1967...1968...1969....AKEVLER 40 YILDIR ÇALIŞIYOR....2004...2005...2006
GELECEĞİN II. KUR’AN - V. İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ... BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
ADİL DÜZEN 347
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 10 - 13 Mart 2006 Fiyatı: Seminere katılmak veya (akevleronline) www.akevler.org
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 347. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
ÜSKÜDAR Adresi: Selami Ali Efendi Cd. No: 31 ÜSKÜDAR/İSTANBUL (Ana Çocuk Sağlığı yanı – Anadolu Gençlik bitişiği) Tel: (0532) 246 68 92
*TEFSİR SEMİNERİ [Cuma Üsküdar (19.00-21.00); Cumartesi Yenibosna (17.00-21.00); Pazartesi Ümraniye (19.00)]
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Üsküdar ve Ümraniye’de Reşat Nuri Erol tarafından; diğer yerlerde ilgili ve sorumlular tarafından anlatılacaktır...
Hedefimiz; bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul’da 200, Türkiye’de 1000 yerde okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, RNE
BU HAFTAKİ “ADİL DÜZEN” DERSLERİ
ÇİN MALLARI MESELESİ VE ÇÖZÜMÜ
ÇİN, SERMAYE VE YAPILMASI GEREKENLER
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ – 9. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلَائِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الْأَرْضِ خَلِيفَةً قَالُوا أَتَجْعَلُ فِيهَا مَنْ يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاءَ وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَ قَالَ إِنِّي أَعْلَمُ مَا لَا تَعْلَمُونَ(30) وَعَلَّمَ آدَمَ الْأَسْمَاءَ كُلَّهَا
ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلَائِكَةِ فَقَالَ أَنْبِئُونِي بِأَسْمَاءِ هَؤُلَاء إِنْ كُنتُمْ صَادِقِينَ(31) قَالُوا سُبْحَانَكَ
لَا عِلْمَ لَنَا إِلَّا مَا عَلَّمْتَنَا إِنَّكَ أَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ(32) قَالَ يَاآدَمُ أَنْبِئْهُمْ بِأَسْمَائِهِمْ فَلَمَّا أَنْبَأَهُمْ بِأَسْمَائِهِمْ قَالَ أَلَمْ أَقُلْ لَكُمْ إِنِّي أَعْلَمُ غَيْبَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَأَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا كُنتُمْ تَكْتُمُونَ(33)
***
Geçen hafta yaptığım gibi; bu hafta da, son sayfadaki sonuç bölümünü, -daha çok hatırlanıp bellenmesi dileğiyle,- birinci sayfada da ayrıca sunuyorum. Azami derecede müstefid olmanız duâ ve dileklerimle… RNE
Bu konuyu [yani bu hafta ele aldığımız âyetlerin tefsirini] kapatırken, bir hususa işarette yarar vardır.
Müsbet ilmin varsayımlarına göre değil de, kör sezileri ile düşünenler, Allah’ın böyle melekleri ve insanı karşısına alarak tartışması ve hitabı mümkün değildir, sadece belli prensipleri anlatmak için yazılmış temsili senaryodur, diyorlar. Oysa;
MÜSBET İLMİN İLKELERİ VARDIR:
1- Hiçbir şey yoktan var olmaz, var ise de yok olmaz. Sebepsiz bir şey değişmez. Eskiden beri, ‘insan hep vardı, yaratılmamıştır’ diyorlardı. Bu görüş de akla uygundur. Ama bugün insanın en çok yüz bin yıl önce yaratıldığı bilinmektedir. İster maymundan, ister çamurdan, önemli değil, ama yaratılmıştır. O halde, insanın sebepsiz kendiliğinden yaratıldığını iddia etmek müsbet düşünceye aykırıdır.
2- Değişmeler birtakım kanunlara tâbidir. O kanunlar değişmez. Mesela, yer çeker, bu değişmez. Yahut, ateş ısıtır, bu değişmez. İnsanlar bu kanunları kullanarak birtakım işler yaparlar. Uçağı yaparlar ama uçma kanunlarını değiştiremezler. İnsandan başka uçanlar var, mesela sinekler de uçuyor. O halde bunları yapan ve insana benzemeyen görmediğimiz varlıklar vardır. Bunu kabul etmemek müsbet ilmin ikinci varsayımına aykırıdır.
3- Doğada evrim vardır. Canlılar tür evrimleşmesi ile bu hâle gelmiştir. İnsanlarda da evrim vardır. İnsanın zekâsı ile uygarlık buraya kadar ulaşmıştır. İnsan da bu evrimin eseridir. O halde bu evrimin gerçekleştiği bir olay vardır. Burada bu anlatılmaktadır. Hayali değildir, senaryo değildir. Gerçek bir olaydır. Bunu hayal kabul etmek ancak başka olayların ikamesi ile mümkündür. Bu da ancak insanlardan başka onları bildiren birilerinin olmasıdır. Bütün dinler buna yakın kıssa anlatmaktadırlar.
4- Müsbet ilmin temel varsayımlarından biri de olayları sonuçları ile değerlendirmektir. Buradaki sonuç da şudur. Bu olay insan iradesini açıklıyor. Oysa bunun dışında insan iradesini açıklayan bir varsayım yoktur. Daha açıklayıcı varsayım gelinceye kadar bu kıssayı senaryo olarak göremeyiz.
وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلَائِكَةِ (Va EıÜ QAvLa RabBuKa Li eLMaLAEıKaTı)
“Hani Rabb’in meleklere kavl etmişti.”
Geçmişte olan hadiseler anlatılacağı zaman başına “İz/Hani” getirilir. Kendinizi o güne götürürsünüz, ona göre konuşursunuz. Mesela ‘gelecekte’ dediğiniz zaman, o zamanın istikbalini kastetmiş olursunuz veya anlatırsınız. Gelecekte olacak bir olayı anlatacaksanız, o zaman da “İzâ” getirirsiniz.
Allah burada insanın yaratılışını anlatmaktadır. Buradaki “Rabb’in” Kur’an’ı okuyan insana anlatmaktadır. Senin Rabb’in yani seni var eden, anne babadan doğmana sebep olan ve senin büyümeni sağlayan Rabb’in, seni yaratmaya Adem’le başladı. Sen anne babadan oldun ama onlar Adem’den varoldular. İşte onu hikâye etmektedir. Bundan önce bugün yaşayan insanlara hitap etmiştir. Şimdi de tüm insanlığı, Hazreti Adem’den kıyamete kadar gelip geçecek bütün insanları içeren Adem oğullarından bahsedecektir. Kıyamet günü bunların hepsi bir araya getirilecektir. O gün tüm Adem oğulları bir nâs olacaktır.
Allah bundan 13 kusur milyar yıl önce mekânı, zamanı, maddeyi ve enerjiyi var etti. İki türlü varlık var etti. Bilinen ve yapılan bilinçsiz maddeyi var etti. Onun kullanıp ondan yararlansın diye onu bileni ve onda değişiklik yapabilenleri var etti. Bunlar dört türdür; melek, ruh, cin ve insan. İnsan yalnız yeryüzünde değil, tüm Kâinat’ta en son var edilendir. Bugünkü ilimlerle bunlar hakkında nasıl bilgi edinebilmekteyiz?
İnsanı görerek yaşıyoruz. İnsanın yapısına baktığımızda şöyle bir varlık olarak görürüz. 100’e yakın parçacıktan oluşan, atomdan oluşan madde vardır. Bunların etrafında elektronlar dolaşır. Bunlar elektriği oluşturan parçacıklardır. Atomlar ortak elektronları birleştirerek zerreleri oluştururlar. Molekülleri oluştururlar. İnsanın bedeni bunlarla örülmüştür. En büyük özelliği, sıcakta bu moleküller parçalanır. Canlılar elli dereceden daha fazlasına dayanamazlar. Bu sebepledir ki güneş gibi sıcak olan yıldızlarda bizim gibi moleküllerden oluşan canlılar varolamazlar. Oysa bugün fizikte keşfedilen çekirdek oluşmasında çekirdekler doğrudan birleşip ayrılmaktadır. İşte çekirdeklerden oluşan varlıklar güneşin sıcaklığına dayanabilmektedir. DNA yapıları bize benzeyen bu varlıklar güneşte ve diğer sıcak yıldızların içinde yaşayabilmektedir. Güneşten gelen ışıkları tahlil ettiğimizde, güneşte de dünyada olan oksijen karbon devrine benzer bir devrin oluşmakta olduğunu biliyoruz.
Yine bugün fizikte keşfedilen önemli bir olay vardır. Bir maddenin iki hızı vardır. Biri kendi hızı biri de dalgasının hızı. Bu iki hızın çarpımı ışık hızının karesine eşittir. Yani, kendi hızı ne kadar azsa, dalgasının hızı o kadar fazladır. Bizim hızımız ışık hızından fazla olamaz. Dalga hızımız da ışık hızından az olamaz. Bunlara zâhir uzayın varlıkları diyoruz. Bugün matematikten biliyoruz ki zahiri uzayın yanında bâtıni uzay vardır. Batılılar buna “imajiner uzay” diyorlar, Türkler ise “sanal uzay” diyorlar. Kur’an ise uzayımıza zâhir uzay, diğer uzaya bâtın uzay diyor. Cin ve insanların bedenleri zâhir uzayda, dalgaları bâtın uzaydadır. Melek ve ruhların bedenleri ise bâtın uzayda, dalgaları bizim uzaydadır. İşte bu dalgalar sayesinde ruhla beden arasında ilişki sözkonusudur. Şuurla, sanı olarak ilk olarak melekleri var etmiştir. Yeryüzünde yaptıkları işleri onlara yaptırmaktadır. Mesela, yeryüzünü canlıların yaşayacağı şekilde düzenleme işini onlara yaptırmıştır. Canlıların genlerini meleklere dizdirmiştir. Bunlar doğal kanunları kullanarak Kâinat’ın genel düzenini düzenlemektedirler. Biz sıtma ilacını buluyoruz, buna karşılık da sıtma hastalığı yapan hücreler de bize karşı ilaç geliştiriyorlar. Peki, onlar bunu hangi laboratuarlarda üretmektedirler? İşte onlara bu direnmeyi öğretenlere biz ‘melek’ diyoruz. Biz bugün biliyoruz ki, insandan daha zeki varlıklar bu Kâinat’ta birtakım işler yapmaktadırlar. İşte bunlara ‘melek’ diyoruz. Biz elektriği de görmüyoruz ama ortalığı aydınlattığı için vardır diyoruz. Biz zaten hiçbir şeyi doğrudan bilemeyiz. Müsbet ilimler de meleklerin varlığını kabul etmek zorundadırlar. Böyle bir şey kabul etmediğimiz zaman sebepsiz varolmaya gitme zorunluluğu vardır ki, böyle bir şeyi kabul etmek müsbet ilmin inkârı olur.
Burada şu soru sorulabilir.
-Allah melekleri istihdam etmeden bu işleri yapamaz mı?
Elbette yapar ama o zaman Allah abesle iştigal etmiş olur. Allah insan, melek, cin ve ruhları şuursuz varlıklar için değil, aksine bütün Kâinat’ı bu dört tür şuurlu varlıklar için var etti. Onun için O sadece ilk yaratılışı kendisi yapmaktadır. Ondan sonra ise şuurlu varlıklarla Kâinat’ın düzenini yürütmektedir.
-Allah neden meleklerle konuşmaktadır?
Yapacaklarını onlara anlatmaktadır. Anlatmaktadır, çünkü insanın genlerini oluşturacak, maymun genlerini insan genleri ile değiştirecek kimseler meleklerdir. İnsan için istişarenin manâsı ikidir. Biri istişare edenin bilmediklerini öğrenmesi, diğeri de uygulayacakların ne yapacaklarını öğrenmesidir. Allah ise bilmediğini öğrenmek için değil de, yapılacakları yapacaklara anlatmak için istişare yapılır. Böylece Allah yöneticilere istişarenin gerekliliğini de anlatmaktadır. Ben bile istişaresiz iş yapmıyorum, sizin hiç yapmamanız gerektiğini anlatmaktadır.
إِنِّي جَاعِلٌ فِي الْأَرْضِ خَلِيفَةً (EinNIy CAvGıLun FIy eLEaRWı PaLIFaTan)
“Ben yeryüzünde bir halife var edeceğim.”
Buradaki “Arz”dan maksat, üzerinde yaşadığımız yer yuvarlağıdır. Güneş’in çevresinde dönen on gezegenin üçüncüsüdür. Allah yer yuvarlağını oluştururken meleklere iş yaptırmıştır. Eksenin dönme hızı, tâ güneşten koparken ihtiva edeceği maddelerden işe yarayanları almışlar, işe yaramayanları ayıklamışlar ve başka gezegenlere atmışlar, gerekenleri yeryüzünde bırakmışlar. Yani, diğer gezegenler yeryüzünün çöplüğüdür.
Sonra yeryüzündeki dağlar, göller, sular hep melekler tarafından düzenlenmiştir. Canlıların DNA’larını melekler dizmiştir. Canlılardaki evrim ve yeni türlerin oluşturulması yine melekler vasıtasıyla yapılmaktadır. Hâsılı, yeryüzünün görevlileri meleklerdir. O melekleri toplayan Rab artık onların görevlerinin mahiyetini değiştirmektedir. Kendilerinden başka halifeyi yeryüzüne koyacağını söylemektedir.
Burada “Hâlikun” demiyor da “Câilun” diyor. Yani, insanı yeniden yaratmıyor, zaten yaratılmış olan insanı yeryüzüne atıyor, burada görevlendiriyor. Şimdi canlıların yaratılışı üzerinde önce iki görüş vardır. Tesadüflerle kendiliğinden oluşma iddiası, ciddi ilim adamlarınca hiçbir zaman kabul edilmemiştir. Darwin tarafından da ileri sürülmemiştir. Bu iddialar dünyayı ateist yapmak isteyen Yahudilerin sömürü sermayesi şarlatanları bulmuş ve onlara hiçbir ilmî değeri olmayan hipotezleri ileri sürdürmüştür. DNA’ları bulan büyük ilim adamları da bu akışa maddi çıkarları nedeniyle seslerini çıkarmamış veya aksine beyanlar vermek zorunda kalmışlardır.
Bugün ilmen sabit olan şudur. İlk hücre var edildi. Bu hücredeki genetik yapı ileride değişik türlerin oluşmasına imkan verecek şekilde idi. Bugün insanın ilk yumurta hücresi de böyle değil mi? Zamanla çoğalmakta ve değişmekte, yeni dokular oluşturmaktadır. Deri hücresi ile kan hücresi, kemik hücresi tek hücreden oluşmuyor mu? Bunun dışında hiçbir ilmi izah mümkün değildir. Bu hususta müsbet ilme inanan herkes, yani sebepsiz bir şey olmayacağını kabul eden herkes ittifak hâlindedir. Şarlatanlığın ilmî değeri yoktur.
Ancak, bugün iki teori vardır.
Yeryüzüne ilk hücre konmuştur. O hücre evrimleşmiştir. Bugünkü canlılar olmuştur. Yani, insan yeryüzünde halk olunmuştur demektir. Burada eğer “Hâlikun” denseydi öyle manâ verebilirdik.
Diğer görüş ise Allah uzayda bir yerde yeni türleri üretmekte, ek hücreden geliştirmektedir. Sonra onları yeryüzüne günü gelince taşımaktadır. Buradaki “Câilun” kelimesi bunu ifade etmektedir. Melekler başka gezegenlerden insanın ne olduğunu bilmektedirler. Yahut onlara inşa edebilmeleri için insanın plan ve projesini vermiştir. İnsanın ne olacağını plan ve projeden bilebilmektedirler.
Sonuç olarak şunu deriz ki, canlılar ilk tek hücreden DNA’ların işleyişi ile oluşmuştur. Ama bu yeryüzünde mi, yoksa bu evrim gökte bir yerde mi yapılmaktadır. Oradan dağıtılmaktadır. Kesin bilmiyoruz. Bu âyet başka yıldızların gezegenlerinden geldiği hususuna zahiren işaret etmektedir.
İnsan Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. Çünkü içtihadını yapacak. Kural koyacak, hüküm verecek. Bu Allah’ın işidir. Kendisi bu hususta Allah’ın halifesi olarak bu işleri yapmaktadır. Sonra dönecek, bir kul olarak o içtihadına göre amel edecektir.
İnsanlar bir araya gelecekler ve sözleşmeler yapacaklar. Bunu Allah’ın halifesi olarak yapmaktadırlar. Sonra da bu sözleşmelere uyarlar ki bu sefer de kul olurlar. İstişarî kararlar vekillerin aldığı kararlar olduğu için kendi kararları sayılır. Hakemleri de kendileri seçtikleri için onların verdiği kararlar da kendi kararlarıdır. Böylece birlikte aldıkları kararlarla birlikte çalışarak Allah’ın yeryüzündeki halifesi olurlar.
قَالُوا (QAvLUv) “Kavlettiler.”
Melekler dediler. Rab meleklerle istişare ederken, onlar çekinmeden itiraz etmişlerdir. Bu isyan manâsında bir itiraz değildir. Öğrenme anlamında bir itirazdır. İstişare esnasında insanın aklına ne gelirse onu söylemelidir. Kişiler başkalarından duyacaklarını istişarede duysunlar, ona göre direnmeye hazır olsunlar. Bu sebepledir ki fikir ne kadar saçma olursa olsun söylenmesi gerekir.
Adamın biri, bir yerlerden talimat alarak, Hazreti Muhammed aleyhisselâmı başında karikatür olarak dinamit fitili ile resimlemiş. Bu bir iddiadır. Bizim görevimiz sokaklara dökülüp onu susturmak değil, onun bu iddiasına ilmî ve tarihî cevabı vermektir. Böyle ifadelerden ancak gerçekten öyle olanlar gocunurlar.
Hazreti Muhammed aleyhisselâm o zamana kadar devlet kurma aşamasına gelememiş ilkel topluluğu devlet aşamasına ulaştırmıştır. Nitekim o zaman iki taraf arasında olan tüm savaşlarda 500 kişi ölmüş, bunun yarısı mü’minlerden, diğerleri de karşı cepheden idiler.
Marksistler ise kırk milyon insanı öldürdüler ve sonları da fiyasko olmuştur. İki dünya savaşı onların beyinlerinde neler olduğunu ifade eder. Bu kıssadan insanların çok büyük dersler almaları gerekir.
أَتَجْعَلُ فِيهَا مَنْ يُفْسِدُ فِيهَا (Ea TaCGaLu FIyHAv MaN YuFSiDu FIyHAv)
“Orasını ifsat edecek kimseyi mi ca’ledeceksin?”
“Orasını ifsat edecek kimseyi mi ca’ledeceksin?” diye itiraz etmektedirler.
“Ea” harfi ile soru sorduğunuz zaman ‘niçin böyle yapıyorsun’ anlamı anlaşılır. İnsanın görüşlerini serbest ifade etme hakkı vardır. İtiraz etme hakkı vardır. Melekler kendi karşı fikirlerini açıkça ifade etmektedir. İsyan, karar verildikten sonra karara karşı çıkmaktır. İstişarede ise her şeyi beyan etmek tamamen serbesttir. İnsanların yeryüzünü ifsat edeceğini söylemektedir. Diğer bütün canlılar arasında denge vardır.
Kurtlar çoğaldığı zaman kuzular azalır. Böylece aç kalan kurtlar azalmaya başlar. Kurtlar azalınca kuzular çoğalmaya başlar. Bütün canlılar arasında böyle doğal denge vardır.
Oysa insan öyle güçlü yaratılmıştır ki onu dengeleyecek güç yoktur. Dolayısıyla çevre kirliliği gibi bir sorunla karşı karşıya gelinmektedir. Bu husus ancak 20nci yüzyılda ortaya çıkmıştır. “Arzı ifsat ederler” demek, doğayı ifsat anlamındadır.
وَيَسْفِكُ الدِّمَاءَ (Va YaSFiKu elDiMAEa) “Ve kanlarını akıtırlar.”
Çevre kirliliği oluşturan insan dışında bir yaratık olmadığı gibi aynı türden canlılar arasında savaş da yoktur. Denge değişik tür canlılar arasında sağlanır. Kuzular kendilerini sadece kaçarak savunurlar, kurtları öldüremezler. Bunlar arasındaki denge başka canlılar arasında konan besin zinciri ile sağlanmaktadır.
Oysa insan çok güçlü yaratıldığı ve insanı yenecek bir canlı olmadığı için denge insanların kendi aralarında konan savaşlarla sağlanmaktadır. Savaş kıyamete kadar sürecektir. İnsanlar arasındaki denge böyle sağlanacaktır. Dolayısıyla kirlilik de sürecektir.
Bugünkü bazı aklı evveller, nasıl dünyayı beğenmeyip savaşa karşı faaliyette bulunuyorlar, nasıl et yemeyi ve dolayısıyla hayvan kesmeyi uygun görmüyorlarsa; melekler de o zaman aynı şekilde Allah’a itiraz etmektedirler. Bugün yaptıklarına bakarak bizim de ilk bakışta beğenmediğimiz insanı, o zaman melekler de beğenmemiştir. Bugünkü felsefecilerden biri aklı sıra ‘Allah insan projesinde başarılı olamamıştır’ demiş!
Oysa, canlılarda ayıklanma diye bir olay vardır. Savaş insan neslinde ayıklama müessesesidir. İnsan nesli böylece kendini korumakta ve uygarlıkta evrim olmaktadır.
وَنَحْنُ نُسَبِّحُ (Va NaXNu NuSabBiXu) “Biz seni hamdin ile tesbih ediyoruz.”
“Tesbih etmek”, yüzdürmek veya uçurmaktır. Arapçada uçmak “Tayr”, yüzmek “Havz” olarak ifade edilir. Ama bunların ikisini birlikte ifade eden bir kelime vardır, o da “Sebh”dir.
Fizikte bilinmektedir ki yüzmek ve uçmak aynı teknoloji ile yapılmaktadır. Merkeze çeken kuvveti yenmektir. Böylece “Sebh etmek” demek aynı zamanda merkezkaç kuvvettir. Nitekim Kur’an’da, “Hepsi bir yörüngede sebh ediyorlar” denmektedir. “Tesbih etmek” demek yüzdürmek demektir. Çekim kuvvetini yenecek işler yapmaktır. Kâinat ilk yaratıldığı günden beri bir yanıyla genişlemektedir, ama diğer yandan da her şey fanidir. Çökmektedir, yıkılmaktadır. Güneş ışık saçmakta ve soğumaktadır. Bir gün gelecek ve ışığı bitecektir. Yeryüzüne gelen ışık canlılar sayesinde kullanılarak çökmesi ve birden yok olması önlenmektedir. Canlı demek, bozulmakta olan Kâinat’ın ömrünü belirlenmiş zaman kadar korumaktır. Düzeni ayakta tutmaktır. Bunu yapmakla melekler görevlidirler. Düzenin bozulmasını önlemektedirler.
بِحَمْدِكَ (Bi XaMDiKe) “Hamdin ile tesbih ediyoruz.”
“Hamd”, karşılıksız oluşan iyiliktir. Değerdir. İnsanlar emeklerini harcarlar. Ama harcadıklarından daha fazlasını elde ederler. Böylece uygarlık oluşur, nüfus artar. Bu emek verilmeden elde edilen güce hamd denir. Bu Allah tarafından verilmiştir. Yani, melekler diyorlar ki, senin verdiğin gücü kullanarak biz yeryüzünde olmakta olan çöküntüleri, düşmeleri önleriz. Bir şeyi birisine verir, onun karşılığını alırsanız buna hamd demiyoruz. Verilenin karşılığını ödeme şükürdür. “Hamd” ise verilenden alınanlara karşılık dil ile bunu ifade etmektir. Bir tür bu nimeti kabul edip ondan yararlanmadır. Melekler de Allah’ın düzenini koruyarak ona hamd etmiş olmaktadırlar. Hamd ile ibadet arasında şu fark vardır. İbadet, bir karşılık almak için verilendir. Amelden öncedir. Hamd ise amelden sonra karşılık aldıktan sonra yapılan ameldir. Önce ibadet sonra istiane, önce istiane sonra hamd. Allah meleklere güç vermekte, o güçle düzeni korumaktadır. Bu hamddir. Çünkü güç önce verilmiş.
وَنُقَدِّسُ لَكَ (Va NuQadDiSu LaKa) “Seni takdis ediyoruz.”
“Takdis etmek” demek, toplantıya katılmak demektir. “Mukaddes yer”, toplantının yapıldığı yer demektir. “Takdis etmek” demek, toplantıya katılarak onun beyanlarını dinlemek demektir. Buradan öğreniyoruz ki meleklerin de ibadetleri var, namazları var, oruçları var.
قَالَ إِنِّي أَعْلَمُ مَا لَا تَعْلَمُونَ(30) (QAvLa EinNIy EaGLaMu MAv Lav TaGLaMUvNa)
““Sizin bilmediğinizi ben biliyorum” dedi.”
Hazreti Adem’den önce canlılarda evrim oluyordu. Zamanla yeni türler ortaya çıkıyordu. Bu evrimi melekler gerçekleştiriyordu. Şimdiki insan da böylece oluştu.
Ama bundan sonra biyolojik evrim sona ermiş ve sosyolojik evrim başlamıştır.
İnsanlar birçok şeyler keşfettiler. Yer yuvarlağının dışına çıktılar. Yarın oralarda kentler kuracaklardır. İnsanlar yalnız yeryüzünü değil, tüm Kâinatı imar edecek ve evrimleştirecek bilgi ve becerilere ulaşmaktadırlar.
İşte melekler bu evrimi bilmiyorlardı. Melekler sadece verilen projeyi uygulamakta idiler. Nitekim biz de bugün pek çok şeyi bilmiyoruz. Mesela, bundan elli sene evvel bilgisayarlardan haberimiz yoktu. Televizyon bilinmiyordu. Bugün biliyoruz. Yarın da bizim bilmediklerimizi gelecek nesiller bilecektir.
Bir cenine, bir bebeğe bakarak, ‘insana ne gerek var’ diyebiliriz. Ama ergin insanı görünce ‘olabilir’ deriz. İnsan öldükten sonra daha da yükselerek yeniden dirilecektir. İnsanı bugünkü hâliyle değil, geleceği ile değerlendirmek gerekir. İnsan yeryüzüne orası yani o yeni hayatı için getirilmiştir.
***
وَعَلَّمَ آدَمَ الْأَسْمَاءَ كُلَّهَا (Va GalLaMa EAvDaMa elEaSMAEa KulLaHAv)
“Ve Adem’e bütün esmayı tâlim etti.”
“Alleme” fiili kullanılmıştır. Yani, Hazreti Adem isimleri bir anda öğrenmedi. Eğitilerek öğretildi.
Bitkiler de dahil olmak üzere, bütün canlıkların dilleri vardır. Melekler de Allah ile ve kendi aralarında konuşmaktadır. İnsanlara öğretilen esmanın küllisidir. Yani, insanın adını bilmediği bir şey kalmamıştır.
“İsim” varlıklara insan beyninde verilen işaretlerdir.
Mesela “dağ” dediğimizde beynimizde bir varlık anlatırız. O özelliğe haiz ne kadar varlık varsa hepsinin adı dağdır. Mesela, ben bir dağ göstersem ve sizden birine ‘bu dağdır’ desem, onun beyninde ona benzer varlıkların adı dağ olur. Ne var ki, benim beynimdeki dağ ile onun beynindeki dağ aynı değildir.
Bir toplulukta dağ olarak kabul edilenleri iki şekilde düşünebiliriz. Bütün fertlerden her birine göre dağ olan o topluluğun dağ kavramı içindedir. Bunlara toplam dağ kavramı diyoruz. Bir de bütün fertlere göre dağ olanlar vardır. Buna dağ kavramının çarpımı diyoruz. Burada görülüyor ki, dağ kelimesinin delâlet ettiği manânın bir kısmı o topluluk için kesindir. Bir kısmı ise kimine göre dağdır, kimine göre değildir. Bu durum dilde esneklik ortaya çıkarmaktadır. Bu adlandırma sayesinde insanın ad koymadığı bir şey olmamaktadır.
“Eşyaların hepsini öğretti” demiyor, “isimlerin hepsini öğretti” deniyor. Çünkü eşyalara isim koyma kabiliyeti insana verilmiştir. İşte bu ad koyma sayesindedir ki insan mantığı ve matematiği geliştirmiş, bunun sonucunda da günümüzde bilgisayarları üretmiştir.
ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلَائِكَةِ (ÇümMa GaRaWaHuM GaLAy eLMaLAEıKaTi)
“Sonra onları meleklere arz etti.”
Esmaya zamir gönderirken “Ha” zamiri kullanılmış ve akıllı olmayan varlıklara işaret etmiştir. “Arz ederken” akıllı varlıklar için kullanılan “Hum” zamirini kullanmıştır. İsimleri Adem’e öğretmiş, sonra tesmiye edilenleri meleklere arz etmiştir. Kimdir bunlar? Yani, meleklere arz edilen ve isimleri sorulan kimseler kimlerdir? O zaman diğer insanlar da yaratılmış mi idi?
“Sümme/Sonra” kelimesini kullanmaktadır. Yani, Adem’i yaratmış, eşini yaratmış, çocuklarını yaratmış ve aralarında konuşmaya başlamışlar. Kişilere de ad takmışlardır. Her biri birbirini adları ile çağırıyordu. Meleklere işte onları gösterdi. Hazreti Adem’in ehl-i beytini gösterdi. O kimselerin adlarını sordu. Bilemediler. Kendileri de birer ad takamadılar. Çünkü onlar mevcut dili biliyorlar ama yeni dil icad edemiyorlardı. İnsanlar ise kıyamete kadar yeni şeyler öğrenecekler ve onlara da isim verecekler, yeni şeyler icad edecekler ve onlara da ad vereceklerdir. Beyinlerinde o isimlere dayanan ilimleri geliştireceklerdir.
“Adem’e isimleri talim etti” deniyor da, “dili tarif etti” denmiyor. Çünkü ilk öğretilen isimlerdi. Kıyas yoluyla isimler çoğaltılıyor. Bunun yanında sıfatları, fiilleri, harfleri de zamanla insanlar oluşturdular. Dil oluşturma kabiliyetleri nedeniyle bugün uygar diller doğmuştur. Onunla Kur’an söylenebilmiştir. Dili üretme kabiliyetleri olduğu için değişik kavimler değişik dilleri oluşturdular. Aynı dili bilenler birbirleri ile anlaştılar. Böylece değişik uluslar ortaya çıktı. İnsanlar dilleri sayesinde insan oldular.
“Halife yaratacağım” diyor, sonra “Adem’e öğretti” diyor. Demek ki yarattığı halife Hazreti Adem’dir.
“Edm” kılları dökülmüş siyah deri demektir. “Buşr” ise kılları dökülmüş siyah olmayan, siyahtan kırmızıya çalan deri demektir. İlk yaratılan insan siyah idi. Zamanla DNA’larda eksilme meydana geldi ve siyah olmayan insanlar da ortaya çıktı. Bugün DNA araştırmaları Kur’an’ın bu ifadesini doğrulamaktadır. Çünkü siyah deriden beyaz derili DNA’lar oluşur ama aksi olmaz.
Burada şuna işaret etmemiz gerekir. İnsan kâinatta vardır ve diğer gezegenlerde yaşamaktadır. Kâinatın emaneti insana verilmiştir. Ama yeryüzündeki insanın ataları ise Adem oğullarıdır. Diğer gezegenlerdeki insanların ataları bizim dünyamızın atası olan Adem değil, başka Adem’lerdir.
فَقَالَ أَنْبِئُونِي بِأَسْمَاءِ هَؤُلَاء (Fa QAvLa EaNBiEUvNIy Bi EaSMAEi Hav EuLAvEi)
“Bunların isimlerini bana imba ediniz.”
Meleklere Hazreti Adem’in ehl-i beytini gösterdi ve onlara bunların isimlerini bildiriniz dedi. Onlardan basit bir şey istedi. Beş, on veya yirmi kadar insanın isimlerini sordu. Onlar bilemediler. Çünkü onlar ad takmayı bilmiyor, bir de kendilerine öğretilen şeyleri öğrenemiyorlardı. İnsanoğlu ise hep ilmini genişletmektedir. Dili de gelişmektedir. Uygarlık da o sayede gelişmektedir.
Burada bilgisayardan örnek verebiliriz. Yazılan programı çalıştırma başkadır, programı yazma başkadır. Melekler yazılı programı çalıştırmayı iyi biliyorlardı ama program yazmayı bilmiyorlardı. İnsan ise program yazmayı öğrenmişti. Mesela, biz de marketin çok gelişmiş programını alıp uygulayabilirdik. Ama o zaman da bir yenilik yapmazdık. Şimdi, belki kendi programımız basittir ama her zaman geliştirebilmekteyiz.
إِنْ كُنتُمْ صَادِقِينَ(31) (EiN KuNTuM ÖAvDiQIyNa) “Sadık iseniz.”
Ne hususta sadık iseniz? Hamdin ile Sen’i tesbih ederiz sözünüzde sadık iseniz, insanın yaptığını siz de yapabilecek durumda iseniz, o halde siz de şu birkaç kişinin adlarını bir sayıverin.
***
قَالُوا سُبْحَانَكَ (QAvLUv SuBXANaKa) “Sen sübhansın dediler.”
Yani, Sen her şeyi bilen ve bildirensin. Bizim itirazımız öğrenme hususunda idi, yoksa biz Sana bir şey öğretmiş durumda değildik. Melekler yaptıklarından dolayı özür dilediler.
Ama bugün kimi insanlar hâlâ insanın başarısız bir proje olduğunu söyleyebiliyorlar.
İnsan zor bir projedir. Allah her şeye kadirdir. Ama Allah bir ikinci tanrı yaratmaya kadir değildir. Çünkü ikinci tanrının varlığı muhaldir. Allah ikinci tanrıyı yaratmamıştır, ama Allah insanı yaratmakla tanrıya halife yaratmıştır. İşte meleklerin aklının ermediği nokta burasıdır.
İnsan halife olarak vazi-i şeriat olmaktadır. Sani-i âlât olmaktadır. Melekler de DNA gibi bir çok yeni şey yapmaktadırlar. Ama proje Allah tarafından verilmektedir. İnsan ise kendisi proje yapmaktadır.
لَا عِلْمَ لَنَا إِلَّا مَا عَلَّمْتَنَا (Lav GiLMa LaNAv EilLAv MAv GalLaMTaNAv)
“Bize talim ettiğinizden başka ilmimiz yoktur.”
Yani, melekler kendileri ilimlerinde bir geliştirme yapamazlar, ne biliyorlarsa onu biliyorlar.
Diğer hayvanlar da böyledir. Arılar ve karıncalar çok iyi birer mühendistirler. Bizim yapamadığımız petekleri yapmakta ve bal üretmektedirler. Ama mühendislikleri milyon yıldır hep böyledir, değişip gelişmemiştir. Oysa, insanın bundan elli yıl önce yaptığı fotoğraf makinesine bakınız, bir de şimdi yaptığına bakınız. Birbirine benzemiyor bile. İnsandan önce gelen hayvanlar da alet kullanıyordu, ateş yakıyordu, avcılık yapıyordu, toplayıcılık yapıyordu. Hattâ çobanlık yapan hayvanlar da vardır. Ne var ki kullandıkları aletler hep aynı idi. Dolayısıyla çeşitleri azdı. İnsan ortaya çıkınca kullanılan taşlar bile birbirine benzemez oldu ve çok çeşitlendi. Bu özellik meleklerde de yoktur.
إِنَّكَ أَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ(32) (EinNaKa EaNTa eLGaLIyMu eLXaKIyMu)
“Hakîm alîm olan Sen’sin.”
“Hakîm” hükmeden demektir. “Alîm” ise bilen veya bildiren yani öğreten Sen’sin demektir.
Her iki kelime de harfi tariflerle gelmiştir. Bilen ve hükmeden yalnız sensin demektir. Her şeyi bilen ve her şeye hükmeden Sen’sin demektir.
Rab bunları meleklere sorduğu zaman Hazreti Adem bunların konuştuklarını duyuyor mu idi? Allah Adem ile nasıl konuşuyordu? Bugün biz melekleri göremiyoruz, Allah’la doğrudan konuşamıyoruz. Bunlarla yapılan konuşmaları o zaman Adem ve yanındakiler duyuyorlardı. İnsanda melekleri görme ve onları duyma melekesi vardı. Ancak bu özellik yalnız peygamberlere verilmişti.
İnsan beyninde köreltilmiş birçok DNA’lar vardır. O DNA insan olgun yaşta iken de açılabilir. Peygamber olacak kimseye melek gelir ve beyindeki o devreleri oluşturacak DNA’lar açılır, o insan meleklerle melek istediği zaman konuşabilir.
Son peygamberden sonra vahiy kesildiği için artık o konuşmalar yapılmamaktadır.
***
قَالَ يَاآدَمُ أَنْبِئْهُمْ بِأَسْمَائِهِمْ (QAvLa YAv EaDaMu EaNBiEHuM Bi EaSMAEiHiM)
“Şöyle dedi: Ey Adem onlara isimlerini inba et.”
Melekleri insanlar görmeseler de melekler insanları görmektedirler. Bugün de şeytan ve melek biziz, görebilir ama biz onları göremeyiz. Ağaçları biz görüyoruz ama ağaçlar bizi görmüyor. Yahut kamera koyuyoruz, biz oraları görüyoruz ama onlar bizi görmemektedir. Gece gören gözlüğü takanlar çevreyi görürler, çevredekiler ise onu görmezler. Hazreti Adem yanında olanların isimlerini saydı.
فَلَمَّا أَنْبَأَهُمْ بِأَسْمَائِهِمْ (FaLamMAv EaNBaEaHuM Bi EaSMAEiHiM)
“Onara isimlerini onlara inba edince.”
“Onara isimlerini inba edince” demek, Hazreti Adem melekelere inba etmiştir. Hazreti Adem melekleri görmektedir. Çünkü o nebidir. Onun melekleri görme DNA’sı açılmıştır.
İnsan doğduğu zaman konuşma DNA’larına sahiptir. Ama belli yaşa gelinceye kadar konuşamaz. Konuşma melekesi kapalıdır. İnsan için de bu böyledir. Kur’an’da, âhirette parmak izlerini bile tesviye edeceğiz deniyor. Yani insan aynı DNA’larla gelecektir. Ölüm DNA’ları düzeltecek demektir. Bir de meleklerle görüşme DNA’ları da faaliyete geçecektir. Âhirette başka insan olmayacaktır. İnsan yine bu insan olacaktır. Hazreti Adem meleklere topluca hitap etmiştir.
قَالَ أَلَمْ أَقُلْ لَكُمْ (QAvLa EaLaM EaQuL LaKuM) “Ben size kavl etmedim mi?”
Burada meleklerle istişare yapmaktadır. Onlarla tartışmaktadır. Sonra da göstererek öğretmektedir.
Adem’i yaratıyor, ona esmaı talim ediyor. Onlar bilemiyorlar, Adem ise onlara bildiriyor. Bu çok basit bir olay, ama bu insanlığın yeryüzünde nasıl sonra hükümran olacağını bu basit olayla meleklere anlatıyor.
Çünkü insan yeryüzünde yalnız başına hareket etmeyecektir. Melekler ve cinden olan şeytan insanı insan yapacaktır. Çünkü irade sahibi olarak karar almak çok zor iştir. İnsan ancak dengede olduğu zaman karar alabilir. Tam sırtın üstünde yürüyen insan sağ yamaca veya sol yamaca kolayca meyledebilir ama yamacın altında olan insan tırmanıp tepeyi aşamaz, ona çok zor olur.
İşte, Allah insanı yarattı ama ona iki yolu gösteren mihmandar da verdi. Bu olay işte o melekleri ve şeytanları görevlendirme merasimidir. İlk yapılan zordur. Ondan sonra artık herkes kendi işini bilir.
إِنِّي أَعْلَمُ غَيْبَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ (EinNIy EaGLaMu ĞaYBa elSaMAvVAvTı Va eLEarWı)
“Ben semavât ve arzın ilmini biliyorum.”
Daha önceki konuşmalarda “Ben sizin bilmediğinizi biliyorum.” demiştir. Demek ki orada tartışmalar uzun sürmüştür ve onlara neyi bilmediklerini de söylemiştir. Orada anlatmadı da onu burada anlatıyor.
Gayb şehadetin karşılığıdır. Görünmeme gaybdır. Uzakta olanlar, perde arkasında olanlar gayb olduğu gibi geçmişte olanlar ve gelecekte olanlar da gaybdır. İnsanların yeryüzünde neler yapacaklarını Allah bilmekte idi. İnsanı onun için yaratıyordu. Daha önce dinler yöreye ve zamana göre değişiyordu. Çünkü o zaman bugünkü ulaşım, haberleşme, korumaya alma, yorumlama imkanları yoktu. Onun için kitaplar ve peygamberler farklı idi. Oysa şimdi tek kitap var ve artık yeni vahiy gelmeyecektir. Eğer biz meleklerin yerinde olsaydık, Kur’an’ın nâzil olup son kitap olmasına itiraz ederdik. Eskimolar bundan nasıl yararlanacak derdik. Bin sene sonra bu kitabı nasıl bulacaklar derdik. Düşünün ki o zaman daha kâğıt icad edilmemiş. Ama gaybı bilen Allah günü geldiğine hükmetmiş ve Kur’an’ı indirmiştir. Eğer böyle yapmasaydı, çıkıp da bu tek ümmet olan insanlığa bu ayrı kitaplar ve peygamberler nedir derdik. Kur’an’dan başka kitaplarının asıllarının elimizde olmayışının hikmeti de budur. O kitaplar Kur’an’ın ilahi kitap olduğuna şehadet ediyor. Ama zamanla asıllarının kalmaması ile de Kur’an’ın tek metin olarak elde bulunmuş olmasıdır.
وَأَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا كُنتُمْ تَكْتُمُونَ(33) (Va EaGLaMu MAv TuBDUvNa Va MAv KuNTuM TaKTuMUvNa)
“İbda ettiğinizi de ketmettiğinizi de ilm ediyorum.”
Demek ki meleklerin içlerinde daha pek çok düşünceleri vardı. Ama onlara fazla söz hakkı tanımadı. Söylemenize gerek yok. Önce bir yapayım, göstereyim de sonra sizinle tartışalım. Bu da çok önemli bir husustur.
“Adil Düzen”i anlatıp savunmamız bir şey ifade etmez. Göstermemiz gerekir. Necmettin Erbakan’ın “Adil Düzen” kitabında anlatılanlar vardır. Refah Partisi iktidara gelip hükümet olunca orada yazılanların ne kadarı hükümet programında yer aldı. İşte hata bu idi. Çünkü koalisyonda bakanlara müdahale esası alınmıştı.
Oysa Millî Görüşçüler onlarla şöyle anlaşma yapacaklardı. Önce ittifak ettiğimiz hususlarda kurallar koyalım ve onu uygulayalım. Ama ittifak etmediğimiz hususlarda biz bizim “Adil Düzen”i uygulayacağız, siz de sizin düzeninizi uygulayın. Başarı kriterlerini baştan tesbit edelim. İki sene böyle uygulayalım. Sonra eğer ikisi de başarısız olursa iktidarı bırakalım. Biri başarılı olursa diğeri ona uysun, ikisi de başarılı olursa öyle devam ederiz denmeli idi. Erbakan kendisinde olmayan bakanlıklara asla karışmayacaktı. Çiller de bizim bakanlıklara karışmayacaktı. Başarı notunu hakemler takdir etmeliydiler. Her türlü nizalar hakemlerle çözülmeli idi. Böylece gösterilerek insanlara anlatılmalı idi. Öyle yapılmadı, hak ile bâtıl karıştırıldı. Başarının nereden geldiği bilinmedi. Sonunda tasfiye edildi. Bugün biz Adil Düzenciler görmeden inanacağız. Gaybın alimi olacağız. Ama karşımızdakilere göstererek anlatacağız. Çünkü Allah böyle yapmıştır.
Arz ve semavat bizim üç boyutlu uzaydır. Bundan 13,7 milyar yıl önce yaratıldı. Yaratılışta bir gaye vardı ve gayeyi Allah bilmektedir. Bugün yapılanlara bakıp da bu yanlış diyebiliriz ama ileriki hedefler için o gereklidir. Kişileri yirmi yaşında askere alıp savaş eğitimi vermek basit akılla makul değildir. Ama böyle yapmayanlar varlıklarını sürdüremezler.
Bu konuyu kapatırken bir hususa işarette yarar vardır. Müsbet ilmin varsayımlarına göre değil de, kör sezileri ile düşünenler, Allah’ın böyle melekleri ve insanı karşısına alarak tartışması ve hitabı mümkün değildir, sadece belli prensipleri anlatmak için yazılmış temsili senaryodur, diyorlar. Oysa, müsbet ilmin ilkeleri vardır.
1. Hiçbir şey yoktan var olmaz, var ise de yok olmaz. Sebepsiz bir şey değişmez. Eskiden beri, ‘insan hep vardı, yaratılmamıştır’ diyorlardı. Bu görüş de akla uygundur. Ama bugün insanın en çok yüz bin yıl önce yaratıldığı bilinmektedir. İster maymundan, ister çamurdan, önemli değil, ama yaratılmıştır. O halde, insanın sebepsiz kendiliğinden yaratıldığını iddia etmek müsbet düşünceye aykırıdır.
2. Değişmeler birtakım kanunlara tâbidir. O kanunlar değişmez. Mesela, yer çeker, bu değişmez. Yahut, ateş ısıtır, bu değişmez. İnsanlar bu kanunları kullanarak birtakım işler yaparlar. Uçağı yaparlar ama uçma kanunlarını değiştiremezler. İnsandan başka uçanlar var, mesela sinekler de uçuyor. O halde bunları yapan ve insana benzemeyen görmediğimiz varlıklar vardır. Bunu kabul etmemek müsbet ilmin ikinci varsayımına aykırıdır.
3. Doğada evrim vardır. Canlılar tür evrimleşmesi ile bu hâle gelmiştir. İnsanlarda da evrim vardır. İnsanın zekâsı ile uygarlık buraya kadar ulaşmıştır. İnsan da bu evrimin eseridir. O halde bu evrimin gerçekleştiği bir olay vardır. Burada bu anlatılmaktadır. Hayali değildir, senaryo değildir. Gerçek bir olaydır. Bunu hayal kabul etmek ancak başka olayların ikamesi ile mümkündür. Bu da ancak insanlardan başka onları bildiren birilerinin olmasıdır. Bütün dinler buna yakın kıssa anlatmaktadırlar.
4. Müsbet ilmin temel varsayımlarından biri de olayları sonuçları ile değerlendirmektir. Buradaki sonuç da şudur. Bu olay insan iradesini açıklıyor. Oysa bunun dışında insan iradesini açıklayan bir varsayım yoktur. Daha açıklayıcı varsayım gelinceye kadar bu kıssayı senaryo olarak göremeyiz.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-347 ADİL DÜZEN DERSLERİ-177 İstanbul, 10 Mart 2006
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI (Reşat Nuri Erol ve Selahattin Öztürk Üsküdar’da değerlendirecektir.)
ÇİN MALLARI MESELESİ VE ÇÖZÜMÜ
Ekonomide serbest rekabet esastır. Çin bir şeyi ucuz yapıyorsa o yapacaktır. Ucuz satıyorsa o satacaktır. Onunla yarışıyorsak yaşama hakkımız vardır. Yok eğer ekonomide onunla yarışamıyorsak, yaşama hakkımız yoktur. Adil Düzen ekonomisinde tam liberalizm vardır. Tekel oluşturmamak şartı ile kimsenin fiyatlarına ve ücretlerine müdahale edilemez. Gümrükler ve kotalar konamaz.
Türkiye Çin ile nasıl rekabet edecek ve yaşayacak? Serbest bir ekonomide ekonomik çevreler kademe kademedir.
1) Her bucak ayrı ekonomik çevredir. Kendi ürettiklerini kendisi tüketir. Başka bucaklardan daha ucuz üretiyorsa onu satar, başkasının ucuz ürettiğini satın alır. Ucuz üretmenin sırları nelerdir?
a) Doğal kaynakları zengin ve verimli olanlar ucuz üretirler. Değişik ülkelerde değişik doğal kaynaklar zengin ve verimli olabilir. b) Yüksek teknolojiye sahip olan bucaklar daha ucuz üretirler. Teknoloji transferi serbest olduğu için bu fark azalır görünürse de, teknoloji yere göre değişeceğinden bu fark hep sürüp gidecektir. c) Yüksek kabiliyetli işçilik yapanlar daha ucuz üretim yaparlar. Yani, kaliteleri yükselir, dolayısıyla ucuz üretme imkanına sahip olurlar. Kabiliyet her bucak için değişik alanlar için değişiktir. d) Ekonomiyi düzenleyen kurum ve kurallar ne kadar üstün ise o ülke üretimi ucuz yapacaktır.
2) Sonra, her il ayrı ekonomik çevredir. Bucaklar ilk ithalatı ve ihracatı illerindeki bucaklara pazarlar ve onların mallarını alırlar. İlçeler il içindeki ortak pazarlardır. Bucak için görülen ucuz üretme kuralları burada da geçerlidir.
3) Her ülke ayrı bir ekonomik pazardır. İller kendi pazarlarında ucuz ürettikleri malları bölge merkezlerinde satar, onun yerine pahalı ürettikleri malları alırlar.
4) Yeryüzü tek bir ekonomik pazardır. Ülkeler kendi pazarlarında ucuz ürettikleri malları dünya pazarlarına satarlar, dünya pazarlarında üretilen malları da satın alırlar.
Şimdi de bu ekonomi transferini zorlaştıranları belirleyelim.
1) Mübadele nakliye külfetini taşımaktadır. Dolayısıyla ucuz üretme çok daha güçlü olmalıdır ki gerçekleşsin. Taşıma masraflarını karşılayamayan ucuzluk mübadeleyi önler. Bunun için ortak taşıma kurumları oluşturulur. Tarihteki kervansaraylar bu hizmeti gören kurumlar idi.
2) Aracılar çoğalacağı için ucuz maliyet aracı kârını da karşılamalıdır. Bunu azaltmanın sırrı faiz yasağı ve serbest rekabet ilkesidir. Sermayeden vergi olan zekât kuralını uygulamaktır.
3) Ülkelerin günümüzde uyguladıkları kotalardır, gümrüklerdir, vizelerdir. “Adil Düzen”de bunların hepsi memnudur.
4) Şeffaf pazarların oluşamamış olması nedeniyle nerede neyin ucuz olduğunu bilemiyoruz. Bunu sağlamanın yolu da haberleşmenin ucuz, hattâ bedava olmasıdır. Kamunun halkını bilgilendirmesi gerekmektedir. Telefon haberleşmeleri bedava tesis edilir.
Bütün bunlar doğru olsa bile, Çin ucuz olarak malları satıyor, ülkemizden ise mal almıyor, böylece Çin’in ucuz malları bizi işsiz bırakıyor iddiaları gerçek değildir. ÇinLİ bize mal sattığında biz ona kâğıt para veriyoruz. O kâğıt para ne işe yarayacak? O da onun karşılığında bizden bir şeyler alacak. Yoksa bedava olarak bize mallarını verir ve bizi zengin eder.
Peki, burada olan asıl kötülük nedir? Çin bize bizim ürettiğimiz malları ucuza satıyor. Sonra o para ile ABD veya AB ülkelerinden mal alıp tüketiyor. Avrupa ve ABD ise bizden mal satın almıyor. Aksine bize borç veriyor. Gittikçe borcumuz artıyor. Biz çalışmadan borçlanarak yaşıyoruz!..
Demek ki, tehlikeli olan sadece ve sadece Batı dünyasının doları veya euroyu bize borç vermesidir. Yani; bizim ekonomik faaliyetimizi felce uğratan yalnız ve yalnız budur. Bu da kasten yapılmaktadır.
Çin ise rahattır; ucuza mâl ettiği malları satıyor, üretemediği malları da dışarıdan satın alıyor.
Bu durumda biz ne yapabiliriz?
1) İlk yapacağımız iş TL’leri Çin bankalarına yatırmalıyız. Çin Yuan’larını da Türkiye bankalarına yatırmalıyız. Çin’den Türkiye’ye mal ithal eden Türk tüccarları Türk bankalarından aldıkları Yuanı ödemek zorunda olmalıdır. Türkiye’den mal satın alacak Çin yöneticileri de Türkiye’den TL ile ödeme yapmak zorunda olacaklardır. Yuan ile TL arasındaki kur farkı Türk bankaları ile Çin bankaları kasalarında mevcut miktarla belirlenir. Böylece Çin ancak satın aldığı mal kadar mal satabilecektir. Dolayısıyla Çin pazarı bize bir sorun oluşturmaz. Bu teknik bir konudur. Üzerinde düşünmeniz gerekir.
2) TL ve Yuan ile ödeme yapma şartı ile gümrükleme sıfırlanmalıdır. Kotalar kalkmalıdır. Türkiye Çin’den neyi daha ucuz üretebiliyorsa veya satın alabiliyorsa, Çin’e onu satmalı, ondan da onların daha çok üretebildiği veya satın alabildiği malları satın almalıdır. Bunu da serbest piyasa kendiliğinden belirler. Eğer devletler müdahale eder, gümrükler alır veya sübvanse ederlerse, pahalı üretilen mal ucuzlamış olur, ucuzlamış mal pahalanmış olur. Sular ters akıtılmaya çalışılır. Kriz olur.
3) Türkler kalitesiz ucuz olarak ithal ettikleri malları kontrolden geçirmek ve vasıfsızları ayıklamak, zayıf olan parçaları değiştirmek suretiyle, bakım ve kontrolünü yaptıktan sonra yeni adla, ortak adla yine Çin’e satmalıdır. Mesela, Çin’den iki kalitesiz matkap alınır, bazı parçaları değiştirilir, bozuk olanlar ayıklanır, böylece kaliteli hâle gelen matkap dünyaya, hattâ yine Çin’e satılır.
4) En önemli dördüncü savunma taktiği ise Çin’den emek ithal etmektir. Nasıl Avrupa bizden emek ithal etti ve onlara ürettirdiği malları bize satıyorsa, biz de Çin’den gelecek insanlara TL ödemek şartı ile Çin’deki ücretlerinin iki mislini öderiz. Onlar Türkiye’de kaliteli üretim yaparlar. TL ödediğimiz için de Türkiye’deki malları alıp giderler. Gümrük ve kotalar olmayacağı gibi; emek harekâtı da tamamen serbest olmalıdır.
İşte görüyorsunuz, Adil Düzen yani ‘halk ekonomisi’ Çin malları tehlikesini ne kadar kolay çözmektedir. Yeryüzünde bizimle tartışabilecek olan varsa, buyursun, bir eksiğimizi veya yanlışımızı bulabilsin. Ama kör, sağır ve dilsizler bizimle tartışamazlar.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-347 ADİL DÜZEN DERSLERİ-177 İstanbul, 10 Mart 2006
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI (Reşat Nuri Erol ve Selahattin Öztürk Üsküdar’da değerlendirecektir.)
ÇİN, SERMAYE VE YAPILMASI GEREKENLER
Yeryüzünde medeniyeti ‘hak medeniyeti’ olarak ilk tesis eden peygamber Hazreti Nuh peygamberdir. Mezopotamya yani Irak’ta ilk şekil yazısıyla Hazreti Nuh şeriatı tesis etmişti. Bu medeniyet kavmî idi, sadece kendi ülkesinde kurulmuş ve gelişmişti. Bu arada daha sonra Mısır’da da bu medeniyetin uzantısı olarak ‘kuvvet uygarlığı’ doğmuştur. Bu iki uygarlığın sentezi ile beşeri bir uygarlığın oluşması için Allah Hazreti İbrahim’i görevlendirdi. Hazreti İbrahim’in hanımı Katura’dan doğan dört oğlu doğuya giderek Brahmanizm ve Budizm uygarlıklarını oluşturdular. Mısırlı Hacer’den doğan Hazreti İsmail’i Mekke’de yerleştirmiş ve son peygamber Hazreti Muhammed aleyhisselâmı o nesilden çıkarmıştır. Hazreti İbrahim’in kendi soyundan olan Sara’dan ise Hazreti İshak doğmuş, İshak’ın oğlu Hazreti Yakub’un nesli seçilmiş bir kavim olarak medeniyetleri oluşturmakla görevli kılınmışlardır.
Nuh medeniyetinden sonra İbrani medeniyetini ve onun devamı olan Yunan ve Roma uygarlıklarını, Hıristiyanlığı ve bugünkü Batı uygarlığını İsrail oğulları kurmuşlardır. İslâm Medeniyeti’ni batıya taşımaları suretiyle bugünkü Batı uygarlığı onların eseridir. İslâmî öğretilerini lâikleştirmişler, Katolik inancını İslâmiyet’in tesiri ile reforme etmiş ve böylece Hıristiyanlık âlemini parçalamışlardır. İslâmiyet’in lâikliğini batıya ateizm olarak empoze etmiş ve sermayeleri ile ekonomiye hakim olmuşlardır. Siyasi kuruluşları emirlerine almışlardır. Ekonomik yolla hakim olamadıkları geri ülkelere ise sosyalizm ile hakim olmuşlardır. Dinsizliği devlet yoluyla yaymışlardır. Avrupa’da nazizm ve faşizm ile; sonra Arap ülkelerinde de sol diktatörlerle ateizmi getirmeğe çalışmışlardır. Sovyet ülkelerinde ve Çin’de ise alenen din düşmanlığı yapılmıştır.
Önce sosyalizm düzeninde halktan zorla aldıkları taşınmazları şimdi “özelleştirme” baskısı ile zorla özel sektöre aktararak sonunda dünyanın tüm taşınmazlarına İsrail oğulları kendileri hakim olmayı hedeflemektedirler. Dünyada sermayeye dayanan tek devlet olacak, ulusal ordular sermaye tarafından finanse edilecek ve onun emrinde olacaktır. Türk ordusu sermayenin jandarmalığını yapmadığı için ona hasım olmuş ve onu dağıtmak için hükümetleri görevlendirilmişti. Ancak, ordu günümüzde AK Parti’yi yanına alarak kendisini dağılmaktan korumuştur.
İşte dünyadaki tüm güçleri emrine almak için sömürü sermayesi (ABD’deki Yahudi sermayesi) dünyaya yeni bir oyun oynamaktadır. Çin’de fabrikalar kurmuştur. Oradaki emekle elde ettiği ucuz malları dünyaya pazarlamaktadır. Dünyanın onu satın alması için dünyaya doları borç olarak vermektedir. Dünya ve bu arada Türkiye, Batı sermayesine borçlanarak Çin mallarını satın almaktadır. Türkiye için bu iki bakımdan tehlike olmaktadır. Faiz karşılığı aktarılan yeşil boyalı kâğıdı dünya ülkeleri, bu arada Türkiye borçlanmaktadır. Yarın faizi ile birlikte talep edecektir. Oysa dünya üzerinde faiz karşılığı dolar bulunmamaktadır. Dünya, bu arada Türkiye, borcunu ödeme imkanı olmadığı için siyasi varlığını ona teslim edecektir. Artık Türk ordusu da direnmeyecektir. Dünyanın bütün siyasi güçleri borç baskısı altında onun emrine girmiş olacaktır. Bir ara borçları silecek ama sonra yeniden borçlandırmaya devam edecektir.
Dünya için -dolayısıyla Türkiye için- dolar borcu tehlikesinden daha büyük tehlike olarak beklenen tehlike açlık tehlikesidir. Çin’de üretilen mallar çok ucuz borç para ile satın alınıp yaşandıkça, Türkiye kendi üretimini durduracaktır. Aradan beş, on, yirmi sene geçtikten sonra, varolan üretim yerleri harap olmuş hâle gelecektir. Bu arada insanlar üretim yapmayı da unutmuş olacaklardır.
Bu gelişmeler olurken tarım işçileri kentlere taşınacak, onlar da ekip biçmeyi unutacaklardır. Sermaye borç vererek köylüye ‘tarlayı ekme şu parayı al’ diyerek onları çalışmaktan uzak tutmakta, onların kentlere taşınmasını sağlamaktadır. Borç dolarlar vererek kentlerde evler yapılmaktadır. Köyler boşaltılmakta, sanayi işletmeleri de iflas ettirilmektedir. Kişiler ev sahibi yapılarak aç bırakılmaktadır. Bir gün gelecek, sermaye Çin’e plase ettiği krediyi de kesecektir. Çinliler artık ucuz üretim yapamayacaklar. Aynı şekilde Türkiye’den de doları geri çekecektir. Türkiye’yi de Çin mallarını bedava olsa da alamaz hâle getirecektir. Böylece aç kalan Türk halkını dünyaya dağıtıp Türk uluslarını ve diğer ulusları yok etmiş olacaktır. Karl Marks’ın ulussuz dünyasını silahla başaramadı ama şimdi para ile başarmak istiyor.
Amerika kıtasında bir hortum ortaya çıkar, ülkelere yönelir, meteoroloji haber verir, insanlar tedbir alır ve yok olmazlar… Doğuda tsunami dalgaları oluşur, ülkelere sekiz saat sonra ulaşır ama haberleri olmadığı veya kasıtlı olarak haber verilmediği için halk tedbir alamaz ve sular altında kalır…
Haber veriyoruz: Sermayenin bu dalgası gelmektedir. İşte, biz size haber veriyoruz ve tedbir alın diyoruz. Siz kulaklarınızı tıkayın, gözlerinizi kapatın, ağzınızı açıp da söylediklerimiz hakkında bir şey söylemeyin. Ne diyelim, boğulun gidin! Bu topraklar sizin gibi nice kavmi yutmuştur…
Adil Düzen gemisine binen varsa elbette kurtulacaktır. Çin malları şöyle böyle diye şikayet edeceğinize, gelin toplanın, ilmî araştırma merkezleri kurun ve çalışın. Tedbir olarak neler yapmanız gerekiyorsa, biz size Kur’an’dan öğrenerek öğretelim.
Diğer yazımızda bu konunun ekonomik tahlili yapılmış ve önerilerde bulunulmuştur.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL