1967...1968...1969....AKEVLER 40 YILDIR ÇALIŞIYOR....2004...2005...2006
GELECEĞİN II. KUR’AN - V. İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ... BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
ADİL DÜZEN 339
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 13 - 16 Ocak 2006 Fiyatı: Seminere katılmak veya (akevleronline) www.akevler.org
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 339. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
ÜSKÜDAR Adresi: Selami Ali Efendi Cd. No: 31 ÜSKÜDAR/İSTANBUL (Ana Çocuk Sağlığı yanı – Anadolu Gençlik bitişiği) Tel: (0532) 246 68 92
*TEFSİR SEMİNERİ [Cuma Üsküdar (19.00-21.00); Cumartesi Yenibosna (17.00-21.00); Pazartesi Ümraniye (19.00)]
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Üsküdar ve Ümraniye’de Reşat Nuri Erol tarafından; diğer yerlerde ilgili ve sorumlular tarafından anlatılacaktır...
Hedefimiz; bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul’da 200, Türkiye’de 1000 yerde okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, RNE
BU HAFTAKİ “ADİL DÜZEN” DERSLERİ
2005’de DÜNYADA VE TÜRKİYE’DE NELER OLDU?
AİLE HEKİMLİĞİ VE SAĞLIK REFORMU
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ – 1. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
الم(1) ذَلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ(2) الَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنفِقُونَ(3) وَالَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَا أُنْزِلَ إِلَيْكَ وَمَا أُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ وَبِالْآخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ(4) أُوْلَئِكَ عَلَى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ وَأُوْلَئِكَ هُمْ الْمُفْلِحُونَ(5)
الم (ELM) “Elif, Lâm, Mîm!”
Döllenmiş bir yumurta ikiye ayrılır. Birbirlerine bitişik kalır. Aralarında işbölümü yaparlar. Biri vücudun hareketli hücrelerini üretmeyi yüklenir, diğeri ise sabit yapı hücrelerini yüklenir. Sonra bunlar yine bölünürler. Hareketli hücrelerden biri üreme hücrelerini, cinsel hücreleri üretir, yeni nesli meydana getirir. Diğeri ise kan hücrelerini oluşturur. Sabit yapı hücresi de ikiye ayrılır. Biri vücudun iç yapısının dokularını oluşturur. Diğeri dış yapı hücrelerini oluşturur.
A) HAREKETLİ HÜCRELER
1) Üreme Hücreleri
a) Cinsel hücreler. Bunlar erkek ve dişiden oluşur. Bunların birleşmesinden başa dönülür. Yeni hayat başlar.
b) Hormonları oluşturan doku hücreleri. Bunlar yaşamak ve üremek için gerekli hormonları salan bezleri üretir. Hormon demek, vücuda salınan cansız özel maddelerdir. Bununla hücrelere gerekli maddeler sağlanır veya haberleşme temin edilir. Cinsi ilişkide erkekteki menide bulunan hormonlar ve spermler kadında hormon olur ve onun bedenini o erkekten gelen milyonlarca spermden birinin yaşayabilmesi şartlarını hazırlar. Bundan dolayı hormon dokusu da cinsel hücrelere kardeş yapılmıştır.
2) Kan Hücreleri
a) Alyuvarlar. Bunlar dışardan aldıkları oksijeni hücrelere dağıtırlar, hücrelerden aldıkları karbondioksiti, yakıt dumanını vücudun dışına atarlar. Ayrıca bazı maddelerin taşınmasına ve depolanmasına hizmet ederler.
b) Akyuvarlar. Bunlar vücudun askerleridir, güvenlik kuvvetleridir. Dışarıdan gelen veya içeride üreyen yabancı ve zararlı hücreleri veya maddeleri etkisiz hâle getirirler veya dışarıya atarlar.
B) SABİT HÜCRELER
1) İç Yapı Hücreleri
a) Kemik hücreleri. Vücudun betonarmesini, iskeletini oluştururlar. Kıkırdak dokular da bunlardandır. Kol ve bacakta 128 kemik vardır.
b) Et hücreleri. Bunlar kaslardır. Motor görevini görürler.
2) Dış Yapı Hücreleri
a) İç ve dış deri hücreleri. Dış deri hava almamıza ve terlememize, iç deri hücreleri ise sindirim işleri ile görevlidirler.
b) Sinir sistemi haber alma, haber ulaştırma ve beyinde bilgisayar işlemleri yapar.
Bölünmeler devam ederek bütün vücudu oluşturur. Bunu DNA denen özel moleküllerin dizilmesi ile oluşan genler yapmaktadır. Bu arada kromozom dedikleri zincirde, salsalda bazı olaylar olur.
a) Çift olan salsallar eşleşerek parçaları değiştirirler. Buna değiştirme diyoruz. Böylece yeni kromozomlar oluşmuş olur.
b) Değişme, bazen aynı genleri içerdikleri halde kromozomda sıra değişir.
c) Kopma bazen kromozomdan kopma olabilir. Kromozom küçülür.
d) Çoğu zaman kopan parçalar kaybolmaz, başka kromozom parçalarına eklenir.
Bir başka olay da;
a) Gen etkisiz halde iken etkin hâle gelir. Yahut etkin iken etkisini kaybeder.
b) Genler birlikte çalışır ve tek gen gibi olur. Yahut ayrılarak iki bağımsız gene dönüşür.
c) Gen bozularak atılır.
d) Gende başkalaşım olur. Mavi renk geni yeşil renk genine dönüşebilir.
Genlerdeki bu değişme yine genlerce yönetilir, böylece evrim olur.
İşte, bir canlı böyle oluştuğu gibi, canlılık âlemi de böyle oluşmuştur. İlk hücre dejenere oldu, bakteriler oluştu. Kromozomlar dışarıya atıldı ve virüsler oluştu. Sonra ikiye çeşitlendi, bitki ve hayvanlar âlemi meydana geldi, evrimleşerek bugünkü canlılar âlemi oluştu.
Bunu niçin anlattım?
Canlıdaki DNA’ların yerine harfler alınmıştır. Genlerin yerine de kelimeler alınmış, bunlar çoğaltılarak Kur’an oluşturulmuştur. Kur’an’ın oluşması tamamen canlıların oluşmasına analogdur.
Önce “H” harfi vardı. Bu Allah’ın ismidir. Sonra “H”den değişerek “L” var oldu. Bu moleküldür. Allah dışında her şeydir. “LeHu” her şey O’nundur demektir. “H” yeniden değişerek bölündü, “B” oldu. “B” sebepler âlemi demektir “Lam” değişmeden bölünerek “iki L” ortaya çıktı; “Billah” oldu. Yani, her şey O’ndandır demektir. Bölünmelere ve değişmelere devam ederek “Billahi er-Rahm” oldu. Son olarak “Bismi ellahi er-Ramhâni er-Rahîmi” olur. Bunlar Fatiha Sûresi’nde anlatılmıştır.
Kur’an’da “Besmele” çoğalarak “Yedi Besmele” ile “Fatiha” oluştu. Kendisi Kur’an’ın başında kaldı. Sonra ikinci defa çoğalarak “Büyük Kur’an”ı oluşturdu. Büyük Kur’an, Fatiha’nın açıklamasından ibarettir.
Büyük Kur’an’da 112 Besmele vardır. 112=7*16’dan ibarettir. Yani, Fatiha’nın harfleri sayısı kadardır. Sûreler canlılar gibi bölünerek oluşmuştur. İlk sûreler 64, orta sûreler 32 ve son kısa sûreler 16 kadardır.
Burada Kur’an’ın oluşum şeklini anlatmak gerekmektedir.
1- Allah’ın kelamı olan Kur’an Arapça değildir ve mahluk değildir. Allah’ın ilmi olarak her zaman vardır. Allah’ın kelamı Kitap yalnız yeryüzünün değil, bütün göklerin, galaksilerin, cinlerin ve hattâ meleklerin, ruhların kitabıdır. Bütün melekûtun bilgisayara geçirilmiş şeklidir. Diğer bütün kitaplar onun içindedir.
2- Allah kendi kelamını yeryüzündeki insanların anlayabilmesi için Cebrail ve yakını olan melekleri Arapçaya tercüme etmeleri için görevlendirdi. Onlar uzun çalışmalardan sonra Allah’ın kelamını Kur’an olarak Arapçaya tercüme ettiler. Allah’a arz ettiler, Allah tercümelerini tasdik etti. Allah Arapçayı da meleklerden daha iyi bildiği için bu tercüme ilahi kelama tam muvafık oldu.
3- Sonra Allah Cebrail’in bu Kur’an’ı zaman içinde Hazreti Muhammed aleyhisselâma öğretmesini emretti. O da Hazreti Muhammed’e gelerek Kur’an’ı okudu. İnsanda meleklerle konuşacak genler vardır. Ancak bu genler peygamberler dışındakiler için etkisiz hâle getirilmiştir. Kur’an’dan sonra vahiy olmadığı için şimdi aramızda onlarla konuşabilecek kimse yoktur.
4- Kur’an nâzil olduğu zaman Hazreti Muhammed aleyhisselâm okuma yazma bilmiyordu. Bugünkü kâğıt ve kalem yoktu. Kömürden yaptıkları mürekkeple kamıştan kalemi kullanarak, değişik araçlar üzerinde yazılar yazarlardı. Daha çok ticari kayıtlar tutulurdu. 600 satırlık cahiliye şiirlerinden başka herhangi yazılı bir kitap yoktu. Mekke’de 17 kişinin okuma yazmayı bildiği rivayet olunmaktadır. Kur’an âyet âyet veya sûreler olarak iniyordu. Vahyi mü’minlerin okur yazar olanları değişik parçalar üzerinde yazıyorlardı. İnen âyet veya sûrenin büyüklüğüne göre deri, taş, tahta, her ne bulurlarsa veya Mısır’dan gelen parşömen üzerinde yazıyorlar, raflara yerleştiriyorlardı. Âyet veya sûre, hangi âyet veya sûreden sonra gelecekse, o âyet veya sûrenin sonundaki kelime yeni yazılacak âyet veya sûrenin başına yazılır, böylece metnin sırası oluşturulurdu. Eğer sûre ayrı ise aralarına Besmele yazılıyordu.
5- Kur’an’ın yarısından fazlası Mekke’de inmişti. Medine’ye gelindiğinde aynı sistem devam etti. Ancak bu sefer Suffe Ashabı oluşturuldu, Kur’an bir okul hâlinde yazıldı ve okundu. Buradakiler maaş almıyorlardı. Ancak yemek yiyorlar, isteyenler orada yatıyorlardı. Cebrail her yıl Ramazan ayında gelir ve ondan önce inmiş olan sûre ve âyetleri iniş sırasına göre değil, kitap sırasına göre okurdu. Hazreti Peygamber aleyhisselâm da arkadaşlarına okurdu. Önemli husus, artık Kur’an uygulanarak anlamları öğretiliyordu. Kur’an’ın okunup yazılması ve uygulanması hususunda bazı yasaklar konmuştu.
a) Hazreti Muhammed aleyhisselâm sadece duyduklarını aktaracak, arkadaşlarının doğru okuyup okumadığını kontrol etmeyecek.
b) Yazdıklarına da kendisi karışmayacak, arkadaşları kendi içtihatlarına göre yazacaklar.
c) Kur’an’ın anlaşılması için arkadaşları soru sormayacaklar. Ne anlıyorlarsa onunla yetinecekler.
d) Hazreti Muhammed aleyhisselâm yorumlar yapmayacak, sadece uygulayarak gösterecek.
e) Kur’an’ı bir tek Mushaf hâline getirip kitaplaştırmayacaktır. Bu yasaklar Kur’an’da bildirilmiş, ondan okuma ve açıklama işini Allah ‘Biz yapacağız’ demiştir.
6- Hazreti Muhammed aleyhisselâm hayatta iken, Kur’an’ı uygularken içtihat yapıyordu. Yanlış yaparsa Cebrail gelir ve ona gösterirdi. Sünnet böyle oluşmuştu. Kur’an’ın ilk açıklaması Kur’an’ın mütercimi Cebrail’in yardımı ile Sünnet yoluyla yapılmıştır. Hazreti Muhammed aleyhisselâmın ölümünden sonra artık melek görünmedi. Onun yerine Halifeler on civarında şûra oluşturdular. Onlara danışır ve uygulamayı öyle yaparlardı. Vahyin yerini istişare almıştı. Kur’an’da bu öğretilmişti. Birçok uygulamada peygamber de istişareye başvurmuştu. İşte Kur’an bu dönemde kitap hâline getirildi.
a) İlk nüsha Hazreti Ebu Bekir tarafından kendisi için kitap hâline getirildi. Bu kitap bugünkü Kur’an’ın aynı idi. Kişiler kendileri için Kur’an’ı kitap hâline getirmiştir. Gerek yazıda, gerek okumada farklar belirlenmeye başlandı.
b) Hazreti Osman altı tane hafız yazarı altı nüsha Kur’an’ın yazılması için görevlendirdi.
c) Onlara şu talimatı verdi. Hazreti Ebu Bekir’in nüshası esas alınacaktır. Bütün kurralar dinlenecektir. Nüshalar değerlendirilecektir. İhtilaflı olan hususlar Kur’an’da yer almayacaktır. Böylece bunlar 6 nüsha oluşturdular.
d) Arapça yazı eksikti. Mesela, ‘Fe’ ile ‘Kaf’ harflerini ayıracak noktalama işaretleri yoktu. Ayrıca esre ve üstün gibi harekeler de yoktu. Böylece değişik kıraatler okunacak şekilde Kur’an yazıldı. Yazısı değişik olan kelimeler altı nüshada yer almadı. Bir örnek olarak şunu verelim. Tevbe’nin ayrı sûre mi, yoksa Enfâl’in devamı mı olduğunda ihtilaf etmişlerdir. Sonunda aralarında boşluk bırakılması ama Besmele’nin yazılmaması üzerinde anlaştılar. Bundan dolayı Büyük Kur’an’da 112 Besmele vardır. Sûre olarak 113 sûre vardır. Fatiha ile 114 etmektedir. Bu da 6*19’a tekabül etmektedir.
7- Altı ana nüsha değişik bölgelere gönderilmiş, ayrıca oralara kıraat muallimleri görevlendirilmiştir. Buna ihtiyaç vardı. Çünkü yazı tam değildi. Yazının doğru okunabilmesi için ayrıca okunması gerekirdi. Böylece yazının yanında ayrıca kıraat ilmi ortaya çıktı. Zamanla kıraatlerde de ihtilaflar olmaya başladı. Yine kurralar bir araya gelerek geçerli kıraatleri icma ile tesbit ettiler. Yedi kıraat üzerinde tam ittifak hâsıl olmuştur. Ayrıca üç kıraatin kıraat olarak kabul edilmesinin caiz olduğuna karar verdiler. Bunların dışındaki bütün kıraatleri icma ile reddettiler. Böylece Kur’an’ın yazısı dışında kıraati üzerinde de icma hâsıl olmuştur.
8- İcma ile kıraat kesinleşince, noktalama ve harekeleme işaretleri ile de yazı ile kıraat arasında uyum sağlandı. Şu var ki, değişik kıraatler için değişik mushaflar meydana geldi. Bunlar icma ile ortaya çıktığı için Hazreti Peygamber zamanında yapılmış seviyede ilahi kaynaklıdır.
9- Kur’an’ın yazılması üzerindeki bir başka ilerleme de Kur’an’ın sayfa ve satırları üzerinde olmuştur. Ramazan ayı içinde Kur’an’ın baştan sonuna kadar hatmedilmesi sünneti müekkede olmuştur. Müslümanlar bu sünneti bugüne kadar sürdürmüşlerdir. Bunun için Kur’an otuz cüze ayrılmış, her gün bir cüz oluşturulmuştur. Bu bölmeler tahminen yapılmış ve cüz, nısfı cüz gibi işaretler uygun satırların hizasına konmuştur. Osmanlılara kadar böyle yazılmıştır. Cüzler sahifelere uymuyordu. Osmanlı hattatları Kur’an’ı cüzlere göre yazdılar ve 15 satırı bir sayfa yaptılar. Bir cüz 20 sahife oldu. Burada Kur’an’ın bir mucizesi daha ortaya çıktı. Bütün âyetler sayfa sonunda bitti. Kur’an’ı açıp bakarsanız, bütün sayfaların sonu âyetlerin de sonudur.
10- Kur’an’ın yazılmasının son merhalesi Cumhuriyet döneminde Risale-i Nur şakirtleri tarafından yapılmıştır. Bu da sahifelerde “Allah” sözünün aynı sütunda yer alması, “Allah” kelimesinin üzerinden Kur’an kitabı iğne ile delinse birçok Allah kelimesi üst üste gelir. Buna mucizeli Kur’an demektedirler.
İşte Kur’an böylece icmalarla oluşa oluşa bugünkü hâle gelmiştir. Belki bir asra varmaz, sadece mucizeli basılacaktır. Yeryüzünde 1.5 milyar Müslüman vardır.
Kur’an’ın iniş sırası bilinmemektedir. Bu hususta ne hadis ne de tarih kitaplarda herhangi bilgi gelmemiştir. Kur’an’ı bozmak amacıyla uydurma sıralama yapılmıştır. Sadece sûrelerin Mekke veya Medine’de nâzil olduğu hususunda kitaplarda cümlelerin yazıldığı başlıklarda yer almıştır. Gerek ses üslubu gerekse konuları ile kesinliğe yakın olarak sûrelerin iniş sırası bilinmektedir.
Ayrıca Kur’an’da bazı sûrelerin başlarında harfler vardır. Bunlar sûrelerin gruplanmalarına işaret etmektedir. Harflerin mahreçlerine
UMVF*B MB, YV, HF, GĞ, XP, QC ,KE
GXHE RJ, LZ, NÜ, AÇ, OW, SŞ, ÖD
ĞPKQ
I* Y**C
* WŞ**
RJÖ*O
LZSTD
ANÜÇ*
UMVF*B
1- Harfler 29 sûrenin başına gelmiştir. Harfi medleri ayrı birer harf sayarsak, Arapçada 29 ses vardır.
2- 14 kameriye harflerinden 7’si zikredilmiş, 7’si edilmemiştir. MB, YV, HE, GĞ, XP, QC, KF (elif hemzeyi değil de A’yı temsil eder.)
3- 14 şemsiyeden 7’si zikredilmiş 7’si edilmemiştir. RJ, LZ, NÜ, AÇ, OW, SŞ, ÖD *T (29’un yarısı olmadığı için zikredileni yoktur.)
4- Sert süreklilerden yarı sürekliler zikredilmiştir. R,L,N,M W,J,Z,Ü,V (Y’nin yarı süreklisi yoktur.)
Kazi Beyzavi tefsirinde bu hususu daha teferruatlı anlatmaktadır.
Bütün bunlardan Kur’an müellifinin fonetik ilmine tamamen vakıf olduğu sabit olmaktadır. Oysa o tarihlerde fonetik ilmi dünyada dahi bilinmiyordu.
Şimdi sûreleri tasnif edelim.
İlk iki sûre “ELM” ile başlamaktadır. Medenî sûrelerdir.
Birinci sûre İbrani uygarlığından, ikinci sûre Hıristiyanlıktan bahsetmektedir.
Ondan sonra gelen iki sûre de Medenîdir.
Üçüncü sûre tüm insanlığa hitap etmektedir. Dördüncü süre ise mü’minlere hitap ederek başlamaktadır.
Bunlardan sonra iki Mekkî sûre gelmiştir.
Biri “el-Hamd” ile diğeri ise “ELMÖ[S]” olarak başlamaktadır.
İlk dört sûre İslâm şeriatını anlatmaktadır.
Bu iki sûre ise İslâmiyet’in tebliğini öğretmektedir. Altıncı sûre âhiret ile inzâr etmektedir.
Bunlardan sonraki iki sûre ise savaş hukukunu anlatmaktadır.
Besmelesiz son devlet sûresi savaştan sonraki hükümleri düzenlemektedir. Bu iki sûre Medenîdir.
Demek ki, ilk sekiz sûre (2+2)+(2+2) olarak bölümlenmiştir. Son iki sûre arasında Besmele çıkarılarak sekizlik sûre yedilik yapılmıştır. Böyle düzenlemeler doğada da vardır. Atomlar 7’lik olmak üzere düzenlenmiştir. Buna benzer olarak 15, 31, 63 de seçkin sayılardır.
Bu 8 sûreden sonra 16’lık sûreler gelmektedir. Bu sûrelerin ilk 12’si üçer üçer kümelenmiştir. Hepsi Mekkîdir. Son dört sûre ise Medenî, Mekkî, Medenî, Mekkî şeklinde yer alır. Böylece 15+1 şeklinde sınıflanmış olabilir. Bu 12 sûrenin 6’sı “ELR” ile başlamaktadır. Sadece ikinci üçlü grubun başına “ELR” değil de “ELMR” getirilmiştir. Böylece “ELMR” ve “ELMÖ[S]” sûre grupları arasına irtibat kurulmuştur. Bundan sonra gelen 6 sûrenin son üçünün başına “KHYGÖ” ile başlayan Meryem ve sonra “OH” harfleri getirilmektedir. Böylece üçlü grup oluşturulur. Bu sûreler daha çok Mezopotamya ve İbrani peygamberlerini anlatmaktadır.
Bu üçlü grup sûrelerinden sonra 3+4 şeklinde 7’li gruplar gelmektedir. İlk 3 sûre “OS”, “OSM” ve “OS” başlıklarını, sonraki 4 sûre “ELM” başlıklarını taşımaktadır. Bundan sonra Medine sûresi ile başlayan, Mekkî sûrelerle devam eden üçlü grup, ondan sonra “YS” ile başlayan dörtlü grup vardır. Bundan sonra “YS” ile başlayıp “Ö” ve “Tenzil” ile biten 4’lü sûre vardır. Bundan sonra 7 “XM” sûreleri gelir. Üçüncü sûrenin sonu “XMGSQ” şeklindedir. Sonra 3 Medenî sûre gelmektedir. Sonra “Q” ile başlayan 7 sûre vardır. Böylece 7’li sûreler tamamlanmaktadır.
(2+2+2+2) + ( 3+ 3+ 3 + 3) + 1+1+1+1 + 3+ {4 + 3] +4 + (3+[4) + 3 + 7}+10
4*2 + 4*3 + 7 4*7 +10
Önce 2’li 4 sûre kümesi var; 8 eder. Sonra 3’lü 4 sûre vardır; 12 eder. Sonra 7’li 4 sûre kümesi var; 28 eder. Sonra 10’lu Medenî sûreler gelmektedir. Bunların toplamı 58 etmektedir. Arada 7’li bir küme var. Toplam 65 eder. Tevbeyi çıkarırsanız 64 eder. Demek ki Tevbe hem ayrı sûredir, böylece sekizli grup oluşmaktadır, hem de ayrı sûre değildir, böylece bu sûreler 64’e tamamlanmaktadır. 1 1 1 1 sıralanan sûrelerden ilk üçü ele alınırsa, 5*3=15 eder, 1 eklenirse 16 eder. Bu 7’lere 3 eklenirse 31 eder. Birlerin son sûresi 7’lere eklenirse 32 eder. Dördü de eklenirse 5*7=35 eder. Burada bir sûre 7’lerde ve 3’lerde geçmekte veya geçmemektedir.
O halde bu sûrelerin sıralanması sûrelerin başlarına harf ve Medenî olup olması ile tamamen seçkin sayılarla sıralanmış bulunmaktadır. Sûrelerden birinin yerini değiştiremezsiniz. Böylece ilk 4*16=64’lük sûre oluşturulmuştur. Bundan sonra 32’lik, ondan sora 16 sûre kümeleri gelmektedir. (8+16+32+10+32+16) olarak bir dizi oluşturulmuştur.
Kur’an’daki sûrelerin bu şekilde seçkin sayılara göre dizildiğini ancak şimdi bilebiliyoruz. Seçkin sayılar yani norm sayılar sistemi XX. yüzyılın ikinci yarısında keşfedilip sanayide buna göre ölçülendirme başlamıştır. Demek ki Kur’an’da sûrelerin sıralanışı ilahidir. Kimse onu iniş sırasına göre sıralama gücüne sahip değildir.
Fatiha’nın kitabın başında 112 sûreyi temsil etmek üzere 112 harften oluşmuş olarak gelmesi kadar doğal bir şey düşünülemez. Fatiha zaten Kur’an’ı Büyük Kur’an’dan ayırmaktadır. Küçük sûreler sonlara doğru yer aldığı halde, Fatiha başa konmuştur. Onun Kur’an’daki yerini kim değiştirebilir? Oysa Fatiha’nın ilk sûre olmadığında ittifak vardır. Fatiha’da Allah ve insan tanımlanmaktadır. İnsan Allah’a “Bize müstakîm sıratı hidayet et” diye dua etmektedir. Çünkü Kur’an’la bu duasını Allah kabul etmekte ve hidayet olan Kur’an inzâl olunmaktadır. Adeta o duanın cevabı olarak ‘işte size hidayet’ denmektedir. Bu sûre bu yerden başka yani Büyük Kur’an’ın, ilk Kur’an’ın ikinci sûresi olmanın dışında nerede yerleştirilebilir.
Burada çok önemli bir husus daha vardır. İlk iki sûre “ELM” olarak başlamaktadır. Birincisinde insanlara yolu gösteren Kitabı tanıtmaktadır. Yani, yazar değil, yazı anlatılmaktadır. Çünkü insanların her söze kulak vermeleri ve bu sözlerin en iyisine uymaları gerekir. Kimin söylediği önemli değildir. Söylenen önemlidir. Bundan dolayıdır ki burada önce kitaptan bahsedilmekte, sonra Allah lafzı geçmektedir. Oysa “ELM” sûresinde ise önce Allah lafzı söyleniyor, sonra onun indirdiği kitap anlatılıyor. Bu iki sûre ne kadar birbirini tamamlıyor. Bu iki sûrenin başlarda olması dışında bir yer bulmak mümkün değildir. İki sûrenin başında aynı harflerin konması da aynı derecede önemli bir hususu bize öğretmektedir.
Kelamcılar, önce Allah’ın varlığını akıl yoluyla ispat ettikten sonra Kur’an’ın ilahi Kitap olduğunu istidlal etmektedirler. Oysa Kur’an aksini yapmakta, Kur’an’ın mucize kitap olduğu anlatıldıktan sonra, işte bunu indiren Allah diyerek Allah’ın varlığını Kur’an’la göstermektedir. Kur’an sadece peygamberin peygamberliğini ispatlayan bir kitap değildir. Kur’an Allah’ın varlığını da ispatlayan bir kitaptır.
Böylece sûre başlarındaki harflerden yararlanarak Kur’an sûrelerinin sıralanışları açıklanmış ve Kur’an sûrelerinin sıralanışının ilahi olduğu gösterilmiştir. Kur’an uygulanırken ve açıklanırken istediğimiz sırayı takip edebiliriz. Nitekim biz de tefsirleri ona göre yapıyoruz. Ama birisi çıksa ve bu benim açıklamalarım Kur’an’ın esas sırasıdır dese ne kadar kâfir olursa, Kur’an iniş sırasına göre sıralanmalıdır diyen de o kadar kâfirdir.
Adil Düzen Çalışanlarının bu dalâlete düşmemeleri için bu açıklamaları yaptım.
ذَلِكَ الْكِتَابُ (ÜAvLiKa elKİTAvBu) “O Kitap”
Arapçada da Türkçede olduğu gibi üç çeşit işaret ismi vardır. “Zâ” derseniz, “bu” demektir. “ZâKe” dersek, “şu” demektir. “ZâLiKe” dersek, “o” demektir. Birincisi yakın olana, ikincisi uzak olana işaret eder. Üçüncüsü ise çok uzakta olana veya görünmeyene işaret eder.
Burada işaret edilen kitabın lafzı değil, manâsı olduğu için bu denmiyor da o deniyor. Bu yazılan veya okunan sözlerin manâsı olan kitap denmek isteniyor. Konuşmalarda manâsına işaret ediliyorsa “ZâLiKe” denir.
Burada işaret edilen bütün Büyük Kur’an’dır. Fatiha onun fihristi olduğu için içine dahildir. Kur’an’da sûrenin başında böyle ‘bu kitap’ işaretiyle başlayan başka bir sûre yoktur. Öyleyse bu sûrenin kitabın başına gelmesi zorunludur. Bu sûreyi başka bir yerde yerleştiremezsiniz. Kitap kitabın başında tanıtılır.
Demek ki sûrelerin sıralanışı ilâhîdir ve son derece uygun bir şekilde yerlerini almışlardır. Kur’an’da neye itiraz ederlerse biz onun cevabını veririz denmektedir. Nüzul sırasına göre sıralayanlara bu kitap sözü ile susturucu darbeyi vurmuş olmalıdır. Kâfirler küfürlerine devam etseler de, mü’minlere şeytan yanaşamayacaktır.
“Kitap” kelimesi de mucizedir. Kur’an sûreler ve âyetler şeklinde iniyordu. Kağıtlara değil de, kemik ve deri parçalarına yazılıyordu. Ama bu bir bütün kitap olarak haber verilmiştir. “Ketbetmek” demek, deriden çıkarılan sırımla iki deriyi birbirine dikmek demektir. Su geçirmeyecek şekilde çift dikiş yapmaktır. Yazının satırları bu dikişe benzediği için satır veya sütun hâlinde yazılan parçalara kitap dendiği gibi, ciltlenmiş ve mushaf hâline getirilmiş esere de kitap denir. Kitabın mushaftan farkı vardır. Roman bir kitap değildir, çünkü hükümleri içermez. Kitap bir hüküm içermelidir. “Nasılsın, iyi misin?” veya bir haberi bildirmek için gönderdiğin yazıya risale denmektedir. Ama bir öneri yazısına mektup denir. Eğer bu kuralları içeren ciltlenmiş ve mushaf olmuşsa, kitap olur. Kur’an’ın şeriat kitabı olduğu ve kitap hâline geleceği daha önce bildirilmiş oluyor. Suhufu mükerreme olduğu söylenmektedir. Yani, mucizeli Kur’an, Kur’an’da bildirilmiş oluyor. Mucizeli değil de kerametli Kur’an dememiz gerekmektedir. Eğer sûrelerin yerini değiştirirsek, bugün elimizde olan Osmanlı hattı, keremli Mushaf olmamış olur. Şaşkınlara başka bir tokat da budur.
Demek ki, şeriat, kurallar demektir. Bu yasa demektir. İnsanın yaşaması için kişi olarak ne yapması gerektiğini “Bu Kitap” iğneden ipliğe kadar her şeyi içermektedir. Bu bakımdan bu bir takva kitabıdır. Ayrıca bir topluluk için gerekli olan kuralları da eksiksiz olarak bildirmektedir. Dolayısıyla bu bir hidayet kitabıdır.
İşte Büyük Kur’an’ın başında bu hususa işaret etmektedir. Bu kitabın içeriği, mahiyeti burada anlatılmaktadır. “Bu Kitab içinde reyb olmayandır.” şeklinde tercüme edilebildiği gibi; “Kitap budur”, yani “başka kitap yoktur” şeklinde de tercüme edilebilir. Gerçekten yeryüzünde içinde reyb olmayan başka bir kitap yoktur. Tevrat ve İncil’in ilâhi kitap olduğunda şüphe olmamakla beraber, tahrif edilmiş olduklarından dolayı içlerinde reyb vardır. Ancak Kur’an’ın tahrif edilmesi sözkonusu olmadığından reybsiz tek kitap Kur’an’dır.
Demek ki, daha Büyük Kur’an’ın başında bu kitabın tahrif edilemeyeceği bildirilmiş olmaktadır.
1400 yıl sonra bu tahrifin olmadığı kesin olarak belirlenmiştir, bundan sonra ise gelişmiş kayıt araçları nedeniyle artık kimse onu tahrif edemeyecektir. Bu da ilmen sabit olmaktadır.
Sadece bu ifade ve 1400 senenin şehadeti Kur’an’ın ilahi kitap olduğunu ispat etmeye yeterli olmalıdır.
لَا رَيْبَ فِيهِ (LAv RaYBa FIyHi) “İçinde rayb yoktur.”
“RiYBe” bulanıklık demektir. Suya tortu karışınca bulanır ve şeffaflığını kaybeder. Suda bozulma olmaz ama su kullanılamaz olur. Rayb var, şek var, şüphe var, zan var. Doğruluğu fazlaca muhtemel olan bilgidir. Yanlışlığı daha çok muhtemel olan raybdır. Şek, ikisi arasındadır. Şüphe ise benzer doğruluğu benzetme ile bilinen kesin bilinmeyen bilgidir. İçinde reyb yoktur deniyor. Asla yoktur deniyor.
“Lâ” nefyi cins içindir. Yani, Kur’an’ın içine beşer sözü girmemiştir, saftır. İlahi sözün Arapça tercümesidir. Tercümesi Allah tarafından onaylanmıştır.
Bu ifade Kur’an’da mevcut olan müteşabihlere ters düşer gibi görünürse de, teşabüh Kur’an’da değil, bizim onu anlamamızdadır. Bizim gözümüz, bizim kulağımız, bizim beynimiz onu algılarken parazitli almaktadır, bir kısmını hiç almamaktadır. Eksiklik yayında değil, alıcıdadır. Yapacağımız iş anladığımız kadar uygulamak, anlayamadıklarımızı anlamaya zorlasak bile uygulamaya kalkışmamaktır.
Rayb delilin kendisinde, zan ise delili anlamada eksikliktir.
“Lâ Rayba Fîhi” bu kitabın haberi olabileceği gibi; bu kitaptır, içinde rayb yoktur şeklinde ikinci haberi de olabilir. Kur’an Arapçadır ve bir harfi bile değişmemiştir, artmamıştır, eksilmemiştir. Tercümeleri Kur’an değildir. Kur’an’ın birer görüntüsüdür. Bundan dolayıdır ki Kur’an’ı yorumlarken Arapçası üzerinden yorumlamak zorundayız. Tercümelerinden yorum yapılamaz. Yorum ise Kur’an’ın bizim tarafımızdan görülen kısımlarını aktarır. Dolayısıyla kendi dilimizle yapmaya çalışırız. “Bi Lisanihim” diyor. Yani Kur’an’ın yorumunu her ulus kendi dili ile yapacak, ama yorum metni Arapça olacaktır.
هُدًى لِلْمُتَّقِينَ (HuDayn Li elMutTaQIyNa) “Muttakiler için hidayettir.”
Haberden sonra ikinci veya üçüncü haberdir. Kitap hüdadır. Fatiha’da talep ettiğimiz müstakim sıratı gösteren ve ona götüren hidayet işte bu büyük Kur’an’dır. Fatiha’daki duaya icabettir. Allah’a dua ettik, Allah da bize Kur’an’ın manâsına hidayet etti. Yani Kur’an’ın doğru manâsını bize öğretecektir.
Kur’an’ı doğru anlayacağız. Bir koyun sürüsü yol alırken başkanları ortalarda durur. Herkesin gözü başkandadır. Ama başkan kararı öncü ve artçı kılavuzlara göre alır. Onlar gördükleri şeylere bakarak sağa sola sapar, durur veya ilerlerler. Başkan da onlara bakar, gerekli kararı alır ve bir tarafa yönelir, koşar veya durur. Sürü başkanın hareketine göre hareket eder. Bir yere atladı mı, onun ardından hepsi atlar. İşte bu öncü kılavuza “Hedy” denir. Kurbanlık olarak önceden Harem’e gönderilen küçük baş hayvanlara da “Hedy” denmektedir.
Başkanlar başka toplulukları ziyaret etmeden evvel iyi niyetlerle geldiğini anlatmak için gitmeden önce bazı bağışlar gönderir. Buna da “hediye” denir. “Hâdi” kılavuz demektir. Bir üstünlüğü olmayan, emretmeyen ama bilgili olduğu için yönlendirme yetkilerine sahip kimselere “Hüda” denmektedir. Kur’an bir hüdadır. Zorlamaz, arkasında askeri güç yoktur, ama yol göstericidir. Yola gitmek ise kişiye, okuyucuya bırakılmıştır.
“Muttakilere yol göstericidir.”
“Vıka” kulübe demektir. Sandık gibi katı çeperli kaptır. “Via” ise torba gibi yumuşak kaptır.
Çobanlar dağlarda, yollarda taştan kulübeler yaparlar. Üstünü otlarla ve dallarla kapatırlar. Yağmurlarda ve fırtınalarda buraya sığınılıp korunur, kurttan, ayıdan buraya girilir ve sopalarla savunulurdu.
“İttika etmek” demek, bu kulübeye, bu sığınağa girmek demektir. Kendisini korumak isteyen kimselere yol göstericidir, hattâ götürücüdür.
Kitap baştan takdim edilirken insanları iki gruba ayırıyor. Peşin fikirliler vardır. Kendileri ne yapacaklarını bilmektedirler. Onlar bir kitabı okumaya başladıkları zaman kendilerine uygun delil ararlar. Bunlar gerçeklere ulaşamazlar. Muttakiler ise şöyle başlarlar. Hak ne ise, doğru ne ise ben onu arıyorum. Allah varsa var olduğunu öğreneyim, Allah yoksa yok olduğunu öğreneyim. Öldükten sonra dirileceksek onu öğreneyim, yok dirilmeyeceksek onu da öğreneyim. Ondan sonra ne yapmam gerekiyorsa, kurtulmam için ne gerekiyorsa doğru öğreneyim. İşte Kur’an’ı bu inançla okumaya başlayacaklardır. Kişi olarak kurtuluşu isteyenlere kurtuluş yolunu topluluk içinde gösterir. Onun için muttakiler kurallı erkek çoğul gelmiştir. Kişi kendisini topluluğa katılmakla kurtarmış olur. Katılma çabası ittikadır. Katıldığında içinde elde edilen selâmet ise hidayettir.
Bu derece lâik, demokratik ve pozitif düşünce takdimi hangi kitapta vardır.
İşte Kur’an böyle takdim edilmektedir.
Bundan sonra muttakiler anlatılmaktadır.
Kur’an muttaki olmayanlara, yani kâfirlere ve münafıklara da yol gösterir ama onlar için Kitab’ın bir etkisi olmamaktadır.
Bununla beraber, Kur’an bütün insanlara hitap etmektedir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ - 339 ADİL DÜZEN DERSLERİ - 169 İstanbul, 13 Ocak 2006
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI
(Reşat Nuri Erol ve Selahattin Öztürk Üsküdar’da değerlendirecektir.)
AİLE HEKİMLİĞİ
VE
SAĞLIK REFORMU
Geçen günlerde İzmir ili sağlık mensupları yekvücut olarak aile hekimliğine karşı yürüyüş yapmışlardır. Ben şaşırmadım. Çünkü mühendisler odasından biliyorum. Monopol yetkili örgüt diktatörlüktür. Meslekten men etme ağır ceza yetkisi olan bir mesleki kuruluşun yöneticilerini seçim yoluyla değiştirmek mümkün değildir. Hep kendilerini kendileri seçerler. Siz ses bile çıkaramazsınız. Bunlar sermaye ile, hattâ dış sermaye ile işbirliği yaparak ülkenin sömürülmesinde meslek erbabını araç olarak kullanırlar. “İstemezük” derken kendi çıkarlarına dair bir şey söylemiş olmazlar, sadece sermaye çıkarları için bağırtılırlar.
Şimdi bakanın kendisine sorsan reform yapıyor. Oysa bu mümkün değildir. Tabiplerin diplomasını devlet vermiyor. Meclis’e karşı olan, dolayısıyla devleti temsil etmeyen YÖK veriyor veya vermiyor. Hattâ istediğinde geri alabildiğini de iddia ediyor. Tabipler odası bir yere angaje olmuş, devletin yaptığı reformlara karşı. Sağlık personelinin kaderi de o teşkilatın iki dudağı arasında, bundan dolayı teşkilat personelini kendi kölesi gibi istihdam ediyor. Başı örtülüdür diye meslekî faaliyetine mâni oluyor. İnsanın en tabiî hakkını bile çiğneyebiliyor.
Sayın Bakan, bu durumda sen nasıl reform yapacaksın?
O halde çıkar yol nedir?
Çıkar yol demokrasidir.
Burada kimse suçlu değildir. Suçlu olan sistemdir.
Anafor yüzmeyi bileni de içine çeker. Kötü sistem iyi insanları da kötü eder.
Bugünkü şartlarda tabipler odasını çoğaltmak mümkün değildir. Yetkilerini ellerinden almak da düzeni bozar. O halde ne yapacağız da tabipler odasını demokratikleştireceğiz?
Gelişmiş uygarlıkta artık sorunların yalnız bir çözümü vardır. O da “çoğulcu demokrasi”dir. Bunun dışında herhangi bir çözümü dinler bile önermemektedir. Kur’an’la monopol merkezî peygamberlik sistemi bunun için son bulmuştur. Tabipler odasının demokratikleştirilmesi için tek yol oda yöneticilerini siyasi partilerin atamasıdır. Yüksek tabipler kurulunu siyasi partiler ülke içinde aldıkları %5 için bir tabip profesörü atarlar. Bunlar tabip oldukları için tabipleri düşünürler. Halkın seçtikleri tarafından atandıkları için de ülkeyi düşünürler, böylece denge sağlanmış olur. İllerde ise il siyasi partileri aynı şeklinde il meclisi seçimlerinde aldıkları oya göre oda yöneticilerini bölüşürler. Bunlar ihtisas yapmış doktorlardan olur. Böylece etıbba odaları demokratik olarak teşkilatlanmış olurlar.
Bakan bunu yaptıktan sonradır ki onlarla istişare ederek sağlık reformunu yaparsa, o zaman personel de o reforma kendisini uydurur. İktidar değişse bile nisbî sistem sayesinde sistem değişmez. Sağlık yaz-boz tahtası olmaz.
Halk “sağlık kooperatifleri”ni kurmalı ve “aile hekimliği sistemi”ni kendisi oluşturmalıdır. Halk önce sağlığını korumalıdır. İlaçlı tedavi yöntemine karşı savaş açıp doğal beslenme ve doğal ürünlerle tedavi yoluna gitmelidir. O zaman etıbba odasının yöneticileri halkla mücadele edemez, sömürü sermayesine araçlık yapamazlar.
Bunun dışında bir çözüm göremiyorum.
Görülüyor ki çözüm daima “Adil Düzen” ile mümkündür.
İyi niyetli olduklarında şüphem olmayan birçok insanın bu kadar basit olan “Adil Düzen Çözümlerine” kulak vermemesini açıklamak çok zordur. Ama onların bu durumu karşısında gerçekleri söylemek ve yazmak dışında ne yapabiliriz ki. Her şey saatini beklemektedir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ - 339 ADİL DÜZEN DERSLERİ - 169 İstanbul, 13 Ocak 2006
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI (Reşat Nuri Erol ve Selahattin Öztürk Üsküdar’da değerlendirecektir.)
2005’de DÜNYADA VE TÜRKİYE’DE NELER OLDU?
1.
2005 yılı insanlık ve Türkiye için etkin yıl olmuştur. 2005 yılı tarihin dönüm yılı olmuştur.
Yahudi sermayesi 500 senedir savaşlar çıkartarak, uygarlıkları ve ulusları savaştırarak insanlığı yönetmiştir. Sermayenin ikinci silahı yeryüzünü dinsizleştirme, ahlâksızlaştırma, faiz ve fuhuş içinde sarhoş hâle getirme ve böylece halkı yönetmedir. Sömürü sermayesi 2005 yılı denemelerinde yönteminin başarısız olduğunu görmüş, yeni yönetme ve sömürü yollarını arama zorunda kalmıştır. 2006 yılı yeni sömürü yöntemi arama yılı olacaktır. Sonra ne olacaktır?
Yahudi sömürü sermayesi ya eski usulüne yani benzer uygulamaya devam kararını alacak ve tarihteki iki büyük sürgün benzeri sürgünle ve hezimetle karşı karşıya kalacak; yahut savaş çıkarma, dünyayı ahlâksızlaştırma, dinsizleştirme dışında şeriata uygun çözüm yolu bulacak ve III. Bin Yıl Adil Düzen Medeniyeti’ne katkısı olacaktır. 2005 yılı, 2006’yı hazırladığı için önemlidir.
2.
2005 yılının insanlık için ikinci önemli olayı, ABD’nin BOP/ Büyük Ortadoğu Projesi’nin başarısızlığıdır. Yahudi sömürü sermeyesi dünyayı önce İslâm - Hıristiyan cephelerine bölmüş ve bin yıl savaştırmıştır. Bu savaşın sürdürülemeyeceğini anlamış olan sermaye, dini bölme yerine rejim bölme sistemini uygulamış ve bu bölme bir asır bile sürmemiştir. Gorbaçov’un reformları ile bu da iflas edince, 2005 yılında Büyük Ortadoğu Projesi’ni ortaya atmıştır. Bu proje çerçevesinde ABD önce Irak’ı işgal edecek... Ondan sonra Ortadoğu devletlerini parçalayacak, on milyondan az nüfuslu devletlere dönüştürecek, bunları silahsızlandıracak, İsrail’i ise atom dahil her türlü modern silahlarla donatacak ve bir Ortadoğu Birleşik Devletleri kuracak... Bu proje Arap Yarımadası, Türkiye, İran, Kafkasya, Afganistan ve Orta Asya devletçiklerini içine olacak... Böylece yeryüzü coğrafi olarak ikiye bölünecek, din ve rejimden sonra coğrafi blokları oluşturacak, gelen-geçeni burada soyacak...
ABD işte bu projesini ortaya koydu ama umduğunu bulamadı. Bugün bu projeyi tatil etmiştir. 2006 yılında bu husus tekrar ele alınacak, bu coğrafi kutuplaşma üzerinde araştırma yapılacaktır.
Gelecek dünyada kutuplaşma olabilir. Ancak bu kutuplaşma siyasi kutuplaşma olmayacaktır. Nasıl bugün sağ-sol partiler var, ancak Türkiye ve Almanya gibi ülkelerde bunlar koalisyon yapıyorsa, kutuplaşma medenî ise; gelecek dünyadaki kutuplaşma da böyle olacaktır. Yahudi sermayesi bunu anlar da şeriatın sınırları içine girerse, İsrail onların toprakları olacak ve Yahudiler insanlık camiasında huzur içinde bin yıl yaşayacaklardır. 2005 yılı onlara düşünme şansını sağlamıştır.
3.
2005 yılında insanlık için üçüncü büyük olay, Hıristiyanlığın şaha kalkmış olmasıdır. Papa II. John Paul ölmüş ve cenazesi insanlık için ümit olmuş... Avrupa, ‘ben dinsiz değil, ben Hıristiyanım’ diye ilân etmiş... Dinsiz lâik devletlerin devlet ve hükümet başkanları sıraya girmiş ve biatlarını yenilemişler... Protestan devlet başkanları tıpış tıpış sıraya girmiş ve arzı istirham etmişler... Bu da yetmemiş, yeni Papa Protestanlığın kalesi olan Almanya’dan seçilmiş ve Almanya’ya yaptığı ziyaretle Protestanlarla Katolikler arasındaki buzları eritmiş... Bunun sonucu olarak Almanya’da Katolik bir hanım Başbakan olmuş... Bu olay gösteriyor ki, Hıristiyanlık gelecek III. Bin Yıl Uygarlığında etkin rol oynayacak, ateizmi bir daha dirilmemek üzere tarihe gömecektir. Fitne olacak, şirk olacak, ama artık ateistler müsbet ilmin verileri karşısında bir daha ağızlarını açamayacaklardır. Hazreti İsa yeniden doğmuştur. Hazreti İsa’nın nüzulü bu olabilir.
4.
2005 yılında dünyada oluşmuş bir olay da Allah’ın ‘tsunami’ ile kendisini insanlara göstermesidir. Tanrı yok sayılıyor ve tabiat kanunları ile dünya yönetiliyordu... O kanunlar ABD’nin avucunda idi ve istediği gibi kullanıyordu... ABD artık tanrı olmuştu... Irak Savaşı’nda, 3 Mart Tezkeresi ile ABD’nin tanrılığı sarsılmıştı... Ama Allah kendisini göstermemişti.
Oysa, 2005 yılında Allah önce doğuda göründü. İnsanlar hiç duymadıkları ve işitmedikleri bir felâketle karşı karşıya kalmış, ABD’den başka bir Halik’ın var olduğunu onlara hatırlatılmıştı…
Bu da yetmedi. Allah daha sonra batıda görünmüş, siyasi darbeden sonra doğal darbe ile ABD’nin mutlak iktidarı ve tanrılığı son bulmuştu... Artık insanlar Allah’ın varlığını, her şeye muktedir olduğunu, isterse bir saatte yeryüzünü yok edebileceğini hissettirmişti...
2005 yılında insanlık, kurtuluşunu artık inançsızlıkta, ahlâksızlıkta değil, Allah’a inanarak ahlâklı olmakla sağlayabileceğini düşünmesi için belki de yüzlerce yıldır almadığı ihtarı almıştır.
Şimdi de 2005 yılında Türkiye’de neler oldu, ona bir bakalım.
2005 YILINDA TÜRKİYE’DE NELER OLDU?
1.
Sömürü sermayesinin dünyayı yönetme usulü; ülkede hakim olan gücü parçalayıp dengeye getirmek ve sonra küçük katkı ile iktidara istediğini getirmektir. Türkiye’de DP ile CHP’yi parçalamak istemiş ama halk iktidarı değiştirmişti. On sene DP’yi parçalamakla uğraşmış, başaramayınca da askeri müdahale ile onu iktidardan indirmişti. DP parçalanmış ama ondan sonra halk AP’de birleşmişti. 1971’de müdahale ile CHP iktidar yapılmıştı. 1980’de yine müdahale ile iktidar parçalamıştı. Türkiye bu sefer ANAP’ta birleşmiş ve ABD hedefine ulaşamamıştı. Sonra koalisyon iktidarlarına da sözünü geçiremeyince, atanmış valiyle Türkiye’yi yönetmek istemişti. CHP’nin başına Kemal Derviş gelecek, AKP parçalanacak ve böylece Derviş’te anlaşan partiler onu iktidar yapacaktı. CHP’deki olaylar bu planın sonucu idi. İhtilal operatörü Edelman bunun için Türkiye’de idi, Haziran’a kadar Türkiye’de kaldı. ABD’den destek bulamadığını ileri sürerek kendisini ABD’deki bu işlerin merkezine atattı. Ancak başarıya ulaşamadı. 2005 yılı da AK Parti’nin iktidarda kalması ile sonuçlandı…
Şimdi ABD sıfırdan işe başlıyor. 6 ay araştırma, 6 ay projelendirme devresi olacaktır. Bu bakımdan dünya ve Türkiye 2006’yı rahat yıl olarak geçirecektir. 2007 yılı ise çok çetin yıl olacaktır.
Ne yapacaktır? Ben değil, ABD de bilmiyor. AK Parti 2007 yılına başarılı olarak çıkmak istiyorsa, önce ‘hakemlik sistemi’ ile ‘adil yargı düzeni’ni kuracaktır. Sonra ‘çalışana faizsiz kredi’ ile işsizliği sona erdirecektir. Dış borçları iç borçlara çevirmek, krediyi iştirake çevirmek, nakit borcunu mal borcuna çevirmek ve faiz yerine kredileme sistemini getirme yöntemiyle faizli dış borçları tasfiye etmek ve nihayet kooperatif medyası kanunu ile millî medyayı oluşturmak suretiyle güçlü Türkiye’yi kurma fırsatı devam ediyor. Bunları yaparsa Allah ona yardımcı olacak, ABD’nin 2007 fitnesi başarısız olacaktır. Yapmazsa, ABD başarısız olsa de, AK Parti’nin geleceği de karanlıktır.
2.
Türkiye-Avrupa Birliği müzakerelerini almıştır. Bunun önemi Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesinde değildir. Türkiye zaten büyük ihtimalle AB’ye gir[e]meyecektir. Türkiye’nin birlik müzakeresini almış olması, Avrupa’nın İslâm’a ve Türkiye’ye karşı alacağı tavırla ilgilidir.
Türkiye müzakerelerine nasıl başladı? Önce TBMM’de 3 Mart Tezkeresi geçmeyince Türkiye’nin itibarı en üst seviyeye çıktı. Bu dünyada ABD’ye ilk kafa tutma idi. İslâm âleminin soykırımına uğrayacağını sanan eski Yeniş Şafak yazarları vardı. Bu tezkerenin reddi ile Avrupa Türkiye’yi yanına almayı kabul etti. Sonra Avrupa yetkilileri ölen papaya danıştılar ve o da İbrahimî dindendirler diye AB’ye alınmasına fetva verdi. Bu yetmedi, Avrupa parlamentosunda üçte iki ekseriyetle alınma kararı çıktı. O günkü komisyon büyük gayretle Türkiye’ye müzakere tarihi verilmesini istedi. Böylece 2005 yılında Avrupa; diniyle, parlamentosuyla, siyasetiyle, halkıyla Türkiye ve İslâm dostluğunu kabul etti. Böylece III. Bin Yıl Uygarlığı’nı Hıristiyan ve Müslümanların birlikte kuracaklarına dair Kur’an’ın haberinin müjdesi oldu, 2005 yılı. “Adil Düzen”in yolları açıldı.
3.
2005 yılında Türkiye’de önemli bir yasa çıkarılmıştır; Yerel Yönetim Yasası. Artık iller adil düzen tipi devletçikler hâline getirilmiştir. İl meclisleri yasama meclisleri olmaya başlamıştır. Vali devlet başkanının yetkileri ile bırakılmıştır. Yerel yönetimler şimdilik bu yetkilerini kullanamıyorlar.
2006 yılı bu hususta büyük fırsattır. Eğer yerel yönetimler bu imkanları kullanırlarsa, Türkiye adil düzen yönetimine adım atmış olur. Bunun ülkeye zararlı olmaması için şu tedbirler alınmalıdır:
a) Nüfus olarak bir milyondan büyük il bırakılmamalıdır.
b) İller ekonomi bakımından bölge merkezlerine bağlanmalıdır. Sosyal bağımsızlık illere verilmeli ama ekonomi bakımından bağımlı olmalıdırlar.
c) Bölge merkezlerinde yönetim Ankara’ya bağlı olmalı, burada ordular yerleştirilmelidir. Oradaki askerler o bölgeden olmamalıdır.
d) Valiler yerel yönetimlere müşavirlik etmeli, yerel yönetimlere kendi yetkilerini kullanabilmeleri için hocalık yapmalıdırlar.
4.
AK Parti iktidara geldiğinde, ‘üç yıl halkımız bizden bir şey beklemesin’ demişti. Üç yıl istikrarlı bir şekilde geçmiştir. Şimdi 2006 yılı hasat zamanıdır. Bakalım AKP sorunları çözebilecek midir? İktidarlarının planlı olduğunu söylemişlerdi. Halk üç sene planlarına tahammül etmiştir. Allah da onlara fırsat vermiştir. Şimdi 2006 yılı Ocak 1’den itibaren, artık AKP iktidarı istikrarının meyvelerini devşirmeye başlamalıyız. Önce, devletimiz orman olmadığı halde Akevler’in dört bin dönümlük yerini gasbetmiştir. 1000 ortağın ortak malı olan bu yerin 150 senelik tapusu var. Türkiye’de böyle yüzbinlerce gasp vardır. Bizim bu yerimizi hukukun kuralları içinde bize iadeye başlasın. Önce adalet istiyoruz. Devlet hortumculara mâni olsun ama kendisi hortumcu olmasın. Yoksa o devlet olmaz, eşkıya olur.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92