de İstanbul Kartal-Pendik’te listenin başında birinci olarak seçime gireceklerdi. Sonra ikisine de siyasi oyunlar oynandı; Arif Ersoy Çorum’da üçüncü oldu, Süleyman Akdemir de Kadıköy’e atıldı! Çünkü Adil Düzencilerin Meclis’e girmeleri istenmiyordu. Derin güçler oyunlar oynadı.
O zaman Kadıköy İstanbul’un en zayıf yeri idi, S. Akdemir nasılsa seçilemezdi; Anlattıklarını da kimse dinlemezdi... İşte “AKEVLER” ile “KADIKÖY EKİBİ”nin ilk tanışması böyle oldu. RP İlçe Başkanı Gürsoy Erol idi. Ben Kırgızistan’a gittim. Süleyman Akdemir orada “Adil Düzen”i anlattı ve “Kadıköy Grubu” sahip çıktı…
Eğer Kartal’da aday olarak kalsaydı belki Süleyman Akdemir milletvekili olacaktı, ama “Adil Düzen” anlatılmayacaktı ve “Kadıköy Ekibi” olmayacaktı…
Ben Kırgızistan’da iken Süleyman Akdemir on-onbeş kişilik ekiple gelmişti. Ahmet Uzun, Hasan Uzun, Hasan Hacıbektaşoğlu “Kadıköy Grubu” tarafından görevlendirilmiş olarak geldiler. Gürsoy Erol, Ahmet Sadıkoğlu, Selahattin Öztürk ve arkadaşları Türkiye’den destek verdiler. Orada “Adil Düzen İşletmesi” kurulacaktı. Faaliyete geçtik. Bir fırın yeri satın alındı, fırın inşa edildi. Ancak bir hata yaptım. Oradaki birisine inanarak fırını şehrin dışında 25 km uzağında kurduk. Çalıştıramadık... Ama bizim çalışmamızı örnek alan birçok Türk on civarında fırın kurup işlettiler. Fırın ve bazı arsalar hâlâ durmaktadır. Çalışmamız başarısızlıkla sonuçlandı…
***
1997’lerde Kırgızistan’dan Türkiye’ye döndüm ve Üsküdar’da Reşat Nuri Erol ile çalışmaya başladık... Ahşap Ev Teşebbüsümüz vardı...
Ben İstanbul’daki çalışmalarımıza “Kadıköy Grubu”nu çağırmadım; çünkü Kırgızistan’da başarısızlığa uğramıştık… Gürsoy Erol; ‘Bizi neden çalışmalara katmıyorsun?’ dedi ve o yolla kendi istekleri ile tekrar birlikte işe başladık; ama yine başarısızlığa uğradık…
İstanbul Çatalca’da bir market (Çat-San) denemesini yaptık, yine onlar katıldı; ancak orada da başarısızlığa uğradık... Aynı şekilde Pendik-Kaynarca’daki market teşebbüsümüzde de başarısız olduk… Bu arada Hamidiye’deki arkadaşlardan da Hasan Hacıbektaşoğlu’nun çağrısı ile destek geldi.
İzmir’de -İstanbullu ortaklarlar olarak- kavak kerestesi ve işi yapmaya başladık; başarısızlığa uğradık… Poşet üretimi ve pazarlaması işine başladık; başarısızlığa uğradık...
Reşat Nuri Erol’un gayretli çalışması sayesinde “İslâm Devlet ve Dünya Düzeni Kitabı”nı daha önceleri -bu işlerin başlangıcında- yazıp yayınladık; ama dağıtımda başarısızlığa uğradık…
***
“Adil Düzen İlmî Çalışmaları” üzerinde sebat gösteren Reşat Nuri Erol olmuştur. İnsanlığa -basılmış olmasa da- 25 000 sayfalık “Adil Düzen Külliyatı”nı bırakıyoruz. Yukarıda saydığım kimseler “Adil Düzen” üzerinde çalışmalar yaptılar, ama çok azı ciddi bir çalışma göstermektedir.
Şimdi de iki-üç senedir Yenibosna’da bir market tesisi ile meşgulüz; “Kadıköy Grubu” her zamanki gibi yine yanımızdadır...Şimdi; “Özket Ailesi”nin Yenibosna’ya hicreti ve Hasan Hacıbektaşoğlu’nun maddi organizasyonu ile “Yenibosna Marketi” faaliyete geçirilecektir, inşaallah...
Yukarıda saydığımız başarısızlıklar bize “Adil Düzen”i öğretmiş ve bizi daha hazırlıklı yapmıştır. Çatalca’daki market gerçekleşseydi, Yenibosna’daki başarı elde edilemezdi.
O halde o başarısızlıklarımızı biz ‘sınıf geçme’ olarak kabul ediyoruz, ‘mezuniyet’ ise inşaallah Yenibosna’da olacaktır…
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL