1967...1968...1969....AKEVLER 40 YILDIR ÇALIŞIYOR....2004...2005...2006
GELECEĞİN II. KUR’AN - V. İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ... BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
ADİL DÜZEN 342
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 03 - 06 Şubat 2006 Fiyatı: Seminere katılmak veya (akevleronline) www.akevler.org
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 342. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
ÜSKÜDAR Adresi: Selami Ali Efendi Cd. No: 31 ÜSKÜDAR/İSTANBUL (Ana Çocuk Sağlığı yanı – Anadolu Gençlik bitişiği) Tel: (0532) 246 68 92
*TEFSİR SEMİNERİ [Cuma Üsküdar (19.00-21.00); Cumartesi Yenibosna (17.00-21.00); Pazartesi Ümraniye (19.00)]
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Üsküdar ve Ümraniye’de Reşat Nuri Erol tarafından; diğer yerlerde ilgili ve sorumlular tarafından anlatılacaktır...
Hedefimiz; bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul’da 200, Türkiye’de 1000 yerde okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, RNE
BU HAFTAKİ “ADİL DÜZEN” DERSLERİ
‘HALK EKONOMİSİ’ NEDİR?
İSRAİLOĞULLARI VE İRAN
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ – 4. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ لَا تُفْسِدُوا فِي الْأَرْضِ قَالُوا إِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ(11) أَلَا إِنَّهُمْ هُمْ الْمُفْسِدُونَ وَلَكِنْ لَا يَشْعُرُونَ(12) وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ آمِنُوا كَمَا آمَنَ النَّاسُ قَالُوا أَنُؤْمِنُ كَمَا آمَنَ السُّفَهَاءُ أَلَا إِنَّهُمْ هُمْ السُّفَهَاءُ وَلَكِنْ لَا يَعْلَمُونَ(13) وَإِذَا لَقُوا الَّذِينَ آمَنُوا قَالُوا آمَنَّا وَإِذَا خَلَوْا إِلَى شَيَاطِينِهِمْ قَالُوا إِنَّا مَعَكُمْ إِنَّمَا نَحْنُ مُسْتَهْزِئُونَ(14) اللَّهُ يَسْتَهْزِئُ بِهِمْ وَيَمُدُّهُمْ فِي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ(15) أُوْلَئِكَ الَّذِينَ اشْتَرَوْا الضَّلَالَةَ بِالْهُدَى فَمَا رَبِحَتْ تِجَارَتُهُمْ وَمَا كَانُوا مُهْتَدِينَ(16)
وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ (Va EiÜAv QIyLa LaHuM) “Onlara kavl olunduğunda.”
Tefsir yaparken takip edeceğimiz metot ‘sorular sormak’tır.
Soru 1- “Ve” harfi nereye atıftır?
Cevap - “Ve Mâ Hum Bi Mü’minin.” Çünkü en yakın cümledir.
Soru 2- “Ve” hâl vavı mıdır, yoksa istinafiye midir?
Cevap - “Oysa onlar mü’min değildirler.” ifadesi hâldir. Bu cümle onların hallerini anlatmaktadır.
İkinci hâldir, birinci hâlin açıklaması değildir. Onun için “Ve” getirilmiştir.
Soru 3- Neden “İzâ” gelmiş de “İn” gelmemiştir?
Cevap - Böyle söylenmesi teşri edilmiştir. Emredilmiştir. Böyle bir tebliğin gerçekleştirilmesi gerekir.
Soru 4- Niçin “Kiyle Lehüm” denmiş de “Kulte Lehüm” denmemiştir?
Cevap - “Kulte Lehüm” denseydi, bu görev sadece başkanlara verilmiş olurdu. Oysa bu görev bütün mü’minlere verilmiştir. Herkes böyleleri ile karşılaştığı zaman onları uyaracak ve ifsad etmeyin diyecektir.
Soru 5- “LeHum” zamiri kimlere gitmektedir?
Cevap - “Hum” zamiri “Âmennâ” diyen kimselere gitmektedir. Yani inanmadıkları halde ‘inandık’ diyen kimselere gitmektedir. Böyle münafıklarla karşılaşıldığı zaman onlara ‘ifsad etmeyin’ uyarısında bulunmak başkanların ve bütün mü’minlerin üzerinde borçtur. Birinizin aklına sual gelir, diğeriniz ona cevap ararsınız. Bir cevap sizi tatmin eder. İşte o zaman size nâzil olan manâ odur. Başkasına başka manâ nâzil olabilir, ertesi gün okuduğunuzda size de başka manâ nâzil olur. Benden sadece usûlü öğrenmiş olacaksınız; yorumu ve içtihadı ise kendiniz için kendiniz yapacaksınız. Buradaki “Hum” zamiri sizin muhatabınız olan münafıklardır.
لَا تُفْسِدُوا فِي الْأَرْضِ (Lav TuFsiDUv Fi elEaRWı) “Arzda ifsad etmeyin.”
Yeryüzünün adı “arz” olmakla beraber, diğer gezegenler de birer arzdır. Dolayısıyla yalnız arzı değil, ‘uzayı da ifsad etmeyin’ denmiş olmaktadır.
“Arz” hayvanın karın tarafıdır. Sırt tarafı semadır. Sonra yeryüzünün adı olmuştur. Karaları ve denizleri içine alır. Arzın çevresini de kıyasla içerir.
“Fesad/İfsad” bir şeyin bozulması ve işe yaramaz hâle getirilmesidir. Yeryüzünü canlıların, bilhassa insanların yaşaması için var edilmiştir. Diğer canlıların hepsi yeryüzünün salahı için çalışırlar. Dengeyi korurlar. İnsanlar ise dengeyi bozarlar. Çevre kirliliği yaparak yeryüzünü canlıların ve insanların yaşamasına imkan vermez hâle getirirler. Kur’an’ın başka bir yerinde, “İnsanların eliyle karada ve denizde fesad zuhur etti.” denmektedir. III. bin yıl için en büyük tehlike çevre kirliliği olmaktadır. Gökte uçan kuşlar kuş gribine dayanıyor ama, kümesteki hayvanlar dayanamıyor. Çünkü onlara insan eli değmiştir. Sadece kendi çıkarlarını düşünen insanlar çevreyi ifsad etmektedir. ‘Bunu yapmayın’ dendiği zaman onu kabul etmemektedirler.
Bu durum doğa için böyle olduğu gibi sosyal düzen için de durum aynen böyledir. ‘Zina yapmayın’ dendiği zaman, ‘Biz iyi iş yapıyoruz!’ derler. ‘Faiz almayın’ dendiği zaman, ‘Biz iyi iş yapıyoruz!’ derler.
Biz onları uyaracağız. Ama onlar kabul etmeyeceklerdir. Kur’an bunu bize bildirmektedir.
قَالُوا إِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ (QAvLUv EınNAMAv MuWLiXUvNa) “Biz ıslah edenleriz derler.”
‘Sırf kâr etmek için çevreyi kirletmeyin’ dediğiniz zaman; ‘Biz çevreyi kirletmiyoruz, üretim yaparak insanlığa hizmet ediyoruz!’ derler…
“Kümes tavuklarını dışarıya salmayın. Yemek artıklarınızı verin. Ayrıca birleşerek küçük tavuk yemi fabrikası kurun, doğal kaynakları oraya götürün ve yem hâline getirin, tavuklarınıza o doğal yemi verin. Hayvanların açık alanlarını kafesle çevirin, üstünü de şeffaf şeyle örtün, göçmen kuşların hastalık bulaştırmasını önleyin.” dendiği zaman; “Biz bununla doğal tavuk üretiyoruz” diyerek onunla muslih olduklarını iddia ederler.
Çevre kirliliğinde durum böyle olduğu gibi sosyal kirlilikte de durum aynen böyledir. Faizi büyük yatırımlar için zorunlu görürler… Zinayı, eşcinselliği, sarhoşluğu ve benzeri kötülükleri insanların hürriyetine saygı olarak meşrulaştırırlar. İdamı kaldırmakla insanlığa hizmet ettiklerini iddia ederler.
أَلَا إِنَّهُمْ هُمْ الْمُفْسِدُونَ (EaLAv EinNaHuM HuMu eLMuFSİDUvNa)
“Biliniz ki onlar müfsitlerin kendileridir.”
“İnneHum”daki “Hum” zamirdir. İkinci “Hum” ise fasıl humudür. Türkçedeki “dir” anlamındadır.
“Elâ” kelimesi uyarma anlamındadır. Türkçede sonunda “Ha!” kelimesini getirerek o uyarıyı yaparız. ‘Gördüğünde selam vermezlik etmeyesin ha’ deriz. “Onlar müfsitlerin kendileridir ha” şeklinde tercüme edebiliriz. Ama bu ifade Türkçede biraz kaba olmaktadır. Arapçada ise çok işlek ve beliğ bir kelimedir.
Cümlenin başına gelir. Osmanlılar “Agahi mütenebbih olunuz” diye tercüme ederlerdi. “Agah” Farsça, “Mütenebbih” Arapça ayılma ve uyanma demektir. Gaflette olmayın, dikkat edin, anlayın anlamındadır.Yani, onların ‘muslihiz, ıslah edicileriz’ demeleri sizleri yanıltmasın.
Buradaki “müfsitler” kurallı erkek çoğuldur. Demek ki bu sözler topluluğa söylenmekte, örgütlenmiş topluluktan cevap alınmaktadır. Gerek çevre kirliliği, gerekse sosyal kirlilik örgütlü toplulukça yapılmaktadır.
İşte, Adil Düzen Çalışanlarına verilen vazife, yeryüzünü doğal ve sosyal kirlilikten, fesattan kurtarmaktır. Bunun için ilk işimiz bunları tanıyıp uyarmaktır. Çevremiz böyle münafıklarla doludur. Mesela, Irak’a saldıran ABD ‘buraya ıslah için saldırıyorum’ demişken, söylediğine kendisi de inanmamıştır.
وَلَكِنْ لَا يَشْعُرُونَ(12) (Va LAvKıN Lav YaŞGuRUvNa) “Velâkin bunun şuurunda da değiller.”
“Avrupa müktesebatı” dediğiniz zaman bu bir pisliktir, fesadın kendisidir. Ama bunlar bunun farkında değildirler. Bir ülkeye okumadan kanunları aktaranlar da aynı derecede fesadın şuurunda değildirler.
a) Dışarıdan aktarılan kanunlar kan uyuşmazlığı sebebiyle, organ uyuşmazlığı sebebiyle fesattırlar.
b) Bir ülkede kanunlar bilinmezse, o kanunları bilenlerin halkı sömürmesi için araç olur. Halka anlatmadan, tartışmadan, okumadan kanunlar çıkarmak, o kanun ne kadar iyi olursa olsun zararlıdır. Halk bilmediği için uyamaz. Bilenler ise uymayan halkı ezmek için onu araç olarak kullanırlar.
c) Gelişigüzel Meclis’ten kanunları geçirip mevzuatı çoğaltmakla mevzuat arasında çelişkiler olur ve yine kötü niyetliler ondan yararlanırlar. Çelişki olmasa bile, onları öğrenmek mümkün olmadığı için o kanunlar yok gibi olur. Çok kanunlu bir ülke, kanunsuz bir ülke gibidir. Devlet aşaması öncesi ülke yönetimidir, ilkeldir.
d) Her kanun eski kanunlarda mutlaka değişiklik yapar. Durmadan kanun çıkarmak istikrarı ortadan kaldırır, ülke yaz-boz tahtasına döner. Türkiye’de uygulanan Kemal Derviş ekonomi formülleri belki dünyanın en saçma ve kötü formülleridir. Ama beş senelik istikrarlı uygulama ülkeye pek çok yarar getirmiştir. Çünkü istikrar olduğu için halk ne yapacağını bilmiştir.
Görülüyor ki, kanunları çıkarmak marifet değildir. Çözüm üreten ve yarım asır, hattâ bir asır değiştirilmesi gerekmeyen kanunları çıkarmak gerekir. Şeriattaki hükümlerin çoğu bin yıl sonra bile uygulanır durumdadır. İşte, farkında olmadan AK Parti fesat içindedir. Yine farkında olmadan Bush ve ABD Irak’a saldırmakla fesat içindedir. Bugün faizli işlem yapanlar bilmeden fesat içindedirler. Tek evliliği savunanlar bilmeden fesat içindedirler. İdamı kaldıranlar da aynen böyle fesat içindedirler.
İşte mü’minlerin işleri bunun için zordur. Önce kendimiz uyanacağız ve bu tür şuursuzca fesada düşmeyeceğiz. Sonra da onlara bu yaptıklarını anlatacağız. Bugün uygulanmakta olan bütün olayları tahlil edip onlara sonuçları göstermek zorundayız. Mü’min demek bu demektir. Bunu yapabilmek için mü’min karnını doyurdu mu, vaktinin kalanını da ilimle geçirmek zorundadır.
***
وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ (Va EıÜAv KIyLa LaHum) “Onlara dendiğinde.”
“Ve İzâ” bundan önceki “İzâ”ya bağlanmıştır. Kur’an’ın üslubudur. Nereye bağlandığını göstermek için ondan sonra gelen kelimeyi tekrar eder. Mesela “Lekad”dan sonra “VeLekad” getirir. Yahut “Enne”den sonra “VeEnne” getirir. Burada doğrudan “Kîle” de denebilirdi. O zaman aynı zamanda cereyan eden bir konuşma olurdu. Burada söylenen başka yerde, orada söylenen başka yerde söylenmiştir. Onun için “İzâ” tekrar edilmiştir. Hâl ve şartlara göre hatip ve muhatap farklı kimseler olabilir. Mü’minlerin görev olarak yalnız fesat noktasında değil, iman noktasında da uyarmaları gerekir.
آمِنُوا كَمَا آمَنَ النَّاسُ (EaAvMiNUv KaMAv EAMaNa elNAvSu)
“Nâsın iman ettiği gibi siz de iman ediniz dendiğinde.”
Burada “Nâs” kelimesinin özel kullanılmış şekli vardır.Yukarıda münafıkların da nâstan olduğu belirtilmiştir. Burada ise nâsın inandığı gibi inan denmiştir. Diğer insanların inandığı gibi siz de inanın denmektedir. İnanmak, güvenlik içine girmek demektir. Kendilerini sigorta yaptırma demektir.
Bir devletin kanunlarına itaat edersiniz, o kanunlar sizleri korur. Takiyye yapmayacaksınız. O kanunlar sizi korumuyorsa kalkıp o ülkenin dışına gitmelisiniz. Bulunduğunuz bir topluluğa güveneceksiniz. O zaman o topluluk da size güvenir. Devletin yetkililerine ve kanunlarına uyacaksınız. Burası küfür diyarıdır diye devletinize ve topluluğunuza ihanet etmeyeceksiniz.
Sovyet ülkesinde yaşayan bir kimse zulme rağmen tebliğ için orada kalabilirdi. O ülkeye saldırıldığı zaman yine de gidip o ülke için ölmesi gerekirdi ve şehid olurdu. Çünkü tebliğ ülkesi olarak bir İslâm ülkesidir; ileride oraya İslâmiyet gelecektir. Onun için orada yaşamaktadır. Yoksa, ümidini kesmiş olsa orada durmaması gerekir. Türkiye’de yaşayıp Türkiye aleyhinde olmak, onun için herkesin askerlik yaptığı gibi askerlik yapmamak münafıklıktır.
“Âminû” demek, güven altına alınız demektir. Neyi? Nâsın güven altına aldığını siz de güven altına alınız. Ya cizye verin, ya da savaşa katılın. Bunu yapmayacaksanız o ülkeyi terk edin. Herkesin verdiği vergiyi siz de verin.
Burada önemli olan husus, Allah’ın kanunlarına uyun denmiyor, halkın uymakta olduğu kurallara uyun deniyor. Bu sebepledir ki fıkıhçılar herkes KDV’yi kaçırıyorsa siz de kaçırabilirsiniz diyor, ama; genel olarak kaçırılmıyor. Belvi umumi oluşmamışsa siz de kaçıramazsınız.
قَالُوا أَنُؤْمِنُ كَمَا آمَنَ السُّفَهَاءُ (QAvLUv Ea NuEMiNu KaMAv EaAvMaNa elSuFaHAEu)
“Sefihlerin iman ettiği gibi mi iman edeceğiz?”
“Sefih” kelimesi “Sefk” kelimesine akrabadır. Sefk, boşa akıtılan kan demektir. Yani boşuna dökmek demektir. Öyle kimseler vardır ki, onlarda mal sevgisi yoktur. Kendilerine irsen intikal eden serveti saçıp savururlar. Anne-baba veya akrabalardan kendilerine irsen intikal eden malların emanetçisidirler. Onları çoğaltarak çocuklarına bırakmalıdırlar. Böyle yapmayıp da bu malları heder eden kimselere “sefih” denir. Bunlar hacredilirler. Bunlar kendi kazandıklarını istedikleri gibi harcayabilirler. Ama kendilerine intikal eden veya çocukları doğmadan önce elde ettikleri servetlerini istedikleri gibi harcayamazlar. Bunların bu malları tevkif edilir, ancak bir vasisinin onayıyla kullanabilirler.
Kendi çıkarı yerine topluluğun çıkarını düşünen, ülkesi ve devleti için canlarını veren kimseler onlara göre sefihtirler. Samimi olarak topluluklara bağlananları avanak kabul ederler. Kâinatı var eden Allah’a inanıp O’nun koyduğu şeriata bağlananları budala kabul ederler, kendilerini büyük görürler. XX. yüzyıl dindarların horlandığı bir asır olmuştur. Zenginsen namaz kılmazsın. Bürokratsan namaz kılmazsın. Askerler hâlâ namaz kılamıyor. Başı örtülü isen lüks mağazalarda çalışamazsın. Onlara göre dindar olan kimseler zavallı ve akılsız kimselerdir. XXI. yüzyılda bu anlayış hâlâ görülmektedir. Irkçılık savunuluyorsa ulusçuluk ayıplanıyor.
Yani; hak olan her şeye düşmanlık yapılıyor. Mü’minler bu anlayışla karşılaşacaklar, karşılaşıyorlar. İçki içmenin şeref sayıldığı bir topluluk, içmeyen başbakan ve meclis başkanını yeni yeni sindirebilmektedir. Bugünkü Türkiye’de hâlâ devlet başkanı olabilmek için pür lâik olmak gerektiği kanaati korunuyor!
Türkiye’deki bu anlayışa Prof. Dr. Necmettin Erbakan tarafından darbe vurulmuş ve bütün kamu alanlarında mescitler tesis edilmiş, Erbakan Millî Güvenlik Kurulu toplantılarında bile namazını kılarak onlara bunun şeref olduğunu göstermiştir. Görüyorsunuz, Kur’an ne kadar güncel insanları tanıtmaktadır.
أَلَا إِنَّهُمْ هُمْ السُّفَهَاءُ (Ea Lav EinNaHuM HuMu elSuFaHAvEu) “Biliniz ki süfeha olan onlardır.”
Mübteda ve haber marife olunca ahstı ifade eder. Yani, onların süfeha dedikleri kimseler süfeha değil, kendileri süfehadır. Topluluk olmasa insan yaşayabilir mi? Nasıl vücudun dışına çıkan kan yaşayamıyorsa, daldan kopan yaprak nasıl kuruyorsa, topluluğun dışına çıkan insan da öylece ölür.
O halde kendi hayatının oluşması ve korunması için topluğa ihtiyaç olduğu gibi, akıllı olanlar o topluluğa hizmet eder ve kendisine güvenlik sağlayanlara katkıda bulunurlar. Bunu yapmayanlar sefihtirler. İmkanlarını boş yere savurmaktadırlar.
İnsan yaratılmıştır ve çevresi ile birlikte yaşamaktadır. Kâinatı ve kendisini yaratıp yetiştiren kimse aptal olabilir mi? Allah kendisine sigara içip kanser olma diyor, zina edip AİDS olma diyor. Temizlen ve sağlık bul diyor. Ortak yol yapıp üzerinde yürüyün diyor. Dine düşman olan gerçek salaklar, söyleyin bakalım, Allah’ın hangi emrinde kötü bir şey vardır. Size içkinizle caka satmayı mı emretmektedir. Katil 30 000 kişiyi öldürecek ama sen onu öldüremeyeceksin! Hangi mantık bunu izah eder? Sen yapacaksın ama sana yapılmayacak! Sefihlerin, kısasın ve diyetin makul izahı vardır. Katilin 20 yıl hapsedileceği hükmünün hangi izahı vardır?!.
وَلَكِنْ لَا يَعْلَمُونَ(13) (Va LAvKiN LA YaGLaMUvNa) “Ve lâkin ilmetmiyorlar.”
Fesat çıkarmayın dendiği zaman biz muslihiz diyorlar. Akılları başlarındadır ama muslih olmadıklarının farkında bile değiller. Duyguları onları fesatlıklarını algılamakta yanıltıyor. Burada “bilmiyorlar” diyor. Sefih oldukları için, akılsız oldukları için, aptal oldukları için bilmiyorlar denmektedir. Fesat şuura mânidir. Sefahat ilme mânidir. XX. yüzyılın kronik cehaleti sebebiyle ilim tam tersini ispat ettiği halde akıllı olduklarını zanneden zavallılar, anlamadan okuyanlar ilmi imana karşı göstermişlerdir. Oysa ilim imanı teyid etmektedir. İnsanın yaşadığı topluluğa ihanet etmesini hangi müsbet ilim ortaya koymaktadır. Kâinatın yaratılışı ve düzen içinde yaşamamızı sağlaması hangi ilim tarafından onaylanmakta, onun sebepsiz varolduğunu ileri sürebilmektedir?!.
***
وَإِذَا لَقُوا الَّذِينَ آمَنُوا (Va EıÜAv LaQUIv elLaÜIyNa EaMaNUv)
“İman etmiş olanlara lıka ettiklerinde.”
Buradaki “Va” önceki “Ve İzâ Kîle”lere bağlıdır. Buna “İzâ” delildir. Fiiller mazidir.
“Ellezîne Âmenû” Kur’an’da bir deyimdir. Kur’an ehline verilen addır. Yahudiler için “Ellezîne Hâdû”, Hıristiyanlar için “Nasâra”, diğer dinler için “Sabiîn” denmekte; Kur’an ehline ise “Ellezîne Âmenû” deyimi kullanılmaktadır. Bu ifade Kur’an’da Mekkî sûrelerde yer alır.
Allah yeryüzünde şeriat düzenini tesis etme görevini iki cemaate vermiştir. Bunlardan biri İsrail oğullarıdır. Seçilmiş kavimdir. Kendi şeriatları kendilerine aittir. İkinci millet ise Kur’an ehlidir. Bunlar Allah tarafından başlangıçta seçilmiş Arap kavmi idi. Kur’an onlara indi ve ilk uygulama onarla yapıldı. Sonra bu bütün insanlığa yayıldı. Baştan da açık idi. İsteyen mü’min olup askerlik hizmetini yapmakta, isteyen cizye vermektedir: Güvenliği sağlama yetki ve görevi askerlik hizmeti yapanlara verilmiştir. Bunlara “mü’min” dendi. İsrail oğullarını Allah seçmiştir. Onlardan isteyenler irtidat etmiştir. Mü’minler ise kendi kendilerini seçerek Allah’ın emrine girerler. İnsanlık içinde güvenlik onlardadır.
“Âmenû” kalıbı if’al bâbından olabilir, başkasını güven altına alma anlamındadır. Mufaale bâbından olabilir. Birbirini güven altına alan kimseler demek olur. Dayanışma ortaklığının adı olur. Bi, Alâ gibi cer harfleri ile bu dayanışmanın zarfleri ortaya konur. Bir bucaktaki başkan ve koruma nöbetleri tutanlar için “Ellezîne Âmenû”dur. Diğerleri cizye verirler. İl içinde iç güvenlik nöbetleri tutulur. Ülkelerde ise savunma nöbetleri tutulur. İnsanlıkta nöbet yoktur. Ocaklarda bekleme nöbetleri tutulur. Ocaklarda kadın-erkek ayrı ayrı nöbet tutarlar. Bucak, il ve ülkede yalnız erkekler nöbet tutarlar. Kadınlar nöbet tutmasalar da mü’min olabilirler. Müslimlerin kadınları da cizye ödemezler.
قَالُوا آمَنَّا (QAvLUv EaManNAv) “İman ettik derler.”
Mü’minlerle beraber olduklarında “iman ettik” derler. Barış zamanı cizyeden kurtulmak için “biz de mü’miniz” derler. Savaş zamanında ise savaşmamak için çeşitli yollar ararlar. Allah kimseden kalben iman etmiş olmayanların cihad yapmalarını istememektedir. İslâmiyet savaş karşıtıdır. Yeryüzünde savaşan insanlar az olmalıdır. Ben savaşa katılmak istemiyorum, siyasi hakları da istemem diyecektir. Savaşanlar ise insanlığın güvenliğini korumayı yüklenenlerdir. İnsanların çoğu kendileri savaşmak istemez ama yönetimde de olmak ister.
Bugünkü tekel sermayesi bu rahatlık içindedir. Sermayesiyle ordular besler, savaştırır, sonunda döner masada sorunları halleder. Son birkaç asırdır bu böyledir. Sosyalizm fikri buna karşı oluşmuştur.
Sonra bugünkü dünya zorunlu askerliğe dayanmaktadır. İsteyen-istemeyen herkes asker edilmekte, sömürü sermayesi de bunları boğuşturmaktadır.
“Adil Düzen”in ilk yapacağı şey, müslim ile mümini ayırmak, müslimlerden cizye almak, mü’minleri ise silahlandırmaktır. İnanmadıkları halde inanmış görünerek insanlığı kandıranlardır bunlar. Türkiye’deki mason teşkilatı böyle görünmektedir. Renksiz partiler böyle görünmektedir.
وَإِذَا خَلَوْا إِلَى شَيَاطِينِهِمْ (Va EıÜAv PaLaV EıLay ŞaYAvOıNıHıM) “Şeytanları ile halvet edince.”
Burada ad “İzâ” gelmiştir. “İzâ Lakû”ya bağlanmıştır. Münafıkların iki yüzü vardır. Biri görünürdeki yüzleri, diğeri de şeytanları ile baş başa kaldıklarındaki yüzleridir. Bunlar kapalı toplantılar yaparlar, gizli görüşmeler yaparlar. Mü’minlerin ise gizli ve kapalı toplantıları yoktur. Necva nadiren zorunlu halde yapılır. Gizli toplantıları yapmak şeytan işidir. Biz bu sebepledir ki yeraltı faaliyetine karşıyız. Masonlara muhalefetimiz de bundandır. Kapalı toplantılar yapmayız. Tarikatlardaki esrarlılık bu bakımdan şeriata aykırıdır.
“Şeytanları ile baş başa kalınca”da ifade edilen, kapalı toplantılar yaptıkları zaman şeytan orada hazır bulunur ve onlara kötülükleri vesvese eder. Oysa açık istişare toplantılarında melekler hazır olur ve iyi şeyleri söyletir. Seçimlerde de gizli oy şeytan işidir. İnsan açıklığa biat eder. İnsanların cesur olması gerekir. Onların yönetme hakları yoktur. Korkaklar cesurların emrine girerler, böylece adil yönetim olur. Şeytanları ile halvet olmak” demek, kapalı veya gizli toplantıları yapmak demektir. Başka bir manâsı da, öyle toplantılar yapanlar mecazi olarak şeytan olarak adlandırılmış oluyor. Müslümanlar asla gizli toplantılar yapmamalıdır.
قَالُوا إِنَّا مَعَكُمْ (QAvLUv EınNAV MaGaKuM) “Biz sizinle beraberiz.”
Türkiye’de Halk Partililer dine açıkça cephe almışlardır. Lâikliği savunuyoruz diye dine karşıdırlar. Yahudiler de İslâmiyet’e karşıdırlar. Arada olan renksizler karşımıza çıkınca müslüman görünüyor ama onlarla yalnız olunca da ‘biz sizinle beraberiz’ derler. Görünürde kavga ederler, baş başa kalınca da inananlar aleyhinde karar alırlar. Biz hayatımızda hep bunları gördük. 1960’tan önce ben tarafsızdım, ne Halk Partisinde ne de Demokrat Parti tarafında idim. Oyumu Millet Partisi’ne verdim. İhtilâl olunca sen demokrat partilisin diye genel müdürlük tarafından atıldım ve o da yalnız bendim. İzmir’de Sanayi Bölge Müdürüne iftira yaptılar, Adana’ya tayin ettiler. Benim hakkımda soruşturma yapılmadan beni de uzaklaştırdılar.
إِنَّمَا نَحْنُ مُسْتَهْزِئُونَ(14) (EınNaMAv NaXNu MuSTaHZıEUvNa) “Biz onlarla istihza ediyoruz.”
Münafıkların özelliği orada güvenilir kimse değildirler, burada da güvenilir kimse değildirler. Foyamız ortaya çıkacaktır diye devamlı korku içinde olurlar. Oysa mü’minler ve kâfirler açık oldukları için endişeleri yoktur. Biz müstehziyiz derler.
“Hazzetmek” silkelemek, kendine çekmek demektir. “Hezy etmek” kişileri sallamak, sarsmak anlamındadır. Onlarla dalga geçmektir. Kendilerinin farkına varamadığı şekilde eğlenmektir. Beceriksiz insana ne kadar beceriklisin demek, cüceye ne güzel uzun boyun var demek istihzadır.
“Biz onlarla istihza ediyoruz” derler. Hasan Mezarcı’yı Mesih yapıp günlerce televizyonda oynattılar.
***
اللَّهُ يَسْتَهْزِئُ بِهِمْ (EalLAHu YaSTaHZİEu BiHiM) “Allah onlarla istihza etmektedir.”
Münafıklar geçici olarak başarıya ulaşır, böylece istihza edilmiş olurlar.
Bir hikâye anlatayım. Elektrik cep lambasının Türkiye’ye yeni geldiği tarihlerde bir okumuş köye gitmiş. Lambayı yakıp söndürerek caka satıyormuş. Bir köylü ağzında sigara boynunu okumuşa uzatmış. Okumuş istihzaen dakikalarca feneri tutmuş. Kahvedekiler biraz sonra kahkaha atmışlar. Gafil okumuş dalga geçtim diye sevine sevine ayrılıp gitmiş. Sigarayı yakmak için tutan köylü ‘enayinin pilini bitirdim haberi yok’ demiş. İstihza eden istihza edilmektedir.
وَيَمُدُّهُمْ فِي طُغْيَانِهِمْ (Va YaMudDuHuM FIy OuĞYANıHıM)
“Onlara tuğyanları içinde müddet vermektedir.”
“Tuğyan” kaynayan kazanın taşmasıdır. İnsanların şeriat dışına çıkmaları tuğyandır.
Tarihte büyük tartışmalar vardır. İnsanların peygamber gelmeden önce, kitap inmeden önce şeriatları mı vardı? Tuğyanları vardı. Mu’tezile aklın şeriatı tesbit edeceğini söylemektedir. Dolayısıyla aklın öğrettiği şeriata uymayanlar tuğyan içindedirler.
Bugünkü Bonapart gibi doğal hukukçular bu görüştedirler. Eş’ari ise aklın kendi başına bir şeriat oluşturamayacağı görüşündedir. Dolayısıyla vahiy gelmeden önce insanlar için şeriat sözkonusu değildir. Onların şeriat geldikten sonra tuğyanları doğrudur. Bugünkü pozitif hukukçulara göre de böyledir. Meclis’ten kanun çıkmadan bir şeriat olmaz. Maturidi’ye göre insanın aklı tam doğru çalışırsa ve hata etmezse doğruyu bulur. Vahiy aklın doğru çalıştırılması içindir. Çünkü Allah insanlara şeriatı anlamak için iki delil vermiştir. Akıl ve nakil. Türkiye Cumhuriyeti mevzuatı bu esası kabul etmiştir. Hukuk ilmini de kaynak saymıştır. Demek ki Maturidi mezhebi en doğru mezheptir. Tuğyanları ise akla kulak vermemeleri gibi aklı da kullanmamalarıdır.
İnsan aklına bazı ilkeler verilmiştir.
a) Çevremden ve başkalarından yararlanarak yaşıyorum, o halde onlara borcum vardır. Aldığımın karşılığını vermeliyim. b) Bana yapılmasını istemediğim bir şeyi ben de başkalarına yapmamalıyım. c) Yaşadığım toplulukların örf ve âdetlerine uymalıyım. d) Zararlı olan davranışlara karşı çıkmalıyım.
Bunlar insanın vahiy gelmeden önce de bildiği şeylerdir. Bunlara uymayanlar tuğyan etmiş olurlar.
“Medd” gerilmiş kalastır. Zaman için müddet karşılığı kullanılmaktadır. Ecel zaman ile belirlenmiştir. Müddet ise olay ile belirlenmiştir. Belli olay oluncaya kadar serbest bırakmak demektir.
Onlarla istihza etmekte ve onları tuğyanları içinde müddet vermektedir. Hattâ imdad etmekte yani onlara tuğyan edebilsinler diye imkan hazırlamaktadır. Güç vermektedir. Bu da şunu ifade etmektedir.
Kâfirlerin yaptığı işlerin hâlikı da Allah’tır. Allah istemezse onlar bir şey yapamazlar. Zalimler zulmediyorlarsa Allah onlara izin vermiştir. Böylece mü’minler için imkânlar hazırlanmaktadır.
Osmanlı İmparatorluğu yıkılmasaydı Cumhuriyet kurulamazdı.
Türkiye’de 200 yıldır yapılan ve dine karşı girişilen inkılâplar olmasaydı biz “Adil Düzen”i tesis edemezdik. 28 Şubat da böyle bir nimettir. Çünkü hatalı uygulamalarımızda Allah bizi uyarmıştır.
AK Parti iktidarı dine karşı olanlara bir şamar olduğu gibi; onun başarısızlığı da Adil Düzencilerin yolunu açacaktır. Zinalı ve faizli uygulamaların başarıya ulaşmadığı görülmelidir ki, halkımız Allah’tan başka, onun şeriatından başka, “Adil Düzen”den başka melce olmadığını anlasınlar. 28 Şubat süngüsü görülmeseydi, İslâmiyet’te laiklik ve demokrasi var sözlerimiz küfür kabul ediliyordu. İslâmiyet’in değerleri İslâm karşıtı gösteriliyordu. Tekrar yazmakta ve söylemekte yarar vardır.
Demokrasi = Şeriat, Lâiklik = İslâm, Liberallik = Adil Düzen, Sosyallik = Hak Düzen
Kur’an’ın getirdiği dört kavramın Batı’da benimsenip bozulmaları ve sahteleştirilmeleridir. Batı’da sahte demokrasi vardır. Ekseriyet sahte demokrasidir. Batı’da sahte lâiklik vardır. Dinleri dışlayan lâiklik sahte lâikliktir. Batı’da sahte liberallik vardır. Faizle tekelleşmiş bir ekonomide liberallik sahtedir. Batı’da sahte sosyallik vardır. Sigorta primleri ile oluşturulmuş sosyallik sahtedir.
İslâmiyet’te ise serbest sözleşmeye dayalı yerinden yönetimli, istişareli ve hakemli gerçek demokrasi vardır. İslâmiyet’te, dinde asla zorlamanın olmadığı ama bütün dinlerin cemaatleri nisbetinde yönetime katıldığı gerçek lâiklik vardır. Malların devrinde rıza şartının aranması ile oluşan genel hizmetlerle desteklenmiş faizsiz, karzı hasen kredili gerçek liberallik vardır. İslâmiyet’te yeryüzünün kirası karşılığı alınan vergilerle muhtaçlara haklarını veren, bir karşılık olmadan genel sigorta vardır. Bu da gerçek sosyalliktir.
İşte bu şeriatın gelmesi için geçmişte kapitalist ve sosyalist uygulamaların olması ve başarısızlığın görülmesi gerekirdi. Allah insanlığa rahmet olmak üzere bu kötü rejimleri XX. yüzyıla uygulattı.
Şimdi insanlık “Adil Düzen” uygulamasını beklemektedir.
يَعْمَهُونَ(15) (YaGMaHUvNa) “Amhederler.”
“Amy” körlük demektir. “Amâ” kördür. Gözleri olmayandır. Kataraktlılar da âmâdır. Yani, göz var ama üzerinde ğişavı olduğu için görmeyen kördür. Onların basarları da ğişavelidir.
“Amhetmek” kör kör el yordamı ile dolaşmak demektir.
Bir kör nasıl yürür? Elleriyle onu yoklar, bunu yoklar, sağa sola toslar ve bununla yol bulmaya çalışır.
Münafıklar da böyledir. Bir kanun yaparlar, olmaz; onu daha uygulamadan bozar ve yenisini yaparlar.
Ceza kanunu hürriyet için değiştirildi. Şimdi sadece haksızlıklar için kullanılmaktadır. Meclis yaz-boz tahtasına dönüştürülmüştür. Tıpkı körün yol aramasına benzemektedir. Yap, olmazsa yensini yaz.
Bugünkü yönetim ve teşri sistemi tam amhetmektir. Niçin? Çünkü kanunları müsbet ilmin ışığından ve on bin senelik şeriat uygulamasından modalarla ortadan kaldırmışlardır. Kısas aklî bir cezadır. Af sosyal iyileştirmedir. Ama idamın olmaması acaba hangi akla hizmet eder? İlâhi kitaplar on bin senedir dünyayı aydınlatmakta ve bugün insanlar onlar sayesinde çobanlık döneminden bilgisayar çağına ulaştılar.
Bu uygulamalardan yararlanmayıp, bizim aklımız çalışır diyerek uydurma düzenin başarısı körebe oynamaktan ileri gidemez. İşte yetmiş senelik uygulamalar ne getirdi? Kırk milyon insan öldürüldü. Şeriat düzeni geldiğinde yeryüzünde kırk milyon insan belki de yoktu. Şeriat sayesinde kırk milyon beş bin senede yedi milyar oldu. Siz ise elli senede kırk milyon insanı öldürdünüz. İşte bu başarı şeriatsız düzenin başarısıdır.
***
أُوْلَئِكَ (EuLAEiKa) “İşte bunlar.”
Muttakilerden bahsederken “Ulâike” deyip hem aklî imana, hem naklî imana sahip olanları birleştirdi.
Burada da kâfir olanlarla münafıkları birleştirmiş olur. Mü’min ve münafıklar bir arada anlatılmış olur.
Bunlar ticaretten kâr etmiş olurlar. Yahut sadece münafıklara işaret etmiş olabilir. Çünkü münafıklar elde ettiklerini sattılar. Onu istismar ettiler. Oysa kâfirler zaten elde etmişlerdi.
Kâfirler de baştan itikadı değil de küfrü tercih ettiler. Kendi lehlerinde olanları reddettiler. Peşin hükümlü oldular. Dolayısıyla bu “Ulâike” onları da içermiş olur. Her iki yorum da doğrudur.
الَّذِينَ اشْتَرَوْا الضَّلَالَةَ بِالْهُدَى (elLaÜIyNa iŞTaRaVuv elWaLALaTa Bi eLHuDAy)
“Onlar hidayetle dalâleti iştira etmişlerdir.”
Fatiha’da Allah’tan hidayet istemiştik. Allah muttakilere hidayet olmak üzere Kur’an’ı inzâl ederek hidayeti göstermiştir. Küfreden kimseler ise baştan reddetmişlerdir. Münafıklar ise kabul etmiş ve Allah’ın hidayetini benimsemiş ama sonra onu dalâlete çevirmişlerdir. Ondan doğru yolu bularak hidayete ereceklerine, onu istismar ederek paraya veya oya çevirmişleridir. Kapanırız diye “Adil Düzen”den vazgeçmişlerdir. Oysa parti “Adil Düzen” için vardır. “Adil Düzen” olmayacaksa, o zaman partiye ne gerek vardır. Partiniz zavallı duruma gelmiştir. Oysa “Adil Düzen” için cihad edip şehit olsaydı daha iyi olurdu. Nitekim Nizam, Selâmet, Refah, Fazilet partileri böyle şerefle sahneden çekilmişlerdir. Halk onları daha çok desteklemiştir.
فَمَا رَبِحَتْ تِجَارَتُهُم (Fa MAv RaBiXat TiCAReTuHuM) “Ticaretleri rıbh etmemiştir.”
“Fa” harfi getirilmiştir. Bu alışverişten ticaret etmediler.
“Bey’” var, “Ticaret” vardır. Bey’, almak veya satmaktır. Ticaret ise alıp satmaktır. Bu alıp satışta kârlı çıkmaktır. Önce mü’miniz deyip imanı satın almak, sonra şeytanları ile baş başa kaldıklarında ‘biz istihza ettik’ deyip orada da imanı küfür olarak satmak kârlı bir iş değildir.
“Vecr” tilki demektir. Durmadan avlanmak için dolanır. Türkçedeki ‘becerme’ kelimesi de aynı kaynaktandır. “Acara” kelimesi vardır. Piyasayı dolaşır mal bulur, piyasayı dolaşır müşteri bulur. Ucuza alıp pahalı satar, arada fiyat farkı doğar. İşte böylece kâr edilir. Ticarette iki çeşit kâr sözkonusudur. Ya para artar, ya da mal artar. Faizli ekonomide kâr parada yapılır. Zekâtlı ekonomide ise kâr mal üzerinden yapılır. Öyle iki işlem yapılır ki para üzerinden kâr ettiği halde mal üzerinden zarar etmiş olabilir. Faizli sistemde asıl olan paradaki artmadır. Zekâtlı sistemde asıl olan malın artmasıdır.
وَمَاكَانُوا مُهْتَدِينَ(16) (Va MAv KAvNUv MuHTADIvNa) “Mühtediler de olamadılar.”
Fatiha’da “hidayet” isteyen insana hidayet gösterilmiştir. O da Kur’an olmuştur. Burada muttakilerin hidayete erdiklerini, oysa münafıkların ise böyle ikili oynadıkları için ihtida edemediklerini bildirmektedir.
“İhtida” ve “ittika” kelimeleri bu âyetlerde işlenmiş ve temel kavranmış olmaktadır. İttika etmek pasif korumadır. İhtida aktif harekettir. İhtida, ittika, içtihat demektir. İttiba da uymadır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-342 ADİL DÜZEN DERSLERİ-172 İstanbul, 03 Şubat 2006
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI (Reşat Nuri Erol ve Selahattin Öztürk Üsküdar’da değerlendirecektir.)
‘HALK EKONOMİSİ’ NEDİR?
Ekonomi nedir?
Ekonomi, insanların eşyadaki faydayı bölüşerek ihtiyaçlarını gidermeleri suretiyle çoğalmaları ve güçlerini birleştirerek eşyadaki faydayı artırmaları, bu sayede yeryüzünü daha çok insanı barındıracak hâle getirmeleridir. İhtiyaç-fayda döngüsü içinde gelişme ve büyümedir.
Bölüşme ve birleşmeyi kim yapar?
Kapitalistlere göre bölüşme ve birleşmeyi sermaye yapar, sosyalistlere göre bölüşme ve birleşmeyi devlet yapar, karma ekonomiye göre her ikisi ortaklaşa yaparlar.
Halk ekonomisine göre ise bölüşme ve birleşmeyi kurallar içinde halk yapar. Buna ‘şeriat/hukuk’ denir. Bu sistemde devlet düzeni korur, sermaye ise serbest rekabet içinde bölüşmede aracılık yapar.
İşyerleri kimindir?
Kapitalistlerde işyerleri sermayeye aittir. Halkı istediği ücretle çalıştırır, karşılığında para verir, sonra ürünü istediği fiyatla onlara satar. Devlet sermayenin bekçisidir. Kuralları sermayenin oluşturduğu ‘ekseriyet’ koyar.
Karma ekonomide işyerleri sermaye ile devlet arasında bölüşülmüştür. Halk özel sektörün veya devletin işçisidir. Bunlar halkı çalıştırırlar, mal ürettirirler, ücret verirler, sonra kendilerinin koyacakları fiyatla o malları halka satarlar. Kuralları askeri gücün oluşturduğu ‘ekseriyet’ yani ‘ekseriyet demokrasisi’ içinde sermaye ile kuvvet uzlaşarak birlikte koyarlar.
HALK EKONOMİSİNDE ise;
-İşyerleri halkın aralarında anlaşarak kurduğu ‘ortaklıklar’a aittir.
-Üretilen ürün ortak ambara verilir, karşılığında ‘mal senetleri’ alırlar.
-Mal senetleri serbest piyasada satılır, sermaye bu satışta sadece aracılık yapar.
-Halk para ile istediği mal senedini alır, mal senediyle ambardan malı çeker ve tüketir.
-Devlet ‘para’ çıkarır ve halka ‘kredi’ olarak [dikkat; başkalarına değil halka] dağıtır.
-Devlet ‘mal senetleri’ çıkarır ve bu senetleri ‘tüccarlara’ kredi olarak verir.
-İnsanlar arasındaki ihtilaflar ‘hakemler’ veya mahkemeler yoluyla çözülür.
-Taşıma ve depolama ortak ambarlarda ‘devlet garantisi’ ile yapılır.
-Bu sistemde fiyat ve ücret ‘serbest pazarlık’ içinde halk tarafından belirlenir.
-Bu sistem, tekelleşmesi önlenmiş ve organize olmuş tamamen liberal bir sistemdir.
-Kuralları başkaları değil, bizzat halkın kendisi ‘serbest sözleşmeler’ ile koyar.
-Her şeyden önemlisi, bu düzende ‘yerinden yönetim’li ‘çoklu sistem’ vardır.
Yerinden yönetim nedir?
Yerinden yönetim, merkezde alınan kararların taşralarda geçerli olmamasıdır. İnsanlığın kararları taşra ülkeler içinde, ülkelerin kanunları taşra illerin içinde, illerin kararları taşra bucakların içinde, bucak kararları taşra ocaklarının içinde zorunlu olarak geçerli değildir. Merkez kararları sadece merkez ocak ve bucaklarda geçerlidir.
Çoklu sistem nedir?
Merkez ocak ve bucaklar taşradaki halkın temsilcilerinden oluşur. Bunlar siyasî, ilmî, meslekî ve dinî sosyal grupların temsilcileridir. 5’ten az ve 20’den fazla olamazlar. Halk ocak ve bucağını değiştirebilir, bulunduğu yerde sosyal grubunu değiştirebilir. Bu düzende ‘ekseriyet demokrasisi’nin yerini ‘hicret demokrasisi’ almıştır. Bir yerin yönetimini beğenmiyorsan oradan daha iyi bir yere hicret edersin.
Artan emek ve inşaat
Yeryüzü işgal ile bölüşülmüştür. Serbest sözleşme içinde ortak planlanma yapılmakta ve ortak kurallarla birlikte kullanılmaktadır. Sözleşmeye göre mallarını bölüşmekte, herkes kendi payını istediği fiyatla satmaktadır. Böylece tekel oluşmamakta, arz ve talep kanunları çalışmaktadır.
İnsanlar artan emeklerini inşaat sektöründe kullanarak imar yapmakta, elde ettikleri yapıları da kira karşılığı bölüşmektedirler.
EKONOMİNİN KUTUPLARI VE BİRİMLERİ
Ekonominin altı kutbu vardır: Eşya, İnsan, Emek, Yapı, Mal ve Para. Eşyada fayda, insanda ihtiyaç, emekte ücret, yapıda kira, malda fiyat, parada faiz denen altı ölçü birimi vardır.
HALK EKONOMİSİNDE
Fayda üretiminde özel mülkiyet, ihtiyaç giderilmesinde ortak mülkiyet, emekte serbest girişim, inşaatlarda planlama, mallarda serbest fiyat, parada ise tarifeli ilkeler geçerlidir.
Faizde [vergide] getirilen dört kriter İslâm ekonomisini belirler.
1) Parayı kamu üretmektedir. Onun garantisi ile paradır. O halde faiz alma hakkı da yalnız kamuya aittir. Kişilerin kişilere verdikleri faizli borçları devlet garantilemez, mahkemede dinlenmez.
2) Faiz vergiye dönüşmüştür. Devlet kime kredi veriyorsa ondan vergi alır. Faiz yoktur.
3) Faizsiz kredi miktarı, daha önce ödediği vergi ile tesbit edilir. Devlet verdiği kredi karşılığı aldığı vergiyi üretime katılmayan kimselere kira payı karşılığı dağıtır.
4) Faizsiz düzende cebrî icra yoktur. Kimsenin elinden malı zorla alınmaz. Borcunu ödemeyen veya ödeyemeyen kimsenin borçlanma ehliyeti elinden alınır. Önce borcunu öder, sonra borçlanma hakkını alır. Önce çalışır, sonra ücreti istihkak eder. Borcunu ödeyince itibarı iade edilir.
Diğer ekonomiler
Kapitalizm kamu mülkiyetini, komünizm özel mülkiyeti, liberalizm faiz yasağını, sosyalizm ticaret serbestliğini, planizm serbest girişimciliği, insiyativizm planlamayı reddederler. Karma ekonomiler reddetmez, kısıtlarlar.
Sonuç: Türkiye’de ‘halk ekonomisi’ gelişmektedir. Türkiye Cumhuriyeti kanunları halkın organize olmasına müsaittir. Halkımız bu organizasyonları ‘kooperatifler’ kurarak yapabilir.
-Halkımızın kurduğu siyasi partiler bu kooperatifleri kurdurabilir.
-Yerel yönetimler, yani belediyeler bu kooperatifleri kurdurabilir.
-Devlet ve hükümet kooperatifleşmeyi kanunlarla organize edebilir.
-İstanbul esnafı ‘Genel Hizmet Kooperatifleri’ içinde organize olmalıdır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-342 ADİL DÜZEN DERSLERİ-172 İstanbul, 03 Şubat 2006
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI (Reşat Nuri Erol ve Selahattin Öztürk Üsküdar’da değerlendirecektir.)
İSRAİLOĞULLARI VE İRAN
Tarih boyunca İsrailoğulları diğer kavimleri birbirine düşürerek kendileri denge sağlamışlardır. Hıristiyanlıktan önce iki defa sürülmüşlerdir. Bu sürgünler onların aleyhinde olmamış, bu sayede dünyaya yayılmışlar, insanlıktan öğrenmiş ve öğretmişler, insanlık arasında ilişkileri kurmuşlardır. İnsanlıkta haberleşme, ulaşım, alış-satışlar ve görüşmeler onlar vasıtasıyla olmuştur.
Haçlı Seferleri’nden sonra Avrupa zenginleşmeye başlamış ve ticaret gelişmişti. İsrailoğulları geçmişteki birikimleri sayesinde Avrupa’ya hakim olmuş, Müslümanların başlattıkları ilmî verilerden de yararlanarak dünyayı yüzlerce yıl sömürmüşlerdir. Masonlar eliyle dünyadan ham madde topluyor, Avrupa’da Hıristiyanlara işleterek mamul hâle getiriyor ve yine masonlar eliyle dünyaya satıyorlardı…
Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasında çıkardıkları savaşlarla dengeyi korumuşlardır. 1897’de İsviçre’nin Basel kentinde yaptıkları kongrede ‘dini bölünme’ yerine ‘rejim bölünmesi ve savaşları’ dönemini ortaya koymuşlar, bir yüzyılı da böylece götürmüşlerdir. Gorbaçov’un Yahudilerin kontrolleri dışında gerçekleştirdiği ‘yeniden yapılanma hareketi’ ile ‘rejimler arası savaşlar’ yani ‘Soğuk Savaş’ dönemi sona erince, İsrailoğulları kendilerine yeni bir denge aramışlardır.
Bu yeni denge de dünyayı coğrafi olarak ikiye bölme olarak öngörülmektedir. BOP veya BİP adı altında Ortadoğu’da 10 milyondan büyük devlet bırakmamak, o devletleri de silahsızlandırmak, İsrailoğullarını yani İsrail devletini ise atom dahil her çeşit silahla donatmak, Ortadoğu’daki bu yapılanma yani Ortadoğu Birliği sayesinde dünyayı doğu-batı olarak bölmek, böylece insanlığı sömürmeye ve yönetmeye devam etmek...
Bunun için Irak, Suriye, İran ve Türkiye devletleri parçalanmalıdır. Orta Asya zaten parçalanmıştır. Afganistan müdahalesi ile birlikte bu bölmeyi tamamlamak...
3 Mart tezkeresi ile Türkiye’den istenen bu idi. Önce ‘Irak’a saldıracağız’ deyip Türkiye’nin limanlarını ve havaalanlarını işgal edip projeyi devam ettirmek, sonra oradan İran’ı vurmak... Bu arada İran’ı başka kanaldan silahlandırıp Türkiye ile savaştırmak…
Ancak, hesapta olmayan bir şey oldu ve Irak’ta beklenmedik bir sorunla karşılaşıldı. Şiiler Irak’ta hakimiyeti elde etmektedirler. Bu durumda İran’ı işgal etmeden Irak’ın işgal edilemeyeceği görüşü ABD’de hakim olmaya başladı.
2006’da bir savaş tehlikesi yoktur. Ama yapacağı yeni plan içinde 2007’de ilk işgal edilecek ülke İran olacaktır… Arkasından Suriye işgal edilecek… Onun arkasından da Türkiye parçalanacak ve doğuda Kürdistan devleti kurularak Ortadoğu Birliği’ne dahil edilecek… İç Anadolu’da küçük bir Türk devletinin kalmasına izin verip vermemesi Türkiye’nin tutumuna bağlı olacak... Batıda Bulgaristan ve Yunanistan birleştirilerek Bizans ihya edilecek… Kuzeyde Gürcistan ve Ermenistan birleştirilerek Pontus devleti kurtulacak… Bunlar Ortadoğu Birliği dışında tutulacak...
Biz bu sözleri seneler önce de söyledik ve yazdık.
TÜRKİYE NE YAPMALIDIR?
Türkiye bu durumda ne yapmalıdır? Türkiye Amerika Birleşik Devletlerine şu teminatları vermelidir.
a) Türkiye savaş dışında kalacaktır. Türkiye’siz Ortadoğu birleşik devletini kurar, bu arada dünyaya kabul ettirirsen, o zaman Türkiye de bu parçalanmayı ve küçük devletler hâlinde Ortadoğu birleşik devletlerine katılmayı kabul eder.
b) ABD Ortadoğu birleşik devletlerini kurup huzuru temin edinceye kadar Türkiye tarafsız kalacak, ne ABD ne de Ortadoğu devletlerinin yanında olacaktır. Saldırmazlık paktı içinde tarafsızlığını muhafaza edecektir.
c) Şayet Ortadoğu devletleri Türkiye’nin ABD’ye karşı yer almasını ister ve zorlarlarsa ABD’nin yanında yer alır. Ama ABD de Türkiye’nin kendilerinin yanında olmasına zorlarsa, Türkiye o zaman Ortadoğu devletlerinin yanında yer alır.
d) Avrupa Birliği devletleri, Çin, Rusya ve Hindistan ABD’nin yanında yer alsa bile, şayet hava saldırısına uğrarsa, Türkiye önce Suriye ve Irak’ı, oradan da İsrail’i işgal etme hakkını kendisinde görür ve bunu yapar.
Türkiye bir nota ile bunu ABD’ye bildirecektir. Ondan sonra oturup ‘tarafsız’ kalarak bekleyecektir.
Bu arada Mustafa Kemal’in ‘ya istiklâl ya ölüm’ esasını her Türk yeniden hatırlayacak...
Ülkenin her karış toprağı ulusun kanıyla sulanmadıkça teslim edilmeyecek...
İRAN NE YAPMALIDIR? Komşumuz olan ve dünyanın bu en hassas bölgesinde kader birliği içinde olduğumuz İran’a sadece bazı tavsiyelerde bulunmalıyız.
a) İran varlığını korumak istiyorsa, Kur’an İslâmiyet’ine dönmelidir. Kur’an’a göre hazırlanacak insanlık anayasasına göre ülkesini demokratik, lâik, liberal ve sosyal hukuk devleti hâline getirmelidir. Biz Akevler olarak katkıda bulunmaya hazırız. Allah o zaman sizi korur.
b) İran atom araştırmalarını derhal durdurmalıdır. Çünkü İslâmiyet saldırgan değildir. Saldırı savaşı yapmaz, doğrudan kılıç veya süngü ile savaşı götürür ve yener. İran sadece savunma ordusuna sahip olmalıdır. İran’ın askeri bakımdan atoma ihtiyacı yoktur. Enerji olarak ihtiyacı yoktur. Çünkü petrolü vardır. Atom enerjisi ile uğraşmak abesle uğraşmadır.
c) İran İsrail devleti aleyhinde beyanlarda bulunmamalıdır. Allah arzı mev’udu onlara vaat etmiş, bu Kur’an’da da bildirilmiştir. Ancak İsrail Tevrat’ta sayılan hudutlar içinde kalmalıdır ve bu sınırlar bugünkü İsrail ülkesidir. Gazze verilebilir, Batı Şeria verilebilir. Ama İsrail o hudutların dışına taşarsa İran devreye girmelidir. Dicle ile Nil arasındaki yerler Hazreti Musa’ya değil, Hazreti İbrahim’e vaat edilmiştir.
d) En önemlisi İran kendisini İsrail’i karadan işgal edecek şekilde hazırlamalıdır. Bunu o toprakları bombalamadan yapabilmelidir. Eğer ABD İran’a saldırırsa, o zaman İran Irak’ı işgal etmeli ve oradan İsrail’e kadar gitmelidir. Bunun için ABD ordularını Irak’tan ve Körfez’den kovmalı veya orada gömmelidir. Saldırıya uğradığında buna hakkı olur. Buna gücü de yeter. Saldırıya uğradığını hakemler aracılığı ile tesbit etmelidir.
Bir hususu belirtmekte yarar vardır.
ABD böyle bir saldırıyı aşağıdaki sebeplerden dolayı yapamaz.
a) Ortadoğu Birliği’nin İslâm nüfusu 300 milyon civarındadır. Oysa İsrail’in Yahudi nüfusu 5 (beş) milyondur. Altmışta bir olan nüfus tümünü yönetemez.
b) Devletlerarası silah yasağı bir şey ifade etmez. Karşılıklı çatışmada kullanılan silahı herkes yapabilmektedir. Hattâ hareket zamanında hazırlanmaktadır. Dolayısıyla böyle yönetim hayaldir.
c) Amerika Birleşik Devletleri’nin halkı uyanmaktadır. Yakın zamanda Yahudi sermayesi ABD’deki hakimiyetini kaybedecek ve ABD’yi böyle saçma savaşlarda kullanamayacaktır.
d) Böyle bir savaşta AB, Rusya, Çin ve Hindistan birleşip ABD’ye istediklerini yaptırmayacaklardır. Şimdi bunların susması ne demektir? Müslümanların ezilmesini sağladıktan sonra, ABD’yi ve İsrailoğullarını durdurmayı planlıyorlar. İran ve Türkiye’nin yapacağı şey, teslim olmadan savaşlara girmemek ev beklemek olmalıdır. Ülkeleri işgal edilse bile, tarihte olduğu gibi işgalci düşmanlar kısa zaman sonra buraları terk etmek zorunda kalacaklardır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL