1967...1968...1969....AKEVLER 40 YILDIR ÇALIŞIYOR....2004...2005...2006
GELECEĞİN II. KUR’AN - V. İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ... BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
ADİL DÜZEN 346
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 03 - 06 Mart 2006 Fiyatı: Seminere katılmak veya (akevleronline) www.akevler.org
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 346. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
ÜSKÜDAR Adresi: Selami Ali Efendi Cd. No: 31 ÜSKÜDAR/İSTANBUL (Ana Çocuk Sağlığı yanı – Anadolu Gençlik bitişiği) Tel: (0532) 246 68 92
*TEFSİR SEMİNERİ [Cuma Üsküdar (19.00-21.00); Cumartesi Yenibosna (17.00-21.00); Pazartesi Ümraniye (19.00)]
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Üsküdar ve Ümraniye’de Reşat Nuri Erol tarafından; diğer yerlerde ilgili ve sorumlular tarafından anlatılacaktır...
Hedefimiz; bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul’da 200, Türkiye’de 1000 yerde okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, RNE
BU HAFTAKİ “ADİL DÜZEN” DERSLERİ
ARAŞTIRMA MERKEZİ KURMAK VE …
O dergi “MİLLİ ÇÖZÜM” mü, “NİFAK” mı?
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ – 8. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
الَّذِينَ يَنقُضُونَ عَهْدَ اللَّهِ مِنْ بَعْدِ مِيثَاقِهِ وَيَقْطَعُونَ مَا أَمَرَ اللَّهُ بِهِ أَنْ يُوصَلَ وَيُفْسِدُونَ فِي الْأَرْضِ أُوْلَئِكَ هُمْ الْخَاسِرُونَ(27) كَيْفَ تَكْفُرُونَ بِاللَّهِ وَكُنتُمْ أَمْوَاتًا فَأَحْيَاكُمْ ثُمَّ يُمِيتُكُمْ ثُمَّ يُحْيِيكُمْ ثُمَّ إِلَيْهِ تُرْجَعُونَ(28) هُوَ الَّذِي خَلَقَ لَكُمْ مَا فِي الْأَرْضِ جَمِيعًا ثُمَّ اسْتَوَى إِلَى السَّمَاءِ فَسَوَّاهُنَّ سَبْعَ سَمَاوَاتٍ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ(29)
الَّذِينَ يَنقُضُونَ عَهْدَ اللَّهِ (elLaÜIyNa YaNQuWUvNa GaHDa elLAHi)
“Allah’ın ahdini nakz eden fâsıklar.”
Bir kelimeyi tavsif eden bir sıfat getirilince bu sıfat takyidî veya tavsifî olabilir.
Eğer fâsıkların hepsi Allah’ın ahdini nakz ediyorlarsa bu tavsiftir. Ama fâsıklardan bazısı Allah’ın ahdini nakz ediyor, diğer bazıları nakz etmiyorsa, o zaman takyidîdir. Biz fâsıkın tarifini Allah’ın ahdini nakz eden kimseler olarak yapıyoruz ve burada bu vasıf tavsifîdir diyoruz.
“Allah’ın ahdi” nedir? Allah fâsıklardan başkasını yani ahdini bozanlardan başkasını dalâlete götürmez. Burada fâsıkların üç vasfı sayılıyor: 1) Ahdi nakz etmek, 2) Allah’ın emrettiklerini kat’ etmek, 3) Arzda fesat çıkarmak. Fâsık olanlar bunları yapanlar mıdır, yoksa ayrıca fâsıklık da dördüncü vasıf mıdır? Allah’ın idlâl ettiği kimseler bunlardan birini işleyen midir? Yoksa hepsinin birden işlenmesi mi gerekiyor?
“Ve” harfi ile getirildiğinden hepsinin birden işlendiği anlaşılmaktadır. Yani, Allah fâsık olan kimselere bu dört günahı da işleterek dalâlete götürmektedir. “Fıdk”ı çatlak patlak şeklinde anlarsak, “fısk” ittikanın zıddıdır. “Takva” korunan kimsedir. “Fâsık” ise kendisini korumayan, serbest bırakan, bir iş yaparken ben bu işi yapıyorum, acaba hak mıdır, bâtıl mıdır diye düşünmeyen kimse fâsıktır.
İnsanın kendisini koruyabilmesi için kendine göre hak-bâtıl kriterini koymalı ona göre hareket etmelidir. Her davranışında bu yaptığım hak mıdır, yoksa bâtıl mıdır diye düşünmesi gerekir. İçtihat da budur.
Böyle yapmaz, davranışlarını denetim altına almazsa o insan fâsık olur.
Onlar ne yaparlar? Önce Allah’la olan ahitlerini bozarlar.
Burada Allah’la yapılan ahit toplulukla yapılan ahittir. Çünkü Allah kendi haklarını topluluğa vermiştir.
Topluluklarını kuranlar aşiret, kabile, şa’b, kavm ve millet olarak tanımlanmaktadır.
Bir aşirete dahil olduğun zaman, o aşiretin beş vakit imamına itaat ederler, o aşirette oluşmuş aşiret şeriatına uyarlar. Sonra kabilenin emir sahiplerine itaat ederler, kabile şeriatına uyarlar. Aşiretlerini ve kabilelerini beğenmiyorlarsa aşiret veya kabilelerinden hicret ederler. Yeryüzü aşiretlere ve bucaklara bölünmüştür. Merkez bucaklar vardır. İl ve ilçe merkez bucakları merkez bucaklardır. Devlet merkez ili ile bölge merkez illerinin merkez bucakları da devlet bucaklarıdır. Mekke merkez bucakları ile kıta merkezlerinin merkez bucakları da insanlık bucaklarıdır. Her bucağın hukuku ayrıdır. Kişi bir bucağa girdiği zaman o bucağın şeriatına uyacağına söz vermiş olur. O bucak halkıyla ahit yapmış olur. Orasını terk etmedikçe o kurallara uymak zorundadır. Uymayanlar ahitlerini nakz etmiş olur.
“Nakz etmek” ipi kopartmak demektir.
Kurallar kişiyi topluluğa bağlar, kurala uymayan ipini koparmış olur.
مِنْ بَعْدِ مِيثَاقِهِ (MiN BaGDi MIyÇAQıHı) “Misakının arkasından.”
Allah’ın ahdini vesikalandırdıktan sonra o nakz eden kimseler.
“Vuska” ipi bağlayan düğmedir. Her aşiretin, her kabilenin kendine has kuralları vardır.
İnsan dünyaya geldiği zaman nerede doğmuşsa anne babası onun adına sözleşmeyi imzalamış olur. O aşireti ve o kabilenin topraklarını terk etmediği müddetçe, o misak ile bağlı kalır. Bu insanın dinî kimliğidir. Doğumundan ölümüne kadar sürer. Hattâ cenin iken de bazı hakları vardır. Öldükten sonra da mirası taksim edilinceye kadar görevleri vardır.
7 yaşına geldiği zaman ilmî ehliyeti iktisab eder ve ilmî dayanışma ortaklığının üyesi olur. 10 yaşına geldiğinde meslekî dayanışma ortaklığının üyesi olur. 15 yaşına geldiğinde siyasî dayanışma ortaklığının üyesidir. Sonunda bu temsilcilerin oluşturduğu bir yönetim vardır. O yönetimin tâbi olduğu bir kurallar sistemi vardır. Böylece onlarla ahitleşmiş olursun.
Bu dayanışma ortaklıklarına katılmazsan topluluk seni korumaz. Kamunun himayesine girmemiş olursun. Bu sözleşmelere katıldıktan sonra onların kurallarına ve içtihatlarına uymazsan misakı yani sözleşmeyi bozmuş olursun. Eğer fâsık isen, yani davranışlarını denetim altına almazsan, Allah seni şaşırtır ve bu verdiğin sözleri nakz edersin. Aşiretini beğenmeyebilirsin, o zaman oradan hicret et. Kabileni beğenmeyebilirsin, o zaman oradan hicret et. İslâmiyet’te ekseriyet demokrasisi yoktur, yerinden yönetim ve hicret demokrasisi vardır.
وَيَقْطَعُونَ مَا أَمَرَ اللَّهُ بِهِ أَنْ يُوصَلَ (VaYaQOaGUvNa MAv EaMaRa BiHIy EaN YUvÖaLa)
“Allah’ın onunla vasletmeyi emrettiğini kat’ ederler.”
Şeriata uymak ittikadır. Kurallara göre davranırsan verdiğin sözü yerine getirirsin ama bir kabilenin içinde yaşamak için sadece kurallara uymak yeterli değildir. Topluluk içinde birlik sağlamak için bazı ibadetlerin yapılması gerekir. Bunları altı gurupta toplayabiliriz.
a) Bir toplulukta yaşayabilmek için o topluluğun şeriatını bilmek gerekir. Bu sebepledir ki gerek Tevrat’ın gerekse Kur’an’ın temel konuları fıkıhtır. Çocuk ilk üç senelik öğrenimini yaparken aşiret içindeki kuralları öğrenir. Sonraki beş senelik eğitiminde bucağının kurallarının fıkhını öğrenir. Bunları öğrenmek her mü’mine farzdır. Sonraki beş yıllık eğitiminde şa’bının yani ilinin fıkhını öğrenir. Sonraki beş yıllık tahsilinde devletinin kurallarını öğrenir. Sonraki beş yılda ise insanlığı ilgilendiren kuralları öğrenir. Bunları öğrenmek farzı kifayedir. İşte Allah’ın emrettiği vecibelerden biri budur. Her zaman bu kurallar değiştiği için beşikten mezara kadar ilmin tedrisi farzdır.
b) İkinci iş ise toplantılar yapmaktır. Günde beş defa bir araya gelerek aşiret içindeki birliği onunla sağlayacaksınız. Haftada bir defa kabile içine gelerek kabile halkı arasında vuslatı sağlamalıdırlar.
c) Bir de zekâtlarını vererek ortak bütçe oluşturmaları ve bu sayede birliği sağlamaları gerekir.
d) Oruç da kötü günlerini hatırlayarak birbirlerine yaklaşmalarını sağlamaktadır.
e) Hac tüm insanları bir araya getirir.
f) Cihat nöbetleşerek ortak hizmetleri görme birliğini sağlar. Cihada gitmek istemeyenler de bedel öderler.
İşte, Allah’ın onunla isalini emrettiği şeyler bunlardır.
Buradaki zamirin tekil olması “Mâ”ya işaret etmesidir.
وَيُفْسِدُونَ فِي الْأَرْضِ (Va YuFSiDUvNa FIy elEaRWı) “Ve arzda ifsad ederler.”
Ve yeryüzünde bozgunculuk yaparlar. Sözleşmelerle oluşan görevler olduğu gibi; sözleşme ile ilgili olmasa da doğuştan konan kurallar vardır. Bunlarda da yasalar işlemektedir.
a) Önce başkasının canına dokunmayacaksın., kimsenin canına kıymayacaksın. Kendini koruma hariç.
b) Hırsızlık yapmayacaksın, başkasının malını üzerine geçirmeyeceksin.
c) Zina yapmayacaksın. Çünkü nesebin karışıklığı olur.
d) Yalandan şehadet etmeyeceksin.
e) Hakemlerin kararına uyacaksın.
Bunları yapmazsan arzı ifsad edersin.
Fâsık olanları, yani hareketlerini denetleme altına anlayanları Allah böyle idlâl eder ve onlar ahitlerini bozarak kurallara uymazlar. Topluluğa karşı borçlu oldukları görevlerini yerine getirmezler ve düzeni bozarlar, ifsad ederler.
أُوْلَئِكَ هُمْ الْخَاسِرُونَ(27) (EuLAvEıKa HuMu elPAvSiRUvNa) “İşte hasîr olanlar da bunlardır.”
Fâsık olmak illettir. Onlar Allah’ın ahdini misaktan sonra nakz ederler, Allah’ın kendilerine isalini emrettiğini kat’ ederler, arzda fesat çıkarırlar. Bu hareketleri yapmaları onların fâsık olmalarından dolayıdır. Fâsık olanlara Allah bunları işletmektedir. Allah onları dalâlete sokmaktadır.
Nasıl mikroplara ihtiyaç varsa, aynen o şekilde böyle kimselere de ihtiyaç vardır.
Fâsık olanlar yani Allah’ın kendilerine verdiği aklı kullanarak yapacaklarını denetim altına almayanları Allah bu işle görevlendirir. Sonunda da onlar hasara uğrarlar ve perişan olup giderler.
“Hasar” çökmek, yıkılmak, iflas etmek demektir. Bir tüccar zarar eder, kâr eder. Ama kârlar zararları kapatır. Oysa müflis artık borçlarını ödeyemeyen kimse demektir. İflas eden kimse iş hayatından çekilir.
Fâsıklar da işledikleri kötülüklerden dolayı dünya hayatından çekilip giderler.
Bunları yaşadığımız hayatta hep görmüşüzdür. Faşistler, Nazistler, Sovyetler ve benzerleri hayattan çekilip gittiler. Osmanlı imparatorluğu yıkılmış, CHP sahayı terk etmiş, DP hezimete uğramıştır. Ama çok büyük zulümler görerek varlığını sürdüren Risale-i Nur sahipleri yeniden hayat bulmuşlardır. Katoliklik 500 senedir horlanıyor, ama şimdi yine ortaya çıkmıştır ve onu yok etmek isteyenlere meydan okumaktadır. ‘Din afyondur’ deyip onu yok etmek isteyenler yok oldular ama Rusya’da kilise ayaktadır. CHP’nin tanrısız lâiklik anlayışı yok olmuş ama İslâmî müesseseler ortaya çıkmıştır. Kur’an Kursları, İmam Hatip Okulları, İlahiyat Fakülteleri, Millî Görüşçüler, Nakşiler, Uşşakiler, F. Gülenciler siyasette etkin halde varlıklarını sürdürmektedirler. Resmen yasak ama fiilen hakimler. “Adil Düzen”e cephe almış ve onu yok ettiğini iddia eden Tansu Çiller şimdi evinde sessiz sedasız oturuyor, ama Millî Görüşçü Adil Düzenciler şimdi anayasa ekseriyeti ile iktidardadırlar…
“İşte onlar hasîrdirler.”
Bugün de zulüm düzenini savunanlar hüsran içindedirler. Yok olacaklardır.
Kimileri ne yapıyorlar?..
“Adil Düzen” ne diyor?
Yerinden yönetimi getirelim. Merkezler taşralara hadim olsun, hakim olmasın. Hakemlik sistemini getirelim, böylece merkezi yönetim tarafından atanmış hakimlerin on yıllara varan yargılamaları ile adalet mekanizması halka zulüm müessesesi olmasın. Vergiyi beyana göre alalım, mükellef kendi çıkarı için doğru beyanda bulunsun. Zorla vergi tahsilatından vazgeçelim. Faizsiz kredileşme sistemini getirelim. Tüm cinsi ilişkileri şeriat içinde düzenleyelim, zinayı yasaklayalım. Zinayı akrabalar arasında cinsi ilişki, gizli cinsi ilişki, bir kadının bir doğurma devresinde iki erkekle cinsi ilişkisi şeklinde tanımlayalım. Tek evlilik gibi uyulmayan kuralları kanunlaştırmayalım. Vergi kaçırmak zorunda kalmayalım. Yalan söylemek zorunda kalmayalım…
Bunları dediğimizde fısklarını zulümle yani baskı ile ve susturmakla sürdürmek istiyorlar, bu fâsıklar. Kanun yapıp sonra kendileri uymayanlar, ama o kanunları başkalarına zulüm etme aracı olarak kulananlar fâsıktır. Bunlar hüsrana uğrayacaklardır. Çöküp gideceklerdir.
Muttakiler, mü’minler ise müflihtirler, mühtedidirler.
كَيْفَ تَكْفُرُونَ بِاللَّهِ (KaYFa TaKFuRUvNa Bi elLAHı) “Allah’ı nasıl tekfir edersiniz.”
“Küfretmek” kapatmak demektir. O’nun varlığını görmemek, hesaba katmamak demektir. O’nun verdiği nimetleri yok sayıp O’na saygısızlık etmek, O’nun koyduğu kanunlara karşı çıkmaktır.
Allah eğer savaşı koymuşsa ve insanlar kıyamete kadar savaşmaya devam edecekse, kölelik müessesesi de var olacaktır. Eğer katil varsa, kısas da var olacaktır. Eğer aile müessesesini yaşatacaksak, zina suç olacaktır. Mülkiyet varsa, hırsızın kolu kesilecektir.
Ben O’ndan daha akıllıyım diyenler hüsran içinde olurlar. Kısasın makul açıklaması vardır, ama yirmi senelik hapsin hangi aklî açıklaması vardır? Allah inananları akılsızlıkla itham edenler, kendileri akıllarını yitirmiş kimselerdir. Şeriatta ne varsa sosyal ve doğal kanunlarla izah edemezsek ve siz onun doğal ve sosyal kanunlara aykırı olduğunu ispat ederseniz derhal bırakmaya hazırız. Biz hemen Kur’an’ı ona göre tevil ederiz. Kur’an bize bunu emrediyor. Siz ise tam tersine bir şeyi moda yapar, onu tartışmadan kabul eder, sonra ona aykırı düşünenlere saldırırsınız. İdam cezasını hangi mantıkla kaldırırlar? Zinayı hangi mantıkla kutsileştirirler?
Bunlar kalabalıktırlar, bunların servetleri var ve bunlar bununla varlıklarını sürdüreceklerini sanıyorlar.
Bunlar çöküp gidecekler, hüsrana uğrayacaklardır.
Burada dikkat etmemiz gereken şey şudur. Onlar kendi yaptıkları nedeniyle hüsrana uğrayacaklarıdır. Biz onları çökertmeyeceğiz. Biz onlara saldırıp ortadan kaldırmayacağız. Kendileri kendi pislikleri içinde boğulup gideceklerdir. Hep söylüyorum ve burada bu vesileyle bir defa daha tekrar hatırlatıyorum ki; Adil Düzencilerin görevi onlarla savaşmak değildir. Onlar çöküp gittiği zaman bizim düzenimiz ile adaleti getirmemiz gerekir, felahı getirmemiz gerekir. Biz bunun için çalışmalıyız. Buna hazırlanmalıyız…
Basit bir market uygulamamızda bile işin ne kadar zor olduğunu görmektesiniz. Size devlet yönetimini verseler nasıl yöneteceksiniz? Eğer biz iktidarda değilsek ona ehil olmadığımız içindir. Eğer biz hazır olsak onlar kendi kendilerini yiyip bitirir, meydan bize kalır ve iktidar oluruz.
AK Parti böyle bir boşlukla geldi ama şimdi ‘işsizliği kim çözmüş ki biz çözelim’ demektedirler. Kendisini onlar kadar yetkili göremeyen, başbakan olmuş ama hâlâ başkalarından üstün olamayacağını düşünen kardeşimize biz ne diyebiliriz ki?!.
Evet, işsizliği kim çözmüş? Biz çözüyoruz. Allah çözüyor, Kur’an çözüyor.
Bir bucakta bu meseleyi uygulayarak deneyelim. Nasıl çözüldüğünü gözleriniz görsün.
Ama deneyemezler. Çünkü bu sorunun tarafımızdan çözüleceğini çok iyi bilmektedirler.
Millî Görüşçüler iktidar oldular, 200 milyon dolar vererek faizli banka kurdurdular, ama 5 (beş) milyon dolar vererek bir adil düzeni kurduramadılar. Sonra gittiler. Suçu da Ak Partililere yüklediler…
Allah bilmiyor, biz biliyoruz diyenler elbette küfretmektedirler.
“Adil Düzen” suçtur, o halde onu bırakalım, zalim düzenle Allah’a ibadet edelim diyenler, hangi akla hizmet etmektedirler. Yasak ancak kanunların kullandığı kelimelerle tesis edilebilir. Hangi kanunda ‘Adil Düzen suçtur’ diye yazılıdır. Anayasa Mahkemesi karar vermiş! İşte bunlar böyle cahildirler. Anayasa Mahkemesi yasak koyamaz. Kanun yorumlayamaz. Sadece belli konularda içtihadıyla uygular. O olay ve o kimseler için geçerlidir. Anayasa Mahkemesi kanun anayasaya aykırı olduğu için iptal eder, kanun yapamaz.
وَكُنتُمْ أَمْوَاتًا (Va KuNTuM EaMVAvTan) “Siz mevtler idiniz.”
“Hay” hareketli yılan demektir. “Meyyit” ise hareketsiz kış uykusundaki yılan demektir.
Türkçede de “Olmak” görünen bir varlık olmak demektir. “Ölmek” ise görünmeyen varlık olmak demektir. Yani ölün yok olma değildir. Hareketli varlıktan hareketsiz varlığa geçme veya olmadır.
İnsan yaratılmadan evvel de vardı. Ruh olarak vardı. Allah bunun için ‘ruhumdan bedene üfledim’ diyor. Zaman izafi olduğu için anne rahmine düşmeden evvel ruh vardı, ama onun üzerinde zaman geçmiyordu. Her insan için zaman anne rahmine düştüğü andan itibaren saymaya başlar.
Saati 12de durdurunuz, çalışmasın. Ne zaman düğmesine basarsanız saat ondan sonra saymaya başlar. Sizin için zaman o andan itibaren geçer.
“Siz emvât idiniz”, sizin için zaman çalışmıyordu ve sizde bir hareket yoktu. Çünkü zaman hareketle oluşmaktadır.
فَأَحْيَاكُمْ (Fa EaXYAvKuM) “Sizi hemen var etti.”
Burada “Sümme” veya “Ve” getirilseydi, biz bu dünyaya gelemeden önce de zaman içinde var olmuş olurduk. “Fa” getirildiğine göre bizim için ölü iken zaman geçmemiştir.
Zaman dışı var olma nasıl bir şeydir. Bunu bilemiyoruz, düşünemiyoruz.
Ama bugün matematik ve fizikle kesin olarak biliyoruz ki zaman izafidir. Işık hızına ulaşan varlıklar için zaman geçmez. Bunun çok basit ispatı şudur. Işık Güneş’ten ışık dakikada gelir. Oysa onun içinde öyle maddeler vardır ki onların ömrü saniyenin çok küçük parçadır. Peki, bunlar dünyaya gelir gelmez hemen bozulmaktadır da Güneş’ten buraya gelinceye kadar neden bozulmadılar. Çünkü onlar için yolda zaman geçmedi. Bu sebepledir ki ölü iken birden dirildik.
“Sizi ihya etti” deniyor. Bu uzaya geldik. Bundan 13,4 milyar yıl önce kâinat var oldu. Biz de oraya geldik. Ama bizim saatimiz ömrümüzle çalışmaya başladı. Nasıl Güneş ışığında gelen atomların ömürleri dünyada sıfırdan çalışmaya başlıyorsa, bizim de öyle. Hayatta olmak demek zaman içinde olmak, yani hareket etmek demektir. Kış uykusundan uyanan yılan benzeri hareketliyiz.
ثُمَّ يُمِيتُكُمْ (ÇumMa YuMiTuKuM) “Sonra sizi imate eder.”
Belli müddet içinde yaşarsınız, zaman saatiniz çalışmaya başlar. Arada zaman geçer ve siz o zaman sonunda tekrar zaman dışına çıkarsınız. Yine ölü hâle gelirsiniz.
Buradaki “Sümme” herkes için kendi hayatıdır. Ama insanlık için ise Kâinat’ın ömrüdür. Şimdiye kadar 13 kusur milyar yıl geçti. Bundan sonra da bu civarda geçeceği sanılmaktadır. Bugün Kâinat’ın genişlemeyi sürdürdüğünü biliyoruz. Üç ihtimal vardır. Ya böyle büyümeye devam edecektir. Diğer görüş ise sonunda büyüme duracaktır. Başka bir görüşe göre Kâinat küçülmeye başlayacaktır. Tekrar ilk yaratılışa dönecektir. Bizim görüşümüz şudur.
Kâinat büyümektedir. Birbirinden uzaklaşmaktadır. Uzaklaşma hızları uzaklıklarına göre artmaktadır. Bir gün bütün galaksiler birbirinden o kadar uzak olacak ki artık birbirine ışık ulaşmayacaktır. Ayrı ayrı kâinatlar olacaktır. Her galaksi zamanla büzülüp küçülecektir. Ve yeniden patlayarak galaksiler ayrı ayrı âhiret dünyasını oluşturacaklardır. O büyümeye başlayacak ve ondan sonra o da benzer akıbete uğrayacaktır.
İşte buradaki “Sümme” galaksimizin kara delikte toplanması demektir.
ْ ثُمَّ يُحْيِيكُمْ (ÇumMa YuXYıKuM) “Sonra sizi ihya edecektir.”
Burada “Sümme” kullanılmıştır. “Fa” kullanılmamıştır.
Arada kişiler için de zaman çalışacaktır. Nasıl uykuda zaman çalışmıyor ama rüyada çalışıyorsa, ikinci ölümden sonra da zaman duracak ama ara görülecek rüyalarla zaman çalışacaktır. Rüyada geçen zaman nasıl uyanıkken geçen zamana eşit değilse, gece birçok zaman yaşayabilirsiniz. Onun gibi ölmüş insan da kısa veya uzun zaman yaşayacaktır. Ancak bu uykudaki insan gibi ölü hâlinde olacaktır. Yani bu dünyadaki olaylarda bir tasarrufu olmayacaktır. Sonra âhirete gelmiş olacağız ve orada ikinci hayat başlayacaktır. Bu hayat Ay ve Güneş’in cem olduğu yıldızların kara deliğe döküldüğü zamandan sonra olacaktır. İkinci sûra üfürüldükten sonra olacaktır. Yani ikinci patlamadan sonra olacaktır. Bizim için bu zaman kısalacaktır. Birkaç saate inebilecektir.
Bu âyetlerin manâlarının anlaşılması ancak 20nci yüzyılın ilimleri ile mümkün olmaktadır.
ثُمَّ إِلَيْهِ تُرْجَعُونَ(28) (ÇümMa EiLaYHi TuRCaGUvNa) “Sonra O’na irca olunacaksınız.”
Buradaki “Sümme” hayatı âhiret hayatıdır. Kıyamette insanlar muhakeme edilecek, cennetlikler cennete, cehennemlikler cehenneme gidecekler, sonra o hayatın da sonu olacak ve kendisine rücu edeceksiniz.
Buradaki zamir “Emvât”a gidemez. Çünkü emvât çoğuldur. O halde Allah’a rücu edeceksiniz.
Bu âyette muhatap olan yalnız mü’min veya yalnız kâfirler değildir. Bütün insanlardır. Sonunda bütün insanlar Allah’a rücu edeceklerdir. Âhiret hayatı ebedidir, hâliddir ama onun ömrü içinde ebedidir. Dünyada ebedi olan dünyada son gün oluncaya kadardır. Yani zaman içinde ebedidir. Âhirette de kendi zamanı içinde ebedidir. Hâliddir. Ama âhiret hayatının da sonu gelince, zaman bitince onların hâlidliği yani ebediliği de sona erer. Mü’min olsun, kâfir olsun, kimi cennet yolundan, kimi de cehennem yolundan geçerek Allah’a dönerler. Yani, âhiretten sonra ikinci âhiret başlar.
Kur’an buna sadece “O’na rücu edersiniz” demekte ve bize daha fazla bilgi vermemektedir.
Nasıl ilkokul talebesine lise öğrenimi hakkında açıklama yapabilirsiniz ama yüksek tahsili anlatmazsanız, biz de bu dünyada âhiretten sonraki âhiret hakkında bir bilgiye sahip olamayız. Ama âhirete vardığımızda O’na rücunun nasıl olacağını ancak orada öğrenmiş olacağız.
Kitabı tanıtmaya başladıktan sonra ona karşı tavır takınacak insanları anlatmış ve sonunda insanın yaratılış gayesi konmaktadır. İnsan dünyaya gelmekle Allah’ın huzurundan uzaklaştırılmıştır. Artık insanın gayesi tekrar O’na kavuşmaktır. Bu çaba bu dünyada başlayacak, âhiret hayatında cennet ehli veya cehennem ehli olarak devam edecektir. Sonunda geldiğimiz yere döneceğiz. Bütün insanlar ona dönecektir. Âhiret milyar yılları içerecektir. Çok uzun olacaktır. İlk yaratılıştan itibaren var olacağız ama sonunda oranın da sonu olacak ve Allah’a rücu edeceğiz. Orada bizi neler bekliyor. O hususta herhangi bilgimiz yoktur.
***
هُوَ الَّذِي خَلَقَ لَكُمْ (HuVa elLaÜIy PaLaQaKuM) “Sizin için halk eden kimse O’dur.”
“Li” harfi temlik içindir. Böylece insanların mâlik olma özelliğini ortaya koymuştur.
Mâlik olma onu yönetme demektir. Allah’ın kendisine halife yapması demektir, bazı şeylere mâlik olma özelliklerinin vermesiyle gerçekleştirmiştir.
“Hilkat” baştan her şeyi ortaya koyma demektir. Gerek sayı olarak varlıkları, gerekse bunlar arasında cari olan kanunları, daha yeryüzü yaratılırken halk etmiştir. İnsanlar o varlık ve kanunlar içinde var olmaktadır. Dünyaya gelmekte ve âhirete gitmektedirler.
مَا فِي الْأَرْضِ (MAv FIy eLEaRWı) “Yerde olanları.”
“Mâ” mâ-i umumidir. Yani, yerde ne varsa hepsini sizin için var etti denmektedir. Yerin büyüklüğü, içerdiği maddeleri, yapısı, hareketleri ve içinde yaratılmış olan bütün canlıları Allah bizim için var etmiştir.
Bunun böyle olduğu ile ilgili son asırlarda keşfedilen iki önemli kanun vardır.
Bir yer öyle vasıfları ile yaratılmıştır ki canlının yaşaması için ne gerekiyorsa o öyle olmuştur. Yerin büyüklüğü, yoğunluğu, çekim kuvveti, suyun, helyumun oksijenin ve diğer maddelerin miktarları hep hayatın şartlarına göre ayarlanmıştır. Dağları, çukurları, rüzgarları, suları ile her ne varsa, hepsi hayat için ayarlanmıştır.
İkinci kural ise canlılar bir bütündür. Yılanın bir görevi vardır. O olmazsa hayat zinciri eksik olur. Mikroplar ve virüsler de böyledir. Canlılar ancak bir bütün olarak yeryüzünü canlı tutacaklardır. Dolayısıyla eğer gaye insansa yeryüzündeki her şey insan içindir. Bu sebepledir ki koruma alanları ihdas edilmiştir. Çiçek hastalığını yapan hücrelerin bile yok olmaması için gayret sarf edilmektedir. Çünkü, belki yarın o olmazsa hayat zinciri gerçekleşemeyebilir.
Allah’ın varlığına en büyük delillerden birincisi yerin bu durumudur. Gökleri kendi kendine var kabul edebiliriz. Kendiliğinden varolma ile izaha çalışabiliriz. Gerçi bugünkü ilmî sonuçlar bu izahı da imkansız kıldı. Çünkü yerin bu şekilde insanlar için var edilmemsini tesadüflerle izah etmemiz mümkün değildir.
Yeryüzündeki hayat için varolan ahenge ve canlılardaki varolma dayanışmasına baktığımızda, bunun tesadüflerle olmayacağını hemen görürüz ve ihtimaliyat kanunlarına göre bunun imkansızlığını biliriz.
جَمِيعًا (CaMIyGan) “Birlikte.”
Buradaki “Cemian” “Halaka Mâ”ya yani yaratılanlara gider ki, o zaman manâsı yeryüzündeki yaratılan her şey birlikte bize yaramaktadır. Bütün bu uygun yaratılanlardan biri başka türlü olsaydı tüm yeryüzünün düzeni bozulur, hayat olmazdı. Bugün kesin olarak biliyoruz ki, Güneş’in etrafında sekiz dokuz gezegen daha vardır ve bunların hiçbirinde hayat yoktur. Çünkü onlar ya Güneş’e çok yakınlar, sıcaklık farkından dolayı hayat yoktur, yahut uzaktırlar, soğukluktan dolayı hayat yoktur.
Yeryüzü hayat için gerekli bütün özellikleri cem etmiştir. Araştırmalar ilerledikçe hangi şeyin veya canlının genel denge içinde ne işe yaradığı ortaya çıkmaktadır. Biyoloji illetlere değil, hikmetlere dayalı bir ilim hâlindedir.
“Cemian”ın ikinci olarak hal olası küm yanı isz olur. Yeryüzünde olanların hepsi sizin hepinizin birlikte kullanacağımız ortak maldır. Bu kural da “Adil Düzen”in temel taşını oluşturur. Yeryüzünün tamamı hepimizindir. Dolayısıyla benim mülküm, senin mülküm diye bir şey yoktur. Böylece “LeKüm”deki “Lam” ile bu “Cemian” arasında bir tearuz vardır. Bu şöyle halledilir.
Yeryüzüne hepimiz birlikte mâlikiz. Ancak birlikte kullanamadığımız için bölüşmüşüz. Ben benim başka yerlerdeki paylarımdan vazgeçmişimdir. Şimdi oturduğum sandalyede herkesin hakkını takas etmiş bulunuyorum. İşgal ile yeryüzünü bölüşmüş bulunuyoruz. İşgali kaldırdığım zaman da oradaki tercih hakkım biter. Ama eğer ben emeğimi katmış ve orada bir değer artışı sağalmışsam orası artık benim mülkümdür. Buna “ihya” veya “imar” diyoruz; veya menkulde “iktisab” diyoruz.
Burada da bir kayıt vardır. Mâlik olduğun şeyi heder etmeyeceksin, boşa harcamayacaksın. Çünkü sen ondan yararlanmıyorsan işgal etmişindir. Eğer boş tutarsan emeğin korunur, başkası ondan yararlanır. Osmanlılarda üç sene ekilmeyen tarlaların istimlaki buna dayanır. Çıplak arsa mülkiyeti veya toprak mülkiyeti yoktur. Arsalarda kim önce inşaata başlarsa o arsayı değerlendirme hakkına o sahiptir. Altyapı masraflarına yapıdan pay ile katılmış olur.
Demek ki İslâmiyet’te mutlak mülkiyet yoktur, şeriat kuralları içinde mülkiyet vardır. Amali saliha kullanılan emek mecur olur. Bir şeyin mâliki onu işleten olur. Bu sebepledir ki İslâmiyet’te iki çeşit mülkiyet vardır. Taşınmazlarda bu ortaya çıkar.Biri yararlanma mülkiyeti, diğeri de kullanma mülkiyetidir. Yararlanma mülkiyeti semeresinden yararlanmadır. İşletme mülkiyeti ise onunla üretme ve bakımıdır. Bu kritere dayanarak vize ve gümrükler yoktur. Kişi sadece güvenliği için bir dayanışma ortaklığının himayesinde olmalıdır.
“Adil Düzen”in ekonomik sistemi tamamen bu âyete dayanmaktadır.
ثُمَّ اسْتَوَى إِلَى السَّمَاءِ (ÇümMa EisTaVAv EiLa elSaMAvEi) “Sonra semaya istiva etti.”
Burada önce yeri yaratıyor, sonra semaya istiva ediyor. Oysa başka yerde önce semayı yaratıyor, sonra yeri düzenliyor. Buradaki tearuz şöyle giderilmektedir.
Burada ‘sonra gökleri yarattı’ demiyor. Oraya istiva etti ve onları yedi sema olarak tesviye etti, düzenledi diyor. Demek ki yer yaratılmadan önce de sema vardır, ama -7 sema olarak düzenlenmiştir. Yedi sema olarak düzenlenmesi yer yaratıldıktan sonradır. Yedi sema yere göre semadır. Nasıl ki, yuvarlak bir kürenin neresinde iseniz orası merkezdir. Aynen bu şekilde uzayın da seması yoktur. Her yer merkezdir ve her yer semadır. O halde sema dediğimiz zaman izafidir. Şimdi bizim için Ay semadır ama Ay’da olsak Yer sema olur.
Kâinat’ın merkezi neresidir?
Siz nerede duruyorsanız Kâinat’ın merkezi orasıdır. Sema da onun üst tarafıdır. Yer yaratılmadan önce veya yer yokken yere göre bir semadan bahsedilemez. Onun için “Sonra semaya istiva etti” diyor.
Buradaki “Sümme/Sonra” da bize başka ilmî hakikati öğretmektedir. Yeryüzünü halk ettikten sonra yeryüzü daha yedi sema oluşmadan birtakım merhaleler geçirmiştir. Mesela yer sıcaktı, atmosfer tabakası vardı ama su tabakası yoktu. İşte bu sebepledir ki, yer yaratıldıktan sonra yedi semanın oluşması için iki üç milyar yıl gibi zaman geçmiştir.
“Semaya istva etti”yi kelamcılar çok zor yorumlamışlardır.
“Seviye” Tükçede de kullanılmaktadır. “SAea” kelimesinin başka deyişidir. “Seva” aynı seviyede demektir. “Su seviyesi” dediğimiz zaman onun yüksekliği demek olur. Sonra semaya doğruldu, semayı düzenledi denmektedir. Yani, yeri var etti, sonra bu yere ne gerekiyor diye semaya doğrulup onu da bu yere göre düzenlemesidir. Bir ev yaparken önce bu evde kaç kişi kalacak diye hesaplarsın ve ona göre evin büyüklüğünü tesbit eder, sonra tavan ve döşeme hesapları yaparsın.
Yaratılışın merkezinde insan vardır. Önce Kâinat projesi yapılırken insanın projesi yapılmıştır. Sonra böyle bir insanın iş yapabilmesi için çevre düzenlenmiş, canlılar projelendirilmiştir. Böyle bir canlılar âlemi için şöyle bir yer lazım olduğu tesbit edildikten sonra böyle bir yerin var olması için gökler düzenlenmiştir. Diğer razlar ad olduğu için Kâinat sadece yeryüzü yaratılmamıştır. Ama yere göre düzenlenmiştir.
فَسَوَّاهُنَّ (Fa SavVAyHunNa) “Onları tesviye etti.”
“Tesviye etmek” demek, seviyeleri ayarlamak demektir. Kalınlıklarını ve özelliklerini belirlemek demektir. Her birinin kalınlığı öyle ayarlanmıştır ki yeryüzünde hayat var olsun ve insanlar halifelik yapabilsinler.
“İstiva” kelimesi ile “Seva” kelimesi aynı köktendir. İftial babı muatavbaat içindir. Ancak burada istif’al babının da yerine geçmiştir. İstsiva sakıl olduğu için istivaya dönüşmüş olup o manâyı da içeri. Yani, düzenlemeyi murad etti anlamını taşır.
سَبْعَ سَمَاوَاتٍ (SaBGa SaMAvVATın) “Yedi semayı seviyelendirdi.”
Yedi semaya özellikleri verdi ve kalınlıklarını tesbit etti. Şimdi bu yedi semayı tanıyalım.
Sema-i Mâ: Yağmur seması.
Rüzgarın estiği, bulutların dolaştığı, kuşların uçtuğu semadır. Bu tabakanın yüksekliği 8887 metre olan Himalaya tepesinden biraz daha fazladır. Uzunluk birimi insan parmağına göre ayarlanmıştır. 9.414 santimetre uzunluğu olarak alabiliriz. Bu takdirde bütün gök ölçüleri onluk ve ikilik sistemine uyar. Biz şimdi 10 kilometre diyeceğiz. Tam ölçüleri bulmak isterseniz bu sayı ile çarpmanız gerekir. Yani 9.414 ile çarpmalısınız. Bu semanın özelliği iklimin değişir olmasıdır. Yaz ve kışları esen rüzgarlar farklıdır. Bu sayede yeryüzünde hayat olmaktadır. Hava ve su hareketi olmazsa hayat olmaz. Çevre kirliliği oluşur ve canlılar çoğalıp yaşayamazlar. Kalb durunca nasıl insan ölüyorsa, su ve hava harekatı olmazsa hayat olmaz. Bunu sağlayan da yerin kendi etrafında ve güneş etrafında dönmesi sayesinde mümkün olmaktadır.
İkinci sema, sema-i şihabdır.
Bunun kalınlığı yüz kilometredir. Hava ile doludur. Böylece atmosfer basıncını oluşturmakta, atmosferimizin yapısı değişmemektedir. Yoksa canlıların yaşaması mümkün olmazdı. Gaz uçup giderdi. Uçaklarımız buralara çıkıp uçmaktadır. Sadece inerken ve çıkarken sıkıntı çekmektedirler. Yoksa buralar hep açıktır. Bu semanın birinci işi havamızın kaçmasını önlemek, suyun buharlaşıp uçmasını önlemektir. Ama ikinci bir vazifesi daha vardır. O da gökten gelen taşları eriterek toz hâline getirir ve yeryüzüne inmesini önler. Bizim semamız bunun sayesinde mahfuzdur. Yoksa yeryüzü her gün taş yağmuru içinde delik deşik olurdu. Kayan yıldızlar işte budur. Bazen bu taşlar kaçarak yeryüzüne kadar inebilmektedir.
Sema-i sabah, ışık tabakasıdır.
Güneş ışığı atmosfere yaklaşınca onu parçalar, ozon tabakasını oluşturur. Onun üstünde iyonosfer tabakası oluşur. İkinci semanın havasını da bu tabaka korur. Bu devamlı olarak dışarıya maddeler fırlatmaktadır, ama güneşten gelenlerle dengelenmektedir. Bu tabakanın ikinci, hattâ birinci asıl görevi, güneşten ve uzaydan gelen diğer öldürücü ışınları süzer, geri yansıtır. Böylece yeryüzünü de yaşayacak hâle getirir. Sabah olduğu zaman burası güneş ışığını bize yansıtmaktadır.
Dördüncü sema Ay semasıdır.
Bu sema öyle bir semadır ki, orada bırakılan taş ya yere düşer, yahut uygun hızla dünyanın etrafında döner. Ay böyle yapmaktadır. Dünya Ay sayesinde günlük dönüşünü yapmaktadır. Yerin içindeki mağma tabakasını çekip iterek dağların köklerini çarpar ve rüzgar gibi yeri yavaşlamışsa süratlendirir, süratlenmişse yavaşlatır. Eğer Ay olmasaydı Dünya dönmezdi. Ayrıca gel-gitler de olamaz, yeraltı suları tıkanıp kalırdı.
Beşinci tabaka Güneş tabakasıdır.
Çevresinde gezegenler vardır. Güneş bize ışık gönderir. Gezegenler ise Ay’ın Dünya çevresinde düzenli bir şekilde dönmesini sağlar. Gezegenler olmasa Ay aylık dönüşünü sürdüremez, sürtünme kuvvetleri ile çöküp giderdi.
Güneş’in Yer ile beraber on gezegeni vardır. Bunlar seçkin sayılara göre dizilmişlerdir. Bu diziye bod dizisi denir. Güneş çapını 1 alırsak, ondan sonra 3er ara ile iki gezegen ve Dünya gelir. Dünya’nın Güneş’ten uzaklığı 10 olur. Bundan sonra gelenler arasındaki fark 3ün katlarıdır. 3 6 12 24 48 96 nın eklenmeleri ile oluşur. Bir de 300üncü sırada bir gezegen vardır.
Altıncı tabaka yıldızlar tabakasıdır.
Oradan gelen ışıktan yararlanıyoruz. Yıldızlardan gelen olmazsa güneş ışığı bazı maddelerin oluşmasına yeterli değildir. Buna “semai buruc” denmektedir.
Yedinci tabaka ise galaksilerin olduğu göktür.
Buna da “semai hubuk” denmektedir.
İşte, Allah yeryüzünün üstünü böylece yedi tabaka olarak düzenledi. Bu üç boyutlu uzaydır. Beş boyutlu uzayın içinde dört boyut çizmektedir. Dört boyuta “kürsü”, beş boyuta “arş” denmektedir.
وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ(29) (Va HuVa Bi KulLi ŞaYEın GALİyMun)
“O her şeyi alîmdir.”
“VeHüve Alimün Külli Şey’in” denmemiş de; “VeHüve BiKülli Şey’in Alîmün” denmiştir.
Şeyin küllisi ile alîmdir. Her şey ile alîmdir.
Yunan filozofları Allah küllü bilir cüz’ü bilmez demişlerdir. Buradaki “Şey’in” kelimesi cüz’iyeti ifade eder. “Külli” kelimesi de bütünlüğü ifade eder. Küllini cüz cüz bilir demektir. Küllini kül olarak, cüzleri kül olarak yani cüzlerin hepsini bilir anlamındadır.
“Alîmün” kelimesinin nekire gelmiş olması her cüz’ü cüz olarak bilmesinden ileri gelmektedir. Kendi kendisinin nekiresidir. Şimdi alîm olan yarın alîm olandan farklıdır. Allah için küll veya cüz’ yoktur. O halde O’nun ilmi bizim ilmimize benzemez. Ama O’nun ilmi bizim ilmimizin çok üstündedir. Allah her yönüyle ve her şekliyle bilir anlamındadır. Kur’an’daki Allah’ın nekire sıfatlarını bu şekilde anlamalıyız. Allah’ın hâlik olarak alîm olması başka, mahlukun tahakkuk etmesini bilmesi başkadır.
Her şey hesaplanmış ve yaratılmıştır. Biz de bu hesapları yapabiliyor ve bilebiliyoruz. Kâinatın yaratılışının, dünyanın yaratılışının, göklerin oluşmasının, yerin düzenlenmesinin hep hesapla, kitapla ve hikmetle olduğu bugün çok açık olarak bilinmektedir. Bu da bizim için delil olmuştur.
“Alîmün” kelimesinin nekire olması, bizim de uzayın düzenini bileceğimizi ifade etmiş olur.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-346 ADİL DÜZEN DERSLERİ-176 İstanbul, 03 Mart 2006
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI (Reşat Nuri Erol ve Selahattin Öztürk Üsküdar’da değerlendirecektir.)
ARAŞTIRMA MERKEZİ KURMAK VE …
Canlılar evrimleşmek üzere yaratılmıştır. Diğer canlılarda evrimleşme genetik değişmelerle olmaktadır. Yeni tür yeni kromozomlara (salsala) sahip olur ve daha ileri bir canlı oluşur. Allah bu işi düzenlemek üzere melekleri görevlendirmiştir. İnsanoğlu biyolojik evrimde son halkayı oluşturur. Nasıl ağaç meyve verdikten sonra artık yeni tür dokular ortaya çıkmazsa, canlıların meyvesi olan insan ortaya çıktıktan sonra da yeni tür meydana gelmemektedir.
İnsan yaratıldıktan sonra meleklerin evrimleştirme görevi insana verilmiştir. Bu “sosyal evrimleşme” işini melekler değil de insanlar yapmaktadır. Meleklerin itirazları işte bu konuda idi. Çünkü sosyal evrim dile dayanmaktadır. Dil sayesinde sosyal evrim olmaktadır. Melekler “biyolojik evrimi” biliyorlardı ama “sosyal evrimi” bilmiyorlardı. Dil demek düşünme demektir; birlikte düşünme demektir. İnsanlar dil sayesinde düşünür, proje üretir ve uygularlar; bu sayede evrim olur. İnsanlar yazının icadından sonra süratli bir şekilde sosyal evrimleşmeyi başarmışlardır.
Evrimin temel kanunları vardır.
a) Evrim daha ileri ve güçlü hayattır. Daha fazla işbölümüne ve dayanışmaya dayanır.
b) Evrimleşebilenler hayatta kalır, evrimleşemeyenler ise canlılık âleminden çekilip giderler.
c) Eski tür hayatta kalacaksa onun da kendisinde değişiklik yapıp mukavemet edecek hâle gelmesi gerekir. O da başka yönden evrimleşir. Tek hücreli canlılar da bugün evrimleşmiş canlılardır.
d) Evrimleşme genetik yapıda dejenerasyondur. Yani, fert zayıflamakta, birlik güçlenmektedir. Fert tek başına yaşayamaz hâle gelir ama topluluk içinde ise daha güçlü hâle ulaşır.
Tarih hep evrimleşmiş kavimleri yaşatmıştır. Tutucular ise çöküp gitmişlerdir. Bugünkü evrimleşme sanayileşme şeklinde olmaktadır. Ayrı ayrı tek başına ekonomik varlıkları olan insanlar, 20nci asırda artık birlikte yaşayan ve ekonomik bütünlük sağlayan bir düzene geçmişlerdir. Herkes üretir, satar ve tüketir. Kimse kendi ürettiğini tüketmez. Kapitalistlerde ve sosyalistlerde işçiler fabrikalarda çalışır, ücret alır, sonra sermayenin veya devletin mağazalarından muhtaç olduklarını alırlar.
CHP ancak devletçilikle sorunların çözüleceğine inanmış ve 80 yıl bu çizgide yürümüştür. DP zihniyeti ise bu işin sermaye tarafından çözüleceğine inanmış ve 50 seneden fazla bu yolu izlemiştir. Kapitalizm ve sosyalizm bu sorunu çözer mi? Çözer! Nitekim, bir asırdır, bu sorunları çözmüş ve evrimleşmeyi sağlamıştır. Bizim yapacağımız nedir? Kapitalist veya sosyalistlere teslim olup onların ırgatı olarak yaşamamıza devam etmektir! Pakistan veya Hindistan’da yaşasaydık bu tercihi yapabilirdik. Çünkü orası için sermayenin biçtiği rol budur. Türkiye ise farklıdır. Önce coğrafyası, sonra dini, sonra ırkı, sonra tarihi böyle bir uzlaşmaya imkan vermemektedir. Ne Türkler böyle bir teslimiyeti kabul ederler, ne de onlar böyle bir teslimiyete güvenirler. O halde teslimiyetle yaşama şansımız yoktur.
Bizim için tek yol kalmıştır. Kapitalizmden ve sosyalizmden daha ileri ve daha evrimleşmiş bir düzen getirmeliyiz. Böylece evrim kanunları içinde varlığımızı sürdüreceğiz. Yahut kendi süfli tutuculuğumuz içinde yine evrim kanunları içinde yok olup gideceğiz. Allah bize kurtuluş için tek yol bırakmış, başka bir çıkar yolu kapatmıştır. “Adil Düzen” budur. “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası” bu iki düzenden, yani, kapitalizm ve sosyalizmden daha üstün düzeni getirmiştir.
Bunun için ne yapmalıyız? İstanbul’da bir araştırma merkezi kurulacaktır. Evrim için gerekli araştırmaları bu merkez üretecek ve bu merkez bütün partilere, tarikatlara, iş adamlarına evrimleşmenin yollarını gösterecektir. İsteyen bundan yararlanacak ve kurtulacak; isteyen kör, sağır ve dilsiz olarak tarihin karanlıkları içinde cehennemin yolunu tutacaktır...
Bunun için şunlar yapılacaktır:
a) Bir kooperatif kurulacak ve isteyen İstanbul esnafı buna ortak edilecektir. Ortak olan esnaf cirosunun binde biri ile bu kooperatife ortak olacaktır.
b) Bu kooperatif ilim adamlarından oluşmalıdır. İstanbul halkına bunun için aşağıda belirlediğim ilim adamlarını öneririm.
1- Prof. Dr. Necmettin Erbakan (Eski Başbakan)
2- Prof. Dr. Tansu Çiller (Eski Başbakan)
3- Prof. Dr. Ekrem Pakdemirli (Eski Bakan)
4- Prof. Dr. Sabahattin Zaim (Adil Düzen Çalışanı)
5- Prof. Dr. Hayrettin Karaman (Adil Düzen Çalışanı)
6- Prof. Dr. Ahmet Tahir Satoğlu (Adil Düzen Çalışanı)
7- Prof. Dr. Arif Ersoy (Eski Belediye Başkanı, Adil Düzen Çalışanı)
8- Prof Dr Sabri Tekir (Eski Devlet Bakanı, Adil Düzen Çalışanı)
9- Prof. Dr. Ruşen Gezici (Eski Çelik Döküm Genel Müdürü, Adil Düzen Çalışanı)
10- Prof. Dr. Hira Karagülle (Eski Dekan, Adil Düzen Çalışanı)
11- Prof. Dr. Ali Erişen (Adil Düzen Çalışanı)
12- Av. Yrd. Doç. Dr. Süleyman Akdemir. (Adil Düzen Çalışanı)
13- Yük. Müh. Süleyman Karagülle (Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası Yazarı)
Bunlara ekleyeceğim daha yedi kişi olacaktır. İstanbul, Bursa, İzmir, Adana, Diyarbakır, Van, Erzurum, Samsun, Ankara, Konya, Kayseri ve Afyon olmak üzere 12 yerde şubeler kurulacaktır. Oraların yönetim kurulu merkezden her birinin atadığı 20 kişiden oluşacaktır.
KOOPERATİF NELER YAPACAKTIR?
a) Bir sorunlar bankasını kuracaktır. İsteyen herkes bu bankaya kendisinin veya başkasının sorununu bildirecektir. Genel bir sorun sözkonusu ise onu da ortaya koyacaktır. Kooperatif bunları tasnif edip bilgisayara işleyecektir. Gerekirse internette yayınlayacaktır.
b) Bir öneriler bankasını kuracaktır. Sorunları okuyup bir çözüm önerisi olan varsa buraya bildirecektir. Bunlar da bilgisayara işlenecek ve gerekirse internette yayınlanacaktır.
c) Bir ön proje bankası kurulacaktır. Çözüm önerilerinden istediğini ele alıp ön proje yapabilecektir. Bu projeler de bilgisayara geçirilecektir. Ön projede projenin nasıl yapılacağı ve proje maliyeti tesbit edilecektir.
d) Ön projesi yapılmış projelerden her hangisinin proje finansmanını yapacak kimse olursa, kooperatife başvurarak proje ihalesini yaptıracaktır. Yeterlilik belgesini kooperatif verecektir. İlk baş vurana ihale edilmiş olacaktır. Kabul eden olmazsa bedeli yükseltilmelidir. Böylece bir proje bankası kurulmalıdır. Projede uygulanacak çözümün maliyeti belirtilmiş olacaktır.
e) İsteyen kuruluş kooperatife baş vurarak bu projeyi finanse edeceğini bildirecektir. Kooperatif ihale ederek projenin gerçekleştirilmesi sağlanacaktır.
Gerçekleşen projenin sonunda elde edilen üründen bir proje yüzdesi alınacaktır. Ondan da bir yüzde on projeye verilecek, ondan bir pay öneri bankasına verilecektir. Ondan bir pay da sorunlar bankasına verilecektir.
Türkiye eğer yaşamak istiyorsa, evrime ayak uydurabilmek istiyorsa, bir araştırma merkezi kurmak zorundadır. Kurmadığı takdirde, evrim kanunları gereği olarak buna ayak uyduracaklar elbette olur. İstanbul’da tutucular, pısırıklar, uyuşuklar, sağırlar, körler sahip olma hakkına sahip değildirler.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-346 ADİL DÜZEN DERSLERİ-176 İstanbul, 03 Mart 2006
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI (Reşat Nuri Erol ve Selahattin Öztürk Üsküdar’da değerlendirecektir.)
O dergi “MİLLİ ÇÖZÜM” mü, “NİFAK” mı?
“Yağmurlar yağar, toprağa girer, depolanır, minerallere karışır, pınar olur, birikir dere olur, birikir ırmak olur, birikir nehir olur. Sonunda deniz olur. Oradan çıkan buharlar dağlarda yağmur olur. ‘Millî Görüş’ budur. Ülkenin insanları yağan fikirlerden yararlanır, kendi beyinlerindeki mineralleri katarlar. Sonra birleşe birleşe ocak, bucak, il ve ülke içinde bir görüş denizi doğar, buna ‘Millî Görüş’ denir.” Süleyman Karagülle bu değerlendirmeyi 1972 yılında İzmir’de gerçekleştirdiğimiz Millî Selâmet Partisi büyük kongresinde İzmir İl Başkanı olarak yapmıştı. Bu kongre, İzmir’de Atatürk Kapalı Spor Salonu’nda ilk yapılan yerel kongre idi.
Sonraları Millî Görüşçülerin bu çalışmaları “Adil Düzen” ile millî çözüme dönüştü. Prof. Dr. Necmettin Erbakan yazdığı kitapçıklarla millî çözümleri konferanslar hâlinde dünyaya anlattı. Böylece “Adil Düzen” sayesinde Refah Partisi birinci parti oldu. Oradan çıkanlar şimdi anayasa ekseriyetine sahiptir. Ne var ki, içi boşaltılmış ve ‘Adil Düzen’ sözüne de karşı tavır alınmıştır…
Üç yıldır bir dergi çıkıyormuş; “Milli Çözüm” dergisi. Üç yıl size bir şey hatırlatıyor mu? AK Parti’nin iktidarı! 26ncı sayısı 2006nın Şubat’ında çıkmış. Aksamadan çıkıyormuş. Kâğıdı ile, biçimi ile, hattâ içeriği ile kendisini okutan bir dergi. Çıkaran kim? Ahmet Akgül. Kendisi ile tanışmıştık. Sonra ‘Adil Düzen’ diye bir kitap yazdı, baktım; Adil Düzen ile bir alâkası yok! Bilgisizliğine hamlettim. Kaynaklara baktım, adım yok. İyi niyetinden kuşkulandım. Unuttum gitti!..
Çıkardıkları derginin 26ncı sayısını getirdiler ve bana hakkımdaki yazıyı okudular.
Hakaretlerle dolu yazıyı sevinerek dinledim. Çünkü benim yazdıklarımı okumuş, böylece ben tebliğ veya hakkı tavsiye görevimi yapmış oluyordum. Benim için beni okuyup da bana saldıranlar, beni okumayıp da sevenlerden kat kat üstündürler. Çünkü bizim işimiz ve çabamız Kur’an’ın doğru anlaşılması çabasıdır; şahsımız hakkında ne derlerse desinler…
Dergi hakkında kuşkularımız vardır.
a) Dergi üstün kalitede bir dergidir ve ne hikmetse birden AK Parti ile birlikte ortaya çıkmıştır. Bunu kim organize etmiş ve kadroyu kim oluşturmuştur?!.
b) Dergi lüks bir baskı yapmaktadır. Kendi kendini finanse etmesi mümkün değildir. Acaba bu dergiyi kim/ler finanse etmektedir?!.
c) Derginin adı “Milli Çözüm”, ama yanında sayılan başlıklara bakın, bir tek çözüm içeren yazı yoktur. İçerisini okuduğunuzda tek kelime çözüme rastlayamazsınız. Mehmet Ali Ağca, Talat Paşa, din istismarı, Kurtlar Vadisi, İnönü, ulusa çağrı, Vural Savaş, Fethullah Gülen, İstiklâl Marşı, Büyükanıt Paşa, Sözler, Süleyman Karagülle… Geçmişin dedikodusu ve nifakçılık dışında dergide herhangi bir şeye rastlanmamaktadır.
d) Bu dergiyle yapılmak istenen olarak neler görülmektedir?
1- “Millî çözüm”ü “millî nifak” olarak takdim etmek.
2- Millî Görüşçüler arasına fitne ve nifak sokmak.
3- Müslümanlar arasında düşmanlık oluşturmak.
4- AK Parti iktidarını başarısız kılmak.
Önce, Ahmet Akgül’ün beni hamakat ve kabahatle vasıflandırarak tahkirine darılmadım. Yazılarımı okuyarak bana hakkı tavsiye ve tebliğ imkanını sağladığı için Rabb’ime şükrettim. Bana saldırarak bana sabrı tattırma imkanını sağladığı için de bu genç kardeşim için dua ettim…
Bu vesileyle, Muhterem Necmettin Erbakan ile olan ilişkilerimizi bu kardeşim ve benzer düşüncede olanların öğrenmesi için maddeler hâlinde özetliyorum.
a) Üniversite yıllarımızda başı takkesiz namaz kılanlara saldıran tutucu samimi müslümanlar vardı. Bunlar arasında Sayın Erbakan da vardı. Bizi bir Hoca’ya götürdüler. Hoca başı açık namaz kılanlar aleyhinde konuştu. Ben ‘bu husus nassla mı yoksa kıyasla mı sabittir’ dedim. ‘Kıyasla’ dedi. ‘İlleti nedir’ diye sordum. Cevabı sonraki günlere erteledi ve cevabı gelmedi. Böylece arkadaşlarıma bilmedikleri hususlarda tartışmamayı anlatmağa çalıştım.
b) Erbakan Odalar Birliği Başkanı idi. 1968 yılında parti kurma önerisi ile gittik. Arkadaşım Şükrü Tüzün, parti seçime yetişmez dedi. Bağımsız milletvekili adaylıklarımızı koymamızı önerdim. Arkadaşım buna da karşı çıktı. Erbakan hemen benimsedi ve ona izah etti.
c) Ankara’da Mehmet Satoğlu’nun yazıhanesinde idik. Erbakan’ın AP’den aday olmasını kararlaştırıyorlardı. Ben karşı çıktım ve ‘AP’den aday olursa, Konya’da olsam oy vermem’ dedim. Sonra toplantıya Nevzat Yalçıntaş geldi ve ‘bağımsız kesinlikle kazanamaz’ dedi.
d) Erbakan AP’den Süleyman Demirel ve arkadaşları tarafından veto edilince, bağımsız adaylıklarımızı koyacağımızı telefonla bana bildirdi. İzmir, Aydın ve İstanbul adaylarını İzmir olarak biz ayarladık. Akevler’in borçlu desteği ile seçimler yürütüldü. Üç misli oy alarak Erbakan milletvekili oldu. Aydın ve İstanbul’da bağımsız aday olduğumuzdan dolayı ben ve İzmir Sanayi Bölge Müdürü Ömer Faruk Yeğin ve yardımcısı olan ben kamu görevinden uzaklaştırıldık.
e) Millî Nizam Partisi’ni kurdu. Beni ve Ömer Faruk Yeğin Beyefendiyi aramadı. Ama ben M. Gündüz Sevilgen ve Prof. Dr. Saffet Solak’ın Ankara’ya gitmesini sağladım.
f) Millî Selâmet Partisi’ni kurdular, beni yine aramadılar. Ben teşkilatlanma yetkisini alarak İzmir, Manisa, Aydın, Denizli, Balıkesir ve Muğla yani Ege Bölgesi teşkilatlarını kurdum. Afyon ve Bursa’nın kuruluşunda da yardımcı oldum.
g) M. Gündüz Sevilgen ile birlikte münavebe ile MSP İzmir il başkanlıkları yaptık. İzmir Atatürk Kapalı Spor Salonu’nda Erbakan önce ilk bizi konuşturdu. 1973 seçiminde ben dördüncü sırada adaylığımı koydum. M. Gündüz Sevilgen’i merkezin ısrarı üzerine Manisa’da aday yaptık. O Manisa’ya gitmedi; ben gittim, çalıştım ve o milletvekili oldu.
h) Seçimden sonra partiden ayrıldım. Çünkü; baktım ki partide Erbakan’ı yanlış yönlendirenler cirit atıyor ve herkes milletvekili olma yarışında!.. Ama ben Erbakan’la olan irtibatımı asla kesmedim…
i) Millî Selâmet’ten sonra Erbakan’la iki sene çalışarak “Adil Düzen”i oluşturduk. Akevler’in ilmî ekibiyle yurt içi ve yurt dışında “Adil Düzen” seminer ve konferansları verdik…
j) 1991 seçiminde Hoca söz verdiği halde, çevresinin baskısıyla Süleyman Akdemir ile Arif Ersoy’u seçilmeyecek yerlere koydu. Diğer arkadaşlar bu tavırlar yüzünden aday bile olmadılar. Biz yine de ilgimizi kesmedik. Ben Kırgızistan’a gittim. Orada gösterdiğim faaliyetlerle Erbakan’ı Asker Akayev ve Nazarbayev’le görüştürdüm. O zaman partimiz Türkiye’de dördüncü parti iken, bu cumhurbaşkanları Erbakan’a devlet başkanı muamelesi yaptılar.
k) Kırgızistan’dan döndükten sonra Muhterem Necmettin Erbakan ile defalarca görüştük ve her seferinde öneriler götürdük. Seçim taktiklerini verdik. Kendisi her zaman bizim görüşlerimizi benimsedi ama etrafındaki bir kısım arkadaşları hep mâni oldu…
Erbakan, DYP ile anlaşma yaptı ve Refah-Yol Hükümeti kuruldu. Tansu Çiller; ‘Adil Düzeni bırak o takdirde koalisyon kurarım’ dedi! Ben, Ahmet Akgül ve görevli ekibinin sözkonusu ettiği o yazıları işte o tarihlerde yazdım. O gün uyarmak için yazdım. Erbakan Başbakan iken yazdım.
Kırgızistan Hükümeti’ne aracılığımla nice sözler verdiler, hiçbirisini yapmadılar. O kadar kötü duruma düştüm ki, hükümetin ve cumhurbaşkanının danışmanı olduğum Kırgızistan’dan ayrılmak zorundan kaldım. Ayrılışımın dört sebebi vardı, biri bu idi. Bana şimdi gelseler ve deseler ki; ‘“Adil Düzen”den vazgeç, sen cumhurbaşkanı olacaksın’ ben de bu öneriyi kabul etsem, ben işte o sayılan kimse olurum. O sözlerim Hakkı tavsiye mahiyetindedir. Hata da etmiş olabilirim.
Şimdi yazdığım yazı ise Erbakan’ın o anda bana göre yaptığı hata ile ilgili değildir. Erbakan tüm hayatımın entegresidir. Şimdi Recep Tayyip Erdoğan için de aynı şeyleri söylüyorum. Ama Tayyib’e karşı olan sevgim azalmış değildir. Erbakan bugün başbakan değildir. Ama bugün bile ona zulüm yapılmaktadır. Gasp edilmiş hakları geri verilmiyor. Bugün onu korumak ve onun yanında yer almak her insanın görevidir. Bununla beraber, onun yanlışları varsa, onları da tasvip etmem mümkün değildir. Erbakan ayrımcılık yapıyor. Çevresini saran ve onu yanıltan insanların yüzünden bizim gibi onu seven ve ondan hiçbir şey beklemeyen insanlardan uzak duruyor. Ona hep şunu önerdim: Artık bir partinin yanında yer alma. Partiler üstü ol, kurumlar üstü ol. Bana göre hâlâ hata ediyor. Ama herkes kendi içtihadından sorumlu olduğu için ondan sonrasına bizim diyeceğimiz bir şey yoktur.
Sayın Akgül, sen bana ‘münafık’ demiyorsun, ama ben sana ‘nifak yapıyorsun’ diyorum. Varsayalım ki, tâ talebelikten beri birlikte cihad yapan iki insan bugün birbirinden uzaktır. Mü’minin görevi bunları barıştırmak ve eski yaraları unutturmaktır. Siz ise yalnız benimle Erbakan’ın arasına değil, tüm mü’minler arasına “nifak” sokarak on sene evvel yazılmış yazıları ortaya koyuyorsunuz…
Yine de dua ediyorum, çünkü tek taraflı değil de, birlikte değişik yazıları yazdınız.
Ben sizin yazınızı -her şeye rağmen- hayırlı görüyorum. Size inanıp beni tanımadan bana tavır alanlardan beni uzak tutup meşgul etmekten alıkoyuyorsunuz. İnsanların benim için düşündükleri beni hiç ilgilendirmiyor. Çünkü ben onlardan bir şey istemiyorum. Hakkımda yazacaklarınız beni sadece memnun eder. İslâmiyet’i biliyorsanız, ne demek istediğimi anlarsınız…. Selâmlar...
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL