1967...1968...1969....AKEVLER 40 YILDIR ÇALIŞIYOR....2004...2005...2006
GELECEĞİN II. KUR’AN - V. İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ... BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
ADİL DÜZEN 340
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 20 - 23 Ocak 2006 Fiyatı: Seminere katılmak veya (akevleronline) www.akevler.org
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 340. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
ÜSKÜDAR Adresi: Selami Ali Efendi Cd. No: 31 ÜSKÜDAR/İSTANBUL (Ana Çocuk Sağlığı yanı – Anadolu Gençlik bitişiği) Tel: (0532) 246 68 92
*TEFSİR SEMİNERİ [Cuma Üsküdar (19.00-21.00); Cumartesi Yenibosna (17.00-21.00); Pazartesi Ümraniye (19.00)]
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Üsküdar ve Ümraniye’de Reşat Nuri Erol tarafından; diğer yerlerde ilgili ve sorumlular tarafından anlatılacaktır...
Hedefimiz; bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul’da 200, Türkiye’de 1000 yerde okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, RNE
BU HAFTAKİ “ADİL DÜZEN” DERSLERİ
2005’de DÜNYADA VE TÜRKİYE’DE NELER OLDU?
AİLE HEKİMLİĞİ VE SAĞLIK REFORMU
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ – 2. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
الم(1) ذَلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ(2) الَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنفِقُونَ(3) وَالَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَا أُنْزِلَ إِلَيْكَ وَمَا أُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ وَبِالْآخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ(4) أُوْلَئِكَ عَلَى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ وَأُوْلَئِكَ هُمْ الْمُفْلِحُونَ(5)
الَّذِين (elLaÜIyNa) “Onlar.”
Türkçedeki gel[en] ve gid[en]in sonundaki [en] eki karşılığıdır. Ayrı bir kelimedir. Buna sıla denir. Farsça’daki [est], Fransızca’daki [qe,qi] karşılığıdır. Arapça gramatikal dildir. Bin civarında kökün yanında bin civarında mebni kelime vardır. Arapçadaki sıla tanımlama kelimeleri gruplara ayrılır.
a) Akıllılar için “Men”, akıllı olmayanlar için “Mâ” kullanılır. “Ellezîne”nin erkek çoğulu yalnız akıllılar için geçerlidir. “Ellâti” dişi çoğul sistemler için geçerlidir. ‘
b) Marife ve nekire olarak da ikiye ayrılır, “Ellezî” ve çoğulları marifedir. Hem faili hem fiili marife kılar. “Mâ” ve “Men” ise fail olarak nekiredir, ama fiil olarak masdarı marifedir.
c) Tekil, çoğul ve tesniye olarak geçerler. Ellezî, Ellezâni ve Ellezîne.
d) Harfi tarifli ismi failler de sıla olarak gelebilir. Bu takdirde bunların failleri marife, filleri nekiredir.
Burada “Ellezîne” muttakilerin sılasıdır. Muttakiler marife olduğundan bunlar da marife gelmiştir ve ikisi de kurallı erkek çoğuludur. Olan kimseler diye tercüme ederiz. İman eden kimseler. Buradaki iman masdarı da marifedir. İman eden kimseler de marifedir. Kastedilen Kur’an okumaya başlayan ve başkanlarını seçmiş cemaattir. Bunlar bir araya gelerek dayanışma ortaklıklarını kurmuş olan kimselerdir. Bunların vasıfları ve işleri tarif edilecektir. İnsanlar için doğuştan tebliğ almadan yapacakları işler vardır. Ben bilmiyordum, onun için yapmadım diyemez, bu hususta bilmemek mazeret sayılmaz. Şöyle ki;
a) Herkes bir topluluk içinde yetişir. Aile, aşiret ve kabile içindedir. Bugün bunların dışında kalan bir insan tasavvur edilemez. Kişi kendisini yetiştiren topluluğa karşı cephe alıp onu yıkmak ve yok etmek isteyemez. Onlardan kötülük görebilir, onları düzeltmeye çalışır ama onlara düşman olamaz. Bu sebepledir ki sûre “”muttaki” diye değil de, “muttakiler” olarak başlamaktadır. “Ellezîne” de böyledir. Örgütlü çoğul sığası kullanılmıştır.
b) Kişi cemaati içinde ittika etmelidir. Cemaat olarak ittika etmelidirler. Nasıl kişi kendi kendisini korumak ve kurtarmak isterse, topluluk da bu koruma ve kurtarma için yol aramalıdır. Bunu aramayan kimseler âhirette sorumludurlar. Kendin yaşamak için çaba gösterdin de, yetiştiğin topluluk içinde birlikte yaşamak için çaba göstermedin diye elbette sual edilecektir. Bunun için vahye gerek yoktur.
c) Kişi zaten doğup büyüdüğü topluluk içinde anne babasına itaat ederek yetişmiştir. Erginlik çağına gelince de yaşadığı aşiretin ve kabilenin başkanlarına itaat etmek durumundadır. İtaat etmek istemiyorsa o ocağı veya bucağı terk edip başka ocağa ve bucağa gitmelidir. Onların içinde kalarak onların başkanına karşı çıkamaz. Kimse bana tebliğ gelmedi diyemez. Çünkü anne babasına itaat ediyordu. Anne babası da ocak ve bucak başkanına itaat ediyordu.
d) İnsan insandır. Hazreti Adem’in çocuklarıdır. Onu sadece anne babası değil de, tüm insanlık yetiştirmiştir. O halde çevresine bakarak, kendisini insanlığa karşı kışkırtanlardan uzak durmalıdır. Anne baba da olsa, böyle olanların yanında durmamalıdır. Uzaklaşmalıdır, hicret etmelidir. Çünkü babası madem ki itaat etmesi gereken topluluğa karşı asidir, kendisi de artık onu dinlemek zorunda değildir.
İşte bu özellikleri taşıyan topluluğa hitap ederek, “Bu Kitap böyle ittika edenlere yol gösterir, doğru yola götürür” demektedir. Bunların ana özellikleri nelerdir, bundan sonra bunları anlatacaktır.
َ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ(YuEMiNUvNa Bi eLĞaYBi) “Gayba iman ederler.”
Canlılar kendilerini güven altına almak için sırt sırta verip halka olurlar. Düşmanla öyle mücadele ederler. Saldırıyı böyle gözetler ve def ederler. Yaban keçilerinin dallı budaklı boynuzları bunun için vardır. Halka olup o boynuzlarla adeta dikenli tel örgü oluştururular. İnsanlar da kulübeleri böyle halka şeklinde sıralamışlar ve kapıları iç avluya açmışlardır. Bu avlunun adı “mena”dır. “Emine er-reculü” demek, adam menaya girdi demektir. Mena eman yeri oldu. Sonra if’al bâbından “âmene” de benzer şekilde kullanıldı.
Türkçede kaldırmak var, bir de kaldırtmak vardır. Kendin bir şeyi kaldırıyorsun . Zaten müteaddi fiildir. Kaldırtmak dediğinde başkasına kaldırtmak, ikinci defa geçişli yapmak olur. Arapçada bu ikinci geçişli yapılır. “Ekreme Zeyden bilebenin” dediğimizde, Zeyd sütü ikram etti demiş olursunuz.
“Emine” kendisi güven içinde oldu demek olur. “Âmene” ise başkasını güven altına aldı demektir.
“Emene Zeyden” demek, Zeyd’e güvendi demek olur.
“Âmene bi Zeydin” derse, Zeyd ile kendisini güven altına aldı demektir.
Burada “Âmenû” değil de, “Yü’minûne” gelmiştir. Yani, geçmişte iman etmiş de gelecekte iman edecek kimseler demektir. Yani, birlikte Kur’an okumaya başladıkları zaman Kitap hakkında herhangi bilgileri yoktur. Peşin hükümlü değildirler. Ne iman etmişlerdir, ne de reddetmişlerdir. Onu tetkik edip öğrendikçe onun hakkında hükme sahip olacaklardır. İşte onun hakkında hükme sahip olduğunda ona inanacaklardır. O yolu tutacaklardır. Kitap saçma sapan şeylerle dolu olabilir. O zaman onun yanlışlarını reddedecek, doğrularını kabul edeceklerdir. Her söze kulak verecek ve en iyisine uyacaklardır. Kur’an’da bile müteşabih âyetlere rastlayacaklar ve onları geçeceklerdir.
Şimdi önemli bir hususu ortaya koymaktadır. Gaybı temin etmek yani gaybı güven altına almak yahut gayb işe kendini güven altına almak. Şimdi Kur’an’da geçen bazı kavramları hatırlayalım.
a) Bâtın ve zâhir. İç ve dış demektir. Bizim duyu organlarımızla algılayamadığımız, âletler yapsak bile onları göremediğimiz âlem vardır. Buna bâtın ve zâhir denmektedir. Matematikte bu sanal sayı ile gösterilmektedir.
b) Cehr ve hafi. Etkisi açık veya zayıf olan demektir. Televizyon dalgaları şimdi burada vardır ama bizim gözümüz onları algılayamamaktadır. Gerekli araçları yaparsak onları da görür hâle geliriz.
c) Gayb ve şehadet ise; şimdi yanımızda olmadığı için göremediğimiz ve bilemediğimiz şeylerdir. Ama oraya varırsak veya o gün gelirse onu görebiliriz. Demek ki gayb demek uzak olduğu için perde arkasında olduğumuz şeyi göremiyoruz. Yahut zaman içinde ya geçmişte kalmıştır, ya da gelecekte olacaktır. O gaybdır.
d) Sır ve aleniyet ise; biz biliyoruz ama başkalarına bildirmiyoruz. Kendimize saklıyoruz. Bu içe dönük olaydır.
İnsanlar gaybı bilirler. Geçmişte ne oldu, onu biliyorlar. Yıldızlarda ne oluyor, onu bilirler. Gelecekte ne olacaktır, onu bilirler. Atomun içinde ne var, onu bilirler. Bunları nasıl bilirler? İlimle bilirler. Onları bilmek yeterli değil, o olacaklardan nasıl yararlanacaklarını da bilirler. Baharda toprağa tohumu attıklarında yazın hasat yapacaklarını bilirler. Ekin ekerler. Kışın üşüyeceklerini bilirler. Yakıt alırlar. O halde gayba iman etmek demek, gelecekleri güven altına alırlar demektir.
Biz bir marketten veya ahşap evlerden bahsederken hemen ‘bir yerde var mı’ derler. Adil Düzenden bahsederken ‘nerede var’ derler. Çünkü onlar gayba iman etmezler, yanı ilme inanmazlar. Onlar hayvanlar gibi günlerini yaşarlar. Hattâ daha da edeldirler, çünkü hayvanlar da gelecekleri için birşeyler yaparlar.
Demek ki muttakilerin en önemli vasfı, geleceklerini güven altına almak için çaba sarf etmek, bunun için de ilimden yararlanmak demektir. Zaten ilim demek, geçmişte olanları delil kabul edip gelecekte ne olacağını ortaya koyarak ne yapılması gerektiğini tesbit etmektir.
İşte Fıkıh İlmi budur. Usûlü Fıkıh budur. Delillerden hükümler çıkarmak.
Delil, geçmişte olan olaylardır. Hüküm, gelecekte olacak veya yapmamız gerekenleri ortaya koymaktır.
وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَ (Va YuQIyMUvNa elÖaLAvTa) “Ve salâtı ikame ederler.”
“İkame etmek” ayağa kaldırmak, durdurmak demek, kayyumluk yapmak demektir. Kayyum ne demek? İşveren ile işçi arasında eşitlik varsa ona kayyumluk denir. İşveren üstünse, ona hizmetçilik diyoruz. İşçi üstünse, ona da hükmetme diyoruz. “İkame etmek” demek, eşitlik içinde işleri görmek demektir.
“Yusallûne” denmiyor da “Yukiymûne” deniyor. Çünkü burada namaz kılmaktan çok, namaz müessesesini oluşturmadır. Bunun için namazın yerini belirlemek, vaktini belirlemek, şartlarını ve erkânı belirlemek demektir. Namazın tanımlanması ve tanınması, onun müesseselerinin oluşturulması farz kılınmıştır.
“Sılv” üzerine et koyup kuruttukları taşa denmektedir. Güneşte böylece pişmekte ve yenir hâle gelmektedir. Bozulmaktan korunmadır. “Salyetmek” veya “Salvetmek” eğitme, hamlıktan çıkarma anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Et nasıl ateşte pişer de ıslah olursa; at, öküz veya deve de eğitilerek hamlıktan çıkarılır, ondan sonra ona binilir veya tarlaya koşulur hâle gelir. Köylüler hamlıktan çıkar şeklinde kullanırlar. Bir tür hayvanı terbiye etme demektir.
“Salât” insanın bedenen ve zihnen hamlıktan çıkarılması ve eğitilmesi demektir. Bu amaçla insanlar sık sık bir araya geliyor, dersler yapıyorlar. Burada hem öğreniyorlar, hem de birlikte nasıl davranacaklarının eğitimini alıyorlar. Burada dikkat edilecek husus, ikame etme veya ikame eden kimseler çok olduğu halde, “Salât” kelimesi müfrettir, tekildir. Çünkü namaz vakitleri ile, mekânları ile, erkânı ile bir tek müessesedir. İttika etmek isteyen topluluk bu müesseseyi yaşatmalıdır. Kur’an gayba imandan sonra salât müessesesini ortaya koymuştur. Bundan sonra Kur’an okunurken hep bu çerçeve içinde okunacağı için namaz müessesesini burada sekiz yüzlüde takdim edeceğim.
Namazın iskeleti vardır.
a) Ezan ile halk toplantıya çağrılır. Halk toplanır. Sonra birlikte harekete geçilir. Toplantı açılır. Tekbirlerle belirlenmiş hareketler yapılır ve selâm verilerek toplantı sona erdirilmiş olur.
b) Namazın ikame edilmesi için harici dört şart vardır. Giyinmek şarttır, temiz olmak şarttır. Vaktin belirlenmiş olması gerekir. Toplantı yerinin belirlenmiş olması gerekir.
c) Halk divanı başkanın bulunduğu tarafa dönmelidir. Bu da baştan bilinmedir. Halk sıraya geçip saf tutmalıdır. Bir imam hareketlere komuta eden başkan olmalıdır. Toplantıda aynı amaçla bir araya gelinmeli yani gündemi olmalıdır.
d) Hareketler de dört tanedir. Ayakta durmak, eğilmek, yere kapanmak ve oturmak.
e) Dört tane de sözlü kıraat vardır. Birincisi metni sözleri ile okumak, ikincisi sözlerin manâsını anlamak, üçüncüsü dua etmek, dördüncüsü tesbih etmektir.
f) Kunut, kulak kesilip okunanları dinlemek. Huşu, dünya ile ilişki kesme, sağa sola dönmeme, ona buna bakmama, konuşmama, yememe. Üçüncüsü huşu içinde kendini dinlemek, gelecek ilhamlara kulak vermek. Hareketleri vakur olarak tadili erkân ile yapmak.
İşte her toplantıda bu eğitim yapılır. Bunun dışında namaza girmeden önce Kur’an yorumu ile okunur. Namazdan çıkarken de o günkü işler istişare edilir. Böylece namaz topluluğun kalbi olur. Halkı toplar ve salar, toplar ve salar, böylece vücutta kalb ne ise, beyin ne ise, namaz da topluluk için odur.
Vakitler şöyle ayarlanmıştır. Sabahleyin saat 4’te ezan okunur, herkes ayağa kalkar, temizlenir, giyinir. Kendi evinde vitir namazını kılar. Mescide gelir. Sabah namazı kılınır. İşyerine gidilir. Öğleyin namaz kılınarak mesai tatil edilir. İkindi namazı için mescitte toplanılır, akşam mesaisi başlar. Akşam olunca akşam namazı kılınır ve iş tatil edilir. Evde yemek yenir. İsteyen kişiler evden ayrılmadan önce evlerinde evvab namazını kılarlar. Sonra gece sohbetine katılırlar. Yatsı namazı kılınarak dağılırlar.
Haftada bir güm öğle namazı Cuma Namazı olarak kabilenin mescidinde kılınır.
Ramazan Bayramı Namazı il mescidinde kılınır, Kurban Bayramı Namazı ülke mescidinde kılınır.
Senede bir gün Mekke’de hac yapılır. Buraya gücü yetenler gider.
Günde yedi vakit namaz vardır. Beşi cemaatle mescitte kılınır. Biri evde vitirdir, tek başına kılınır. Evvab namazı ise sünnettir. İsteyenler kılar. Süryaniler bu yedi namazı farz olarak kılarlar.
وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنفِقُونَ(3) (Va Min MAv RaZaQNAvHuM YuNFıQUvNa)
“Ve rızıklandırdıklarımızdan infak ederler.”
“Min” cinsin beyanı için olabilir. O takdirde onlara neyi “rızık” olarak vermişse onu yerler, onu harcarlar. Rızık olarak vermediklerimizden yemezler. Kıyas yoluyla giymezler demek olur. İnsan kendisine neyin rızık olduğunu bilir. Zaten daha küçükken ihtiyaçlarını görüp bilmektedir. Gözü ile, burnu ile, ağzı ile onun kendisine rızık olup olmadığını bilmektedir. Herkes acıkır, bebek de acıkır. Herkes susar, bebek de susar. Herkes üşür, giyinmek zorundadır. Bebek de giyinir. Ama hiçbir bebek sigara ihtiyacını duymaz, içki ihtiyacını duymaz. Ergin yaşa geldiği zaman çocukluktaki ihtiyaçları ile yetinmelidir. Anne baba himayesinin yerini de eş ve çocuklar almalıdır.
“Min” teb’iz için de gelmiş olur. O zaman bu zekât müessesesidir. Yani, kazandıklarından topluluğun payını verirler. Çünkü onlar bütün insanlara ait olan toprakları kullanarak üretim yaptılar. O halde onun kira payını topluluğa vermelidirler. Bunlar nelerdir?
a) Maden gibi sınırlı ve tükenen kaynakları kullanarak üretim yapar, hâsılanın beşte birini topluluğa verirler.
b) Toprak gibi sınırlı tükenmez kaynakları kullanarak üretilenlerden hasadın onda birini verirler.
c) Mera gibi sınırlı tükenmeyen herkese açık olanlardan sermayeden kırkta bir alınır.
d) İnşaatın beşte biri de topluluğundur.
Bunları on yere dağıtırlar.
1) Bucak içinde servetleri vasat servetin altında olanlara fakir denir ve bunlara eşit olarak bölüştürülür.
2) Bucak içinde fakir olup gelirleri vasat gelirin yarısından aşağı olanlara eşit olarak dağıtılır.
3) Bucak içinde kamu hizmeti görenlere hizmetleri nisbetinde dağıtılır.
4) Bucak içinde eğitim hizmeti verenlere eşit olarak dağıtılır.
5) Borçlu olup iflas edenler desteklenir ve iflastan kurtarılır.
6) Yurtsuz köleler azad edilerek vatandaş hâline getirilir.
7) Yol ve su gibi ortak ulaşım vakıflarının işletme masrafları giderilir.
8) Buradaki işletme hizmetini verenlere aylıklar verilir.
9) Devlette bunların dışında yetimler ve yaşlılar için pay ayrılır. Ülkenin imarı yapılır.
Namaz topluluğun sosyal kalbidir, zekât da ekonomik kalbidir. Böylece topluluk bu iki müessese ile bir beden olur. İşte Kur’an böyle bir vücut hâline gelmiş olan kimselere hidayettir. Müstakim sıratı göstermiş olur. Müstakim sırat budur. Kendilerine inam edilen kimselerin müstakim sıratı budur. Böylece, demek ki namaz ve zekât müessesesini kuran kimseler demektir.
Biz bunu ne zaman başaracağız? Marketi kurduğumuz zaman başarmış olacağız. Marketler zincirini mescitlerin altında oluşturmalıyız. Olmazsa, Adil Düzenciler cem evleri gibi toplanma yerleri oluşturmalıdırlar. Mescitlere gidip ibadet edeceğiz. Ama Adil Düzen iktidar olmadan evvel bizim cem evlerimiz olmalıdır. Adil Düzen iktidar olunca, Aleviler de, Sünniler de, ehli kıble herkes bizim mescidimize gelip istedikleri şekilde ders görebilmeli ve ayinleri icra edebilmelidir. Gerçek lâiklik budur, gerçek demokrasi budur.
Biz her namazda Fatiha Sûresi okuyoruz, günde 20 ile 40 defa arasında Fatiha Sûresi okuyoruz. “Allah’ım, bize müstakîm sırâtı hidayet et” diyoruz. Allah da hemen sûrenin başında ne yapacağımızı bildiriyor. Toplantılar yapın, ortak bütçeniz olsun. Yani, marketinizi olsun demek istemektedir. Çünkü mala-mal marketi aynı zamanda herkese iş ve herkese aştır.
***
َوَالَّذِينَ (Va elLaÜIyNa) “Ve o kimseler.”
Buradaki “Ve” harfi Kur’an’ın bütün manâsını alt üst edecek bir harftir. Çünkü bu harf farzlardır. Neden muttakiler tek kimsedirler. Bunlar kitaplara iman eder, âhirete iman eder, namaz kılar ve zekât verirler.
O halde buradaki “Ellezîne” ile yukarıdaki “Ellezîne” aynı kimselerdir. “Ve” niye gelmiş? Çünkü “Ve” harfi atfedilen şeyleri farklı kılar. Eğer Kur’an’a bir harf ilave etme yetkimiz olsaydı, yahut bir harf çıkarma yetkimiz olsaydı, bu harfi buradan siler ve rahat ederdik. Ama buna yetkimiz yoktur. Çünkü Kur’an’ın değişmediğine inanıyoruz. O halde buradaki “Ve”ye uygun mânâ vermek durumundayız. Eğer “Ellezîne” tekrar edilmiş olmasaydı da “Ve Yü’minûne” olsaydı, o zaman kişiler aynı ama iman farklı olurdu. Oysa, en doğrusu Fi’l-Gaybi” ve “Bimâ Ünzile” olmalıydı. Biz olsaydık öyle yazardık. Ama Allah öyle yazmamış. Neden?
Çünkü insanlar iki gruptur; lâikler ve mü’minler. Lâikler araştırmaya önce akılla başlarlar. Kendileri neyi anlıyorlarsa onu değerlendirirler. Başkalarının söylediklerine kulak vermezler. Sonra kendi bulduklarına uygun nakil de varsa onları da doğrularlar. Mü’minler ise işe tersinden başlarlar. Önce başkalarını dinler ve onların ne söylediklerini öğrenirler. Sonra da onların içinden yanlışları ayıklarlar. Bu iki metottan her ikisi de iyi metottur. Düşünmek, ondan sonra deney yapmak, deney yapmak ve ondan sonra düşünmek. Kur’an her ikisini de kabul eder. Ama önce düşünüp sonra deneyi, önce deneyip sonra düşünmenin önüne geçirmiştir.
يُؤْمِنُونَ (YuEMiNUvNa) “İman ederler.”
“İman ederler” sözü tekrar edilmiştir, çünkü imanlar arasında fark vardır. Biri gayba iman ediyor, yani müsbet ilme iman ediyor, onun verilerine göre mali ve ekonomik düzen kuruyor. Diğeri ise önce tarihe inanıyor, geçmişe inanıyor. Ondan sonra onların söyledikleri ile gerçekleri bulmaya çalışıyor. Yani, biri muhakkik, diğeri ise müttebi. Biri aklî delille gerçekleri buluyor, diğeri de naklî delille gerçekleri buluyor. Kur’an her ikisini de kabul ediyor. Ancak aklî delillere öncelik veriyor.
Eski peygamberler de böyle yaptılar, ancak Hazreti İbrahim’in dışındakiler nakli önde tuttular.
بِمَا أُنْزِلَ إِلَيْكَ (Bi MAv EuNZıLa EiLaYKa) “Sana inzâl olunana.”
Burada “Mâ” mevsuledir. Genelleştirme sılasıdır. Hem nekiredir, hem geneldir. Sana ne gelmişse hepsine iman ederler. Bu Kur’an değildir, bu kitap değildir. Öyle olsaydı “Ellezî Ünzile” getirilirdi. “Billezî Ünzile” olurdu. O halde buradaki inzâl topluluğa o esnada gelen ilhamlardır. Kamuya gelen manâlardır.
Buradaki “iman etmek” kararlı olmak demektir. Baştan düşünürsün. Ama karar verdikten sonra kendi kararına kendin inanırsın. Artık tereddüt göstermezsin. Geri dönüşü unutursun.
“İnzâl” olmak demektir, konaklamak demektir. Eğer insanda doğru bilgiler hâsıl olursa, bu bilgiler ona onu var eden tarafından gelip konar. Bazen şeytan girer, doğru olmayan vesveseler de konar. O inzâl olmuş değildir. Biz içtihatlarımızla amel ederiz. Ama kesin kanaatlerimize de iman ederiz.
Buradaki “Ke” kimdir, kime inenden bahsetmektedir? İlk vereceğimiz manâ, buradaki “sen” Hz. Muhammed’dir. Ona inzâl olunana iman etmek olur. Bu Kur’an değildir. İlk muhatap o olduğu için ona hitap etmektedir. Ama şimdi Kur’an bize hitap etmektedir. “Sana inzâl olunana onlar inanırlar” denmektedir. Kastedilen her mü’min olamaz. Çünkü onlar iman edecekler. Demek ki “sen” onlardan başkasıdır.
Bu sûrenin sonunda “Resul kendine inzâl olunana iman etti, mü’minler de imam etti.” diyor.
O halde buradaki “sen” o mü’minlerin atfedildiği resuldür. Bizim için Hazreti Muhammed aleyhisselâma indirilene inanmamız sözkonusu ise, Kur’an’ın dışında “Mâ” ile aşlatılmak istenen nedir?
Sünnettir. Yani, Kur’an doğrudan anlaşılamaz. Sünnete ve Tevrat’a göre anlaşılacaktır. Böylece muttakilere gösterilen yol olarak, Hazreti Adem’den Hazreti Muhammed’e gelinceye kadar gelen bütün kitaplara ve peygamberlere iman ederler. Müstakim sırat tektir. Kendilerine in’am edilenler de tek ümmettir. İşte Kur’an böyle muttakilere hidayet edecektir. Evet, yalız Tevrat’a veya Furkan’a iman eden de cennete gidebilir. Ama bu kitap bütün insanlara gönderilmiştir. Bütün insanların saadeti için onu okurlarsa ondan yararlanabilirler.
Kur’an’ı nasıl doğru anlayabiliriz? Kur’an önce akıl yoluyla anlaşılacaktır. Okunacak, söyledikleri ilmen tasdik edilecektir. Böylece Kur’an müsbet ilme yardımcı olmaktadır. Daha kolay bilmek için yol göstermektedir. Diğer taraftan Kur’an insanlığa indirilen bütün kitaplara iman ederek onları anlamamıza yardımcı olmaktadır. Ona yol göstermektedir.
وَمَا أُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ (Va MAv EuNZiLa MiN QaBLiKa) “Senden önce inmiş olanlara da.”
Bakınız, burada “Yü’minûna” kelimesi iade edilmemiştir. Tek başına sana indirilene iman yetmez, senden önce inmiş olanlara da iman edilmesi gerekir. Kendilerine in’am edilen kimseler bunlardır. Böyle muttakilere bu kitap hidayet eder. Demek ki, Kur’an’ı anlamak için sünnete ve öteki kitaplara ihtiyacımız vardır. Çünkü onlar Kur’an’ın birer örnekleridir. Örenlerine bakarak Kur’an’ın ne demek istediğini anlayabiliriz. Ama bir taraftan da Kur’an onlara yol gösterdiğine göre onların yani senden önce indirilenin anlaşılması için de Kur’an’a gerek vardır. İnsanlık Kur’an’dan yararlanmalıdır. Bugün yeryüzünde dört büyük din vardır; Hıristiyanlık, Müslümanlık, Budistlik ve Brahmanlık. Kur’an’ın doğru anlaşılması için bunların kitaplarını okuyacağız. Adil Düzenciler olarak Kur’an’ı onların anlattıkları ile birlikte doğru anlıyoruz. Ama bütün insanlar da kendi dinlerindeki yanlışları ve eksiklikleri düzeltmek için Kur’an’a başvurmalı, onun hidayetinden yararlanmalıdırlar. Bir taraftan Kur’an’ı sünnetin yardımı ile anlayacağız ama diğer taraftan sünnet olarak bize anlatılanların gerçekten sünnet olanlarını ve manâlarını Kur’an’a dayanarak ayıklayacağız, anlayacağız. Hazreti Peygamber’in miratta zikredilen bir hadisi vardır. “Benden sonra size bir çok sözler rivayet olunacaktır. Kur’an’la karşılaştırın, uyuyorsa alın, uymuyorsa atın.” demiştir. Bu söz diğer semavi kitaplar için de doğrudur.
Buradaki “sen” ve “âmenerrasulü”deki “resul” bugün mü’minlerden oluşan cemaatte anlaşılabilir, o manâ verilir. Takdirde onlar başkanlarına nâzil olana iman ettiler, başkanlarından önce gelenlere de iman ettiler denmektedir. Yani, Kur’an muttakilerin oluşturacağı bir cemaate hidayettir. O muttakiler bütün Allah’ın kendilerine in’am ettiği şecereye, tarihten gelip gitmekte olan büyük ırmağa katılan kimselerdir. Ama bu katılma tek başına olmayacak, cemaat oluşturacaklar ve aralarından birini kendilerine imam yapacaklardır. Bu imam onların resulüdür. Kur’an’ı onun ağzından anlamaya başlayacaklardır. Tarikatlar bu resulü atama suretiyle seçerler. Ona biat ederler. Adil Düzenciler ise kendileri cemaat olurlar, onu ittifakla yahut sıralama usulü ile seçerler. Medine devrine geçildiğinde yani hicretten sonra siz Akevler İstanbul Adil Düzen Cemaati de bir başkan seçecektir. O başkana nâzil olana iman edeceksiniz.
Tarikatlar şeyhlerine ilham yoluyla nâzil olduğuna inanır ve onun dediklerini nass kabul ederler. Adil Düzenciler ise başkanlarını kendileri seçtikleri gibi başkanın nezdinde diğer kararları istişare yoluyla verirler. İşte, istişare sonunda başkanın aldığı kararlar başkanlarına nâzil olandır. Ona inanır ve onun dediklerini yaparlar.
Nitekim dört raşit halife böyle yapmışlardır. Hazreti Peygamber’den sonra vahiy yoktur. Cebrail gelip de insanlara bir bilgi vermemektedir. Dolayısıyla şeriatçılar ilhamı, başkana gelen ilhamı kendileri için delil kabul etmezler. Adil Düzenciler, şeriatçılar şeyhi değil de, kabilenin reisini kendilerine imam kabul ederler.
Halk kendilerine birer âlim müşavir seçer. Onlarla istişare eder. Onlar aynı zamanda başkanın yanında temsilcileridir. Yani, müşavirlerin iki görevi vardır. Biri, kendine tâbi olana istediği fetvayı verecektir. Bir de, kendisine tâbi olanın vekili olarak başkanın, yanı imamın, yani resulün meclisinde bulunacaktır. Kendisine tâbi olanların vekili olarak reyini beyan edecektir. Şurada herkes kendi düşüncelerini oradakilere anlatır. Şura üyelerine anlatır. Eğer bir hususta ittifak etmişlerse, işte o onlara nâzil olan bir hükümdür. Bunun böyle olduğuna yine başkan karar verecektir. Eğer bir hususta ittifak edilmesi gerektiğinde ittifak eder ama çözümde ihtilafa düşerlerse, birini kendilerine vekil atarlar, ortak vekil atarlar. Ortak vekil sıralama usulü ile atanır. Sıralama sonucunu kabul etmeyen o bucaktan hicret eder. Bu başkan aynı uzmanda o kabilenin Cuma imamıdır. Şura üyeleri ile istişare ettikten sonra aldığı karar ona nâzil olan karardır. Artık o karar vekâleten alındığı için bütün halk tarafından ittifakla alınmış kabul edilir. İşte burada “sana nâzil olan” veya “ona nâzil olan” demek, istişare sonunda kabile başkanının aldığı karardır demektir. Buna cemaat inanmalı ve ona göre amel etmelidir.
Cemaatin bu kararlara karşı hakemlere gitme hakkı vardır. Hakemin birini muhalif kişi seçer, hakemin birini de başkan seçer; iki hakem de baş hakemi seçerler. Baş hakem de imamın kararını tasdik etmişse, artık buna muhalefet caiz değildir. Fiilen muhalefet caiz değildir.
Kur’an işte bu usulü benimseyen kimselere yol gösterir. Başkanlarını seçip başkanlarının istişareden sonra aldığı ve hakemlerce de onaylanmış karar, inzâl olunmuş karardır. Böylece buradaki “sen” başkan olarak anlaşılır, “inzâl olmak” da istişare ve yargı yoluyla müeyyed olan karardır. Demek ki buradaki “Ke” harfini Hz. Muhammed olarak anlarız, doğrudur. Tüm insanlığa gelen kitapları birleştirmiş oluruz. “Ke”yi başkan olarak anlarız, istişarî kararlar anlamındadır. Bu da doğrudur.
Burada bir şey öğreniş oluyoruz. O da, bir cemaatin başkanı istişare edip karar almış ise, o başkan değişse bile karar yürürlükte olmaya devam eder. Şuranın veya başkanın değişmesi kararları iptal etmez.
İşte buradaki “Min Kablike” eski başkanların aldığı kararlardır. Buradaki başkan bucak başkanıdır. İl başkanının kararları kendi merkez bucağında ve ilçelerinin merkez bucaklarında geçerlidir. Devlet başkanının kararları da kendi merkez bucağında, merkez ilinin ilçe merkez bucaklarında ve bölge illerinin merkez ve ilçelerinin merkez bucaklarında geçerlidir. İnsanlık başkanının istişarî kararları Mekke’de ve diğer kıta merkezlerinde geçerlidir. Hakemlik ise tüm insanlık için geçerlidir. Bir bucakta alınan bir karar icmaa aykırı ise, ilme aykırı ise, dünyanın herhangi bucağında hakemlere gidilebilir. İşte Kur’an böyle muttakilere da hidayettir.
وَبِالْآخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ(4) (Va Bi elEaPıRaTı HuM YUvQıNUvNa) “Âhireti de onlar yakın ederler.”
Cümlenin düz olanı “Ve Yukınûne Bi’l-Âhireti”dir. “Ve Bi’l-Âhireti Yukınûne” dersek mef’ulü başa almış oluruz. Vurgularız. Cümle fiil cümlesi olarak kalır. Ama aralarında “Hum” koyarak dediğimizde isim cümlesine dönüşür. “Hum Yukınûn” cümlesi müpteda olur, “Bi’-Âhireti” de haberi olur. Âhirete iman tahsis edilmiş olur. Âhireti yakına bunlar getirmiş olur.
“Âhiret” öldükten sonraki hayatın adıdır. Kur’an’da marife olarak âhiret geldi mi, bunun tek manâsı vardır, o da öldükten sonraki hayattır. Öldükten sonraki hayatı da içererek bu dünyada sonlarda kastedilmiş olabilir. Âhiret senin için ilkten daha hayırdır denmektedir. Mü’minler hayatlarında önce sıkıntı çekerler, ama sonlarına doğru daha hayır içinde olurlar. Burada âhirete yakın getirmek demektir. Yakın “Vekr” kelimesine akrabadır. “Vıkr” yük demektir. “Himl” merkebin yüklendiği yüktür. “Vizr” sırta alınan yük demektir. “Sıkl” ağırlıktan doğan kuvvettir. Üzüm sıkmak için yapılan cenderelere ağırlık yapması için konan taştır. Böylece taş yerine oturtulur. Manivela kuvvetidir.
“Yakın getirmek” demek, bir bilgiyi beyinde tam yerleştirmek demektir. Akıl yoluyla iman edenler gayba iman etmektedirler. Gelecekte olacaklar hakkında gayb bilgileri vardır. Ama âhiret hakkında yakınları yoktur. İnsan duygu ve düşünceleri ile öldükten sonra ölmediğine inanır. Komünistler bu sebepledir ki Lenin’e mezar yapmaktadırlar. İnsanlar ölüleri hep gömmüşler, onlara saygı göstermişlerdir.
İnsan her zaman yaptığı kötülükten korkmuştur. Herkesin bir vicdanı vardır. Ama bunlar hakkında tam bilgiyi ancak vahye dayalı olarak bilebiliriz. Allah bildirdiği için öldükten sora dirileceğimize yakınımız vardır.
Bugün ilim yoluyla âhiretin varlığı üzerinde delillerimiz vardır.
a) Önce dört ve beş boyutlu uzayın varlığı sabit olduğuna göre ölüm sadece yer değiştirmedir, yok olma değildir. Bunu biliyoruz.
b) Var olan hiçbir şey yok olmamaktadır. Ölen beden yok olmuyor, dağlıyor, toprak oluyor. Ruh ise tektir. Parçalanamaz. O halde o da bedenden ayrılmakla yok olmaz, sadece ayrılmış olur.
c) Bütün insanlar tekrar dirilmek istiyorlar. Doğada eğer bir duygu varsa, onun gerçekleşmesi de vardır. Çünkü doğa yalancı değildir. Gereksiz hiçbir şey yoktur. Yalan bir şey yoktur.
d) Ölüm yeni hayat içindir. Sonbaharda yapraklar dökülür. Çünkü ilkbahardaki yeni yapraklara yer açılıyor. Ölenin yerine daha iyisi gelsin diye ölüm vardır. Kâinat on dört milyar yıl önce yoktu. Yirmi milyar yıldan sonra da olmayacaktır. Bir defa var olup yok olmanın anlamı yoktur. O halde, daha gelişmiş kâinat için bu kâinat yok olmaktadır.
Bu deliller gayba imanı getirmektedir. Ama açıkça ne olacağını bilmemekteyiz. Oysa İncil ve Kur’an cennet ve cehennemi ile âhireti çok açık olarak anlatmaktadırlar. Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğunu ilmen biliyoruz. Onun verdiği habere tereddütsüz iman ediyoruz. Bunun yararı şudur ki, âhirete yakın getirenler bütün faaliyetlerini âhiret hayatlarını düzenlemek için yaparlar. Allah bu dünyada insanlık için, topluluk için çalışanlara âhireti de “vaat etmiştir. İki misli kazançları var; hem dünyalarını, hem âhiretlerini kurtarırlar.
***
أُوْلَئِكَ (EuLAEıKa) “İşte onlar.”
“Zâ” erkeklere işaret için kullanılır. Bu demektir. “ZâKe” şu demektir. “ZâLiKe” o demektir. Bu erkekler için kullanılır. Dişiler için “Tâ, TâKe ve TiLKe” kullanılmaktadır. Bunlar tekil içindir. Tesniyeler için ise “ZâNi” veya “ZeyNi”, “Tâni” veya “TeyNi”, “ZâNiKe” veya “TâNiKe”, “ZâLiKâni” veya “TâniKâNi” veya “TilKâNı” kullanılır. Çoğullarda ise “ULâi, ULâTi ULâKe ve ULâiKe, ULâiKe ve ULâTiKe” kullanılır. Eğer muhatap iki kişi ise “Ke” yerine “Kuma” gelir, kadın ise “Ki” gelir, “KuMâ, KünNe” gelir.
Demek ki “ULâiKe” işte onlar anlamına gelir. Başına “Ve” harfi getirilmedi çünkü yukarıda anlatılanlar burada açıklanıyor. Aralarında kemali ittisal vardır. Buradaki onlar muttakilere gitmektedir. “Ellezîne” ile tarif edilen gruplara ayrı ayrı gitmektedir. Her ne kadar akılcılarla nakilciler başlangıçta ayrı ayrı yerden yola çıktılar ama, sonunda yolları birleştir, aynı yere vardılar. Yani, işe ister nakilden, ister akıldan başlayın, varacağınız sonuç aynıdır. Lâikler insanlığı esas alırlar, sonuçlara onunla ulaşırlar. İnsandan giderek şeriata ulaşırlar. Dindarlar ise Allah’tan yola çıkar, Allah’ın insanı halife ettiğini öğrenirler ve onlar da insanlığın sorunlarını çözerler. Yani insanlığa hizmette lâikler de dindarlar da birleşirler. Dindarlar Allah’tan insana varırlar.
Burada “ULâiKum” denmemiş de “ULâiKe” denmiştir. Çünkü hitap resule, yahut inanmış olan mü’minedir. Okuyucuyadır.
عَلَى هُدًى (GaLAy HuDayn) “Hidayet üzerindedirler.”
“Bize müstakim sıratı hidayet et” diye dua edenlere yol gösterilmiştir. Muttaki olacaklardır. İster akılla, ister nakille yola çıksınlar, onlar hakkı bulacaklardır. Onlar doğru yol üzerinde olacaklardır.
Burada “Alâ’l-Huda” denmemiş, “Alâ Huden” denmiştir. Bir tek doğru yol üzerindedirler anlamındadır. Huda çoktur. Onlardan biri üzerindedirler. Yani, inançları bütündür, hedefleri birdir. Ama yolları farklıdır. Şeriatta cadde tektir. Ama şeritler farklıdır. İşte onlar bir caddededirler ama şeritleri farklıdır. İmanları birdir, amelleri farklıdır. İcmaları bir ama içtihatları farklıdır.
مِنْ رَبِّهِمْ (MiN RabBiHiM) “Rab’leri tarafından bir hidayet üzerindedirler.”
İster akıl, ister nakil yoluyla yola çıksınlar, eğer o yollardan birinde yürümekte samimi iseler, inanmışlarsa ve hedefleri ittika ise; yolların farklı olması onları farklı yere götürmez, hepsi aynı cadde üzerinde trafik kuralları içinde hedefe kaza yapmadan ulaşırlar. Çünkü şeriat çok çeşitli şır’alardan oluşmuştur. Her biri Rabb tarafından çizilmiştir. İman edip ittika edenler şaşırtılmaz, selâmete ererler.
وَأُوْلَئِكَ هُم الْمُفْلِحُونَ(5)ْ (Va EuLAiKa HUmu eLMuFliXUJvNa) “Ve yine onlar müflihtirler.”
Burada kelime kelimeye atfedilmemiş, cümle cümleye atfedilmiştir. ‘Ben bu adama borç verdim ve bu adam beni dövdü’ dediğiniz zaman, burada işaret edilen adam birdir. İkinci bu tahsis için gelir. Yani, ‘ben buna borç verdim, başkası değil, bu beni dövdü’ demek istiyorsunuz. Burada atfedilen borç ile dövmedir. Bu sözler değildir. “Hidayet” sosyal düzeni ifade eder. “Felah” ise ekonomik refahı ifade eder.
Bir topluluk uygun hukuk düzenine ulaşırsa, o topluluk ekonomik bakımdan da refaha ulaşır. Peygamberler şeriatı getirdiler, insanların sosyal yapılarını düzelttiler. Ekonomileri arkasından kendiliğinden düzeldi. İşte 1950’den sonra cumhuriyet hükümetleri hep halkın ekonomisini düzeltmekle meşgul olmuşlar; sosyal yapıyı, adaleti ve hukuku hiç kâle almamışlardır. Refah Partisi bile önce maneviyat diyerek tarikatla işin biteceğini sanmıştır. Oysa topluluk şeriatla hidayete erer. AK Parti de “Adil Düzen” yerine zalim düzende servet peşinde koşmaktadır. Oysa ittika edip şeriatı kurmamış olanlar, adaleti tesis edemeyenler refaha ulaşamazlar. Refaha erenler de yalnız bunlardır deniyor. Adaletsiz servet refah getirmez, serap gibi sadece peşinden koşturur. Hidayeti Avrupa Birliği’nden arayan zavallılara Kur’an diyor ki; hidayeti Rab’lerinde aramalıdırlar.
Büyük Kur’an’ın ilk sûrenin ilk âyetleri bize bugün çok açık olarak yolumuzu göstermiştir.
a) Kurtuluşu, sorunların çözümünü müsbet ilimlerde aramalıyız. Müğdalarda değil.
b) Kurtuluşu bütün hak dinlerde birlikte aramalıyız. İslâmiyet, Hıristiyanlık (Tevrat onların da kitabıdır), Budizm ve Brahmanizm; tümü birden değerlendirilmelidir. Sadece İslâm fıkıhçılarının o zamanki içtihatları ile de yetinilemez.
c) Değişik hak dinler ve mezhepler olacaktır. Herkes kendi içtihat ve icmaları ile amel edecektir. Ama ittikada birleşmeliyiz. Yani, kurtuluş yolunu insanlık ittikada aramalıdır.
d) Kur’an ittika yolunu gösteren son, değişmiş, incelenmiş ve bütün sorunlara cevap veren bir kitaptır. İnsanlık ondan yararlanmalıdır.
Buların gerçekleşmesi için de biz önce aşiretimizi, sonra kabilemizi oluşturup III. Bin Yılın Medine’sini ve medeniyetini kurmaya çalışmalıyız. Bunu yalnız biz değil, muttaki olan herkes, Kur’an’ın hidayeti içinde bunu yapmaya başlamalıdır. Sonra birbirimizle birleşerek merkezî bucaklarımızı kurar, iller oluştururuz. Ondan sonra merkezî ülkemizi kurar devletleri oluştururuz. Ondan sonra merkezî insanlığımızı kurar, insanlığı Adil Düzen III. Bin Yıl Medeniyetine götürürüz.
a) İşe başkalarını ıslahla değil, kendimizi düzeltmekle başlamalıyız.
b) İşe büyükten değil, küçükten, aşiretten başlamalıyız.
c) İşe silah zoru ile değil, meşru demokratik yoldan gelmeyi hedeflemeliyiz. Kuracağımız sitelere saldırırlarsa onu koruyabiliriz.
d) İşe Kur’an’ı birlikte tedris ile başlayıp adım adım uygulamakla sonuca varabiliriz.
Osmanlı âyet başlı sahifelerle yazılmış Kur’an’ın istisnası vardır. Fatiha 15 satır olmadığı halde bir sahife olarak yazılmıştır. Sahife sayılmamıştır. Onun karşısında Bakara’nın ilk âyetleri de 15 satır olmadığı halde, tam sahife olarak Fatiha’nın karşılığında yerleştirilmiştir. Manâsı olarak da öğreniyoruz ki bu âyetler Fatiha’daki duaya karşılık verilen cevaptır. Bu böyle yazılarak bundan sonra âyetler sahife başlarını tutmuşlardır. Sûreler arasında iki satırlık boşluk bırakılmış ve Besmele bir satırda yazılarak düzen oluşmuştur. “Allah” sözleri bu sayede sıralanmış ve üst üste gelmiştir. Demek ki bu âyetlerin Kur’an’da özel yeri vardır. Dua etmeden önce bu sebeple Fatiha ile birlikte bu âyetleri de okurlar. “Âmenerresûlü” de bu girişi bağlayan âyetlerdir. Her yatsı namazından sonra da onun için onları okurlar.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ - 340 ADİL DÜZEN DERSLERİ - 170 İstanbul, 20 Ocak 2006
KAYIT DIŞI VE KAYITLI EKONOMİ
Prof. Dr. Sabahattin Zaim, Demokrat Parti’nin akıbetini anlatırken, sebeplerinden biri olarak “ABD ve batılıların ülkeleri geliştirmemek için tedbirler almalardır” demiştir.
Bunun en etkin uygulamasını şöyle yapmaktadırlar. Uygulanamaz mevzuat halkı kanunsuzluğa sevk eder, “Kayıt Dışı Ekonomi”ye iter. Böylece devlet öncesi dönem yaşanır olur.
KAYIT DIŞI EKONOMİNİN SEBEPLERİ
a) Yabancı mevzuat o ülkeye uygun olmaz, halk mevzuat dışında yaşamak zorunda kalır. Bin sene önceki içtihatlar bugün bize yabancıdır. Avrupa’dan aktarılan kanunlar da bize yabancıdır.
b) Mevzuatın sık sık değiştirilmesi sebebiyle de halk kanun dışında yaşar, mevzuat dışı çalışmak zorunda kalır. Daha kanunu öğrenemeden o kanun değişmiş olur. Ülkede kuralların yerine ‘kuralsızlık kuralı’ ortaya çıkar.
c) Mevzuatın çokluğu ile yokluğu aynıdır. İnsanların okuyup öğrenemedikleri mevzuat sonunda mevzuat yokmuş gibi olur. Yaşlanan topluluklar böyle bir hastalığa müptela olur. Uygarlıklar böyle çöker.
d) Mevzuatın çelişkili ve zulüm hükümleri içermesi de halkı kuralsızlığa ve kayıt dışı ekonomiye iter.
KAYITLI EKONOMİDEN KAÇMA SEBEPLERİ
a) KDV ağır yük getirmektedir. Halkın satın alma gücü yeterli değildir. KDV’li satış yapılamamaktadır. Zorunlu olarak KDV’siz satış kural olmaktadır.
b) Enflasyondan vergi alınmaktadır. Bankadan kredi alan tekeller için enflasyon nimettir. Halk ise işçi hâline dönüşür. Türkiye’de ise sermaye yok, devlet işletmeleri yok. Bu durum yıkılışa gidiştir. Kayıt dışı ekonomi sayesinde Türkiye şimdilik yaşıyor.
c) Asgari ücret kadar vergi ve sigorta kesilmektedir. İnsanlar akşam ekmek bulamıyor, meyve yiyemiyor, geleceklerini garantilemek için zorunlu sigorta sistemi kayıt dışı ekonomiye itmektedir.
d) Nakitten vergi alınmaktadır. Bolluk zamanında mal çoktur. Para zaten mallara yetmemektedir. Halk malını tefecilere ucuz olarak satmak zorunda kalmaktadır. Vergi ödeyemediği için vergiden kaçmaktadır.
Bütün bu şartlarda kayıt dışı ekonomi zorunlu olmaktadır.
KAYIT DIŞI EKONOMİNİN ZARARLARI
a) Kâr-zarar hesabı yapılamamaktadır. Onun için insanlar kendilerinde bir iş yapma cesareti bulamıyorlar.
b) Ortaklıklar oluşamamaktadır. Gerçek muhasebe olamayınca ortaklara hesap verilememekte, ortaklar hesap alamayınca birbirlerini itham ederek kardeşler bile kavga ile ayrılmaktadırlar.
c) Fiyat ve ücretler hesaplanamamaktadır. Bir şeyi kaça alacağınızı bilmiyorsunuz, kaça satacağınızı bilmiyorsunuz. Ücretler ve kiralar da böyledir. Sonuç olarak fiyatların arz-talep kanunları yok oluyor. Dolayısıyla üretim ile tüketim dengelenemiyor.
d) Yargı nizaları çözememektedir. Çıkan ihtilaflarda defterler ve beyanlar hep sahte olduğu için mahkemeler de kararlarını verememekte, mahkemeler uzayıp gitmekte, adalet mekanizması etkisini kaybetmekte, saygınlığını yitirmektedir. Rüşvet şaibeleri ile tarafsızlığını da kaybedilmekte, bağımsızlığı tartışılır hâle gelmektedir.
KAYITLI EKONOMİYE GEÇEBİLMEK
1- Ön Ödemeli Sipariş Sistemi: Ön ödemeli sipariş sistemi ile çalışan bir kooperatif kuruyoruz. Kooperatif, ortak olan esnafa veya marketlere kefil oluyor. Halkın da belli limitlerdeki siparişlerine kefil oluyor. Kooperatif ortaklarına ‘sen sipariş ver parasını ben ödeyeceğim’ diyor. Esnafa da, ‘aldığın siparişleri tüccara sipariş ver ben ödeyeceğim’ diyor. İşyerlerine de, ‘ham maddeyi sipariş ver ben ödeyeceğim, işçi çalıştır ben ödeyeceğim’ diyor. Böylece kooperatif halka, esnafa, tüccara ve işyerlerine peşin para kredi açmış oluyor ama hiç nakit ödeme yapmıyor. Bu uygulama sayesinde enflasyonun etkisi sıfırlanıyor. Faiz yükü kalkıyor. KDV’ler ve vergiler en son ödeniyor. Çünkü fatura o zaman kesiliyor.
2- Mala Mal Mübadelesi Sitemi: Bir mağaza açılıyor, buraya pazarlıkla mal alınıyor. Ancak nakit verilmiyor. Mağazadan başka mal alması isteniyor. Takasta fiyatlar ucuz tutularak vergi yükü hafiflemiş oluyor. Mala-mal marketler zinciri oluşunca kayıtlı ekonomiye herkes geçmek zorunda kalır. Aynı zamanda ezilmez de.
3- Ortaklık Sistemi: Kooperatif kuruyorsunuz. Ortaklar kooperatifin ortağı oluyor ve asgari primle sigortalanıyorlar. Artan kısım kooperatifin kârı oluyor. Kooperatif kurumlar vergisini vererek ortaklarına dağıtıyor, yahut özel sigorta geliştiriyor. İşyerlerine işçilik faturasını kesiyor. Bunun yararı, işverenleri sigorta yükünden kurtarıyor. Kooperatif işverenden nakit değil, mamul mal alıyor. Onu mala-mal mağazalarına koyuyor ve çalışanlara nakit yerine mal vermiş oluyor.
4- Kârın Mal Artışından Hesaplanması: 1000 lira koysanız, 200 gömlek satın alsanız. Yıl sonuna kadar bunları satsanız. 2500 lira elde etseniz. Ama gömlek 3 lira olmuşsa parada kâr ettiniz, ama malda da zarar ettiniz. Bu paranın üzerinden kâr-zarar hesabıdır. Aksine 1,5 liraya sattınız, zarar ettiniz, ama gömlekler de 1 liraya düştü, bu sefer 250 gömlek aldınız. Parada zarar ettiniz ama malda kâr ettiniz. Biliniz ki, gerçek kâr malda kârdır. Hesaplarınızı ona göre yapacaksınız. Nakitten kâr hesabını ise maliye için yapmış olacaksınız. Öyle iş yaparsınız ki, nakitte az kâr eder ve az vergi verirsiniz, malda ise çok kâr etmiş olursunuz. Böylece gerçek kârınız fazla olur.
İŞSİZLİĞE NASIL ÇARE BULUNACAK?
a) Ön ödemeli sistemi ile yılbaşında zaten herkes işini bulmuştur. Çünkü bütün işyerleri yılbaşında sipariş almışlardır. Bu sistem işsizliğe etkin çaredir.
b) İşyerleri mamul maddeleri mala-mal marketinde her zaman satabileceklerdir. Çünkü nakit almayacaklardır. Ham maddeyi ise buna karşılık mağazalardan parasız alacaklardır. İşçilere de nakit değil, mağaza senedi vereceklerdir. Böylece bütün işyerleri eğer işçi varsa çalışacaktır.
c) Kooperatife arsalar bırakılıyor. Yüzde ile inşaat yapılacaktır. Müteahhitlere malzeme mala-mal mağazalarından satılıyor. Şöyle ki, inşaattan pay alınıyor. İşçilerin ücretlerini de mala-mal mağazaları ödüyor, karşılığında daire alıyor. Sonra kooperatif bunları yine mal karşılığı satıyor. Böylece inşaat sektörü de mala-mal sistemi ile çalıştırılabiliyor.
d) Kişi üretiyor. Ambara malını koyuyor. Kendisine mağaza senedi veriyoruz. Maaşını mağaza senedi ile satıyor ve bizim senedi ödemiş oluyor. O halde iş yapan herkesin önü açıktır.
Daha fazla bilgi edinmek isteyenler bunlardan birine başlayacaktır. Allah hepsini bildirecektir.
BUNLARI KİM YAPACAK?
a) Halk kendisi kooperatifler kurarak bunları yapacaktır. Harekete halktan başlanmalıdır.
b) Siyasi partiler halkı organize edeceklerdir. Partiler halkı harekete getirmelidir.
c) Belediyeler kurulan kooperatiflere katılacak ve kolaylık göstereceklerdir.
d) Hükümet belediyeleri bu kooperatifleri desteklemeleri için görevlendirecektir.
e) Meclis bunlarla ilgili kanunları çıkaracaktır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-340 ADİL DÜZEN DERSLERİ-170 İstanbul, 20 Ocak 2006
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI (Reşat Nuri Erol ve Selahattin Öztürk Üsküdar’da değerlendirecektir.)
AK PARTİ VE KUŞ GRİBİ
AK Parti iktidar olunca, 2003 Kurban Bayramı’nda bir yazı yazmış; ‘AK Parti’nin iki yıllık ömrü var’ demiştik! CIA altı ay delil toplar, altı ay planlama yapar, bir yıl da uygular. Buna göre ABD iki yıl sonra AK Parti’nin ipini çeker demiştik. İki yıl geçti ve ABD AK Parti’yi bölmek için denemelerini yaptı ama AK Parti’yi parçalamayı başaramadı.
Geçen yıl bir yazı daha yazmış; ‘AK Parti’nin ömrü bir yıl uzadı’ demiştik…
Genel olarak CIA’ya uzatma verilmez, sipariş edilen meseleyi halledemezse ona parası ödenmez. Ama AK Parti’yi parçalama projesine bir yıl müddet verildi. Başaramadı. Çünkü şimdiye kadar CIA yerli istihbarat birimlerini kullanıyordu, millî ordulara dayanıyordu.
CIA ilk defa ordumuzu AK Parti’ye karşı kullanamadı, MİT de ordunun yanında yer aldı. Böylece CIA Türkiye’de başarısız oldu. O kadar ki, şimdi Amerika’nın sömürü sermayesi şaşkın durumdadır. Bu yüzden AK Parti’yi bölüp CHP’yi koalisyonun başına geçirme projesinden vazgeçti.
ABD 2006 yılını verileri toplama ve yeni stratejiyi belirleme ile geçirecektir. Türkiye’ye karşı ne uygulayacağını bilmediği için Türkiye 2006 yılında rahat edecektir. Dünya da rahat edecektir. Çünkü şimdilik uygulayacağı bir proje yoktur. Bu durum, “1 Mart Tezkeresi” ile başlayan ve bütün dünyanın ABD’nin karşısında yer alması sonucu oluşan durumdur. Sermaye şimdiye kadar ulusları çatıştırır, kendisi geçinirdi. Yöneticileri dinsizlerden yapar, halkla onların arasını açar ve kendisi yönetirdi. AK Parti uygulaması bu klasik senaryoyu ve oyunu alt üst etti.
2002’de yapılan “3 Kasım Seçimleri”nde ABD’nin beklentisi şu idi. Saadet Partisi bölünür, iki parti 50- 60’şar milletvekili çıkarırlar. Genç Parti de Meclis’e girer ve bir o kadar milletvekili çıkarır. ANAP ve DYP’den birisi Meclis’e girer ve 100’e yakın milletvekili çıkarır. CHP 150-200 milletvekili çıkarır. Partiler Deniz Baykal’ı istemezler. Kemal Derviş arada hükümeti kurar, sonra cumhurbaşkanı olur. Yedi senede de nasılsa Kemal Derviş Türkiye’yi İsrail’e teslim eder.
Türk Milleti öyle yapmadı, yalnız iki partiyi Meclis’e soktu. AK Parti’ye anayasa ekseriyeti verdi. Bu durum ABD’nin elini kolunu bağladı.
Geçtiğimiz yıl sonunda İzmir televizyonunda Harun Özdemir ile sohbet ederken; ‘AK Parti’nin görünüşteki başarısı 10 üzerinden 7’dir’ demiş, ‘2006 yılını da çok rahat geçireceğini’ söylemiştim. ‘Ancak, AK Parti eğer “Adil Düzen”i benimseyip de bu yılını değerlendirmezse -ki değerlendirmeyecektir kanısındayım-, Allah ona başka belalar verecektir’ demiştim.
İşte, daha Kurban Bayramı gelmeden, ‘Kuş Gribi’nden üç ölü verildi!..
Gerçekten de bu yeni durum çok büyük bir tehlike arz etmektedir.
a) Şimdiye kadar görülmeyen ve bilinmeyen Kuş Gribi hakkında Avrupalılar bir şey bilmiyorlar. Güya teşhis yapabiliyor, aşı ve ilaç yoluyla önleme imkanlarını öğretiyorlar. Bizimkiler de orada söylenenlere iman ediyor ve uyguluyorlar. Ölen her tavuk kuş gribinden ölüyor, sanki şimdiye kadar başka hastalıklardan hiç tavuk ölmemiştir! Her yerde kolayca kuş gribini teşhis edebiliyorlar ama ölenlerin kuş gribinden öldüğünü ise birkaç gün sonra çelişkili teşhislerle teşhis ettiler!..
b) Tavukları yakma gibi yanlış önleme gitmişlerdir. Bundan sonra tavuğu ölenlerin tavuklarını devlet tazmin edecektir. Büyük çiftliklerin satılmayan hayvanlarını bu millet satın alıp ödeyecektir! Yarın suni olarak hastalıklar yayılacaktır...
c) Eğer gökte uçan kuştan ineklere kadar varan bir hızla bu virüs bulaşıyorsa, ilaç fabrikalarına bayram var demektir. Uçan helikopter veya uçaktan bir toz serp, sonra milyar dolarlık ilaç sat. Silah satmak için savaşlar çıkaran hortlamış sermaye, ilaç satmak için virüs salmaz mı? Türkiye’de üç ölünün arkasından işe yaramayan tonlarca ilaç ithal edilmiyor mu? Tedavi etmiyor, ama yine de satın alınıp kullanılıyor! Tıbben her şey yapıldı deniyor. Demek ki ilaç işe yaramadı. O zaman tonlarca ilaç ne diye ithal ediliyor? Konu kurbanlara getirildi. Kurbanların da virüslü olabileceği iddiasıyla halkın morali bozuldu. Din düşmanlığı burada da yapıldı. Bu yetmemiş gibi bir de halkın beslediği beş-on tavuğa göz dikildi. Artık evde tavuk beslenmemesi, sermayenin çiftliğinden tavuk ve yumurta alınması sağlanıyor. Yani, bu gibi durumlarda hemen sermayenin çıkarı için yorumlar yapılıyor.
d) Bundan daha kötüsü ve korkuncu; hiçbir yerde hastalık olmayabilir, hiçbir çocuk veya büyük kuş gribinden ölmeyebilir, ama iki-üç tavuk suni olarak öldürülür, bütün ölen çocuklar kuş gibinden ölmüş olur ve paniğe kapılan halk ne yapacağını şaşırır. Basın abartması ile ülke savaşsız teslim alınır. Yahut, parti yöneticileri linç ettirilebilir. Bunun için asıl tehlike millî basının olmamasıdır. Yani, halkın yetkililerin beyanlarına inanmamalarıdır. Üzüntü ile belirtelim ki; şimdiye kadar dışa bağımlı basın AK Parti’ye karşı başarılı olamadı, halk hep hükümetin söylediklerine inandı, ama bu bayram arifesindeki olayda dışa bağımlı basın başarılı oldu, benim bile moralimi bozdu. Sağlık Bakanı’na inanmadım. Çünkü acziyetini gördüm, dışarıdan işe yaramayan ilaçları satın alma ile meşguldü! Bu durum beni bile üzdü ve korkuttu.
HÜKÜMET NE YAPMALIDIR?
a) Hükümet derhal “Yüksek Sağlık Kurulu”nu kurmalıdır. Bu kurul insan ve hayvan sağlığı hakkında araştırmalar ve uygulamalar yaparak kendi tedavi çarelerini kendisi bulmalıdır.
b) Bu kurul demokratik yoldan oluşmalıdır. 7 üyeyi AK Parti, 4 üyeyi CHP, 2 üyeyi DYP, 2 üyeyi ANAP, 2 üyeyi MHP ve 1’er üyeyi de SP, GP, HADEP vermelidir. Bunun başında, Sağlık ve Tarım bakanları anlaşarak Başbakan’ın da onayı ile bir başkan atanmalıdır.
c) Bu kurula Devlet Planlama Teşkilatı, üniversiteler, tüm sağlık ve tarım kuruluşlarından yararlanma yetkisi tanınmalıdır. Bunlar halkla istişare ederek, onlardan bilgi ve görüşleri toplayarak araştırma ve denemeler yapmalıdırlar. Bunların resmî beyanları gerçekleri ifade etmelidir. Bir dergi çıkararak ve bir televizyonda resmî beyanları ile halk aydınlatılmalıdır. Basın bunların beyanının dışında bir iddiada bulunursa ispatlamak zorunda bırakılmalıdır. İspat hakemler aracılığı ile yapılmalıdır.
d) Orduya da tahsisat verilerek bu hususta araştırma yapmasına izin verilmelidir. Ordu da kendisi için gerekli tedbirleri doğrudan kendisi almalıdır. Karşılıklı bilgi alışverişi olabilmelidir.
Bu “Yüksek Sağlık Kurulu”nun oluşması ve işlemesi için bizim Kur’an ve müsbet ilimden öğrendiğimiz pek çok şey vardır. Bu yüksek kurulda bizim “Akevler Adil Düzen Çalışanları”nın mutlaka yer alması gerekir. AK Parti kendi kontenjanından birini bize kullandırmalıdır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92