1967...1968...1969....AKEVLER 40 YILDIR ÇALIŞIYOR....2004...2005...2006
GELECEĞİN II. KUR’AN - V. İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ... BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
ADİL DÜZEN 341
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 27 - 30 Ocak 2006 Fiyatı: Seminere katılmak veya (akevleronline) www.akevler.org
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 341. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
ÜSKÜDAR Adresi: Selami Ali Efendi Cd. No: 31 ÜSKÜDAR/İSTANBUL (Ana Çocuk Sağlığı yanı – Anadolu Gençlik bitişiği) Tel: (0532) 246 68 92
*TEFSİR SEMİNERİ [Cuma Üsküdar (19.00-21.00); Cumartesi Yenibosna (17.00-21.00); Pazartesi Ümraniye (19.00)]
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Üsküdar ve Ümraniye’de Reşat Nuri Erol tarafından; diğer yerlerde ilgili ve sorumlular tarafından anlatılacaktır...
Hedefimiz; bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul’da 200, Türkiye’de 1000 yerde okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, RNE
BU HAFTAKİ “ADİL DÜZEN” DERSLERİ
ÇAĞIMIZDA KURBAN NASIL OLMALI?
KUŞ GRİBİ VE ‘AİLE KÜMES ÜRETİMİ’
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ – 3. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا سَوَاءٌ عَلَيْهِمْ أَأَنذَرْتَهُمْ أَمْ لَمْ تُنذِرْهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ(6) خَتَمَ اللَّهُ عَلَى قُلُوبِهِمْ وَعَلَى سَمْعِهِمْ وَعَلَى أَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ(7) وَمِنْ النَّاسِ مَنْ يَقُولُ آمَنَّا بِاللَّهِ وَبِالْيَوْمِ الْآخِرِ وَمَا هُمْ بِمُؤْمِنِينَ(8) يُخَادِعُونَ اللَّهَ وَالَّذِينَ آمَنُوا وَمَا يَخْدَعُونَ إِلَّا أَنفُسَهُمْ وَمَا يَشْعُرُونَ(9) فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ فَزَادَهُمْ اللَّهُ مَرَضًا وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ(10)
إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا (EinNa elLaÜIyNa KaFaRUv) “Küfretmiş olan kimseler.”
Bundan önce muttakilerden bahsetmiş ve onları iman eden kimseler olarak zikretmişti. Şimdi küfretmiş olan kimselerden bahsetmektedir. Bunların muttaki olmadıklarını belirtmek için de arada “Ve” getirilmemiş, “İnne” getirilmiş ve mâzi sığasını kullanmıştır. “Yekfurûne” denmemiş, “Keferû” denmiş.
Muttakilerin Kur’an’ı okumaya ve anlamaya başladıkları zaman herhangi bir peşin hükümleri yoktur. Bu kitap hak ise hak olarak bilelim, bâtıl ise bâtıl olarak bilelim. İçinde haklar varsa onu hak olarak alalım ve onların ahsenine uyalım, bâtıl ise de bâtıl olarak bilelim ve ondan kaçınalım demektedirler. Onlar okumaya başladıkları zaman inanmış değillerdir. Hakkı gördüklerinde inanmaya hazırdırlar.
“Küfretmiş olan kimseler” ise baştan kitabı okumaya başladıklarında kendilerince benimsedikleri akla ve ilme uymayan düşünceleri ile peşin hükümlüdürler. Mesela, akşam İzmir Televizyonu’nda solu savunan biri, AK Parti İmam-Hatip Okullarına geçiş sağlamakla tevhidi tedrisatı deliyor diyor ve saldırıyor. Önce tevhidi tedrisat doğru mudur, değil midir? Dün tek parti zamanında devletin ilk kuruluşunda doğru olsa bile, bugün çoklu sisteme geçildiğinde o kanunun yürürlükte olup olmadığı bugün tartışılmalıdır. Sonra, böyle muadelet tevhidi tedrisatı delme midir? Çünkü İmam-Hatip Okulları da devlet okullarıdır. İşte bu küfürdür. AK Parti sözcüsü AK Parti’nin her yaptığını doğru kabul ediyor, solun temsilcisi ise AK Parti’nin her yaptığını yanlış olarak takdim ediyordu. Yani; ya yanında olmak, ya da karşı olmak.
“Küfretmek” demek ne demektir? Baştan tahkik etmeden bir şeyin yanında olmak veya karşısında olmak küfürdür. Böyle okumaya başlayan kimseler Kur’an’dan yararlanamazlar. Eğer karşı iseler, onun doğru söylediklerini reddetmek durumunda kalırlar, bu da hakkı reddetme olacağı için küfürdür; yanında iseler, daha ne söylediğini bilmeden onu tasdik etmek demek, onu kendine uydurmak demektir. İleride Kur’an’ı okudukça Kur’an’ı hep kendi bildiğine göre anlamaya çalışacak ve manâsını tahrif edecektir.
Böyle olan kimseler yani Kur’an’ı reddeden veya Kur’an’ı kendine uydurmaya çalışan kimse kâfirdir. İnsan küfürden kurtulabilmek için kendi görüşlerine zıt görüşleri taşıyan kimselerle müzakere etmelidir.
“Küfretmek” tohumu toprağa gömüp üstünü kapatmak demektir. Görünmez hâle getirmek demektir.
“Hafretmek” kabri kazmaktır. “Küfretmek” ise kabri toprakla kapatmak demektir. “Ğafara” üstünü şalla örtmek demektir. Bunlar birbirine akraba kelimelerdir.
سَوَاءٌ عَلَيْهِمْ (SaVAyEun GaLaYHiM) “Onlara sevadır.”
“Seviya” seviye kökünden gelmektedir. İki kişinin tam ortası sevadır. Birdir, eşittir anlamına gelir.
Eğer bir kimse Kur’an’ı baştan peşin fikirlerle okumaya başlarsa, o eğer Kur’an’ı baştan reddetmişse Kur’an onu çeviremez. Yok eğer baştan kabul etmişse, Kur’an onu da yola getiremez, Kur’an’ı sadece kendi bildiği gibi okur ve anlar. Onlar için okuyup okumama aynıdır. Onlar bu kitaptan yararlanamazlar.
أَأَنذَرْتَهُمْ أَمْ لَمْ تُنذِرْهُمْ (Ea EaNÜaRTaHuM EaM LaM TuNÜıRHuM)
“İnzâr etsen de inzâr etmesen de.”
“Uyarsan da uyarmasan da birdir.” Onlara etki etmez.
Kur’an burada çok önemli bir hususa tekrar işaret etmektedir. Yukarıda “Sana inzâl olunana iman ederler” denmişti. Biz buradaki “sen”in Hazreti Muhammed değil de, mü’minlerin başkanı olduğuna işaret etmiştik. Buna delil olarak da “Ellezî Ünzile” denmeyip “Mâ Ünzile” denmiş olmasını göstermiştik. Burada da “Onlar Kur’an’ı okusalar da okumasalar da birdir” denmiyor, “Sen onları uyarsan da uyarmasan da birdir” deniyor. Bugün Hazreti Muhammed sağ olmadığına göre onun uyarması mümkün değildir.
İki şeyden birini kabul etmek durumundayız. Ya Kur’an bize değil, günümüzün kâfirlerine değil, sadece o asrın insanlarına hitap etmiş olur. Ama bu anlayış Kur’an’ın baştan sonuna kadar anlattıklarına aykırıdır. Çünkü Kur’an bütün insanlara hitap eder ve hiçbir devrin boş bırakılmadığını bildirir. O halde tek çözüm kalır, günümüzün münzirleri bu inzârı yapacaklardır. O da “Sana inzâl ettiğimiz” ifadesindeki “sen”dir. O sen müminlerin Cuma imamıdır. Cuma imamı kendi kabilesindeki kâfirleri inzâr edecektir. Ama onlar küfürlerinde devan edecektir. Hazreti Muhammed aleyhisselâm da önce Mekkelileri, sonra Medinelileri inzâr etmiştir.
“İnzâr” uyarma demektir. Gelecek olan tehlikeyi bildirir. “Nezr” kelimesi “nezl” kelimesine akrabadır. Nezle, burundan akan sümüktür. Bu akıntı nezle hastalığının habercisidir, tehlikenin habercisidir.
AK Parti’ye; zulüm düzeninden vazgeçmez, “Adil Düzen”e geçmez iseniz helak olacaksınız demek inzardır. “Adil Düzen”i getirirseniz işsizlik önlenecek, dış borçlar ödenecek, yargı bağımsızlaşacak ve basın millileşecektir derseniz, bu tebşirdir. Tezkir ise bunların ortak adıdır.
Mü’minlerin Kur’an’ı tebliğ etmeleri farzdır. Başkanları aracılığı ile Kur’an onlara ulaştırılır. Ama onlardan yalnız muttakiler ondan yararlanırlar, kâfirler ise küfürlerine devam ederler. Kimin kâfir olduğunu bilemediğimiz için herkesi inzâr etmekle yükümlüyüz.
Adil Düzenciler bunu nasıl başaracaklardır. Bunu şöyle özetliyorum.
a) Bir apartmanda toplanarak her gün en az üç-dört saat Kur’an’ı tezekkür edip öğrenecekler.
b) Sonra bin hanelik bir sitede toplanacaklardır. Bu siteyi muhaceret yoluyla oluşturacaklardır. Şeklini şartlar belirler.
c) O sitede Kur’an’dan öğrendiklerini uygulayarak yaşayacaklar, Medine devletini oluşturacaklar.
d) Ondan sonra mektuplar yazıp bütün insanlığı “Adil Düzen”e göre kurulmuş ve işlemekte olan bir site düzeninde oluşmaya dâvet edeceklerdir. “Adil Düzen Anayasası”nı insanlığa takdim edeceklerdir.
İşte, Kur’an’a iman eden mü’minlerin görevi budur. Bunlar mallarını ve canlarını cennet karşılığı Allah’a satmışlardır. Başka Adil Düzen cemaatleri oluşmuşsa, onlarla birleşeceklerdir.
“III. Bin Yıl Medeniyeti”ni işte bunlar kuracaklardır.
يُؤْمِنُونَ(6) (Lav YuEMiNUvNa) “İman etmezler.”
Muttakilerden bahsederken ona iman edenler diye tavsif etmiştir. Küfretmiş olan kimseler ise uyarılsalar da uyarılmasalar da iman etmeyecek kimselerdir. Burada küfür iman karşılığı değil de, ittika karşılığı kullanılmıştır. Yani, muttaki olan mü’min olur. Hakkı gördüğü zaman teslim olan mü’mindir.
Bir gün bir mollayla tartışıyordum. Kendisi Demokrat Partililerden zulüm görmüş, bu sebeple koyu Halk Partili idi. Radyoya şiddetle karşı idi. Çünkü orada ahlâksızlık neşrediliyordu. Ben kendisine bu radyonun değil, naşirlerin günahı dedimse de, şiddetle karşı çıktı ve ‘Kur’an’da böyle bir şey olsa ben buna inanmam’ dedi! İşte bu molla Allah’a inanıyordu, gününü ibadetle dolduruyordu ama küfretmişti. Çünkü o kendisinin istediği Allah’a inanıyordu. Allah ona muhalefet ederse o zaman o da ona küfrediyordu.
Mü’min kimdir? Hakka iman edendir. Hak ne ise ona iman edendir. İman ederken hakkın ne olduğunu bilmesi gerekmez. Hak ne ise ona iman etmiştir. Buna bir misal verelim. Bir fabrikaya iş için müracaat etmiş ve işe alınmıştır. Artık o fabrikanın işçisidir ama onu yani patronu tanımamaktadır. O her kim ise onun işçisidir. Onun patronluğuna inanmak demek, onun kim olduğunun bilinmesini gerektirmez.
“Hamd âlemlerin Rabb’inindir” dediğimiz zaman, O’nun kim olduğunu bilmemiz gerekmez. Kim ise. Güneşse güneş, Mustafa Kemal ise o, inekse inek; her kimse biz hamdın ona ait olduğunu ifade ediyoruz. Patronumuzun kim olduğunu öğrenmeye çalışırız. İş yaparken patronumuzu bilmek gerekmez.
Bu fabrikaya giren işçi onu Ahmed’in zannederken, baktı ki Mehmed’in çıktı; Mehmed’in patronluğunu kabul etmeyen işçi kâfirdir. Ahmed’in patron olduğu sabit olduğunda eğer olmasaydı onu patron olarak kabul etmeyecek idiyse o yine kâfirdir. İşte kâinatın patronu kimse biz O’na iman ediyoruz. Muttaki olanlar onu ararlar. Patronu atamazlar, patronu bulurlar.
***
خَتَمَ اللَّهُ عَلَى قُلُوبِهِمْ (PaTaMa elLAHu GALAy QULUvBiHiM)
“Allah onların kalblerini hatmetmiştir.”
Buraya kadar “Allah”ın adı geçmemiştir. “Onlar Rableri üzerinden hidayettedir” denmiştir. “Sana inzâl olunana” denmiştir. “Rab” yetiştiren demektir. Şimdiye kadarki ifadelerden inzâlin Rab’den olduğu bildirilmektedir. Rab kimdir? Kim ise, bizim patronumuz kim ise oradan indirilmiş olduğu anlaşılıyor.
Bizim Rabbimiz kimse, güneşse güneş aysa ay. Şimdiye kadar O’nun adı zikredilmemiştir. Şimdi burada O’nun adı zikrediliyor. Rabbimiz kimmiş; Allah’mış. Kim inzâl ediyormuş; Allah inzâl ediyormuş. Kim kâfirlerin beyinlerini mühürlemiş; Allah mühürlemiş.
“Allah” kelimesinin bir etimolojisi yoktur. Yani kökü yoktur. Merkezinde “Hu” vardır, O demektir. Hiçbir şey yokken O vardı. Zaman yoktu, mekân yoktu, madde yoktu, enerji yoktu, bitki yoktu, hayvan yoktu, insan yoktu, topluluk yoktu... Oysa O vardı. “Hu” O demektir. O’nun adı “O”dur. O’nun ne olduğunu bilmemize imkân yoktur. Varlığını biliriz ama mahiyetini bilemeyiz. Tüm melekütun sahibidir. Her şey O’nundur anlamında “LeHu”dur. Sonra her şey O’ndandır anlamında “Billah”tır. Billah, halik ile mahluku ifade eder. “B” kopar esbab âlemi alem olur. “Ellah” zatının adının adı olarak ortaya çıkar. “Huve” kâinat yaratılmadan önceki adıdır, “Ellah” ise kâinatın yaratılmasından sonra O’nun adıdır.
“Hatmetmek” mühürlemek, sona erdirmek demektir. İlk insanlar meyve ile geçindikleri zaman ortak olarak topladıkları meyveleri kaplara doldurur. Üstlerine kimlere aitse onu gösteren işaret koyarlardı. Buna “hatem” yani mühür demekteydiler. Bunun başka anlamı da; bu tam paydır, ilave etmeyin, buradan eksiltmeyin demektir. Yazılan mektuplara basılan mühürler de bunu ifade eder. Sözler tamamlanmıştır demektir. Parmağa takılan yüzüğüm adı da hatemdir. Yüzüğün kaşı mühür olarak kullanılmıştır.
Allah kâfirlerin beyinlerini mühürlemiştir. Artık orada değişiklik olmaz. Bilgisayarları kullananlar bilirler. Bazı disketler kapalıdır; okursunuz ama onda değişiklik yapamazsınız. Onların beyinleri de işte bu şekilde kapatılmış, dondurulmuştur. Çünkü onlar kâfirdir. Kötülüğü baştan seçmişlerdir. Allah onları kitabı ile hidayete ulaştırmayacaktır.
“Kalb” merkez demektir. Kalb, alıp verme kelimesinden gelir. İçi dışa dönmüş demektir. Damarlardaki kanları toplayıp temizledikten sonra tekrar vücuda pompalayan organın adı kalbdir. Yine sinir damarlar ile duyu organlarından aldığı sinyalleri değerlendirip sonra organlara emir veren organın adı da kalbdir. Buradaki kalb düşünen beyindir. Beyinlerindeki idrakler kilitlenmiş, artık yeni şeyleri onlara kabul ettiremezsiniz.
وَعَلَى سَمْعِهِمْ (Va GaLAv SaMGıHıM) “Sem’lerini de”
“Üzn” kulak demektir. “Sem’” ise işitmek demektir. Kulağın algıladığı sesi beyne ulaştırıp onun anlaşılması ve kavranması demektir. “Deve” dediğimiz zaman bir sestir. Türkçe bilmeyenler için sadece bir sestir. Ama Türkçe bilenler için o bir hayvandır. Eğer duyulan ses insanın hafızasına ulaşır ve anlamını yüklenmezse, o ses hafızada saklanmaz, gerisin geriye dönüp kaybolur.
İşte küfretmiş olan kimseler için inzârın anlamı yoktur. Sesleri duyarlar ama manâsına ulaşamazlar.
“Şam’” mum demektir. Aydınlığı ifade eder. “Sem’” ise seslerin aydınlanmasıdır. Sesler sem’ ile kavram hâline dönüşmektedir. Burada ‘kalb’ ile ‘sem’’ birbirine bağlanmıştır. Çünkü beyindeki düşünme alan içinde değil hat üzerinde olur, yani sıralama sistemi ile olur. Hatta sıra vardır. Oysa basarda alan hakimiyeti var, sıra sistemi yoktur. Aynı “hateme” fiiline bağlanmıştır. Yani, bir mühürle hem kalb hem de sem’ mühürlenmiştir. Bugün düşünmenin dil ile olduğu, kelime ve kavramları bilmeden düşünmenin mümkün olmadığını biliyoruz. Çünkü beyin sıfır-bir sırasına göre çalışır, alansal çalışma yapamaz.
وَعَلَى أَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ (Va GALAy EaBÖAvRıHıM ĞiŞAVaTun)
“Ve basarlarında ğişave vardır.”
“Ayn” gözdür. Işığı alıp beyne ulaştırır. “Basar” ise onu şekil veya renk olarak algılamadır. Renk ışık dalgasının sırasıdır. Renk olarak mevcut değildir. Biz onu renk olarak görürüz. Renk körleri dalgayı algıladıkları halde rengi algılayamazlar.
“Ğişave” perde demektir. Yaşlanınca gözde bir perde oluşur, buna katarakt denmektedir. Onun adı ğişavedir. Bitkilerin kabukları da ğişavedir. Gözlerinde ğişave yoktur, basarlarında ğişave vardır. Görülenleri kavramazlar. Sem’ olayları sıra ile anlamadır. Basar ise olayları kuş bakışı toptan kavramadır. Basarı sem’ ve akıldan ayırmıştır. Fiil cümlesinden isim cümlesine geçilmiştir.
“Hatm” Allah’a izafe edilmiş, “Ğişave” ise kendiliğinden oluşmuş gibidir. “Hatm” ile “Ğişave”nin birbirinden farklı olduğunu ifade eder. Basar zahirî görüştür. Sem’ ise onun içine girme, mahiyetini kavramadır.
Kâfirler hem basardan hem de sem’den mahrumdurlar. Ne mikroda ne makroda denge kuramazlar. Burada “Ğişave” müfreddir (tekildir), “Ebsâr” ise cemdir (çoğuldur). Ortak perde vardır. Yani, onlar birbirlerini kör etmektedirler. Gerçekleri görmemelerine aralarındaki sosyal baskılar sebep olmaktadır.
Sem’de fıkıhta kişi daha çok kendi yapısı dolayısıyla küfretmektedir. Toplu bakışta ise sosyal baskı dolayısıyla öyle görmekteler. Mü’min olanlar ise laimlerinden korkmaz, sosyal baskıyı ilmî sebep sonuçlara dayandırırlar. Küfretmiş olanlar kendi özel işlerinde nefislerinin şehvetleri ile hareket ederler. Topluluğa ait işlerde ise gelenekleri dinlerler. Mü’min demek, şehveti ve geleneği aklıyla ve ilmiyle yenen kimse demektir.
وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ(7) (Va LaHUM GaÜABun GaJIyMun) “Onlara azim azap vardır.”
İman eden mü’minler hidayette ve felahtadırlar. Oysa küfredip iman etmeyenlere ise azim azab vardır. Bu “azim azab” dünyada onlara çarpacaktır. Ayrıca öldükten sonra da onlar için azap vardır. Mü’minler âhirete yakın getirmiş olduklarından azabı bu dünyada anlayabilir. Âhiret azabı azim azab olarak tavsif edilmiştir.
“Kocaman azab” ne demektir? İnsanlar için çeşitli azaplar vardır. İğne derine battığında acı duyarsın, bu azaptır. Acıktığın zaman veya kabız olduğun zaman acı duyarsın, bu da bir azaptır. İşin bozulur, geleceğinden endişe duyarsın, bu da azaptır. Yahut sevdiğin birinden kötü söz duyarsın, bu da azaptır.
Acaba “azim azap”tan kasıt nedir? Genel azap anlamında olabilir. Yani, her çeşit azaba duçar olurlar.
***
وَمِنْ النَّاسِ (Va MiNa elNAvSı) “Nâstan, insanlardan.”
Bu kitap muttakilere ait idi. Kitabın yazarının mü’minlerin Rableri olduğu bildirilmiş, sonra da ismi söylenmiştir. Muhataplar kimlerdir? Muttakiler ve kâfirler; ama onlar kimlerdir?
İşte şimdi buradaki “Ve Mine el-Nâsi” ifadesi ile muhatapların insanlar olduğu anlaşılmaktadır.
Mü’minler iki grupta ele almıştı. Aklen iman edenler ile naklen iman edenler gruplara ayrılmıştı. Şimdi de kâfirleri iki gruba ayırıyor. Küfredenler, bile bile aksini iddia edenlerdir. Münafıklar ise inanmadıkları halde inandım diyenlerdir. Bunlarla “Nâs” dört grup olarak tamamlanmıştır. İkisi hakkın yanında yer almakta, diğer ikisi de bâtılın yanında yer almaktadır. “Min” kelimesi teb’iz içindir. Muttakilerden ve küfretmiş olanlardan ayrı ama küfretmiş olanlarla beraber olan münafıklar. “Va” harfi münafıkları küfretmiş olanlara bağlamaktadır.
مَنْ يَقُولُ آمَنَّا (MaN YaQUvLu EaManNA) “İman ettik diyen kimseler var.”
İnsan yaşamak zorundadır. Daha ilk doğan çocuk bir şeye ihtiyacı olduğunda ağlamaya başlar. Süt verilince yahut altı temizlenince susar. Anasından uzak kalınca ağlar. Anasının kucağına varınca huzura erer. Gelişip büyüdüğünde kişi kendisine bir yol çizer. Eğer ne yapacağına karar vermiş ve hedefini tayin etmişse huzurludur. Sıkıntılı günler yaşasa da ümidini kesmez, belirlediği hedefe doğru ilerler. Doğal olarak insanlardaki bu hedef evlenmek, çocuklar yetiştirmek ve neslini sürdürmek ideali olmaktadır. Çağımızda insanlar bu doğal hedefi yitirmiş, hedeflerini okumaya kilitlemişlerdir. Okumanın arkasında da para kazanmak vardır. Çoğu zaman kazanacakları paraların onların ne işlerine yaradığını bile bilmemektedirler.
Muttaki olanlar bu güvensizlikten ve huzursuzluktan uzaklaşmışlardır. Aşiretleri var, kabileleri var, şa’bleri var, kavimleri var, insanlık vardır. Bütün bunların Rabbi olan Allah vardır. Onları Rab yaratmıştır. O’nun emirlerine uymaya çalışanlar huzur içindedirler. O ne emretmişse onu yaparlar. Ölümü de son derece sükunetle beklerler. Allah’a teslim olmuşturlar. Onlar kendilerine düşeni yaptıktan sonra, ne olursa olsun onları endişelendirmemektedir. Bu huzuru bulmak için Kâinat’ın var edicisi, bizi her an gözetleyen, bizim işlerimizle ilgilenen bir Allah’ın varlığını kabul edip de kendini güvende hissetmek gerekir. Bu yetmez. Öldükten sonra tekrar yeniden dirileceğimizi, eğer salih amel sahibi isek cennete gideceğimizi bilmekteyiz. Huzurluyuz…
Buna karşılık kâfirler ise kendilerinin uzay içinde sahipsiz fırlatılıp atıldığını, tüm çevrenin kendilerine düşman olduğunu sanmakta, kin ve nefret içinde, ümitsizlik ve korku içinde hayatlarını geçirmektedirler. Bunlar Kur’an’dan yararlanamazlar, onları uyaranlardan da yararlanamazlar.
Yine insanlardan öyleleri vardır ki, ‘biz de Allah’a ve âhirete inandık’ dedikleri halde inanmamışlardır. Şimdi burada onlar anlatılmaktadır. Küfretmiş olan kimseler küfürlerinde karar kılmışlar, inanmamayı iman hâline getirmişlerdir. Oysa bu grup, bu münafık grubu mütereddit olarak ne onlardan ne bunlardandır.
Bugün şöyle düşünelim. Kilise ve tarikat mensupları Allah’a ve âhirete iman etmişlerdir. Kendilerine yapılan zulüm ve işkenceler onların yaşama zevkini kırmamıştır. Gördükleri zulme sabrettikleri için zulüm onlar için nimet olmaktadır. Çünkü sabır sayesinde âhirette yüce derecelere ulaşacaklar ve Allah’ın rızasını kazanacaklardır. Komünistler vardır. Kırk milyon insanı öldürmüşlerdir. Onlar da zulümleri ve inançsızlıkları sebebiyle daha ciddi ve daha mücadelecidirler. Ama birçok insan vardır ki, ‘Allah’a inandım, âhirete inandım’ dediği halde, yalan söylemekte, içi reyble dolu olmaktadır. Onlar ne iyilikte, ne de kötülükte kararsızdırlar.
بِاللَّهِ (Bi elLAHi) “Allah ile kendilerini güven altına almışlardır.”
Birçok kimse inanmayı bilme şeklinde, kanaat şeklinde anlamaktadır. Oysa şeytan Allah’ı bizden daha iyi bilmekte ama O’na inanmamakta, yani O’na güvenmemektedir. O’nun dediklerini yaparsa sonucun iyi olduğuna kanaat getirmemektedir. “Adil Düzen”i bilmekte, bunun Allah’ın şeriatı olduğu hususunda tereddüdü yok; ama Allah’a güvenmediği için, O’nun yolundan gidenlerin başarıya ulaşacaklarına inanmadığı için O’nun dışında yollar aramaktadır. Ama konuştuğunuz zaman Allah’a inandığını söylemektedir!
Bugün Türkiye’de “Ben Allah’a inanmıyorum” diyen insana rastlamak mümkün bile değildir, ama; “öyleyse haydi O’nun şeriatını uygulayalım” deseniz, mumla arasanız yapacak olanı bulmak çok zordur.
Adil Düzencilere karşı iktidar olduklarında adeta öğünürler ve “biz faizi kaldıracağız demedik ki” derler!
Biz onlara faizi kaldırın demiyoruz, biz onlara “faizsiz müessese kurun” diyoruz. “Allah’tan korkun da O’nun için bir adım atın” diyoruz. Meclis Başkanı Bülent Arınç beye ‘istişare meclisi kur’ diye yazı yazdım. Cevaben, “o durumu bilmiyor” demiş! Bunun anlamı, ‘ben bilmiyor değilim’ dememiştir. Farkına varmadan “Allah durumu bilmiyor” demiş oluyor!..
Market işletmeye başladığımız zaman karşımıza birçok engeller çıkacaktır. Hemen; “Evet, bu Allah’ın emridir, ama şimdi bu uygulanamaz” der de taviz verirsek, o zaman işte biz de “Allah’a inandık” demiş oluruz, ama inanmamış oluruz. Bununla, gerektiğinde taviz vermeyeceğiz demiyorum. Ama onu Kur’an’a danışacağız, eğer Kur’an izin veriyorsa o tavizi vereceğiz. Hattâ vermek durumundayız. Bunu bir misalle anlatalım.
Tansu Çiller, “Adil Düzeni bırakırsanız sizinle koalisyon yaparım” demişti. Refahçılar bunu kabul ettiler ve hükümet kurdular. Hükümet “Adil Düzen”den bahsetmeyecekti. Bu tavize Kur’an izin verir, emreder. Ama bu sefer parti de “Adil Düzen”i bıraktı. Oysa, koalisyon hükümeti başka, “Adil Düzen”i hedef edinen parti başkadır. Bıraktı ve hâlâ bırakmış haldedir. İşte inandık dendiği halde inanmamış olma budur. Basit bir bahane ile terk etme budur. Erbakan’ın zoru ile “Adil Düzen”i kabul edenler, fırsat bulunca hemen terk ettiler. Yetmedi, “Adil Düzen suçtur, Anayasa Mahkemesi yasakladı!” deyip bir de yalan söylediler, partilileri ‘kapanırız’ diye korkuttular! Allah’ın onları kapatacağını düşünemediler.
وَبِالْيَوْمِ الْآخِرِ (Va Bi eLYaVMı eLEAPıRı) “Âhiret yevmine de iman ettik derler.”
Muttakiler, ister kendilerine peygamber gelsin, ister tebliğ ulaşsın ulaşmasın, iki şeye inanıp güvenirler.
1) Biri; onlar Rablerine inanırlar. Ben yoktum. Anne rahminde var edildim. Doğdum, büyüdüm, yetiştim. Ben bunu nerede kazandım? Aşiretimde, kabilemde, şa’bimde, kavmimde ve insanlıkta. Kâinat içinde. O halde bir Rabbü’l-âlemin yani herkesin ve her şeyin Rabbi vardır. O Rab beni buraya kadar getirdiğine göre, bundan sonra da beni yokluklar içinde bırakmaz. Buna inanırlar. Rab var ki ben varım. İşte bu Allah’a iman etmedir, O’na güvenmedir, O’na dayanmadır. Bunu aklı ile her insan bulur ve bilir.
2) Diğeri de; ben sorumluyum, beni Rab bir işe yarayayım diye yaratmıştır. Eğer ben görevlerimi yerine getirmezsem, kötülük yaparsam sorumluyum der. Bu da âhirete inanmadır. Öldükten sonra da sorguya çekileceğini kabul eder. Daha dört-beş yaşındaki bir çocuk bile suç işlediği zaman bilir ve ‘ben yapmadım’ der.
“Âhirete inanmak” sorumluluğa inanmak. Hesaba çekileceğini bilmek demektir. Muttaki olmak demektir. Bir bakıyorsunuz ki, insanlar öldükten sonra hiç sorulmayacakmışlar gibi rahat hareket ediyorlar. Allah’tan korkuyorlar ama sadece bu dünyadaki azabından korkuyorlar. Âhireti hiç düşünen yok!
Burada “Bi’l-Âhireti” denmiş olsaydı, geleceklerine inandık demiş olurlardı. “Yevm” kelimesi getirilmiştir ve “Yevm” kelimesi marifedir, belirlidir. Bu da ancak öldükten sonra dirileceğimiz bir gün olabilir. Çünkü başka böyle maruf gün yoktur. Sonra “Billahi ve’l-yemi’l-âhireti” denmemiş, “Bi” kelimesi tekrar edilmiştir. “Bi’l-Yevmi’l-Âhireti” denmiştir. Allah’a iman ile âhirete iman farklıdır. Biri Allah’a güvenmektir. Diğeri ise âhiret gününü emniyete almak demek, yani âhireti düşünerek amel etmek demektir.
وَمَا هُمْ بِمُؤْمِنِينَ(8) (Va MAvHuM Bi MüEMiNIyNa) “Oysa onlar iman eden değildirler.”
“Va” harfi hâl vavıdır. Durumu bildirir. Türkçede bazen ‘oysa’ ile tercüme edilir. Çünkü burada aynı zamanda “Bel” veya “Lâkin” anlamı vardır. İnandık diyorlar, lâkin inanmış değildirler demek olmaktadır.
“Mü’min” güven altına alan demektir. Kendini güven altına alan demektir. Bunları topluluk olarak zikretmektedir. Onlar iman eden olmadılar. İnanmadılar, inanacak da değildirler.
İnsan kolay kolay kâfir olmaz. Çünkü küfür zâhirîdir. Alenen ve bile bile bir şeyin aksini iddia etmedikçe küfretmiş olmazsın. Körü körüne bir şeyi veya kimseyi savunmak veya bir şeye veya kimseye saldırmak küfürdür. Adil Düzen Çalışanları da zaman zaman bu tür hatalara düşebilirler ama bunun tevbesi kolaydır ve basittir. Ama ‘inandım’ dedikten sonra inanmamış olmak çok tehlikeli bir hastalıktır. Bunun için kedimizi devamlı olarak kontrol etmemiz gerekir. Bunun yolları nelerdir?
a) Toplantılara katılıp devam etmek. Beş vakit aşiret içinde kılınan namaz insanları münafıklıktan uzaklaştırır. Cemaatten uzak kalan kimsede nifak hastalığı çimlenmeye başlar. Bu toplantılarda birlikte Kur’an okumak, tezekkür etmek insanı nifak hastalığından korur.
b) Mü’minlerin birbirlerine hakkı tavsiye etmeleri, hatalarını yüzlerine söylemeleri gerekir. Bu söylenenlere sabretmemiz gerekir. Yenibosna cemaatinde bu tür hakkı tavsiyeler vardır. Sabretmektedirler. Birbirine sabredip dağılmamaktadırlar. Bu onların nifaktan kurtulmalarına ve korunmalarına en büyük zırh olmaktadır. Türkiye’de saldırgan basın vardır. Ama onu savunan bir basın yoktur. AK Parti hakkı söyleyen bir televizyonu faaliyete geçirmemiştir. Saldırgan, müfteri basın bizim için rahmettir. Böylece biz nifaktan kurtuluyoruz. Ama hakkı söyleyen ise yoktur. Böylece insanlar bâtıla şartlanmaktadırlar. Şimdi AK Parti TMSF aracılığı ile meddah kanallar üretmek istemektedir. Bu ülkeyi bölmekten başka bir işe yaramaz. Öyle yayınımız olmalıdır ki, halk doğruyu öğrenmek istediği zaman ona kulak versin. El-emîn yani güvenilir bir medya olmalıdır.
c) Bir iş yaparken namaz cemaati arkadaşlarınızla istişare etmektir. İstişare ettikten sonra kararı kendin vereceksin. Ama istişarede her türlü zıt görüşlere önem vereceksin. İnsanları nifaktan uzak tutan en önemli husus istişaredir. Çevredekilerin görüşlerini alıp ona göre karar vermektir. Kendin için kararı kendin vereceksin, ama çevredekilerle istişare ettikten sonra vereceksin.
d) Nifaktan insanları uzak tutan en önemli müessese hakemlik müessesesidir. Her türlü nizalarda hakemlere gideceksiniz ve hakemlerin verdikleri kararlara da seve seve uyacaksınız.
Bunları yapmadan imanı korumak mümkün görülmüyor.
***
يُخَادِعُونَ (YuPAvDiGUvNa) “Muhadaa ediyorlar.”
“Huda’” siper, pusu, çatlak gibi karşı tarafı yanıltan araçtır. Mü’minlerin en büyük özelliği olduğu gibi görünmektedir. İnsan zenginse zenginliğini, yoksulsa yoksulluğunu, biliyorsa bildiğini, bilmiyorsa bilmediğini, Türk ise Türk olduğunu, inanıyorsa inandığını, inanmıyorsa inanmadığını açıkça ifade etmelidir. Umumiyetle kâfirler de böyle yaparlar. Münafıklar ise bulundukları ortama uyarak düşüncelerini ve inançlarını farklı gösterirler. Araziye göre renklenmek isterler.
“Muhadaa etmek” demek, karşılıklı olarak öyle görünmelerini isterler. Sizin de olduğunuz gibi değil de farklı görünmenizi isterler. Türkiye’deki başörtüsü davası budur. Siz mü’min olun, müslim olun, ama bize öyle görünmeyin. Bizim gibi inançsız lâik olarak görünün. Böylece herkesin yalan içinde yaşamasını isterler.
Çağımız böyle kandırma dünyasıdır. Herkes biliyor ki KDV’nin %10’u ödenmiyor. Ama KDV Kanunu devam ediyor. İhalelerde yolsuzluk olduğunu herkes biliyor ama yine de ihaleler yapılıyor.
1961’lerde İzmir Hava Limanı’na kontrol mühendisi olarak gittim. Müteahhitler bizim yanımızda alenen ahlâksız müteahhitlerden bahsediyorlardı. Artırmada ayrılık çıkmış, uymamışlardı. İhalelere birkaç kişi girer, diğerleri hep düşük verirler. Alacak olan en fazlasını verir. Ama bu dörtte bir ile yarı bedel arasındadır. İhale ona kalır, o da diğerlerine bölüştürür. Eğer birisi ahlâksızlık yapar da anlaşamazlarsa, ona kalmasın diye zararlı bir miktar teklif ederler. Sonra rüşvetle o ihaleyi iptal ettirirler. Bu oyunları Özal’a varıncaya kadar herkes bilir ve meşru karşılardı. İşte böylece tüm ülke birbirini kandırıyordu. Sovyetler’de bunun şahanesi yapılırdı.
اللَّهَ (elLAHe) “Allah’la muhadaa ediyorlardı.”
Burada “Allah” deyince kendi zatını anlamayacaksınız. Çünkü onlar O Allah’a inanmıyorlar, inansalar bile O’nunla muhadaa olmayacağını bilirler. Şimdi bu vesile ile Kur’an’ın bundan sonraki manâlarını takip edebilmek için bazı kelimelerin manâlarını bilmemiz gerekir.
Bu kitabı inzâl eden Rabbimiz kendisinden bu kitapta değişik şekilde bahsetmektedir.
a) “O” olarak söz etmektedir. Kâinat yaratılmadan önceki zatının adıdır. Yahut zamirdir.
b) “Ben” olarak zikretmektedir. Eğer yaptığı işi doğrudan yapıyor ve melekleri yahut insanları veya cin ve ruhları istihdam etmiyorsa, doğal kanunlarla oluşmuyorsa “Ben” diye söz eder. “Ruhumdan nefh ettim”in manâsı budur.
c) Yahut “Biz” diye bahseder. O zaman Allah mahlukatı aracılığı ile yapmaktadır. “Mimmâ RazakNâhum”daki “Nâ” böyledir. Çünkü Allah rızkı araçlarla vermiştir. Siz çalışırsınız, kazanırsınız.
d) “Allah” olarak zikretmektedir. Adını söylemektedir. Okurken buna göre okumalısınız. Bunu böyle yapmaktadır. Çünkü eğer hep “Allah” veya “O” bahsetseydi, okuyucu bu kitabı Hz. Muhammed’in yazdığına hükmedecekti. Hep “Ben” veya “Biz” bahsetseydi, Hz. Muhammed’in kendisini tanrı olarak takdim ettiği sanılırdı. Böylece bu kitabın Allah’ın sözleri olduğu sûrelerin uygun yerlerinde hatırlatılmaktadır. Diğer sıfatlarla da bahsetmekte, Allah’ın vasıflarını anlatmak için bunu yapmaktadır.
Bir de muhatap olarak “Sen” geçmektedir. Bu muhatap kimdir? Bunun da dört değişik manâsı vardır.
a) Kur’an’ı ilk telakki eden Abdullah’ın oğlu Muhammed’e hitap etmektedir. “Zeyd boşadı, seni nikahladık” derken, oradaki “Sen” Hazreti Muhammed’dir. Kur’an’ın birçok âyetlerine bu şekilde manâ verilir. Kur’an’ın tarihini yazarken bu manâları doğrudur.
b) Kur’an’ı tebliğ ile yükümlü olan Nebi’nin halifeleri. Bunlar dünyanın her yerinde bulunan ulemadır. Onlar nebilerin vârisleridir. “Ey Nebi” derken onlara hitap etmektedir.
c) Kur’an’ı uygulamakla mükellef olan mü’minlerin kabile reisi olan ve resulün halefi olan başkanlar. Şimdiye kadar sen deyince biz bunları anladık.
d) Nihayet Kur’an’a iman eden herkes muhataptır. Anne baban senin yanında yaşlanırsa onlara ‘uf’ bile deme âyeti bu anlamdadır. Bu âyet Hazreti Muhammed aleyhisselâma hitap etmez, çünkü onun anne ve babası çocukluğunda bile yoktu, erken ölmüşlerdi. O halde Kur’an’ı okurken muhatap olarak alınan “sen” kelimesini bu dört manâdan birine hamledeceksiniz. Sıra ilerleyecek, uyarsa iki, hattâ üç kimseye ayrı ayrı hitap etmiş olur.
Çok önemli bir husus da, Allah Kâinatı şuurlu varlıklar için var etmiştir. Şuurlu olmayan varlıklar için bir yarar düşünülemez. Allah’ın zaten bir ihtiyacı yoktur. Göklerde ve yerde insanı kendisine halife yapmıştır. Yeryüzünü ise insan olan Ademoğluna vermiş, orada onu halife kılmıştır. Dolayısıyla Allah’a ait olan hak ve görevler, O’nun halifesi olarak insana devredilmiştir. İnsanlığı da yaşayan insanlar temsil etmektedir. İnsanlık ülkeler, iller, bucaklar ve ocaklar şeklinde bölünmüştür. O halde dünyevi konularda düzenle ilgili, hak ve hukukla ilgili konularda “Allah” kelimesinin anlamı “kamu”dur, “Resul kelimesinin anlamı da “başkan”dır, bucak başkanıdır. Kur’an’ı böyle takip ettiğimizde artık onun ne demek istediğini kolay bir şekilde anlamış oluruz.
وَالَّذِينَ آمَنُوا (ValLaÜINa EAvMaNUv) “Ve iman eden kimseler.”
“Allah’ı ve iman etmiş olan kimseler kandırıyorlar.” Allah, kamu demektir. İnsanlığı, devleti, ili ve bucağı yani onların halkını kandırmaktadırlar.
Bir örnek daha verelim.
Sovyetlerde taşınmaz mülkiyeti yoktu. Oturduğun kadar oturur, çıktın mı çıkıp gider, başka kiracı gelir. Daha altmışlarda Özbekistan’dan biri gelmişti. Oranın ahvalini sorarken dairelerin 55000 ruble olduğunu söylemişti. ‘Orada alış ve satış var mı?’ demiştim. Resmen yoktur ama alan-satan anlaşır ve parayı verir, sonra tapuya gidilir. Eski kiracı ‘ben burasını boşaltıyorum’ der, diğeri de ‘ben talibim’ diyor. Biraz da rüşvet verilerek sorun çözülür. Alış-satış kiracı değiştirme şeklinde yapılmakta idi. Bunu devlet başkanından sağır ve kör olan vatandaşa kadar herkes biliyordu ama hep bu şekilde kamu kandırılıyordu.
“Allah” kelimesi işte bu tüzel kişiliği ifade etmektedir. “İman etmiş kimseler” ise düzeni korumakla yükümlü kamu görevlileridir Askerlik hizmeti yapan görevlilerin oluşturduğu teşkilattır, ordudur.
Askerlik hizmetini yapmayanlar “müslim”, askerlik yapanlar “mü’min”dir, devleti yönetme hakkı bunlarındır. İşte münafıklar halkı, insanlığı karşılıklı bilerek kandırmaktadırlar. Yöneticileri yani kamu kuruluşlarının yönetim kadrosunu da kandırmak istemektedirler.
وَمَا يَخْدَعُونَ إِلَّا أَنفُسَهُمْ (Va MAv YaPDaGUvNa EilLAv EaNFuSaHuM)
“Kendilerinden başkasını kandıramazlar.”
Böyle sahtekârlık ve yalancılık üzerine oturmuş bir topluluk yaşamaz. Kendilerini helâk ederler.
Nitekim Sovyetler yıkılıp gitmiştir. Cumhuriyet dönemi de bir türlü iflah olmamıştır. Çünkü birçok şey inanmadan sırf gösteriş olarak yapılmıştır.
Mü’minlerle kâfirlerin teşhisi kolaydır. Onlara ne muamele yapılacaksa bellidir. Bunlar ise karşı çıkmıyorlar, itiraz etmiyorlar, ama direnip yapmıyorlar. Mü’minler ise tam tersini yapıyorlar. Söz vermiyorlar ama verdiler mi sonuna kadar sözlerinde duruyorlar.
Yalancının mumu yatsıya kadar sürecektir. Bütün partilerin içinde böyle münafıklar vardır. Onlar kendilerini helâk ediyorlar. Allah ve iman etmiş kimseler ise bu tür yanılmalara kulak vermezler.
وَمَا يَشْعُرُونَ(9) (Va MAv YaŞGuRUvNa) “Şuurunda olmazlar.”
“Şuur” “Şa’r”dan gelir, saç ve tüy demektir. “Şa’îr” kılçıklı olduğu için arpaya denmiştir.
İnsanın bilincine “şuur” denmiştir. Topluluğun bilinci de şuurdur. Onlar kendi kendilerini kandırmaktadırlar ve bunun farkında bile değildirler.
***
فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ (FIy QuLUBiHiM MaRAWun) “Onların kalblerinde maraz vardır.”
Onların beyinlerinde hastalık vardır. Sağlıklı düşünememektedirler.
Nasıl hastalıklı vücut fonksiyon icra edemezse, hastalıklı sakat beyin de hakkı bulamaz.
فَزَادَهُمْ اللَّهُ مَرَضًا (Fa ZAvDaHuMU elLAHu MaRaWAv) “Allah da onların marazını ziyadeleştirir.”
Maraz ve sakamet hastalıktır. Maraz, eza, curuh, sakam kelimeleri geçmektedir. Eza, çıban veya kaşıntı gibi görünen eziyettir. Cerh, yaradır. Sakam, halsizliktir. Maraz, genel olarak hastalıktır.
Beyinlerinde hastalık vardır. Allah da hastalığı arttırmıştır. Bilgisayarları düşünelim. Disket çizilse veya tuş basmasa arıza olur. Bu arıza fizikî arızadır. Bunu gidermek genellikle mümkün olmakta veya atılmaktadır. Nöroloji bütün hastalıkları tedavi eder. Bir de bilgisayarın programında arıza olur. Devreler bozulur veya virüs girer. Bunu makineyi tamir etmekle tamir edemezsiniz, ancak yine programla tamir edersiniz.
İnsan beynine de böyle virüsler girer. Biyolojik hiçbir arıza olmaz ama program arızası olur. Bunu tedavi eden doktorlara psikiyatrist denmektedir. Tabii ki başarılı sonuç almamaktadırlar. İyi olmayan haber de bu tür beynin program hasarlarını Kur’an’la da tedavi edememektedir. Bunların tedavisi için tevbe şarttır. Tarikat şeyhleri bu tür hastaları tedavi eden doktorlardır. Okuma, üfleme, muska yazma, çeşitli ameliyelerden geçirme metotları ile bunlar tedavi edilmektedir. Nasıl ki bilgisayara bulaşmış bir virüs ancak programla tedavi edilmekteyse, bu tür hastaların tedavisi de programla olmaktadır. Tarikat ehlinin uygulamaları yararlı sonuçlar vermiştir. Hastahanede nasıl herkes tedavi edilemezse, tekkede de herkes tedavi edilemeyebilir.
Biz tedavi yolunu yukarıda gösterdik: Cemaatle namaz kılmak... Hakkı ve sabrı tavsiye etmek… İstişarede bulunmak… Hakemlerin kararlarına tam teslimiyet...
وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ (Va LaHuM GaJABun ELIyMun) “Onlara elemli azab vardır.”
Kâfirlere azim azap, münafıklara elemli azap vardır. Kur’an münafıkların derki esfelde olacaklarını söylemektedir. O halde elim azap azim azaptan daha kötüdür demektir. Elim azap, ayakkabı ayağı sıktığı zaman duyduğumuz azaptır. Derinlemesine azap demektir. 100 sopa yerine 200 sopa vurmak azim azaptır. Dikenli sopa ile vurmak elemli azaptır. Münafıklara daha acıtıcı ceza verilecektir.
بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ(10) (Bi MAv KANUv YaKÜiBUuNa) “Kizb ettiklerinden dolayı.”
Münafıklar yalan söylediklerinden dolayı elemli azaba uğrayacaklardır. Böylece yalan söylemenin de haram olduğu anlaşılıyor. Gerçi yalan söyleyene biz ceza vermiyoruz ama günah olarak günahtır ve âhirette azabını çekecektir. Mü’min müstesna zamanlarda yalan söyler. Sonunun hayır olacağına kesin olarak kani olursa yalan söyler. İşte bu sebepledir ki mü’minler takiyye yapmaz, yalan söylemezler. Muttakiler sadık kimselerdir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-341 ADİL DÜZEN DERSLERİ-171 İstanbul, 27 Ocak 2006
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI (Reşat Nuri Erol ve Selahattin Öztürk Üsküdar’da değerlendirecektir.)
KUŞ GRİBİ VE ‘AİLE KÜMES ÜRETİMİ’
Tekel sömürü sermayesinin beş yüz yıldır uyguladığı böl ve savaştır ile dinsizleştir ki ahlâksız olsunlar da insanları yönet ilkelerine bugün bir üçüncüyü ekliyorum; her şeyi tekelleştir ve insanları istediğin gibi yönet. Silah üretim ve petrol dağıtım tekelini elinde bulundurarak insanlığı yönetmenin yanında, madenlerin ve bütün organik kimyasal maddelerin tekelini de elinde tut. Bütün işletmeleri ‘özelleştirme’ adı altında ‘tekelleştir’ ve tam bir bütünlük içinde insanlığı ‘sermeyenin tekeli’ ile yönet ilkesi de vardır.
Bir zamanlar İzmir Akevler içinde bir gazoz fabrikası kurmak istiyorduk. O zaman yaygın olarak küçük gazoz fabrikaları vardı. İstanbul’a gittik, araştırma yaptık ve gördük ki, gazoz imalatında kullanılan esansı bir İstanbul Yahudisi ithal etmekte, herkes ondan satın almaktadır. O istediğine kaliteli esans satmakta, istediğine de düşük vasıflı esans satarak onun gazozlarını istediği seviyede tutmaktadır. Biz sonunda Türkiye’de gazoz fabrikalarının birkaç firmaya irca edileceğini ve bunların hepsinin arkasında Yahudi sermayesinin olacağını anladığımızdan o zaman o işten vazgeçtik. Şimdi tahminimizin doğru olduğunu görüyoruz. Isparta’da ‘gül yaprağı’ ve ‘gül yağı’ üretilir. Ama bundan sonrası Türkiye’de üretilip pazarlanamaz. Tekel sermaye onu alır, Avrupalılara -Fransızlara- işletir, yüzlerce parfümeri ürünü üretir, sonra on misli değerle bize ve dünyaya satar! Türkiye’de cıva çıkarılır, ama size bir kilo satmazlar. Tekel sermayesi bunları anlaşmalarla yasaklatmıştır.
Bir ilaç firması Türkiye’de üretilen ilaçlara maliyetin yedi misli fiyatla satmakta iken, AK Parti bunu önlemiştir. Böylece arı kovanının içine çomak sokmuştur. Aynı hatayı Erbakan D-8’leri kurmakla yapmış ve bedelini 28 Şubat ile ödemiştir. Şimdi o ilaç firmasıyla yapılan dalaşma “Kuş Gribi” ile sonuçlanmıştır. Bayram görüşmelerimizde şöyle bir sohbet geçmiştir.
“Bu grip getiren kuşlar nasıl ayarlandılar ki, geldikleri yerlerde kuş gribi yok, gittikleri yerlerde de yok, Türkiye’de var!.. Bizim bildiğimiz, göçmen kuşlar ilkbahar ve sonbaharda göç ederler ama bu kuşlar ise şimdi kışın ortasında uçuyorlar!.. Bizim bildiğimiz, göçmen kuşlar kuzey-güney istikametinde uçarlar, doğu-batı arasında uçan göçmen kuşlar ilk defa Doğubayazıt ve Türkiye’de görülmüştür!.. Kaçakçılık yapan rektör ile kuşlar anlaşmış, Van Üniversitesi’nde musallat olmuşlar ve üç kardeş hastahanede kuş gribi virüsünden ölmüştür; ama üçüncü kardeşte öldüren virüse rastlanmamış!.. Virüs bulaşmadan kardeşlerden birini nasıl öldürüyor?!. 70 derecede 5 dakika kaynatıldığında artık o etin yenmesinde hiçbir mahsur olmadığını bar bar bağırıyorlar, ama her ne hikmetse sağlam tavuklar devletçe toplanıp yakılıyor!.. Yakılacağına, sağlıklı kesimhanelerde kesilir ve kavurma hâline getirilip pazarlanabilir. Pazarlanmayacaksa, mesela bunlarla balık yemi yapılabilir. Hiç olmasa yüz derecede on dakika ısıtılan tavuklar göllere atılarak balıklara yem olabilir...”
Doğal besin kaynağı olan “Aile Kümes Üretimi” böylece yasaklanacak, yumurta ve et üretimi tekel sermayenin büyük entegre tesislerinde üretilecektir…
İşte Türkiye’ye -ve belki de dünyaya- musallat olan “Kuş Gribinin Hikâyesi” budur.
Hastalık açık kümesten çok entegre tesislerde görülür ve birden bütün kümes mahvolup gider. Ne kadar tedbir alınırsa alınsın, entegre tesislerdeki kümes hayvanları da solumaktadırlar ve atmosfer onların virüsleri ile dolmaktadır. Ama o zaman basın ve medya elbette böyle bağırmayacaktır…
Neyse! Gerçek olan şudur ki, ‘açık kümes hayvan beslemeciliği’ çağımızın işletmesi değildir. ‘Tarımda Aile İşletmeleri’ devam edecek ama bu işletmeler çağımızın ilmî esasları içinde yapılacaktır. İşte, bizim asıl yapacağımız iş, nasıl yapalım da ‘Tarımda Aile İşletmeleri’ni faaliyete geçirelim, destekleyelim, yaygınlaştıralım olmalıdır. Biz bu hususta Tarım Bakanlığı’na önerilerde bulunduk. Bu önerimiz bakana iletildi, görüşmeler yapıldı. Ama sonunda basit bir şeyden dolayı Tarım Bakanı Sami Güçlü istifa etti! Neden istifa etti veya ettirildi? Ola ki sorunları çözebilirdi. Sorunları çözmek isteyeni değiştirmek gerek. İstifa yolları var, bulursunuz…
Bir şeye daha işaret etmekte yarar vardır. Şimdi devlet bir bölgedeki bir tavukta herhangi bir hastalık görüldüğünde, varsayım olarak ‘bu kuş gribidir’ diyor, tedbir alıyor, Yine varsayıma dayanılarak o bölgedeki tavukları yakarak sahiplerine bedellerini ödüyor. Bu çok hatalı bir uygulamadır. Çünkü yumurtlamayan tavukları satamayan köylü ‘kuş gribi’ bahanesiyle bütün tavuklarını satma imkanını buluyor. Rüşvet ve yolsuzlukların kol gezdiği ülkemizde bu uygulama Türkiye’ye banka hortumlanması kadar ağır bir şekilde pahalıya mâl olabilir.
“KUŞ GRİBİ” KONUSUNDA NELER YAPILMALIDIR?
1- Aile kümesçiliğini reddetme yerine aile kümesçiliğinin fenni bir şekle sokulması gerekir. Mesela, uygunsa 25 tavukluk fenni kümesler yapılır. Aile bunları açıkta değil de fenni kümeslerde besler. Köylerde tavuklara yemek artıkları verilmektedir. Ekonomikliği buradan geliyor. Tavuklar yeşil ot yemektedir. Bu durumda İsrail menşeli virüslü vitaminlere ihtiyaç olmamaktadır.
2- Diğer önemli husus, periyodik olarak kümes hayvanlarının yumurtalarının tahliliyle virüslü olup olmadıkları tesbit edilecek ve bunun için bir ücret alınmayacak. Tıbben bilinen bir gerçektir, insan sağlığı hayvan sağlığı ile korunabilmektedir.
3- Hastalık görüldüğünde tavuklar sigortalı iseler -ki olmalılar- o zaman onlara bedeli ödenmeyecek, ölen veya alınan tavuklara karşılık o günkü sağlıklı hallerine uygun benzer yeni tavuklar üreticilere verilecektir. Böylece satamayanlar tavuklarını hasta edip kamuya satamayacaklar veya bu hususta yolsuzluk ve rüşvet çalışmayacaktır.
4- Üretilen ilaç ve vitaminlerin kontrol ve damgalanması, serbest meslek olarak kamu hizmeti gören ve insanlık anayasasında yerini alan kontrol veya tesbit bakanlığına bağlı ‘teminatlı ehliyet’e sahip kimseler tarafından yapılacaktır. Nizalar ‘hakemler’ tarafından giderilecek, eğer ilaç ve vitaminlerdeki hatadan dolayı bir zarar meydana gelmişse, tazminatı kontrolörlerin ‘dayanışma ortaklığı’ ödeyecektir.
“III. Bin Yıl Medeniyeti”nin temeli “Genel Hizmet”tir. Genel Hizmet içinde sorunlar çözülür.
“KUŞ GRİBİ” İLE İLGİLİ GENEL HİZMETLER NELERDİR?
a) Dinî Dayanışma Ortaklığı. Doktor ve baytarların ehliyetlerini teminat altına alan bu dinî dayanışma ortaklığı olacaktır. Helal ve haramları dinî dayanışma kendi ortaklarına belirleyecektir. Mesela, kuş gribine tutulmuş bir tavuk kesilir ve yüz derecede on dakika kaynatılırsa eti yenir fetvasını dinî mürşidi verecek, mensup olanlar ona göre hareket edecekler. Hayır, yakılacak diyorsa, o zaman o tavukları yakacak.
b) Sağlık ve Veteriner Hizmetleri. Herkesin ücretsiz istihdam ettiği bir doktoru olacaktır. Bu aynı zamanda veterinerdir. Her semtte bir “Sağlık Temsilcisi” olacak ve kümesler bunların kontrolünde olacaktır. Hayvanlar için olanlar dahil, bütün koruma sağlık tedbirleri bunlar tarafından alınacaktır. Bu hizmetlileri halk seçecek ama geçim paylarını kamu ödeyecektir. Kamu bunu vergi payından ödeyecektir.
c) Kontrol Hizmetleri. Kümes mahsulünü köylü kontrolörüne götürecek, kontrolden sonra depoya konacak ve ondan sonra satılacaktır. Bu merhaleden sonraki sorumluluk üreticinin değil, kontrol edenin dayanışma ortaklığına ait olacaktır.
d) İlaç ve vitamin üretimi serbest olacak. Kişi ürettiği ürünü kontrolörlerden birine kontrol ettirdikten sonra ambara teslim edecektir. Satın alış fiyatını ise vakıf belirleyecek ve herkesten eşit fiyata satın alacaktır. Bundan sonraki sorumluluk vakfa ait olacaktır. Vakıf bu ilaç ve vitaminleri parayla satamayacaktır. Doktorlara, hizmet verdikleri -sağlıklı da olsalar- kişi başına tahsisat verilecektir. Doktor ilacı maliyetle alacak ve istediği ilacı alabilecektir. Baytara verilecek vitamin ise üretilen et, tavuk, yumurta veya süt miktarı ile verilecektir. İlaç ve vitamin ticareti istismara sebep olduğu için serbest olmayacaktır. Balın ticareti de bu vakfa verilir. Doktorlar vitamin ve ilaçtan artırım yapınca onu ortaklarına dağıtacakları vasıflı bal ile tamamlayacaklardır.
İşte, “Adil Düzen”in bu kurumları kurulmadıkça, yukarıda anlattığımız sermaye sömürüsünün tekelleşme istikametindeki ilerlemesi durmayacaktır. AK Parti “Adil Düzen”in kurumlarını ülkeye getirmekle uğraşacağına, ROCHE firmasının ilaçları ile savaşmaya başlamıştır. Bu yapılan ancak karanlıkları sopalamaya benzer. “Adil Düzen” yoksa, orada Roş (ROCHE) düzeni olacaktır ve onu yok edemezsiniz; ederseniz intihar etmiş olursunuz. Domuz eti yiyen insanlara önce inek etini sunacaksınız, sonra domuz etini bırakın diyebilirsiniz. Yoksa açlıktan ölürler. İşte, biz geçmişte Refah-Yol Hükümeti’ne bunlara benzer şeyleri söylemek istedik ama kulak vermediler. Sonunda bugünkü hâle geldiler…
AK Parti’ye de söylüyoruz, duymuyorlar! Bunun için diyoruz ki; üç yıllık iktidarınıza 10 üzerinden 7 verdik ama, bu sizin sınıfı geçeceğinize dair bir güvence değildir. “Adil Düzen”i kabul etmediğiniz müddetçe batacaksınız; hem de kötü batacaksınız...
AK Parti bunu yapmıyor veya yapamıyorsa, İstanbul esnafı derhal ‘kooperatif/ler’ kurarak bu “Genel Hizmeti” Anadolu aile işletmelerine sunmalı ve fenni aile tavuk ve yumurtacılığını geliştirmelidir… Yoksa, önce İstanbul batar, sonra da Türkiye batar…
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-341 ADİL DÜZEN DERSLERİ-171 İstanbul, 27 Ocak 2006
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI (Reşat Nuri Erol ve Selahattin Öztürk Üsküdar’da değerlendirecektir.)
ÇAĞIMIZDA KURBAN NASIL OLMALI?
İslâmiyet’e göre bir kentin yarısı fakir, yarısı zengin sayılır. Demek ki İstanbul gibi bir şehirde 6 milyon insan kurban kesecektir. İstanbul’a 1.200.000 kurbanlık hayvan gelmiş olacaktır. Bunlar Türkiye’nin her tarafından getirilecek ve İstanbul’a yaya sokulacaktır. İlerlerken sokaklara pisleye pisleye ve ortalığı kokuta kokuta ilerleyecekler ve bayram gününe kadar kesilecek yerlere ulaşacaklardır. Bunlara özel barınma yerleri tesbit edilmeyecek, yemler sokaklarda verilecek, sokaklar yalnız hayvanların pisliği ile değil, ot ve diğer yemlerle de kirlenecektir. Kurbanlıklar sokaklarda geceleyecekler, çobanlar yanlarında olacaktır. Herkes kurbanını sokakta tekbir getirerek kendisi kesecek, en azından kesilirken yanında bulunacaktır. Kurbanlar o pislikler içinde temiz olarak kesilecek, sokaklar kanlarla dolacak, herkes üç dört gününü kan kokuları içinde geçirecektir. İşte biz Kurban Bayramı’nın böyle geçirilmesini istiyoruz.
Bunun ne anlama geldiğini sadece iki örnekle hatırlatalım. Zelzele olan Doğu Marmara ve Düzce gibi beldelerde yaşayanlara sorun. Bir de bugünlerde Bağdat sokaklarında yaşayanlardan öğrenin. Yarın böyle bir durum ile karşılaşacak olursak ne yapacağımızı orada öğreneceğiz. O şartlara önce dayanmayı öğrenen, o şartlar altında temiz ve sağlıklı kalan toplululuk provası yapılacaktır. Nihayet tüm şehir seferber olacak ve dördüncü gün her yer tertemiz yapılacaktır.
Mü’minler bu sıkıntılara Allah için zevkle dayanırlar ve sevinirler. Her yıl yapılan bu tatbikatla insanlar doğal âfetlere ve savaşlara karşı eğitilmiş olurlar. Bu sıkıntılı ve zor günler bizi bu şartlara dayanıklı hâle getirir. Bu sayede âfetlere ve savaşlara karşı eğitilmiş oluruz.
Bugünkü askeri eğitimde sağa dön, sola dön, çök, kalk, yat gibi hareketlerle kişi eğitilmektedir. Batılılar bu hareketleri namazdan örneklediler.
İkinci Dünya Savaşı’nda kırk yaşında olanlar askerliğe alınmışlardı. Geri geldiklerinde ben çocuk idim, şöyle dediklerini hatırlıyorum: “Askerlikten kötü bir tek ölüm vardır!”
Peki, acaba askerlikte bu kadar sıkıntılı bir eğitim neden yapılıyor? Böyle sıkıntılı eğitim yapılmasa savaşı kazanabilir misiniz? İşte savaşı kazanmak için nasıl sıkıntılı bir eğitim varsa, yaşamak için de sıkıntılı eğitime ihtiyaç vardır.
Namaz, oruç, zekât, hac ibadetleri sıkıntısız mı? Allah bir şeyi emretmişse, o mutlaka insanlığa ve emri yerine getirenlere yararlıdır. Bir şeyi nehy etmişse, o da insanlığa ve yapana zararlıdır. Kurbanı kesmeyi emrederken kesme yeri hakkında bir yasak koymamıştır. Mekke’de kurban özel kesim yerlerinde yapılmamaktadır. Kesim hakkında ise şeriatta birçok hüküm vardır.
İslâmiyet’te kamu hizmetlerinin para ile yapılması teşri edilmemiştir. Kamu hizmetinin başında savunma gelir. Kur’an savaşmayanlardan cizye almıştır. Paralı savaşanlardan ordu oluşturmamıştır. Savaşanlara siyasi haklar vermiştir. Diğer kamu hizmetlerinde halka nöbetleşme ve yardımlaşma sistemini getirmiştir. Sokak temizliğini nöbetleşe yaptırmaktadır. Bu amaçla halk bayramlarını savaş veya zelzele hallerine karşı tedbir tatbikatı yapılarak kutlamaktadır. İnsan tuvalete gittiği zaman her halde lüks bir yere gitmiyor. Ama gitmek zorundadır ve sonunda rahat etmektedir.
Biz yılda iki veya üç gün hayvanlarla yaşama sıkıntısına katlanamıyoruz. Hiç düşündünüz mü, yılın bütün günlerini o hayvanlarla iç içe yaşayarak bize yılın 12 ayında et yediren o insanlara neler borçluyuz? Soframızda et olmazsa isyan ediyoruz, ama o eti üretenlerden nefret eder hâle geliyoruz! Bu hislerimizin törpülenmesi için kentliler tarım üreticilerinin çektiği sıkıntıları bilecekler ve Allah’a hamd ederek ona göre yılın 360 gününü değerlendireceklerdir.
Olabilir, bütün bunlara dayanamaz durumda olanlar vardır. Onlar savaş istemiyorlar: Zelzeleye de ihtimal vermiyorlar. Onlar da kendi sitelerini kursunlar ve kendi beldelerine çekilsinler, hiç kurban kesmesinler. Benzer şeyi onlar bize yapabilirler. Siz sokaklarda kurban kesmeyi meşru görenler, kendi sitelerinize çekilin ve orada öyle kentler kurun. Ben bu sözlerde onları haklı görüyorum. Haydi bakalım, kurban kesen beldelere hicret edin ve orada istediğinizi yapın. Beldeler eğer bir şeyi yasaklıyorsa o zaman orada yaşadığınız sürece siz de ona uyun.
“Adil Düzen”in “yerinden yönetim ilkesi” budur.
Hindistan’da inekler yılın her gününde sokakları pisliyorlar ama devlet mâni olmuyor. Lâiklerimiz o dine mensup olanları aşağılamıyor. Kurban kesen Müslüman ise her türlü kötülüklerin kaynağı oluyor.
Haydi, İstanbul Müslümanları, kendi beldelerini kurun ve oralara taşının, istediğiniz gibi yaşayın. Yoksa, size yapılacak her türlü zulme kendi ellerinizle yaptıklarınızla çarpılırsınız...
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL