1967...1968...1969....AKEVLER 40 YILDIR ÇALIŞIYOR....2004...2005...2006
GELECEĞİN II. KUR’AN - V. İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ... BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
ADİL DÜZEN 344
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 17 - 20 Şubat 2006 Fiyatı: Seminere katılmak veya (akevleronline) www.akevler.org
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 344. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
ÜSKÜDAR Adresi: Selami Ali Efendi Cd. No: 31 ÜSKÜDAR/İSTANBUL (Ana Çocuk Sağlığı yanı – Anadolu Gençlik bitişiği) Tel: (0532) 246 68 92
*TEFSİR SEMİNERİ [Cuma Üsküdar (19.00-21.00); Cumartesi Yenibosna (17.00-21.00); Pazartesi Ümraniye (19.00)]
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Üsküdar ve Ümraniye’de Reşat Nuri Erol tarafından; diğer yerlerde ilgili ve sorumlular tarafından anlatılacaktır...
Hedefimiz; bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul’da 200, Türkiye’de 1000 yerde okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, RNE
BU HAFTAKİ “ADİL DÜZEN” DERSLERİ
TÜKETİCİ HAKLARI VE ÜCRET-FİYAT DENGESİ
“MAL VARLIĞI BEYANI” MI DEDİNİZ?!.
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ – 6. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
يَاأَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا رَبَّكُمْ الَّذِي خَلَقَكُمْ وَالَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ(21) الَّذِي جَعَلَ لَكُمْ الْأَرْضَ فِرَاشًا وَالسَّمَاءَ بِنَاءً وَأَنْزَلَ مِنْ السَّمَاءِ مَاءً فَأَخْرَجَ بِهِ مِنْ الثَّمَرَاتِ رِزْقًا لَكُمْ فَلَا تَجْعَلُوا لِلَّهِ أَندَادًا وَأَنْتُمْ تَعْلَمُونَ(22) وَإِنْ كُنتُمْ فِي رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ وَادْعُوا شُهَدَاءَكُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ إِنْ كُنتُمْ صَادِقِينَ(23) فَإِنْ لَمْ تَفْعَلُوا وَلَنْ تَفْعَلُوا فَاتَّقُوا النَّارَ الَّتِي وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ أُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ(24)
يَاأَيُّهَا النَّاسُ (YAv EayYu Hav elNAvSu) “Ey nâs!/ Ey insanlar!”
Kur’an’ın muttakilere hidayet olduğu, kâfir ve münafıkların ise ondan yararlanmadıklarını anlattıktan sonra, tüm insanlara hitap ederek “Ey nâs” diye başlamaktadır. Yani, Kur’an tüm insanlara indirilmiştir. Yalnız Arapları veya İsrailoğullarını değil, tüm insanları muhatap almaktadır. Hem de herhangi başka bir şekilde değil, Allah bu kitapta tüm insanlara doğrudan hitapta bulunmaktadır.
“Nâs” kelimesi “Üns”den dönüşmüş bir kelimedir. “Üns” “vahş”ın zıddıdır. Ok atılan yayın atana doğru olan kısmına “üns”, ava doğru olan kısmına “vahş” denmektedir. “İnsan” bizi ifade etmektedir. “Vahşi” ise bize karşı saldıranı anlatmaktadır.
“Nâs” kelimesi tekili olmayan çoğul bir kelimedir. Muhatap topluluktur. Beş vakit namaz kılan cemaat nâstır. Cuma namazı kılan cemaat nâstır. İl halkı nâstır, ulus nâstır. Tüm insanlar topluca nâstır.
Burada nâstan maksat tüm insanlardır. Şimdi yaşayan insanlardır.
Ölmüş olan insanlarla gelecekte doğacak insanlara hitap edilecek olursa “Ey Adem oğulları” denir.
اعْبُدُوا (uGBuDUv) “İbadet ediniz.”
“Abd” kapıda bekleyen hizmetçi demektir. “Amd” direktir. O da direk gibi girişte beklediği için “Abd” denmektedir. “İbadet etmek” demek, hizmet etmek, işini yapmak demektir.
“Amel eden” kimse başkasına bir iş yapar, sonra başkasına da iş yapar. “Abd” ise yalnız birine iş yapar, başkasına iş yapmaz. Çünkü o yirmi dört saatini kiralamıştır.
Bir kimse bir başka kimsenin işini yapabilir, ücreti de alır. Bu helaldir. Ama bir kimse ondan başkasına iş yapmayacağına söz veremez. Verirse böyle bir akit köleliktir. Haramdır. Köleler için istisnai olarak meşrudur.
İnsan yalnız Rabb’ine ibadet eder. Fatiha Sûresi’nde “Yalnız San’a ibadet ederiz” diye taahhüt etmiştik. Burada o taahhüt teyid edilmekte, “Yalnız Rabb’inize ibadet ediniz” denmektedir. İnsan dünyaya gelir ve çevreden aldığı yardımla yaşar. Erginlik çağına gelince o da çalışarak borcunu öder. Böylece insanlar çalışmakla emrolunmaktadır. “Çalışınız” denmektedir; ama “Rabb’inizin işçisi olarak çalışınız” denmektedir.
رَبَّكُمْ (RabBaKuM) “Rabb’inize ibadet ediniz.”
“Rab” kelimesi “rabvet”ten gelir. Rab, tepecik demektir. Bitkinin zamanla gelişmesi rabvettir.
Allah insanı kırk yaşında yaratabilir, ondan sonra da hiç öldürmezdi. O zaman ölüm de olmaz, biz doğrudan cennette yaratılmış olurduk. O durumda da bizim bir dahlimiz olmaz, çalışmamıza da gerek kalmazdı.
Allah öyle değil de, bizi tek hücre olarak var etti. Sonra hücreler çoğalmış, aralarında işbölümü yapmış, büyüyerek delikanlı olmuştur. İşte insanın bu şekilde zamanla gelişerek oluşmasına “rabvet” denmekte, birden var edilmeye de “hilkat” denmektedir. İnsan kromozomlarında bilkuvve birden yaratılmıştır. Bilfiil ise terbiye edilerek evrim içinde oluşmaktadır.
Bizi var edip yetiştiren kimseye “Rab” denmektedir. “Rabb’iniz” ifadesiyle tüm insanların Rabb’i olduğu ifade edilmiştir. “Ey nâs” dedikten sonra “Rabb’iniz” demekle Kur’an bütün insanlara hitap etmektedir. Fâtiha’da “Rabbi’l-âlemîn”, burada “Rabbukum” demiştir. Bütün toplulukların Rabb’i nâsın da Rabb’idir.
الَّذِي خَلَقَكُمْ (elLaÜIy PaLaQaKuM) “Sizi halk etmiş olan Rabb’iniz.”
Burada “hilkat” ve “rabvet” birleşmiştir. İnsanın salsal üzerinde bulunan hamelerle irsî özellikleri vardır. Atalarından tevarüs etmiştir. Yumurta döllenince bu irsî özelliklerini hilkat olarak almaktadır. Sonra bu hilkî özellikler çevrenin etkisiyle şekillenmektedir. Zamanla salsalda bilkuvve bulunan özellikler bilfiil ortaya çıkmaktadır. Rabvet içinde gelişmektedir. Ceninden yaşlanıncaya kadar bu özellikler sürmektedir.
“Sizi halk etmiş olan Rabb’iniz.” Halk ederek terbiye eden, yetiştiren Rabb’iniz denmektedir. Allah kainattaki olayları Sünnetullah içinde rabvet edecek şekilde halk etmiştir. İlk atom yaratılmış, ama o atoma öyle özellik vermiş ki, gelişerek bugünkü kâinat oluşmuştur. Biz insanlar, melekler, cinler ve ruhlar atomun yapısını değiştiremeyiz. Onları kullanarak ondan yararlanırız. Hattâ uçak gibi yeni şeyler yaparak rabvette bulunuruz.
وَالَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ (Va elLaÜIyNa MıN QaBLiKuM)
“Sizden kablinizde olanları da halk etmiştir.”
Demek ki her insan ayrıca halk edilmektedir. Her insanın hame (gen) yapısı farklıdır. Bu farklılığı simanın farklılığından biliyoruz. Hazreti Adem’den kıyamete kadar dünyaya gelen insanlar âhirette bir araya gelecektir. Ama herkesi yine tanıyabileceğiz, çünkü simaları farklı olacaktır. Her insanın; yaşayan, yaşayacak ve yaşamış bütün insanların parmak izleri farklıdır, DNA yapıları farklıdır.
Bu âyet sizi ayrı, sizden öncekileri ayrı yarattı anlamına gelmek üzere birbirinden ayırmıştır. Ancak “Halaka” kelimesini tekrar etmemiştir. Böylece insanın irsî yapısının aynı olduğunu ifade etmektedir. Yani, insan türü Hazreti Adem zamanında halk edilmiştir. O zamandan beri günümüze kadar insanın hilkatinde değişiklik olmamıştır. Aynı salsalları ve hameleri taşımaktadır. Bir türde biyolojik evrim olmaz, evrim türden türe olur. İnsanda da biyolojik evrim olmamıştır, olmayacaktır. İnsandaki evrim sosyolojiktir.
Beyindeki bilgisayarlarda evrim olmakta ve yeni programlar geliştirmektedir. Benzetme yaparsak, bilgisayarlarda model değişmeleri olmamaktadır. Sadece programlarda değişmeler olmaktadır. Mesela, eskiden renkli bilgisayar yoktu. Beyaz ekran vardı. Şimdi renkli bilgisayarlar ortaya çıkmıştır.
Canlılar türden türe değişirken beyinlerindeki bilgisayarlarında veya DNA’larında değişme olur. Onlarda program bir daha değişmez. İnsanda ise program da yenilenmektedir. Bundan dolayı Kur’an, ‘sizi halk etti, sizden öncekileri halk etti’ demiyor, ‘sizi ve sizden öncekileri halk etti’ diyor. Ama bizi ve bizden öncekileri ayırıyor. Çünkü nâs olarak yaşayanlara hitap etmektedir. Yeryüzünü insanlık için var etmiştir. Hazreti Adem’den kıyamete kadar tüm insanlık, Adem oğulları bir topluluk olarak âhirette toplanacaktır. Cennet ve cehennemlik olarak ayrılacaklardır. Ancak yeryüzünden yararlanma hakkı yaşayanlarındır. Onu imar etme yani ibadet etme görevi ise yaşayanlara verilmiştir. Onun için burada yalnız yaşayanlar muhatap alınmıştır. Nâs sadece yaşayan insanları içermektedir. Ölmüş olanlar ve doğacak olanlar nâs içinde yer almazlar. Dolayısıyla kişilik yumurtanın döllenmesinden başlar. Çünkü sizi halk etti demekle anlaşılıyor ki hilkatle başlar, mirasının taksimi ile son bulur.
İnsanın mükellefiyeti doğumla başlar. Haklar ceninken, vecibeler ise doğumdan sonra başlamış olur. Kıyas yoluyla haklar ölümle biter, vecibeler de mirasın taksimi ile biter. Çünkü insanlarda emval ve enfüs vardır.
لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ(21) (La GalLaKuM TatTaQUvNa)
“İttika edesiniz diye sizi ve sizden öncekileri halk etti.”
Sûrenin başında “hüden lilmuttekîn” denmiştir. Burada ise tüm insanların muttekîn olmasını istemekte ve tüm insanlara ibadet etmeyi yani salih amel işlemesini emretmektedir. “Bize müstakîm sırâtta olanların yolunu göster” demekle, bizim ittikamızı bizden öncekilerin yaratılışına bağlamaktadır. Salih ameller yani uygun işler yalnız yaşayanlar arasında olmayacaktır. Geçmiş neslin başlatıp yürüttüğü işleri devam ettirmemiz gerekmektedir. Onların başladıkları işleri bozup perişan etmek değil, onları tamamlayıp olgunlaştırmaktır.
Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranların çocukları, onu korumak ve yaşatmakla yükümlüdür. Çünkü bizim varlığımız geçmişlerin devamıdır. İnsanlık demokrasiye, lâikliğe, liberalliğe, sosyalliğe, aynı hukuk düzeni anlayışına gelmişse, onu geliştirerek ve evrimleştirerek yaşatmak bizin görevimiz olmaktadır.
Burada çok önemli bir hususa da işaret edilmektedir. Baba ocağını yaşatmak da bizim görevimizdir. Anne ve babalarımızdan veya diğer akrabalarımızdan aldığımız maddî mirastan yalnız yararlanma yerine, aynı zamanda onu yaşatma da görevimizdir. Anne babamız hayırlı bir işe başlamışlarsa; onu tamamlamak, geliştirmek ve yaşatmak da görevimizdir. Akevler’i kurup buraya kadar getirenlerin çocukları onu geliştirip yaşatmakla yükümlüdürler. Öğrenciler de hocalarının ismini geliştirip yaşatmakla mükelleftirler.
Miras, ondan ayarlanmak için olduğu kadar, onu korumak için de teşri edilmiştir. “Millî Görüş”ü oluşturanların çocukları onu geliştirip yaşatmakla yükümlüdürler. “Adil Düzen Çalışanları”nın çocukları onu geliştirip yaşatmakla yükümlüdürler. “Sizi ve sizden öncekileri halk eden” ifadesi bunlara işaret etmektedir.
***
الَّذِي جَعَلَ لَكُمْ (elLaÜIy CaGaLa LaKuM) “Size ca’leden.”
“Halk etmek” var etmek demektir. Arabayı üretmektir. Sonra o arabayı bir iş yapmaya tahsis ederseniz o da “ca’l”dir. “Ca’l” onu o işe ayırmak demektir. Allah yeryüzünü var etmiş ve onu nâsa temlik etmiştir.
Buradaki “Lam” temlik içindir. Yeryüzü bizimdir. Hem de yaşayanlarındır. Nâsındır. Benî Adem’in değildir. Bu sebepledir ki ölmüş olanların bir hakları olmadığı gibi gelecekte var olacakların da hakları yoktur.
İnsanlar yeryüzünü işgal yoluyla bölüşmüşlerdir. Bu bölüşme nüfusa göre yapılacaktır. Biz buna dayanarak “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nda nüfus yoğunluğu az olan ülkeler çok olan ülkelerden göç almak veya komşularına toprak vermekle yükümlüdürler diyoruz.
الْأَرْضَ فِرَاشًا (eLEaRWa FiRAŞan) “Arzı firaş olarak var etti.”
“Arz” hayvanın yere bakan tarafıdır. Yer anlamına, yurt anlamına gelir. Tüm yeryüzü anlamına gelir. Karaları ve denizleri içerir. İnsanın ayaklarının altındaki yer, başının üstündeki de göktür. İlmî tanımla yapacak olursak, ağırlık ne tarafa kayarsa orası yerdir. Ovada otururken dağ semadır, ama dağa çıkarsan o arzdır. Ay semadadır ama daha yukarı çıkarsan orası arz olur. Hattâ güneş sisteminden uzaklaşırsan güneş sistemi arz olur. Uzaya çıkarsan galaksi arz olur.
“Firaş” döşek demektir. “Ferş etmek” yaymak demektir. Halı da firaştır. Mobilyanın Arapça adı firaştır. Türkçede “mefruşat” demekteyiz. “Ferş etmek” bir yeri kullanışlı hâle getirmek anlamındadır.
Allah yeryüzünü insanların yaşayacağı şekilde düzenlemiştir. Dağları, dereleri, ovaları, yolları koymuştur. Denizler ve karalar hep yaşadığımız iklimi oluşturmuştur. Yeryüzü düzenlenirken yeni atom icat edilmemiş, yani fizik ve kimya kanunlarında bir değişiklik yapılmamıştır. Ama yeryüzü insanların yaşayacağı şekilde ferş edilmiştir. Yeryüzü beş milyar yıldan beri var edilmiştir. Uzun zaman zarfında yeryüzü canlıların yaşayacağı şekle getirildi. İki üç milyar yıl önce yeryüzünde canlı görülmeye başlandı. Sonunda çok yakın zamanda, kırk-elli bin yıl önce insan ortaya çıktı. Şimdi insan yaşayacak şekilde yeryüzü ferş edilmiştir. Bu ferşte canlılar var edilmeden önce meleklerin düzenlemede görevleri olmuştur. Sonra canlılar var edilince yeryüzünün ferşine canlılar başladılar. Sonra insan yaratıldı. Onlar da imar ederek yeryüzünün ferşine katkıda bulunmaktadır. “Biz ferşettik” denmektedir. “Ben ferşettim” denmemektedir. Yani, yeryüzünü melekler, diğer canlılar ve insanlar eliyle ferş olarak ca’lettik demektir.
وَالسَّمَاءَ بِنَاءً (Va elSaMAEı BiNAan)
“Semayı da bina olarak ferşettik.”
“Sema” hayvanın sırtıdır. Üst taraf semadır. İzafidir. Ağırlık tarafı arz, aksi tarafı semadır.
“Bina yapmak” demek, üstüne oturtup yükseltmektir.
Burada sema tekildir ve marifedir. Arz çekimi üzerine oturtulmuştur. Arz semanın temelidir.
Atmosfer arz üzerine oturmuştur. Ay bile arzın çekimine dayanmaktadır. Yeryüzü temel olarak yapıldıktan sonra karaların üstünde denizler konmuştur. Denizler karalara oturmaktadır. En derin çukur 10 800 metredir. En yüksek dağ da 8 800 metredir. Yaklaşık olarak ortalama 20 kilometre olmaktadır. Yağmurlu tabaka 10 kilometredir. Yerçekimi dolayısıyla bu yer üzerine oturmuştur. Denizlerin yüzeyi bu tabakada bu miktarda bulutların bulunmasını düzenlemektedir. Ondan sonra 100 kilometrelik hava tabakası gelmektedir. Atmosfer onun ağırlığı ile durmaktadır. Onun üstünde 1000 kilometrelik elektik tabaka vardır.
Bunlar hep üst üste oturmakta, arz çekimi ile durmaktadırlar. Böylece sema yapı şeklindedir.
Ayrıca, güneş, gezegenler ve galaksi de çekme ve merkezkaç kuvvetleri ile bir yapıdır. Birbirine bağlanmış bir makine mahiyetindedir.
“Bina” kelimesi Türkçedeki binmek kelimesi ile de akrabadır. her biri birbirine dayanmaktadır. Böylece bir makine gibidir. Kâinat makine parçalarından oluşmakta ve biz o sayede yaşamaktayız.
Diğer gezegenler olmasa ay düzenli bir şekilde dolanamaz. Ay dolanmadıkça düzenli şekilde yer dönemez. O zaman gece ve gündüz olmaz, yaz ve kış olmaz.
Demek ki semadan yağmur gelir, güneş ışığı gelir. Ama sema aynı zamanda bu su ve ışığı işe yarayacak şekilde tutan gökteki ay, güneş ve yıldızlardır. Onların yapısıdır.
وَأَنْزَلَ مِنْ السَّمَاءِ مَاءً (Va EaNZaLa MiNa elSaMAEı MAvEan) “Ve semadan mâı inzâl etti.”
Burada “sema” kelimesini tekrar etti. Zamir göndermedi; “Minhu Maen” demedi. Çünkü yukarıda bahsedilen sema ile galaksiye varıncaya kadar olan sema kastedilmektedir. Buradaki sema ile ise yeryüzüne en yakın olan on kilometrelik semadan bahsedilmektedir. Yağmur semasından bahsetmektedir. Buradan su indirilmektedir. Bu suyun kaynağı denizdir. Ama hep yukarı çıktıktan sonra aşağıya inip yağmaktadır.
“İnzâl etmek” emrine vermek anlamındadır. Yani, suyu insanların kullanmasına elverişli hâle getirmiştir. Ferş ve binadan sonra, yapı içindeki suyun dolaşımından, rüzgârlardan, sıcaklıktan, soğukluktan bir örnekle bahsetmektedir.
Evi inşa edersiniz. İçini ferş edersiniz. Sonra da elektrik ve su ısıtıcı ile yaşamaya başlanır. Güneş denizleri ısıtır. Buharlaşan hava bulut olur. Dağlara çarpar, soğuk olur, yağmur olur. Atmosferi temizler. Yeri sular. Toprak altında depolanır. Canlıları sular. Tekrar denizlere döner. Böylece sürekli olarak yerin karaları, denizleri ve havası temizlenmiş olur. Kan dolaşımı gibi bir dolaşımla canlıların yaşamasına imkan verir.
فَأَخْرَجَ بِهِ مِنْ الثَّمَرَاتِ (Fa EaPRaCa BiHIy MiNa elÇaMaRAVTı) “Onunla semeratı ihrac etti.”
“Semer” meyve demektir. Başlangıçta herhangi bir yemiş adı iken, sonra bütün meyvelerin adı olmuştur. “Yemiş” kelimesi de incirin adı iken, sonra bütün meyveler için kullanılır olmuştur. Olgunlaşmış meyvenin adıdır. Onunla yani yağmurla ihraç etmiştir. Tohum veya kök soğukta ve sıcakta uykuda iken, iklim müsait ise yağmur da yağarsa veya sulanırsa tohum çimlenir, kök filiz vermeye başlar.
“Bi” sebep içindir. Su ihraç etmek için sebep olmuştur.
“İhraç” dışarı çıkarmak, ortaya çıkarmaktır. Su hilkatine sebep değildir, ihracına sebeptir. Yani, zaten mevcut olanı ortaya çıkarmaktır. Bugün biyolojide kesin olarak bilinmektedir ki, su hayat için gereklidir. Ama hayat değildir.
“Mine’s-Semerâti” denmiştir. Yani, semerelerden hepsi bize rızık değildir. Onlardan bir kısmı bize rızıktır. “Mine’s-Simâr” denmemiş de, “Mine’s-Semerâti” denmiştir. Dişi kurallı çoğul getirilmiştir. Bu da çok önemli bir hususa işaret etmektedir. Tüm canlılar âlemi bir bütündür. Organik olmayan maddelerden organik maddelere çevirirler. Ancak değişik canlılar değişik maddeleri istenen maddelere çevirebilirler. Canlılar birbirlerini yedikleri için bölüşürken herkes ihtiyacı olanı alır. Nasıl ekonomide işletmeler birer ikişer madde üretir ama sonra o maddeler bütün işletmelere ham madde olursa canlılarda durum böyledir. Dişi kurallı çoğul meyvelerin bir bütünlük gösterdiğini ifade eder.
“Min” ile de bizim onlardan bazılarını kullanarak yeni maddeler sentezlediğimiz ifade edilmektedir.
رِزْقًا لَكُمْ (RiZQan LaKuM) “Size rızık olsun diye.”
Yeryüzü bizim için yaratılmıştır. Yağmurlar da bizim için yağmaktadır. Yeryüzünün canlıları bizim için var edilmişlerdir ve her gün faaliyettedirler. Sonunda meydana getirdikleri yemişler bize rızık olmaktadır.
“Rızk” üzüm demektir. Tükçede ‘razakı üzüm’ diye bir tür vardır, ona denir.
İnsan üzüm şekerini kullanmaktadır. Diğer şekerleri ve yağları üzüm şekerine çevirmektedir. Bunun için bütün besinlerin adı “rızık” olmaktadır.
“Rızık” kelimesinin üzüm manâsından geliştirilmiş olması Arapçanın mümtaz bir dil olduğunu gösterir.
Organik maddeler parçalanarak tekrar organik moleküllere indirilmekte, sonra her vücut onları yapı taşı olarak kullanarak yeniden inşa etmektedir. Her gün eski binalar bozulup onların taşları ile yeni binalar yapılıyormuş gibi bir hayat zinciri vardır. Moleküller eskimeyen ve bozulmayan canlının yapı tuğlalarıdır. Taşların sökülmesi, zedelenmeden moleküllerin parçalanması için özel maddeler kullanılır. Bundan dolayı canlılar için özel bitki veya hayvanlar rızık yapılmıştır. Her canlı ancak o kendisine rızık olarak yaratılmış canlıyı moleküllere ayırabilir. Böylece her canlının kendine özel rızkı vardır.
Canlılar bir besin zinciri oluşturacak şekilde yaratılmışlardır. Bitkiler topraktan ve güneşten yararlanarak organik molekülleri üretirler. Bitkiler ot yiyen hayvanlara yem olurlar. Ancak bütün bitkiler bütün otçulara yem olmazlar, değişik bitkiler değişik hayvanlara yem olur. Bunlar geviş getiren hayvanlardır. Ondan sonra at gibi geviş getirmeyen otçulardır. En üst seviyede ise meyvecil hayvanlardır. Leş yiyen hayvanlar vardır. Onların üstünde de avcı canavarlar vardır. Onlar ölünce de bakteriler onları parçalar. Bakterileri de virüsler öldürür. Böylece tekrar gübre olur. Besin zinciri böyle devam eder.
İşte insan bu besin zinciri içinde meyvecil hayvan olarak yaratılmıştır. Domuz ve maymunlar da bu gruptandırlar. Burada insanın meyvecil bir hayvan olduğu belirtilmiş olmaktadır. Pişirilmek şartı ile otçul hayvanların etleri de yenebilir. Ama insanın esas rızkı meyvedir. Cennette de hep meyveliklerden bahsetmekte, sadece kuş etine bir yerde işaret etmektedir.
فَلَا تَجْعَلُوا لِلَّهِ أَندَادًا (Fa Lav TaCGaLUv Lı elLAHı EaNDADan)
“Öyleyse Allah’a nedler ca’letmeyin.”
Bir fabrikanın işçisi olursun. Orada çalışırsın. Patronun odur. Onun işçisisin ve ondan ücret almaktasın. O fabrikada patronun değil de başkasının işini yaparsanız o zaman ona nedler yapmış olursunuz.
“Nedve” toplantı yeridir. “Ned” adaş demektir, eşdaş demektir.
Yani, aynı sözle çağırmayın, adlandırmayın. Kişiler ünvanları ile çağırılırlar. Nebi İsa, Resul Muhammed, General Çakmak, Başbakan Tayyip gibi. İşte Allah’ın makamını gösteren isimler, bir başkasına isim olamaz. “Rab” Allah’ın sıfatıdır, “Rahman” Allah’ın sıfatıdır, “İlah” Allah’ın sıfatıdır; başkaları O’nun adıyla çağrılamazlar. O’nun makamında, O’nun yerinde oturtulamazlar. Yani, şekilde hiçbir kimse devletin veya ilin yerine oturtulamaz. Kimse ‘devlet benim’ diyemez. Onlar kamunun, topluluğun resulüdür, kendileri değildir. Vekili bile değildir. Kendilerine verilen yetkiler içinde kendilerine verilen sınırlı görevleri yerine getirirler.
وَأَنْتُمْ تَعْلَمُونَ(22) (Va EaNTuM TaGLaMUvNa) “Siz ilm ede ede, bile bile nedler ca’letmeyin.”
Bugün artık bütün insanlar kesin olarak biliyorlar ki insanların doğa üstü bir güçleri yoktur. Bütün insanlarda aynı kromozomlar vardır, aynı genleri taşırlar. Zekâ geni bile yoktur. İnsanda mevcut olan bilgiler dahi kâinatı var eden Allah tarafından beyinde yerleştirilen bilgisayarlar sayesinde zamanla kazanılmakta, kollektifleştirilmekte ve gelecek nesillere aktarılmaktadır. Büyük keşifler dahi tarihi evrimin bir basamağını teşkil etmektedir. İnsan sadece doğal kanunları kullanarak bir şey yapabilmektedir. Doğal ve sosyal kanunların dışına adım atamamaktadır. Bugün lâiklerin imana karşı olan iddiaları tamamen bilerektir. Dolayısıyla küfürdür.
Asr-ı saadette bile bile inkâr edenler %10u teşkil ediyordu. Bugün bu %90a çıkmıştır. Kur’an’ın istediği insanın samimi olmasıdır. İnsanın doğruyu öğrenmeye çalışması ve ona göre inanarak amel etmesidir. İnsan bile bile aksini yapmaktan sorumludur. Yahut öğrenmemekte ısrar etmek küfürdür. Yukarıda “LâYeş’urûn, “Lâ Ya’lemûn” gibi ifadeler geçmiştir. Burada bile bile aksini iddia etmeyin nehyi gelmiştir.
***
وَإِنْ كُنتُمْ فِي رَيْبٍ (Va EıN KuNTuM FIy RaYBın) “Eğer reyb içinde iseniz.”
Sûrenin başında “Lâ Raybe Fîhi” denmişti. Orada verilen haber burada ispatlanmakta ve o Kitab’ın ne olduğu anlatılmaktadır. O abdimize inzâl ettiğimizdir.
“Reyb” bulanıklık idi. Kur’an’ın içinde reybin bulunduğunu zannediyorsanız, o takdirde bir araştırma yapınız. Onun içinde bir reybi yakalayınız ve onunla geliniz. ‘İşte burada reyb var’ deyiniz. Diyemezsiniz, çünkü sizin için reyb olanları sizi ilzam etmez. Orada reyb yoktur ama müteşabih vardır. Reyb ile teşabüh farkı şudur. Reyb kendisinde karışıklık olmaktır. Teşabüh ise bakan tarafından görmedeki eksiklikten dolayı karışık ve bulanık görmesidir. Görmedeki bozukluk gereği kadar düzeltilebilir ama kendisinde olan bozukluk düzeltilemez.
مِمَّا نَزَّلْنَا (MınMAv NazZaLNAv) “İnzâl ettiğimizde reyb içinde iseniz.”
Burada yine “Minellezi Nezzelnâ Alâ Abdinâ” denmemiş de “Mimmâ Nezzelnâ” denmiş. Böylece inzâl olunan sadece Kur’an’ın kendisi değil, aynı zamanda yorumudur. Buradaki “abd”den maksat müçtehittir. Çünkü uygulama bir yorumcudan çıkan içtihatla olur. İcma olmadıkça değişik müçtehitlerin içtihatları ile amel edilemez. “Enzelnâhu” denmesi gerekirdi. Ama “Mâ” ma-i masdariye olarak alınırsa “Hu”ya gerek olmaz. O zaman ‘inszâlden şüphe içinde iseniz’ olur. Yani, şüphe inzâl olunana değil de, ‘inzâl ettiğinden şüphe içinde iseniz’ olmuş olur. O takdirde buradaki inzâl Kur’an’ın inzâlidir. Burada münzel nekiredir, ama inzâl marifedir.
عَلَى عَبْدِنَا (GaLAy GaBDıNAv) “Abdimize inzâl ettiğimizden reyb içinde iseniz.”
“Abd” marifedir. Hazreti Muhammed olarak alabiliriz. “Alâ Rasûlinâ” denmemiş de “Alâ Abdinâ” denmiştir. Resul başkasının da resulü olabilir. Ama abd/kul ise yalnız O’nun abdidir. O’na gelen sadece Kur’an değildir. O’ndan gelen bütün bilgiler de inzâl olunandır. O amel ile Kur’an’ı beyan etmiştir. Yani, Kur’an Hazreti Muhammed aleyhisselâma nâzil olmuştur; Hazreti Muhammed de bir taraftan onu okumuş ve yazdırmıştır, diğer taraftan orada emrolunanları bir abd/kul olarak yerine getirmiştir. Bu suretle Kur’an’ı beyan etmiştir. Böylece “Abdinâ/Abdimize” demekle ve “Mâ”yı nekire yapmakla sünneti de içermiş olmaktadır.
فَأْتُوا بِسُورَةٍ (FaETUv BiSUvRaTin) “Bir sûre i’tâ ediniz.”
“Sevr” bileziktir. “Sur” bilezik gibi kenti çeviren duvardır. İçinde bulunan korunmuş şeyler de sûredir.
Kur’an sûrelere ayrılmıştır. Fatiha’nın dışında 112 sûre vardır. Bir sûre ise besmelesiz sûredir. Fatiha ile beraber 114 sûre eder. Kur’an’a bir sûre eklense hem 7*16=112’lik sayı bozulur, hem de 6*19=114 bozulur. Kur’an’ın bütünündeki kelime ve harf sayılarında da bozulma olur. Böylece Kur’an paramparça edilmiş olur.
مِنْ مِثْلِهِ (MiN MiSLiHIy) “Mislinden bir sûre getiriniz.”
Buradaki “Min” tebyini cinstir. Yani, Kur’an’dan, kitaptan ona benzer, onun misli bir sûre getiriniz.
Buradaki “Hi” zamiri “Zâlike’l-Kitab”daki Kitab’a gitmektedir. Kitab’da reyb yoktur. Kitab’dan reyb içinde iseniz benzer bir sûre getiriniz. Bir sûrenin misli olması için kullandığınız kelimelerdeki harflerin toplamı âyetlerde seçkin sayılar olmalı, sonra manâlar tam ifade edilmesi istenen manâları içermelidir. Çelişki olmamalı, muhal olmamalı, icmaa aykırı olmamalıdır. Bir de, uygulayınca sonuçlar vermeli, yararlı olmalıdır.
وَادْعُوا شُهَدَاءَكُمْ (VaDGUv ŞuHaDAEaKuM) “Şehitlerinizi dâvet ediniz.”
“Şahid” gören, müşahede eden demektir. “Şuhd” petekteki baldır. Saflığı bozulmamıştır.
“Şehadet etmek” demek, bir olayın doğruluğunu petekteki balda mevcut açıklıkla ortaya koymaktır. Bir şeyi tümü ile görüp kavrayan kimseye “Şahid” denmektedir. “Şehid” ise araştırmacı soruşturmacı demektir. Değişik olayları bir araya getirip değerlendiren ve sonunda kesin kanaate varan kimse şehiddir. Tüm araştırmacılarınızı da getiriniz denmektedir. Yani, bütün reyb içinde olanlar araştırmalarını yapsınlar ve deneme olarak da benzer bir sûrenin getirilmesini sağlasınlar.
Hukuktaki araştırmacıya soruşturmacı denmektedir.
مِنْ دُونِ اللَّهِ (Min DUvNı elLAHı) “Allah’ın dununda.”
Kâinatı var eden Allah’ın dışında bütün şahitlerinizi çağırınız. Bir de icmalar da kat’ileri ifade eder. İcma ile sabit olan, icmaya katılıp ortaya konmuş olanları hatalı buluyorsanız, siz reyb içinde olanlar araştırmacılarınızı çağırınız demektir. Bu kayıt ile icmanın kat’iliğine işaret edilmektedir. Sahabelerin Kur’an’ı yorumla ilgili icmaları kesindir. Kıyamete kadar onda hata bulamayacaklardır. Ondan sonra Kur’an’ı yorumlama ile ilgili icmalar da doğruluğunu koruyacaktır. Sadece şartların değişmesi ile değişmeler olabilir, ama şartlar ortaya çıkacak ve yeniden uygulanır hâl alacaktır. Tebe-i tabiînin icmaları ise bize ancak örnek olabilir. Ondan sonraki asırların icmaı bizi bağlamaz. Ancak bizim asrımızın icmaları bizi bağlar. İlk üç icmaların bizim için delil olması için asrımızın icmaı ile icma olduğu sabit olmalıdır. Sıratı mustakîm budur.
Nâsın icmaları vardır. Burada sözkonusu olan bu icmadır. Kur’an kitabındaki muhakemeler ancak icma ile kesinleşir. Diğer müteşabihler de içtihatla amel edilir hâle gelir. İçtihattaki zannîlik reyb değildir. Çünkü amel bakımından kesindir. Hatalar mamulün bihtir. Demek ki içinde bir reyb yoktur. Mü’minlere kolaylık olsun diye Kur’an herkese tümünü açıklamış, herkese kendisine ihtiyacı olanı bildirmektedir.
إِنْ كُنتُمْ صَادِقِينَ(23) (EiN KuNTuM ÖAvDıQIyNa) “Sadık iseniz.”
Gerçekten reyb içinde iseniz. Söylediğiniz içinizdeki ile doğrulanmaktadır.
20nci yüzyılda Türkiye’de olanlar, Kur’an’da reyb olmadığı, herkesin onu tasdik ediği, fıkıhçılara ve sünnete itiraz ettiği görülmektedir. Kur’an’ın herkesi 1400 sene sonra saygı ile önüne eğdirdiği görülmektedir. Kur’an’a karşı çıkanlar onda reyb içinde değildirler. Sadece reyb içinde yalan söylemektedirler.
***
فَإِنْ لَمْ تَفْعَلُوا (FaEıN LaM TaFGaLUv) “Fiil edemezseniz.”
“Bu işi yapamazsınız, mislini getiremezsiniz.” Bu çok önemli bir meydan okumadır. Bizim de böyle deneme yapmamız men edilmemektedir. Çalışıp bir sûre getirebilirsek o zaman bize her şey mübah olacak. Artık cehennem diye bir şey olmayacaktır. Bu ifade bize iki şeyi ifade etmektedir. Birinin böyle bir işe kalkışması yasaklanmış ve günah değildir. Deneyin demektedir. Getirdiğimiz takdirde de artık bize her şey helal olacaktır. Hiçbir mükellefiyet olmayacaktır.
Allah’tan başka böyle bir meydan okumaya kim cesaret edebilir? Sonra, bütün insanlık buna çağrılmaktadır. Allah’a meydan okuyan bir zat olan Karl Marx ortaya çıkmış ve ‘Kapital’ diye bir kitap yazmıştır. Haydi bakalım, getirin, Kur’an ile karşılaştıralım. Kur’an kadar yetkili bir kitap olduğuna kanaat getirirseniz, o zaman tüm ibadetten muaf olursunuz. Ne var ki Yahudi sermayesinin silahı ile zorla kabul ettirilen Marksizm’in bugün adı anılmaz olmuştur. Sosyalistler vardır, da Marksistler yoktur. Bugün sosyalizmi savunanlar teorik olarak hâlâ vardır. Uyguladığını iddia eden Çin gibi ülkeler vardır ama Marksist kalmamıştır.
وَلَنْ تَفْعَلُوا (Va LaN TaFGaLUv) “Fiil edemeyeceksiniz.”
Cümleyi mu’terizedir. “Ki yapamayacaksınız.” Kur’an’ın misli bir sûre getirilemeyecektir.
Bu haberdir meydan okumadır. 1400 senedir Kur’an’a silahla hep saldırılmıştır. Kritik edilmiş, onda hatalar ve eksiklikler aranmıştır. Oysa, yapacakları iş, benzer bir kitabı onun yerine getireceklerdi. O öyle bir sûre olmalıdır ki, karşı düzen oluşturmalıdırlar.
KUR’AN NELER YAPMIŞTIR?
a) Önce sadece okunmuştur. Duyanlardan inananlar oldu, çoğu inanmadı. İnananlara zulmetmeye başladılar. Ama Kur’an’ın etkisiyle o kadar sık bir cemaat oldular ki kimse onları birbirinden ayıramadı. Zulüm edildikçe onlar birleşti. Kur’an zalimlerin değil, mazlumların kitabı oldu.
b) Sonra Medineliler onları dâvet ettiler. Orada bir dayanışma ortaklığı kurdular. Tüm Medine halkı kendi istekleriyle katılarak tam demokratik bir usulle Medine devletini kurdular.
c) Çevre onlara saldırdı. Mekkeliler Medine’ye gelip saldırdılar. Kur’an onlara savunma gücünü sağladı. On sene içinde tüm Arabistan birleşti ve devlet oldu. Bu dönemde tüm ölenlerin sayısı 500 kişidir. Yarısı Kur’an ehlinden, diğer yarısı ise onlara saldıranlar arasından ölmüştür.
Burada Kur’an’ın yaptığı iş, başka hiçbir birleştirici olmadığı halde, güçlü bir devlet oluşturmasıdır. Bir sosyal grubun lehine olmayan, bir sosyal grubun aleyhinde olmayan bir birleştirici anlayış, insanlığı birleştiren bir anlayış ile devlet kurmuştur. Marksistler ise ancak ihtilâl yaparak, kanlar akıtarak, zorla sosyalizmi tesis etmek istemiş, bunu da başaramamışlardır. Marksistler enternasyonaldirler ama onlar sermaye düşmanlığı yapmıştır. Kur’an ise yalnız ve yalnız anarşistlere karşı olmuştur.
d) Ondan sonra Kur’an Tevrat ve İncil’in oluşturduğu uygarlığın devamı olan bir uygarlık oluşturmuş, bu uygarlık Batı’ya etki ederek bugünkü uygarlığı oluşturmuştur. İşte bunu yapan bir kitap getirin. O gün getirmek kolaydı. Bugün çok zordur, çünkü 1400 yıllık bir karşılaştırma zamanına ihtiyacımız vardır.
KUR’AN’IN DÖRT TEMEL MUCİZESİ VARDIR
a) Kâinatın ve insanlığın geçmişini bilmektedir. Gelecekte olacakları da haber vermektedir. Bunlarda hata etmemektedir.
b) Nâzil olduğu tarihte kâğıdın bile olmadığı yerde kaleme alınmış ve bugün milyonlarca nüsha arasında tam bir benzerlik bulunacak şekilde hem lafzıyla hem de diliyle günümüze intikal etmiş bulunmaktadır.
c) Kur’an’ın kelime ve harf sayıları seçkin sayılardan oluşmaktadır. Bizim böyle bir metni oluşturmamız mümkün değildir.
d) Kur’an’ın getirdiği hükümler arasında çelişki yoktur, uygulanabilir hükümleri içerir, icmalarla anlaşılanlarda yanlışlık olmaz. Nihayet çok yararlı sonuçlu sistem getirmiştir.
فَاتَّقُوا (Fa itTaQUv) “İttika ediniz, korununuz, sakınınız.”
Kur’an’a benzer bir sûre getirilemezse, o zaman artık ateşten sakınınız. Yani, bunu yapamazsanız sizi yakacak ateşten korunmanız gerekir. Kur’an’ın muttakilere gösterdiği yoldan gitmeniz gerekir. Eğer siz Kur’an ayarında bir sûre getirirseniz, korkmayın, artık sizin için bir tehlike yoktur. Siz de bir tanrı olursunuz ve kendi dünyanızı yaratırsınız! Bu kâinatın Rabb’ine ihtiyacınız kalmaz! Yani, Kur’an’ın bir sûresini getirmek bile kâinatı yaratma kadar zordur.
Kâinatta bazı temel parçacıklar vardır. Onların tâbi olduğu kanunlar vardır. Onların özellikleri öyle konmuş ki sonunda tüm kâinat varolmuştur. Sonra yeryüzünün içine konan maddelere verilen özellikler öyledir ki bugünkü canlılar yaşamaktadır. Canlıların DNA’ları öyle dizilmiştir ki, bütün canlılar bir birlik içinde yeryüzünün canlılık düzenini sağlamaktadır. İnsan beyninde öyle programlar yüklenmiştir ki, bu sayede bugünkü uygarlık doğmuştur. Bunları yapmak ne kadar zorsa, Kur’an’ı harflerden oluşan kitap hâline getirmek de o kadar zordur. Bunun için “Besmele” ve “Fatiha” ile ilgili özel açıklamalarımıza baş vurulabilir.
النَّارَ (elNAvRa) “Nârdan ittika ediniz, ateşten korununuz.”
“Nâr” ateş demektir. Ateş iki şekilde ortaya çıkmaktadır. Atomlar birleşerek molekül meydana getirmektedir. Bunların bir kısmı ısıyı yutar öyle birleşir, bir kısmı ısı ile birleşince ısı verir. Mesela, kömürle oksijen birleşince ısı verir. Bu ısı çok şiddetli ise ışık hâlinde oluşur. Işıkla ısı arasındaki fark, ışık tek istikamette akan dalga huzmesidir, ısı ise karışık şekilde değişik istikamette hareket eden parçacıklar yahut dalgadır.
Biz bugün ateşi böyle elde ediyoruz. Odunu veya mumu yakıyor ve ateş elde ediyoruz. Ateş böceğinde olduğu gibi hayvanların bir kısmı böyle ışık elde ediyorlar. Bir de barajda yukarıdan düşen su türbin denen makineyi çeviriyor. Makinenin üzerinde mıknatıs var, mıknatıs bobinlerde elektrik üretiyor. O elektrik uzaklara giderek oradaki telleri ısıtıyor ve lambalar oluşuyor. Bu da yakıt yakmayan enerjidir. Yahut yakıt bir yere bağlı değildir. Nûr Sûresi’nde anlatılmaktadır. Bir de atom enerjisi vardır. Bu da atomların birleşerek daha ağır otom elde etmek veya ağır atomları parçalayarak hafif atomlar elde etmekle olur. Güneşteki enerji böyle meydana gelir. Dört hidrojen birleşir ve bir helyum atomunu oluşturur. Bunun sonucu çıkan ışık bize kadar gelir. Kömür 12 atom ağırlığındadır. Bir de onun 14 ağırlıklı olanı vardır. Yeryüzündeki canlılar da kullanmaktadırlar. Güneşteki canlılar yani cinler de bunu kullanarak enerji taşımasını yaparlar.
الَّتِي وَقُودُهَا (elLaTIy VaqQUvDuHAv) “Yakıtı, o ateşin yakıtı.”
“Vakud” yakıt demektir. Türkçedeki yakmakla akrabalığı vardır. Kömür bir yakıttır. Gaz bir yakıttır. Odun bir yakıttır. Hazreti Adem yaratıldığında diğer canlılar ateş yakmayı biliyorlardı. O canlılar şimdi yoklar. Çalı çırpı tutuşturuluyor ve ateş yakılıyordu. O çalı çırpıya “Vakud” denmiştir. Türkler de Araplar da o kelimeyi bugüne kadar kullanmışlardır.
النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ (elNAvSu Va eLXıCAvRaTu) “Nâs ve hicaredir.”
Biz bugün güneşten gelen ışıkla besleniyoruz. Yeryüzündeki yakıt güneş enerjisini depolamakta ve onu kullanmaktadır. Yeryüzünde enerji üretilmemektedir. Oysa güneşe dışarıdan enerji gelmemekte, oradaki varlıklar kendileri yanarak enerji üretmektedirler. Dışarıdan enerji almamaktadırlar. Dört hidrojen birleşerek helyumu meydan getirmekte ve bu sayede ortaya çıkan enerjiyi oradaki canlılar kullanmaktadır. Güneşteki hidrojen tükenmektedir. Bir gün gelecek güneş sönecek ve artık güneş karanlık olacaktır.
Cehennem de güneş gibidir. Orada, oradaki maddeler birleşerek veya ayrışarak insanlar ve cinler yaşayacaktır. Cehennem atomlar dünyası olacaktır. Oysa cennet bu dünya gibi moleküller dünyası olacaktır. Demirden küçük maddeler birleşir ve enerji üretirler. Demirden büyük maddeler parçalanır ve enerji üretirler. İnsanın bedeni demirden küçük maddelerden oluşmuştur. Hafif elementleri kullanırız. Çok az ağır elementlerden yararlanırız.
Buradaki “Nâs” hafif elementleri temsil eder, bunların birleşmesinden ateş olur.
“Hicare/Taşlar” ise daha çok demirden ağır maddelerden oluşur. Onlar da parçalanarak ateş üretirler.
Hâsılı, biz şimdi moleküller kimyası ile yaşıyoruz, onlar ise çekirdek fiziği ile yaşayacaklardır.
أُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ(24) (EuGıdDaT Li eLKAvFiRiyNa) “Kâfirler için i’dad edilmiştir.”
“Küfretmiş olan kimseler ise uyarsan da uyarmasan da iman etmezler.” denmişti. “Bu ateş onlar için i’dad edilmiştir, hazırlanmıştır.” Ne kadar kâfir varsa cehennemde de o kadar yer olacaktır.
Hapishaneler dolduğunda artık yeni suçlular alınmaz. Hafif suçlular çıkarılır, ağır suçlular da konur.
Bu dünyada evrim olduğu için başta boş yerler var gibi görünür. Oysa boş ve gereksiz bu dünyada bir yer yoktur. Cehennem ve cennette gerektiği kadar yer olacaktır. Kimse merak edip üzülmesin!..
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-344 ADİL DÜZEN DERSLERİ-174 İstanbul, 17 Şubat 2006
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI (Reşat Nuri Erol ve Selahattin Öztürk Üsküdar’da değerlendirecektir.)
TÜKETİCİ HAKLARI VE ÜCRET-FİYAT DENGESİ
Ekonomi, insanların eşyada bulunan faydaları bölüşerek tüketip güçlenmeleri ve güçlerini birleştirerek eşyanın faydasını artırmalarıdır.
Güçlerini birleştiren insanlar katkılarına karşılık bir belge alırlar, buna “para” diyoruz. Her birine düşen paya da “ücret” diyoruz. Buna “üretici hakları” veya “emekçi hakları” denmektedir.
Kişiler bu para ile mağazalara gidip istedikleri malları alırlar. Malları bölüşürler. Bu bölüşme fiyatlarla yapılır. Buna da “tüketici hakları” denir.
Tekel oluşmamışsa, ücretler serbest sözleşmelerle belirlenir. Fiyatlar serbest pazarlıkla oluşur. Fiyat ve ücretler arz ve talep dengesini sağlar. Para = Ücret * Harcanan Emek = Fiyat * Üretilen Mal
Çalışanlara ücret veren ve alıcılara mal satan bir aracı sınıfı vardır. Bunlar da bu hizmetlerine karşılık bir pay alırlar. İşte bu aracılar üreticilerle tüketiciler arasına uyguladıkları fiyatlarla gayelerine tam ters işlem de yapabilmektedirler. Ücretler gittikçe azalarak satın alma gücü ortadan kalkmakta, ekonomik krizler doğmakta ve sosyal çalkantı olmaktadır.
Ücretler ile fiyatlar arasındaki dengenin bozulmasına şunlar sebep olmaktadır.
a) Faizli sistem ücret-fiyat arasındaki dengeyi bozar. Faiz parayı halktan alarak zenginlerin elinde toplar. Halkın elindeki satın alma gücü azaldığından üretilen mallar satılamaz. Mallar satılamayınca üreticiler yeni mal üretemez ve bu durumun sonunda kriz olur.
b) Gelir vergisi de fiyatla ücret arasındaki dengeyi bozar. Gelir vergisi, verginin tüccar ile devlet arasında bölüşülmesidir. Devlet kendi payına düşen nakdi harcar, ancak kâr eden sermaye kârını biriktirir. Bu da piyasadan parayı çeker, tüketicinin elinden satın alma gücü alınmış olur. Halk piyasadan mal alamaz, mal satılamaz, böylece üretici de üretemez olur.
c) Ücret ile fiyat arasındaki dengeyi bozan önemli bir husus da, kârın nakitte artış olarak hesaplanmasıdır. Verginin nakit olarak alınmasıdır. Para piyasada dolanır, böylece üretim ve tüketim olur. Para piyasadan çekilirse halka ücret ödenemez, mallar da satın alınamaz ve denge bozulur.
d) Gerek özel sektörün, gerekse devletin lüks yatırım yapması, halkın ürettiğini almaması demek olur ki, bu da ücret fiyat arasındaki dengeyi bozar.
Ücret ile fiyat arasında denge nasıl sağlanır?
a) Tüketiciye faizsiz ön ödemeli sipariş kredisi verilmelidir.
b) Üreticiye yani emeğe faizsiz “çalışma kredisi” verilmeli ve işveren borçlandırılmalıdır. Ham madde kredisi de verilmelidir.
c) Genel sosyal güvenlik kurulmalıdır. Giderler kamu gelirlerinden yani vergiden karşılanmalıdır. İşverenle çalışan arasına devlet girmemelidir. Fiyatlara müdahale edilmemelidir. Çalış(a)mayanlar da sosyal güvenlikten yararlanmalıdır.
d) Devlet tekeli önlenmelidir. Bunun için faiz yasaklanmalı ve gelir vergisinin yerine sermaye vergisi alınmalıdır. Cebrî mâlî icralar kaldırılmalı, borçlular iflasa mahkum edilerek borçlanma ehliyetinden yoksun bırakılmalıdır. Ama malları ellerinden alınmamalıdır.
e) Gümrükler ve kotalar gibi her türlü ekonomik müdahaleler ortadan kalkmalıdır. Türkiye’de üretilen malın gümrüksüz olarak Almanya’da tüketilmesi sağlanmalıdır. Bunu zorlaştıran gümrük benzeri vergi ve muamelelere son verilmelidir.
Bunun dışında fiyatlara müdahale üretici ile tüketici arasında fiyat-ücret dengesini ortadan kaldırır. Arz-talep dengesine dayanmayan ucuzlama üretimi durdurur, sonuçta yine tüketici zarar görür.
Yeryüzü bütün insanların ortak malıdır. Üretim, emek ve toprak ile birlikte elde edilir. Çalışamayanların, hattâ çalışmayanların da sosyal güvenliği sağlanmalıdır. Ekonominin temel kuralı ücret ve fiyatların serbest olmasıdır. Her türlü müdahaleler üretici ve tüketicilerin aleyhinedir.
Üreticiler ve tüketiciler aracılara karşı örgütlenebilirler. Bu da ancak “halk marketleri” ile mümkün olabilir. Yasaklarla ve bürokratik kontrollerle haklar korunamaz. Aksine, dengeyi bozar.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-344 ADİL DÜZEN DERSLERİ-174 İstanbul, 17 Şubat 2006
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI (Reşat Nuri Erol ve Selahattin Öztürk Üsküdar’da değerlendirecektir.)
“MAL VARLIĞI BEYANI” MI DEDİNİZ?!.
Kayıt dışı ekonomi sayesinde yaşıyoruz
Güya ülkeyi yönettiklerini zanneden zavallı konumundaki birileri, asıl yapmaları gereken görevlerini yapamayınca, milleti kayıkçı kavgaları ve polemiklerle uyutmaya devam ediyorlar... Kuş gribi bahanesiyle tavuklarımız vahşice telef edilince, kendileri adeta onların yerine akılları sıra bir şeyler yumurtluyorlar... Neymiş; gariban fakir halkımızın önünde “mal varlığı beyanı” yarışı yapıyorlar!..
Bilmiyorlar ki, “mal varlığı beyanı” ancak reel ekonominin olduğu bir ülkede bir anlam ifade eder.
İstanbul’un %75’i imar dışı inşaata tâbidir. Binaların çoğunluğu şuyulu arsalar üzerinde oturmuştur. Ülkemizin her köşesinde her gün yapılan alışverişlerde KDV’nin ancak %10’u ödenmektedir. Verilen taşınmaz mal beyanları gerçek değerinden en az %80 tenzilatlıdır. Kişisel mülkiyetin yerini ‘aile mülkiyeti’ almıştır...
Batı dünyasının insanlığı geri bırakıp gelişmemesini önlemek için icad edip ülkelere dayattığı vergi ve faizler o derece musibet hâline gelmiştir ki, halk bir türlü “kayıtlı ekonomi”ye girememektedir. Adil olmayan vergi ve zorunlu sigorta mükellefiyeti halkı kaçakçılığa zorlamaktadır. Mesela, halkımız gerçek beyanlarda bulunacak olsa, ülkemizdeki tüm işletmeler iki sene içinde iflas eder. Bu ‘zalim ekonomik düzen’de halkımız ve işletmeler ancak “kayıt dışı ekonomi” ile yaşayabilmektedir.
Türkiye bugün işsiz ise; Türkiye borçlu ise; Türkiye’de yargı bağımsızlığı yoksa; Türkiye’de millî medya oluşmamışsa; bütün bu olumsuzlukların tek sebebi “kayıt dışı ekonomi”dir. Ama, iyi bilinmelidir ki, Türkiye bugün hâlâ yaşıyorsa, işte, yine bu “kayıt dışı ekonomi” sayesinde yaşamaktadır. Genel durum bu olmasına rağmen, herkes bu gerçekleri görmemezlikten gelmekte ve düzelmesi için gereğini yapmamaktadır.
İnsanları “mal beyanı”na icbar etmeden önce, halkımızı “zulüm düzeni”nden çıkarıp “Adil Düzen”e kavuşturmak gerekmektedir. Halkımızı haksız vergi ve faizin altında ezilmekten kurtardığımız zaman “kayıtlı ekonomi”ye geçebiliriz. Sadece kayıtlı ekonomiye geçildikten sonra “gerçek mal beyanı”nda bulunabilirsiniz.
Ülkenin başka hiçbir derdi kalmamış, hepsi çözüme kavuşturulmuş ve şimdi de sıra Sayın Başbakan ve Sayın Baykal’ın “mal varlığı beyanı”na gelmiş! Elbette bu kişiler de herkes gibi bir şeyler beyan edebilirler. Ancak, onlar da her sade vatandaşın her gün kaçırdığı kadar vergi kaçırmaktadırlar. Mesela, 400 000 YTL değerindeki bir binayı satacak olursanız 30 000 YTL ‘bina alım-satım vergisi’ ödeyeceksiniz. Aynı binayı on sene elinizde tutsanız bir 30 000 YTL de ‘emlak vergisi’ ödersiniz. Bu kadar para elinizden çıkmış olur.
Güya, şimdi mal beyanında bulunacaklar! Oysa, ülkemizdeki tapular onda bir değerle gösterilmiştir! Ayrıca, ülkemizdeki taşınmazların değeri bir sene içinde yüzde yüz bile artmış olabilir. Böyle bir durumda, mesela Sayın Başbakan bir sene içinde yüzde yüz zengin olmuştur; Sayın Baykal da öyle! Sadece onlar değil, her taşınmazı olanın durumu böyledir. Ama şimdilik kurban olarak Başbakan ile Baykal seçilmiştir.
Bu mesele burada bitmeyecek, bu yolla açılan kanaldan bakanlar, generaller, yüksek yargı organları, rektörler, milletvekilleri ve benzerleri hep şaibeli hâle getirilip saldırılacak, böylece ülkemiz tam bir anarşiye sürüklenecek. İyi-kötü varolan mevcut istikrarın çökmesi ile ülke tam bir kaosa sürüklenecektir.
2006 yılı deneme yılıdır. Önce, böyle çıkışlarla denemeler yapılacak, kişilerin ve kurumların ne gibi reaksiyonlar verecekleri öğrenilecek, sonra bu verilere dayanarak 2007 yılında asıl saldırıya geçilecektir…
“Bundan dolayı bütün partiler; iktidar partileri, muhalefet partileri, isim partileri bir araya gelerek bu saldırılara karşı tedbirler almalıdırlar.” diyor ve herkesi uyanık olmaya dâvet ediyoruz.
Alınması gereken tedbirler
Bu saldırılara karşı alınması gereken tedbirler nelerdir?
1) Kayıtlı ekonomiye geçmeden önce kimse mal beyanına zorlanmamalıdır. Mal beyanında bulunmaya zorlama yasaklanmalıdır. 2) Adil Düzen Anayasası kabul edilerek kayıtsız ekonomiden kayıtlı ekonomiye geçilmelidir. 3) Bir genel af çıkarılarak, mâli ve askeri suçlar dışında verilen siyasi cezalar affedilmelidir. 4) Mal beyanları kişinin lehine haklar doğurmalıdır. Malı olanlara kredi açılmalıdır. Malı olanların malları bedelsiz sigortalanmalıdır.
Bir kimse yüksele yüksele orgeneralliğe gelmişse, onun hazineden mal edinmesini meşru saymalıyız. Bir kimse ‘lider ve önder’ olarak milyonların oyunu almışsa, onların zengin olmalarını da meşru saymalıyız.
İnsanlara, ülkeye, Türkiye’ye hiçbir hizmeti bulunmayan, ilmi olmayan, rütbesi olmayan kişiler rüşvet ve hortumlarla milletin mallarını yığa yığa ‘tekel sermaye’ oluşturacak ve bu suç teşkil etmeyecek, onlardan “mal beyanı” sorulamayacak, ticari sır(!) diye gizli tutulacak, ama diğerleri soyulup çıplak bırakılacak!..
Mal beyanına bütün vatandaşlar istisnasız tâbi olmalı, bu mallar “altın değeri” ile hesaplanıp yazılmalıdır. Kaynağı belli olmayan bir serveti devlet korumayacaktır. Sayın Başbakan’ın beyan dışı kalmış bir mal varlığı varsa yağmalansın; ne var ki, sadece onun değil, herkesinki yağmalansın. Beyan YTL üzerinden değil; “Benim şu arsam var, benim şu evim var.” şeklinde olmalıdır. Değer ise her zaman değişebilir.
Hukuk kişileri ve zümreleri ayırmaz. Herkes mal beyanında bulunmak zorunda ise başbakan da beyanda bulunmak zorundadır. Bu kural hukukun temel kuralıdır. İkinci kural, sosyal grupların kamu adına dâvâ açma hakkı olmalıdır. Mesela, Doğru Yol Partisi, Sayın Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın mallarını haksız yere çoğalttığını iddia eder ve ispat ederse, gerekli ceza verilir. Ama basının veya falanın-filanın ağzına geleni itham edip suçlamasına izin verilmemelidir.
Suçu isnat eden onu ispatlamalıdır. İspatlayamzsa, “müfteri” kabul edilerek cezalandırılmalıdır.
Türkiye’nin temel sorunu nedir?
Türkiye’nin temel sorunu “yargı sorunu”dur. Yargı basın ve yayının baskısı altındadır. Yargı medyanın baskısı, medya sermayenin baskısı, sermaye dış sermayenin yani onun ülkemizdeki uzantısı olan sömürü sermayesinin baskısı; ve elbette medya yazarları da onun baskısı altındadır...
Yansız, etkin ve saygın yargıyı oluşturmadıkça, onu da basın-yayının saldırısına karşı koruyamadıkça; insanları “mal beyanı”na zorlamak sadece anarşiyi dâvet eder. “Yansız, etkin ve saygın bağımsız yargı” demek, “hakemlerden oluşan yargı” demektir. Bugün hâlen câri olan mevzuatımızdaki “bilirkişilik ve hakemlik müessesesi”ni harekete geçirmeliyiz. Bilirkişileri hakimler değil, taraflar seçmelidir. Baş bilirkişiyi de iki bilirkişi seçmelidir. Bunun sağlanması için Adalet Bakanı’nın bir genelgesi yeterlidir.
AK Parti kendisini ve ülkeyi kurtarmak istiyorsa, “Adil Düzen” çözümlerine kulak vermek zorundadır. Batmak istiyorsa, o zaman bir diyeceğimiz yok; zaten batıyor... Ocak ayı başından başlayan “Kuş Gribi” ve diğer daha nice sorunlardan sonra, son olarak ortaya çıkan “Mal Beyanı” tartışmaları ile batmaya başladı bile... “Batacaksa batsınlar, bize ne!” diyemiyoruz, çünkü kendileriyle birlikte ülkeyi de batırıyorlar...
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL