1967...1968...1969....AKEVLER 40 YILDIR ÇALIŞIYOR....2004...2005...2006
GELECEĞİN II. KUR’AN - V. İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ... BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
ADİL DÜZEN 348
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 17 - 20 Mart 2006 Fiyatı: Seminere katılmak veya (akevleronline) www.akevler.org
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 348. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
ÜSKÜDAR Adresi: Selami Ali Efendi Cd. No: 31 ÜSKÜDAR/İSTANBUL (Ana Çocuk Sağlığı yanı – Anadolu Gençlik bitişiği) Tel: (0532) 246 68 92
*TEFSİR SEMİNERİ [Cuma Üsküdar (19.00-21.00); Cumartesi Yenibosna (17.00-21.00); Pazartesi Ümraniye (19.00)]
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Üsküdar ve Ümraniye’de Reşat Nuri Erol tarafından; diğer yerlerde ilgili ve sorumlular tarafından anlatılacaktır...
Hedefimiz; bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul’da 200, Türkiye’de 1000 yerde okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, RNE
BU HAFTAKİ “ADİL DÜZEN” DERSLERİ
İSTANBUL ESANAFI NE YAPMALI?
İSTANBUL TÜCCARLARINA ÖNERİLER
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ – 10. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
وَإِذْ قُلْنَا لِلْمَلَائِكَةِ اسْجُدُوا لِآدَمَ فَسَجَدُوا إِلَّا إِبْلِيسَ أَبَى وَاسْتَكْبَرَ وَكَانَ مِنْ الْكَافِرِينَ(34)
وَقُلْنَا يَاآدَمُ اسْكُنْ أَنْتَ وَزَوْجُكَ الْجَنَّةَ وَكُلَا مِنْهَا رَغَدًا حَيْثُ شِئْتُمَا وَلَا تَقْرَبَا هَذِهِ الشَّجَرَةَ فَتَكُونَا مِنْ الظَّالِمِينَ(35) فَأَزَلَّهُمَا الشَّيْطَانُ عَنْهَا فَأَخْرَجَهُمَا مِمَّا كَانَا فِيهِ وَقُلْنَا اهْبِطُوا بَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ وَلَكُمْ فِي الْأَرْضِ مُسْتَقَرٌّ وَمَتَاعٌ إِلَى حِينٍ(36)
فَتَلَقَّى آدَمُ مِنْ رَبِّهِ كَلِمَاتٍ فَتَابَ عَلَيْهِ إِنَّهُ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ(37)
وَإِذْ قُلْنَا لِلْمَلَائِكَةِ (Va EıÜ QuLNAv LiLMaLAEıKaTı) “Melaikelere dediğimizde.”
İnsanlar bugün nasıl binalar yapmakta, gemiler yüzdürmekte, uçaklar uçurmakta ise; melekler de Allah’ın onlara öğretmesiyle yıldızları, güneşi, gezegenleri, ayı, yeryüzünü, dağları, ırmakları düzenlemiştir. Nasıl bir apartman kendi kendine varolmazsa, onlardan daha çok, daha zor ve karışık olan bu âlem de varolmaz.
İnsanlar nasıl şimdi bilgisayar yapmakta ve ben onunla yazabiliyorsam, benzer şekilde DNA’larla melekler de canlıları ortaya çıkarmaktadır. Bizi onlar düzenlemişlerdir. Meleklerin dizayn ettiği bu insan meleklerin yapamadıklarını yapmaktadır. Bilgisayarlar da bizim yapamadığımızı yapmaktadır. İnsan ile melek arasındaki ilişki bitmemiştir. Hazreti Adem’den sonra da bu ilişki kıyamete kadar sürüp gidecektir. Meleklere gerekli dersleri verip insanla ilişkisinin ne olduğunu öğrettikten sonra da artık onlara gerekli emri vermektedir.
اسْجُدُوا لِآدَمَ (uSCuDUv LiEAvDaMa) “Adem’e secde ediniz.”
İnsanların diğer insanlara karşı davranışları dört hareketi sembolize eder.
Kıyam, yanındayım, seninle beraberim, seni yalnız bırakmıyorum demektir. Rüku, emirlerine itaat ederim, seni dinlerim demektir. Secde ise, bütün çalışmamı senin için yapar, senden başka kimseye hizmet etmem demektir. Kade ise, senden taleplerim var, isteklerim var demektir. Namazda bunların dördü de farzdır. Başkası için kıyam yapmak meşrudur, rüku yapmak günahtır, secde yapmak küfürdür. Kade de rüku gibidir.
Allah meleklere “Adem’e secde edin” demiştir.
Bu, onların tam hizmetine girin ve başka işlerle meşgul olmayın demektir.
Allah insanı günah ve sevab işleyecek şekilde yaratmıştır. Bunu başarması için insanı sevaba ve günaha çeken güçlerin olması gerekir. Arabayı sürdüğünüz zaman ancak yol ayırımında sağa veya sola gidebilirsiniz. Çift yol yoksa tercihinizi yapamazsınız. Tercihi Konya veya İstanbul levhası ile yaparsınız.
Adem oğlu da tercihini ancak kavşaklarda ona yol gösteren varsa, gideceği yer için ikmali yapan varsa tercih yapabilir, cennet veya cehenneme gidebilir. Burada emir verilen melekler insan için görevlendirilmiş meleklerdir. Melekler ne yapacaklardır? Bir kimse bir iş yaptığı zaman bu işin filmi çekilmektedir. Ne yaptığı noktası noktasına kaydedilmektedir. Dördüncü boyut budur. Ama yapılan işlerin sevab ve günah derecelerinin de kaydedilmesi gerekmektedir.
Meleklerin görevi insanın işlediği fiilin sevab ve günah derecelerini tesbit edip bilgisayara geçirmektir. Onlar bunu bâtın uzayda yaptıkları için biz göremiyoruz. Meleklerin başka bir görevi de doğru yolu göstermek ve uyarmaktır. Şeytan kötü yola koymaya çalışırken, melekler de iyi yola koyarlar. Meleklerin başka bir görevi de, insan savaşta olduğu zaman zor durumlarda yardımda bulunmaktır. Her insan için iki veya üç görevli melek vardır, her zaman insanla beraberdirler. Başka işleri yoktur. Allah onun için “secde ediniz” diyor.
فَسَجَدُوا (Fa SaCaDUv) “Secde ettiler.”
Melekler insanlara secde etmediler, insan için secde ettiler. Yani, Allah’ın emri ile insana hâdim oldular. Bu secde Adem’in tazim edilmesi için değildir, Adem’in işlerini görmesi içindir.
Biz asıl Kâbe’ye doğrulup secde ediyoruz. Oradaki taşı kutsallaştırmıyoruz. Allah’ın gösterdiği bir hedef olarak oraya yöneliyorsak, melekler de bir yön olarak insan tarafına yönelerek Rab’lerine secde etmektedirler. Yani, insanın hizmetine girerek Allah’ın verdiği görevleri yapıyorlar.
إِلَّا إِبْلِيسَ (EilLAv EıBLIySa) “İblis dışındakiler secde ettiler.”
İnsanın yaratılmasının tamamlanması için meleklerin yanında bir de şeytana gerek vardır.
Canlılarda mikroplar olmazsa hayat olmaz. Dengenin sağlanabilmesi için karşı gücün oluşması gerekir.
“İblis”, “Belese”den gelen bir kelimedir. “İflas” kelimesi ile akrabadır. Her şeyini kaybetmiş, ümitsiz kalmış anlamındadır. “İblis” Adem’e secde edilmesini emrettiği cinin adıdır. Adem karşılığıdır. “Şeytan” ise insan gibi insanı iğva ile görevlendirilmiş cinlerin adıdır.
Allah kendisine muhatap olarak dört çeşit varlık yaratmıştır: Melek, cin, ruh ve insan. Melek ile ruh bâtın âlemin varlıklarıdır. Bunlar zâhir âlemin imkânlarından yararlanmadan da hareket edebilir ve iş yapabilirler. Melek cinsinden olmakla beraber, zâhir âlemle temas kurmadan hareket edemeyen varlıklara cin denmektedir. Ruh da zâhir âleme muhtaç olmadan hareket etme imkânına sahiptir. Ruhların bir kısmı maddi bedeni olmadan hareket edemezler. Bunlar da insanlardır. Ruh ve melek günah işleyemezler. Oysa cin ve insan günah işleyecek şekilde var edilmiştir. Şeytan cinlerden olan iblis, insanı iğva etmek için var edilmiştir.
İster bâtın âlemde, ister zâhir âlemde olsun, her şey mekân ve zaman içinde atomlardan oluşmuştur. Moleküller vardır, atomlar vardır. Moleküller atomlardan oluşmuştur.
Temel kural şudur. İnsan ve ruh moleküllerden oluşmuştur. Melek ve ruh atomlardan oluşmuştur.
Buradaki bu sonuçlar matematikteki şu kurallardan oluşmuştur.
Matematikte mükemmel cisim ne demektir?
Baştan belirlenen bütün işlemlerin yapılabilmesi için yeni sayılara ihtiyaç olmayan sayılar ve fonksiyonlar topluluğuna “mükemmel cisim” denmektedir. Matematikte bu ancak bâtınî sayıları kabul ettiğimizde mümkündür. Batılılar buna “imajiner”, Osmanlılar “hayali”, Türkler ise “sanal sayı” demektedirler.
Kur’an ise bunlara “bâtınî sayı” demektedir. O halde bâtınî varlıkları ruh ve cin olarak alıyoruz.
Yine bugün fizikte parçacık teorisi vardır. En küçük parça yarımdır. Yani, parçalar 1, 2, 3, 4 şeklinde değil de; yarım, bir buçuk, iki buçuk, üç buçuk şeklinde birleşirler. Bundan dolayı birbirini çeken cisimler birbirine yaklaşınca iterler, itenler de çekerler. Çekirdek yarım parçacık üzerinde molekül ise tam parçacık üzerinde çalışırlar. Cin ve insanlar çekirdek birleşmeleri ile, ruh ve melekler de molekül birleşmeleri üzerinde çalışırlar. Eğer bizim matematiğimiz Kâinatı tam olarak tasvir ediyorsa, -ki şimdiye kadar hep etmiştir,- o takdirde melek, cin ve ruhun da olması gerekir.
أَبَى (EBAv) “İbâ etti.”
“Ebb” otlak demektir. Çevrilmiş çayır anlamındadır. Hayvanı yularla çektiğin zaman gelmemesi ve direnmesi “İbâ” ile ifade edilmektedir. Direnmesi gelmemesi demektir.
İblis insanın hizmetinde olmayı kabul etmemiştir.
Hitap meleklere iken, acaba iblis neden karşı çıkmıştır? Meleklerin, verilen emirlerin bir kısmını yerine getirmekte cinlerden yararlanmaları gerekir. Bazı işler melek-cin işbirliği ile yapılmaktadır. Zâhir âlemde düzenleme ancak cinlerle yapılmaktadır. Allah istişare etmek ve görevlendirmek için melekleri çağırdığı zaman iblisi de çağırmıştır. Dolayısıyla hitap sadece meleklere değil, iblise de olmaktadır.
Allah iblisin bunu kabul etmeyeceğini bilmektedir. Sadece meleklere göstermek için ve iblisin de kendi konumunu bilmesi için onu da çağırmıştır. Melekler baştan itiraz etmekle beraber, sonra emri yerine getirmişlerdir. Çünkü onlar zaten itaatsizlik edemezler. İblis ise karşı çıkmıştır. Karşı çıkması makuldür. Çünkü üstün varlık daha aşağı varlığa hizmet etmekle emrolunuyor.
İnsan ve cin, melek ve ruhlardan üstündürler. Çünkü insan ve cin hem bâtın hem de zâhir âlemde varlar. İnsanın cinden üstünlüğü yoktur. Ama Allah insanı bütün varlıklardan ekrem olarak halk etmiştir.
وَاسْتَكْبَرَ (VaiSTaKBaRa) “İstikbar etti.”
Allah bütün mahlukata kendileri için ne gerekiyorsa onu vermiştir. Melekler, o varlıklara gerek yok,. dertsiz başımızı derde sokma demişlerdir. İblis ise daha üstün varlığın oluşmasını ve onun hizmetlisi olmayı reddetmiştir. Tüm insanlar tutucudur. Yeni bir şey önerdiğiniz zaman kimse onun değişmesini istemez.
Konsinye marketi oluştururken bununla hep karşılaştık.
Demek ki bu haslet melek ve cinlerde vardır. Evrime karşıdırlar.
İnsanların bir kısmı bu evrimi benimsemişlerdir. İblis ise istikbar etmiş; “Onu moleküllerden, beni çekirdekten var ettin, ben ona niye hizmet edeceğim?” demiştir. Burada yine insanlarda mevcut olan bir hasletin cinlerde de olduğu oraya çıkmaktadır. Herkes kendisini çok kıymetli görür.
Görülüyor ki, şuurlu dört varlık da birbirine benzer hasletlere sahiptirler.
Eski kitaplarda melek ve cinlerin bu hasletleri anlatılmıştır. İnsanlar sonra bunları tanrılaştırmışlar ve tanrılar olarak insan benzeri davranışlar atfetmişlerdir. Oysa, Allah’ın sıfatları Allah’ın bizde görünen ve bize etki eden şeklidir. O’nun zati özellikleri değildir. O sübhandır. Yani, onlarda beşerî zafiyetler yoktur. Beşerî zafiyet diyoruz, hılkî zafiyetler dememiz gerekir, Yani fıtrî zafiyetler demeliyiz.
وَكَانَ مِنْ الْكَافِرِينَ(34) (VaKAvNa MiNa eLKAvFiRIyNa) “Kâfirlerden oldu.”
“Küfür”, bile bile aksini iddia etmek, hakkı gizlemek, saklamak, örtmek, kapatmak demektir.
Şeytan Allah’ı her hâliyle bilmektedir. Onun kâfir olması bilgisizlikten ileri gelmemektedir.
Bile bile aksini iddia etmek küfürdür. Bunun en açık delili bu âyettir. Küfredenlerden bahsederken hep kurallı erkek çoğul getirmiştir. Yani, küfür tek başına olmamaktadır. Küfür cemaatçe yapılmaktadır. Birleşiyorlar, bile bile aksini savunuyorlar. İşte onlar yani böyle yapanlar kâfirdirler.
Başörtüsünün lâikliğe aykırı olmadığını onlar da çok iyi biliyorlar, ama bile bile aksini ilân ediyor, hem de onu kutsileştiriyorlar. Arka bahçe gibi uydurma gerekçelerle yasaklar icad ediyorlar. Birileri cumhuriyeti istismar etse biz cumhuriyeti mi yasaklayacağız? İşte, bile bile aksini iddia etmek tek başına mümkün değildir.
Ancak bir kâfirler örgütü böyle bir şey yapabilir. Bulunduğun toplulukta herkes aksini iddia ediyorsa, sen de asgari olarak susarsın. İddia edenlerin hiçbirisi ona inanmış olmaz ama kendini göstermek için o küfür kavramını istismar eder. Bu sebeple kâfir oldu demiyor da “kâfirlerden oldu” diyor. Yani o cemaatten oldu.
***
وَقُلْنَا يَاآدَمُ (Va QuLNAv YAv EaDaMu) “
Daha önce Adem’e isimler öğretmişti. Meleklere haber diye emir vermişti. Şimdi ise artık melekler ve iblis görevlendirilmiş, insanın da iradesi ile hareket etme durumu ortaya çıkmıştır. Adem’i muhatap almış ve onu mükellef kılmıştır. Allah insanlara yani topluluklara başkanlarını muhatap alarak hitap eder.
Kamu görevleri verilirken daima tek sorumluyu ortaya koyacaksınız. Hiçbir iş iki sorumluya verilemez. Görev, yetki, sorumluluk ve hak hep teker teker verilir. Bunlar birbirinden ayrılmaz ve ortak olarak bir kişiden fazla verilmez. Kademeli görevlendirme olur, görevden alınma olur, görev kollektif olmaz.
Görevli onu görevlendirene karşı değil, şeriata karşı, topluluğa karşı, yani Allah’a karşı sorumlu olur. Hakemler karşısında muhakeme edilir. İşte bu sebepledir ki Allah da hitabı Adem’e yapmış, zevcine yapmamıştır. Adem’e yapılan emrin aynı zamanda zevcine yapılan emir olduğuna burada işaret vardır. Siyasi sorumluluk erkeğe verildiği için Hazreti Adem muhatap alınmıştır. Bunun bugünkü uygulamada tezahürü, iki kişi beraber olunca biri imam olur. Onun imamlığı bir namazdan ondan sonraki namaza kadar sürer.
اسْكُنْ أَنْتَ وَزَوْجُكَ (USKuN EaNTa Va ZaVCuKa) “Sen ve zevcen sakin ol.”
“Zevc” kelimesi Türkçede olduğu gibi eş demektir. Karı-kocadan her biri birbirinin zevcidir. Kur’an’da “Zevce” (yani hanım) kelimesi yoktur. Bu da eşler arasında tam eşitlik olmasını teyit eder.
Kadın çocuk doğurur ve büyütür, erkek ise nafaka temin eder ve savunur. Asıl iş yapan ve çocuğu büyüten annedir. Baba onun hizmetçisidir. Ancak, eşitliğin korunması için doğrudan anne muhatap alınmamıştır. Babaya ‘annenin işlerini yap’ emri verilmiştir. Böylece karı-koca arasında eşitlik sağlanmıştır.
Şimdiye kadar evrimde yeni türlerin nasıl ortaya çıktığı konusu açıklanmış değildir.
Yeni türün sıçrama ile var olduğunu hem kazılardan, hem de DNA zincirinden kesin olarak biliyoruz. Onlar bu sıçramanın mutasyonla yani genlerin bozulması ile; biz ise genlerin tebdili ile ortaya çıktığını biliyoruz. Ancak mutasyonun izah edemediği husus eşlerin nasıl meydana geldiğidir.
Bizim izahımızda ise mesela maymunun karnında yeni gen düzenlemesiyle insan ortaya çıktı, insan doğdu. Buna benzer olay katırda görülür. Eşek at ile birleşirse katır ortaya çıkar. Katır kısırdır.
Ama şu sorulabilir. Maymunun atası önce Adem’i doğurdu, sonra o büyüyünce zevcini mi oluşturdu? Yoksa, aksine, önce zevci yaratıldı, sonra Adem mi yaratıldı? Yoksa, ikisi ikiz olarak mı, yumurta ikizleri olarak mı meydana geldi? Kadında Y kromozomu yoktur. O halde ilkin kadın yaratılamazdı. Erkekte de çocuk büyütme rahmi yoktur, erkek de olamazdı. En makul izah, ikisinin birden yaratılmasıdır. Bu hususta tam bir kanaate varabilmemiz için gerek Kitap’ta, gerek biyolojide araştırmalar yapmamız gerekir.
Yine şu sorulur. Nasıl oluyor da yeni tür oluşuyor?
Burada meleklerin müdahalesi olmadan bu işi izah etmek çok zordur. Gerçi genetik kodlaması ile yeni türün oluşması mümkündür. Ama o zaman bir çiftin değil, birçok çiftlerin ortaya çıkması gerekir.
Bunun böyle olmadığı gerek biyolojiden, gerekse Kur’an’dan bilinmektedir. Yeni türlerin genlerle değil de, meleklerin müdahalesi ile yapıldığını kabul etmek daha uygundur, daha ilmîdir. İlk hücreyi yapan melekler daha sonra onda değişikliği kolayca yapabilirler. Melekler, ilk hücreyi dizayn edenlerdir. Böyle kimselerin olduğunu inkâr etmek müsbet ilmi inkârdır. Tanrı’yı reddedenler melekleri hiç reddedemezler. Melekler yapmadıysa, o zaman Tanrı yaptı diyebiliriz, ama Tanrı da yapmadıysa kim yaptı? İşte o yapanların adı melektir.
Bugün kesin olarak biliyoruz ki, bundan iki milyar yıldan önce yeryüzünde canlı yoktu. Beş milyar yıl önce henüz sıcaklık o kadar fazla idi ki kâinatta canlı yoktu. O halde bu canlı hücresini birisi yapmıştır. Çünkü sebepsiz sonuç olmaz. Biz bunu yapana “melek” diyoruz. Allah işte bu meleklerle konuşmaktadır.
الْجَنَّةَ (eLCanNaTa) “Cennette sakin olur.”
“Cennet” kelimesi, ağaçlı yemişliktir. İnsan meyve yiyen canlı olduğu için yaz kış meyve veren ağaçlıklar içinde yerleştirildi. Adn cenneti böyle bir cennettir. İnsan soyu maymundan geldiği için o da maymunlar gibi meyvecil varlıktır. Ne var ki insan maymun gibi ağaçlarda sıçrayıp meyve toplayamaz. Yerde dik olarak yürüyecek şekilde yaratılmıştır. Onun için daha uygun yemişlikler arasında olmalıdır.
Bu yer neresidir?
Nil kenarında olduğu sanılmaktadır. Çünkü Hazreti Adem siyah derilidir. Siyah derililer orada yaşamaktadırlar. Sonra Ekvator’dan kuzeye doğru yürüyüp Mısır’a indiler. Sonra da Filistin ve Şam’ı geçerek Fırat ve Dicle ırmaklarının kenarlarına geldiler. Yazın yukarılara kadar çıkarak Murat kolu ile Palandöken’e kadar çıktılar. Oradan Çoruh ve Aras nehirleri ile Kafkasya’ya gittiler. Sonra soğuklar başlayınca avcılık dönemi başladı. Avların peşine takılan insanlar tüm karaları ve adaları işgal ettiler. Avların peşlerine düşerek akarsular üzerinde sallarla sürüklendiler.
Buradaki cennet işte Nil’in yukarı yerlerinde, Ekvator’da bir yemişliktir.
Bugünkü ilmin de teyit ettiği makul izah budur.
Başka bir teoriye göre de, insan yeryüzünde yaratılmadı, gökyüzünde bir gezegende yaratıldı. Allah sonra bunları karı-koca olarak yeryüzüne indirdi. Kendisi ve eşi, hattâ çocukları uzaydan getirildiler.
Üçüncü görüşe göre ise bizim âhirette gideceğimiz cennette yerleştirildi. Yani, bizim üç boyutlu uzayımızda değil, beş boyut içinde başka bir dört boyutlu uzayda var edildi. Zamanı ve mekanı bu dünyadan farklı olan bir âlemden bu dünyaya getirildi. O zaman cennet ve cehennem şimdi vardır.
Cennet ve cehennemin şimdi varlığı hususunda tereddüdümüz yoktur. Ancak, insanın âhiretteki cennetten çıkarıldığını kabul etmek biraz zordur. Çünkü o zaman diğer türler de oradan getirilmişlerdir. Kur’an’ın “bir dâbbeden ürettik” ifadesi ile bu açıklama ters düşer.
O halde, âyetlerle ve müsbet ilimle kesin derecesinde diyebiliriz ki, insan ya bizim kürede, ya da uzayda başka bir kürede maymunun ortak atasından genlerde melekler tarafından değişiklik yapılarak üretilmiştir. Bunun çok açık ifadesi, Hazreti İsa’nın yaratılışının Hazreti Adem’in yaratılışına benzemesidir. Yani, anası var, ama babası yoktur. Demek ki melekler genlerde değişmeler yaparken döllenmiş hücrede değil, döllenmemiş hücrede yapmışlardır. Böylece Hazreti Adem maymun anadan ama babasız var olmuştur. Onların mutasyon teorilerini de böyle izah edebiliriz.
وَكُلَا مِنْهَا رَغَدًا (VaKuLAv MıNHAv RaĞaDan)
“O bahçeden rağad olarak ekl edin.”
“Rağd” “Rakd” kelimesine akrabadır. “Rakd etmek” uzanmak, yatmak demektir.
Çalışmadan yatıp yiyiniz diyor. Diğer canlılar tüm vakitlerini besinlerle geçirdikleri halde, insanlara karı koca olarak bol meyveli bahçede cennette olduğu gibi zahmetsiz ve emeksiz yeyin demektedir.
Bu âyetin delâleti Hazreti Adem’in âhiretteki cennet gibi bir yerde bulunmasına işaret etmektedir. Bolluğuna binaen bu ifade kullanılmıştır şeklinde yorumlayabiliriz.
“Fîhâ” denmesi gerekirken “Minhâ” denmiştir. Buradaki “Min” teb’iz içindir. Yani, bahçeden her şey yenmeyecek, ancak helal olanlar yenecektir. Bu da bu cennetin dünyadaki cennet olduğuna işaret eder.
حَيْثُ شِئْتُمَا (XaYÇu ŞiETuMAv) “Meşiet neresi olursa.”
Yani, her taraf serbest, sadece bir yer yasaklanmış olacaktır.
Yeryüzü insanlar için yaratılmıştır. Genel olarak hepsi helal kabul edilebilir. Ancak canlıların yiyecekleri biraz farklıdır. Her canlının kendi rızkı vardır. Diğerleri haramdır. Cennette serbestlik veriliyor.
Bir de “istediğiniz şekilde yeyin” anlamında olur. Eğer tatlı ise yararlıdır ve bize helaldir. Acı ise zararlıdır ve bize helaldir. Hayvanlarda başka kurallara gerek kalmaksızın bu mekanizma yeterli olmaktadır.
İnsan da ilk yaratıldığı zaman durum böyle idi. Tıpkı diğer hayvanlar gibi acı tatlı aynı zamanda helal ve haramı bildiriyordu. Bedeni de tüysüz değildi. Diğer hayvanlar gibi kürklü idi. Tevrat’a göre utanma melekesi yoktu. Tevrat’ın ilahi kitap olduğu bu tür bilgilerle bilinmektedir. Hayvanlarda utanma yoktur. İnsandaki utanma melekesi, insanları giyinmeye zorlamak içindir.
وَلَا تَقْرَبَا هَذِهِ الشَّجَرَةَ (Va Lav TaQRaBAv HaÜiHi elŞaCaRaTa)
“Bu şecere takarrub etmeyiniz.”
İnsanın insanlık genleri oluşmuş ama henüz hayvanlık genleri hakimdir. Birçok yerlerde artık insan olmuştur ama henüz tamamlanmamıştır. Bunun için o cennette bir ağaç vardır. Onun yenmesi halinde tüyler dökülecek, insan çıplak olacak, utanmaya başlayacak ve yapraklar ile örtünecektir.
“Bunlara yaklaşmayın” deniyor. Çünkü ağaçtan çıkan kokular bile genetik değişikliklere sebep olabilir. Buna yaklaşmaktan nehy etmektedir. Bu ağaçtan yemedikçe insan kötülük yapmaya meyilli değildir. Yani, düzeni bozacak işler yapmamaktadır. Utanması olmadığı gibi diğer kötü duyguları, mesela kıskançlık duygusu da yoktur. Oysa, Allah insanı kötülük de yapacak şekilde var etmiştir. Kaderde o ağaçtan yeme vardır.
Nehy etmesi, onun kendisini tutmaya çalışması içindir. Başaramayabilir. Ama çalışması gerekmektedir. Böylece insan elde ettiği sonuçtan değil, çaba göstermesinden sorumlu olacaktır. Nitekim Hazreti Adem yasağa uymamış ama Allah onun tevbesini kabul etmiştir. Bu günahı işlediğinden dolayı uhrevi sorumluluğu olmayacaktır. Kaderde ne ise o gerçekleşir, ama insan niyetinden sorumludur.
فَتَكُونَا مِنْ الظَّالِمِينَ(35) (Fa TaKUvNAv MiNa eLJAvLıMIyNa) “Yoksa zalimlerden olur.”
Hayvanlardan zalim olan yoktur. Biz nasıl ineği keserken zalim olmuyorsak, canavar da bir yere saldırdığı zaman zalim olmaz. Çünkü ona onu yapmak helal kılınmıştır. Mesela, Allah bize deseydi ki, altmış yaşına gelenleri öldürün, bedava yük olmasınlar, o zaman biz onu yapsaydık zalim olmazdık.
Zalim olan tek varlık vardır, insan. Cinlerin kendi âlemlerinde de zalim olanlar vardır.
Adem zalimlerden olamazdı. Ağaca yaklaşıldığında insan artık irade sahibi olmağa başlıyor, günah işleyebilecek melekeye ulaşıyor. Hazreti Adem zaten bu amaçla yaratılmıştır. Yaklaşması mukadderdir. Kaderi kimse değiştiremez, ama yaklaşmamaya gayret göstermelidir. İnsan kendisini ölümden kurtaramaz. Ama insanın görevi ölümden kaçınmadır. Yoksa, nasılsa öleceğim der de ölüme teslim olursa, intihar etmiş olur, en büyük günah olur. Bu hitap yapılırken onun henüz başka çocukları yoktur. Onun için tesniye sığasını kullanıyor.
***
فَأَزَلَّهُمَا الشَّيْطَانُ عَنْهَا (Fa EaZalLaHuMAv elŞaYOAvNu GaNHAv)
“Şeytan onları oradan izlal etti.”
Şeytan cennetten kaydırdı.
Ayağı kayma “Zilal” ile ifade edilmektedir. “Zelzele” ile akraba bir kelimedir. Düşmeden, yıkılmadan kaymadır. Ayağın kayar, sonra durursun. Bahçeden kaydırdı ama yıkmadı, yeryüzünde yerleştirdi.
Bu ifadeye göre Hazreti Adem üzerinde yaşadığımız kürede değil, başka gezegenlerde yaratılmış, dünyaya oradan getirilmiştir. Gezegenden getirilen insana “Adem” dendi.
Burada “Şeytan” kelimesi geçmektedir. İblisin şeytan olduğu bildirilmiştir.
“Şeytan” yılan demektir. Çift kuyruklu yılandır. Sinsiliği ile “şeytan” kelimesi bugün bizim bildiğimiz şeytanın adı olmuştur. Kur’an bunu bu adla anlatmaktadır. Tevrat İbraniceden tercüme edilirken ilk anlamıyla tercüme edilmiş ve şeytan yılan olarak ifade edilmiştir. Bu misalden Tevrat’ın nasıl tahrif edildiğini öğreniyoruz. Eğer Kur’an’dan bunu bilmeseydik, ormanlardaki yılanın bunu yaptığını sanmış olacaktık.
Şeytan cinden olan bir varlıktır. Yalnız burada bir hususu daha belirtelim.
Nasıl insana benzeyen ateş âlemi vardır. Çekirdek yapısından dolayı moleküler yapıya sahip değildir. Aynı zamanda ateş halkı içinde diğer hayvanlar ve bitkiler de vardır. Bu arada ateşten yılan da vardır. Şeytan onların yılanı şeklinde de ifade edilebilir. Yalnız insanlar arasında değil de, cinler arasında da sinsiliği olabilir. Gerçi İslâm geleneğinde şeytanın çok muttaki olduğu, sonra mazul olduğu şeklindedir. Ancak bu âyette buna delalet eden bir ifade yoktur. Bu takdirde meleklerle toplantıya çağırdığı zaman Allah zaten sinsi olanı çağırmıştır. Yani, şeytan zaten şeytan idi şeklinde yorumlayabiliriz.
فَأَخْرَجَهُمَا مِمَّا كَانَا فِيهِ (Fa EaPRaCaHuMAv MimMAv KAvNAy FIyHi)
“İçinde oldukları yerden ihraç etti.”
Ayağı kaydı, düşmedi ama bulundukları halden ihraç edildiler. “Fîhi”deki zamir erkek tekil zamirdir, “Mâ”ya racidir. “Onları cennetten çıkardı” demiyor da, “bulundukları hâlden çıkardı” diyor. Yani, yer yerine hâle de delâlet eder. O zaman gezegendeki cennetten değil de, yeryüzü cennetindeki durumlarından çıkarılmış olurlar. Buraya kadar muhatap olanlar eşlerdir. Henüz çocukları yoktur. Yani, ağaçtan yediler ve irade sahibi oldular. Ondan sonra çocukları olmuştur.
İnsandan önce Neanderthal bir varlık yaşamıştır. İnsana çok benzemiştir. Bu soyun Hazreti Adem’in ağaçtan yemeden önceki nesil olacağını varsayıyorduk. Ancak buradaki ifade bu yorumu zorluyor.
Hazreti Adem yasak ağaçtan yemeden önce çocuğa sahip olsaydı, onlar da ayrılıp bir nesil üretseydi, o insan kabiliyetinde ama insan gibi iradesi olmayan bir varlık olabilirdi. Neanderthal varlık, böyle bir varlıktır. Hazreti Adem’in çocuğu olsa da o bu tür varlıktır.
“Mâ” gökteki cennete de, âhiretteki cennete de delâlet eder. Ancak, bu delâlet ikinci derecededir. Çünkü “Hu” zamiri cennete doğrudan gitmez.
وَقُلْنَا اهْبِطُوا (Va QuLNAv iHBiOUv) “Hubut edin dedik.”
“Hubut etmek” bir yerden diğer yere gitmek demektir. Aşağı inin manâsı da vardır.
Buna göre ilk insanın Nil’in yukarı yerlerinde yaratıldığı hususu burada anlaşılmış bulunmaktadır.
“İkiniz inin” demiyor da, çoğul olarak “inin” deniyor. Belki de yasak ağacı yediklerinde çocukları vardır. Ama onlar küçüktü veya yememişlerdi, dolayısıyla onlar irade sahibi olmamışlardı. Yani, günah işleyen kimseler olmamışlardı. Ekvator’dan Nil’in deltasına indiler. Belki de eski yasak ağacı yemeden önceki çocuklar Neanderthal insanı oluşturdular. Onlar çabuk olarak yayıldılar. Ama o nesil sonra ortadan kalktı. Yahut yasak ağacı yediklerinde çocukları yoktu. Sonradan oldu. Çocukları olduktan sonra kalabalıklaşınca aşağı inin emri verildi. “Fa Kulnâ” demiyor, “Sümme Kulnâ” demiyor, “Ve Kulnâ” diyor. Bu iki duruma da delâlet eder.
بَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ (BaGWuKuM LiBaGWin GaWuvVun) “Bazınız bazınıza aduvsunuz.”
İnsan türünden başka kendi aralarında düşmanlık yapan herhangi bir canlı yoktur. Diğer canlılarda nüfusun dengelenmesi türler arasındaki mücadele ile sağlanmaktadır. Oysa insanlardaki dengeleme başka canlılarla olmamaktadır. Onların gücü yetmiyor. Ancak insanlar birbirine düşman ediliyor, denge böyle sağlanıyor. Neanderthal insanın birden ortadan kalkmasını böyle izah edebiliriz. Neanderthal insanda kendi soyuna düşmanlık melekesi DNA’sı yoktu. Oysa Homo sapiens insanda, Hazreti Adem’in sonraki çocuklarında, Habil ve Kabil’de olduğu gibi birbirini öldürme vardı. Neanderthal insan kendisini savunmadı. Oysa homo sapiens ona saldırdı ve böylece o tür insanın yayılması ile ortadan kalktı. Bu ifadeden insanlar arasında savaşın kıyamete kadar süreceği anlaşılmaktadır. Son Nebi de bunu söylemiştir. Bugünkü savaş hazırlıkları da bunu teyit etmektedir. Savaş karşıtı propagandalar düşmanı gafil avlamak için yapılmaktadır.
وَلَكُمْ فِي الْأَرْضِ مُسْتَقَرٌّ وَمَتَاعٌ (Va LaKuM FIy eLEaRWı MuSTaQarRun Va MaTAvGun)
“Sizin için arzda müstakar ve mata’ vardır.”
Yeryüzünde sizin için müstakar ve meta’ vardır. “Mustakarrukum ve Metaukum Fi’l-Erdi” denmemiştir. Nekire yapılmıştır. Çünkü insanların arzdan başka da müstakar ve metaları olacaktır. Göklere çıkacaklar, uzaya açılacaklardır. Buradaki arz tüm yeryüzüdür. Bu arzda kalacak ve arzda yaşayacaktır.
İlk bakışta bu ifade insanın gökten geldiği şeklindedir. Ancak, burada Nil’in aşağısına inen insan için tüm arzın vatan yapıldığı bildirilmektedir. Hazreti Adem’in ilk yaratıldığı Nil vadisinin yukarısında olan adn bahçesi çok rahat yaşanacak bir yerdi. Araştırılsa bu yerin neresi olduğu bulunur. Ne var ki burası küçük bir yerdi. Çoğalınca buraya sığamaz oldular ve aşağı inme emrini aldılar.
إِلَى حِينٍ(36) (EiLAv XIyNin) “İlâ Hîn”
“İlâ Vaktin Ma’lûm” demeyip “İlâ Hîn” denmiştir. Yani, burada kastedilen kıyamet vakti değildir.
Burada insanlar için belirlenmiş bir müddettir.
Peki, ondan sonra ne olacaktır? Arzın dışına çıkılacaktır.
Bu “Hîn” 20nci yüzyıla kadar demektir. Çünkü 20nci yüzyılda uzaya çıkıldı.
Acaba ne zaman gerçekten orada yerleşeceğiz? Artık orada yerleşecek ve orada yaşayacağız.
Bu âyetin ebcedine bakacak olursak 3500 tarihleri ortaya çıkmaktadır.
Bizim “Adil Düzen” dediğimiz uygarlık değil, bugünkü Batı uygarlığı değil, dördüncü bin yıl ortalarında İslâm uygarlığının en yüksek seviyede olduğu tarihlerde artık insanlar uzayda yerleşmiş ve orada yaşamağa başlamış olacaklardır. Verdiğimiz tarih hatalı olabilir, ama insanların göklerde yerleşip ekip biçeceklerine dair başka âyette sarahat vardır. “Ve Fi’s-Semâi Rızkun Leküm/ Semada sizin için rızık vardır.” deniyor. Bu âyette göğe çıkma değil, gökte yerleşme sözkonusu olduğu için bu tarih bugünkü tarihe işaret etmemektedir. Ama bugün uzaya çıkmış bulunuyoruz. Bu âyetteki “Hîn”in ucu görünmüştür.
***
فَتَلَقَّى آدَمُ (Fa TaLaqQAy EAvDaMu) “Adem telakki etti.”
Mürselât Sûresi’nde “Mulkıyati Zikra/ Allah’tan gelen zikri telakki etmiştir.” Allah’ın irade ettiği şekilde anlamıştır. Çünkü söyleyenin kasdını muhatabın anlaması pek mümkün olmamaktadır.
Mürselât Sûresi’nde “Üzren ve Nüzren/ yani tam veya eksik” demektedir. Telakki tam olmuştur.
“Adem” kelimesinin tekrar edilmesi, vahyin sadece ona yapıldığını ifade etmesi içindir.
مِنْ رَبِّهِ (MiN RabBiHİy) “Rabb’inden telakki etmiştir.”
“Allah’tan” demiyor da, “Rabb’inden” diyor. Çünkü insan sosyal evrim içindedir demektir.
Daha önce canlılarda türlerden türlere evrim olduğu ve bunu Allah’ın talimi ile meleklerin düzenlediğini söylemiştir. Biyolojik evrimde sıçrama vardır. Hılkata dayanan bir evrimdir. Halbuki insandaki evrim sosyaldir, sıçrama şeklinde, tedrici gelişme şeklinde olmaktadır. Hız artıp eksilmektedir. Ama sıçrama olmamaktadır. Allah vahiy ile evrimi başlatmakta, o da zamanla yeni uygarlığı doğurmaktadır.
كَلِمَاتٍ (KaLiMAvTın) “Kelimeleri.”
“Rabb’inden gelen kelimeleri telakki etti.”, “Rabb’inden kelimeleri tab etti.” ifadelerini Kur’an kullanmaktadır. İlahi vahiydir. Yani, Hazreti Adem vahyi telakki etmiştir.
Gerçi Hazreti Adem döneminde yazı bilinmemektedir. Bu kazılarda çok açık olarak ortaya çıkmaktadır.
Yazı Sümerlerde yaygınlaşmıştır. Sümerce ileri bir yazı tekniğine sahiptir. Ancak Sümer tabletlerinde yazı evrimi ile karşılaşmıyoruz. 3000 yıl Sümerce gelişmiş bir yazı olarak ortadadır. Diğer bütün yazılar Sümerce’den yararlanarak gelişmiştir.
Dolayısıyla, Hazreti Adem zamanında da dil öğretildiği gibi yazı da öğretilmiş olabilir. Bu yazı tabletlere yazılmadığı için uygarlıkta etkili olmamış ve zamanımıza kadar da kalıntıları kalmamıştır.
Ama bildiğimiz bir şey vardır ki, Sümerler Mezopotamya’ya geldiğinde biliniyordu ancak yaygın değildi. Yazının fonksiyonel hâle gelmesi Sümerlerde başlar. Hazreti Adem’e gelen vahiy kelimeleri içermekte ve Kur’an’da olduğu gibi hafızlar onu beyinlerinde kaydetmektedirler.
Burada “Kelime” sözü dişi kurallı çoğul olarak kullanılmıştır. Buradan anlıyoruz ki, bu sözler yani kelimeler bir sistemi, bir düzeni ifade etmektedir.
Ailesi veya kabilesiyle Nil’in membalarından olan ve yaz kış meyve veren adn bahçesinden aşağıya doğru yani Mısır’a doğru inmiş ve orada yasak meyveyi yemiş olmasından dolayı günahkar olarak yaşarken, Hazreti Adem aleyhisselâma melek gelerek vahyetmiş ve Adem bu vahyi sadece duymamış, aynı zamanda onu yaşamağa başlamış, yani peygamber olmuştur.
Peygamberlerin peygamber olmadan da masum olduğu iddiası tamamen hayalidir ve bu âyete muhaliftir. “Biz resuller arasında fark yapmayız” dediğinde, demek ki peygamberler vahiyden evvel büyük günah da işleyebilmektedirler.
İnsanlarda şirk virüsü vardır. Peygamberleri putlaştırarak şirk yaparlar. Bunun en tipik misali Hıristiyanlardır. Budistler de bir peygamber olan Buda’yı put yapmışlardır ve ona tapmaktadırlar. Müslümanlar bu kadarını beceremediler ama bunun gayreti içindedirler.
Bunun böyle kabul edilmesi şu sebeplerden dolayı gereklidir.
a) Herhangi bir peygamber hata yapmış, hattâ günah işlemiş olabilir. Eğer biz onu masum kabul edecek olursak, o zaman yanlışı doğru olarak almak zorunda kalırız ve hata ederiz.
b) Eğer peygamberleri masum kabul edersek, yaptıkları hatada veya herhangi bir günahı yaptığı için onun peygamberliği reddedilir. Bu da küfürdür. O hata yapmış olsa da Allah’ın resulüdür, ona hatalarında değil, sevaplarında tâbi olmamız gerekir.
c) İnsanı masum kabul etmek demek, onu melek kabul etmektir. Bir yakınım İmam-Hatip okuluna girmek istemişti. Ben onu İstanbul İmama-Hatip Okulu’na kaydetmek istedim. Mümkün değil değdiler. Yetkili öğretmenlerle görüşürken onlara dedim ki; “Hazreti Peygamber başvuran herkesin meselesini çözüyordu.” Cevaben “O peygamberdi” dediler. Yani, müslümanlar işin kolayını bulmuşlar; onlar resuldür ve doğru yaparlar, biz resul değiliz, biz günah işleyebiliriz, çünkü biz korunmamışızdır! Oysa peygamberler de bizim gibi insandırlar, onlar ne yapmışlarsa biz de onu yapabiliriz. Hattâ biz de halifesi olarak onun yaptıklarını yapmak zorundayız.
d) Peygamberler kutsileşince insanlar onlara tapmaya başlar ve Allah’ı unuturlar. Başkanlara mutlak itaat ederek topluluğu unutur hâle gelirler. Peygamberleri masum saymak demek, başkanların suç işlemeyeceğini kabul etmek demektir. Bunun pratikteki anlamı, başkan aleyhine dava açılamaz olmasıdır. Oysa şeriatta başkan aleyhinde her zaman hakemlere gidilebilir, eşitlik içinde mahkum edilebilir. Sadece kısas yapılmaz, diyete dönüşür. O da onun makamında bir boşluk olmasın diyedir. Zaten kısas pek çok zaman basit sebeplerle diyete dönüşmektedir.
فَتَابَ عَلَيْهِ (Fa TAvBa GaLaYHi) “Ona tâb etti.”
“Tevbe etmek” “İlâ” ile kullanıldığı zaman ona dönmek olur. “Aleyhi” olarak getirildiği zaman da tevbe edene dönmek demektir. Yani, günah işleyen kimse Allah’ın emirlerinden kaçmıştır.
Hazreti Adem aleyhisselâm Allah’ın takdiri ile dünyaya gelmiştir. Ölüme karşı direndiği gibi yeryüzüne gelmeğe daha çok direnebilirdi. Bunun için günahkar olmuştur. Ama yeryüzüne gelmesi zaten mukadder değil midir? Allah zaten yeryüzüne göndereceğini meleklere daha önce bildirmemiş mi idi? İşte bu sebepledir ki Allah onun dönüşünü hoş karşılamış, o da ona dönmüştür.
إِنَّهُ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ(37) (EinNAHUv HuVa elTavVAvBu elRaXIyMu)
“Tevvabu rahim olan odur.”
Burada marife olarak gelmiştir. Başka tevvab ve rahim olan yoktur.
Günah işleyen tevbe ederse, o günahı işlemeyenden daha fazla lütuf görebiliri.
Şöyle ki, sigaraya alışmamış insanın bir sevabı yoktur, günahı da yoktur. Sigaraya alışan kimse günah işlemektedir. Sonra onu bıraktığı zaman sevab işlemiş olur. Öyle bir durum olabilir ki, bırakma sevabı, içme günahından fazla olabilir. Dolayısıyla sigaraya alışıp bırakmak bazen hiç alışmamaktan daha kârlı olabilir.
“Rahim” ve “Tevvab”ın marife olması, başkalarının bu vasıfları birlikte taşıyamayacağını gösterir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-348 ADİL DÜZEN DERSLERİ-178 İstanbul, 17 Mart 2006
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI (Reşat Nuri Erol ve Selahattin Öztürk Üsküdar’da değerlendirecektir.)
İSTANBUL ESANAFI NE YAPMALI?
İki gündür, Akevler MİLAD Market’e konsinye mal verecek müşteri bulmak amacı ile Yaşar Gönül’le beraber dolaşmaktayız. Türkiye için sevindirici bir tesbitte bulunduk. Önce, Rami piyasasında hakim olan esnaf veya tüccarın inanmış insanlardan oluştuğunu ve ayak takımının piyasadan çekilmiş olduğunu görmekteyiz. Buranın en önemli sorunu “kayıt dışı” çalışmadır. Sonra Mega Center’e gittik. Orada da gördüğümüz, oradaki tüccarın da son derece mikro olsun veya makro olsun ekonomiyi anlattığınız zaman hemen kavramakta olmalarıdır. Orada kayıt dışı işlem yoktur, ama kayıt dışı işlemlerden onlar da mustariptir.
Gıda maddeleri vadelidir. Belli güne kadar kullanılmakta, ondan sonra ise artık gıda olarak kullanılmamaktadır. Firmalar vadesi yaklaşmış olan malları gelip toplamaktadırlar.
Beklenir ki; bu iadeleri değerlendiren bir sektör olmalıdır. Vadesi dolmuş olan malları mesela hayvan yemi yapan fabrikalar alıp kullanmalıdır. Böyle bir sektör İstanbul’da oluşmamıştır.
O halde, bu geri alınan mallar nerelere gitmektedir.
a) Kullanma tarihi az kalmış mallar daha ucuz faturalanmaktadır. Dolayısıyla onlar bunu düşük fiyatla almakta ve yine düşük fiyatla hem de kayıt içinde satmaktadırlar. Bu durum fiyat karışıklığına sebep olmaktadır. Büyük firmalar kendi mallarının yarı fiyatla marketlerde satıldığını görünce kendi fiyatlarını kabul ettirememektedirler.
b) Kullanma tarihi bitmekte olan malları Rami’ye götürüp faturasız satmaktadırlar. Böylece kayıt dışı çalışmaya girilmiş bulunulmaktadır. Bu da kayıtlı ekonomiden daha fazla miktarda bulunmaktadır. Faturasız mal satamayan marketlerin bundan rahatsız olmaları gerekirken, aksine memnundurlar! Bu da bakkalların yaşamasına imkan vermektedir. Böylece büyük marketler vadeleri kısalmış malların satışını sağlamaktadırlar.
c) Vadesi yaklaşmış malların bir başka çözümü de ambalajlarını yenileyip piyasaya uzatılmış tarihlerle sürmektir. Böylece verginin kaçırılmasını sağlamaktır. Çünkü kuru gıdalarda, hattâ dondurucuya alınan etlerde, kullanma tarihini belirlemek tamamen keyfi bir rakamdır. İlmî veya yasal bir dayanağı yoktur. Sırf vergi kaçırmak için işleyen bir mekanizmadır.
d) Nihayet bu geri gelmiş mallar başka bir üretimde ham madde olarak kullanılabilir. Mesela, köfte yapımında bayat ekmek kullanılır.
İstanbul’un dörtte üçü ruhsatsız inşaatlarla oluşmuştur. Sakat bir yapılaşma vardır. Tüm üretim, tüketim ve ticaret de kayıt dışı olarak faaliyettedir. Dörtte üçü kaçak çalışmaktadır. Bu hâliyle dünyanın merkezi olan İstanbul, beş bin sene önceki Mezopotamya’dan çok daha ilkel bir hiper kent durumundadır. Çünkü o günlerde Sümer sitelerinde tabletlerde yazılan ticari kayıtlar gösteriyor ki, onlar beş bin yıl öncesinde kayıtlı ekonomi içinde bulunmaktadır. Oysa, bugün bizler…
İstanbul kayıtlı ekonomiye geçse, dünyanın kalbi olur. Türkiye sadece İstanbul’daki ticaret kârı ile yaşayabilir. Bu hâliyle ne fiyat istikrarı, ne kalite istikrarı, ne büyüne ve ne de ihracat imkanı ortaya çıkar. Hâlen tüm dünya da böyle mezbelelik hâlinde olduğu için burada biz de yaşayabiliriz. Dünya temizlendiği gün İstanbul’un yerinde yeller eser. Bizim değil, onarlın eseri olabilir.
Türkiye neden böyledir, İstanbul neden böyledir?
200 senedir, Türkiye Batı’dan anlamadan kanunlar tercüme edilerek, yasama organlarından geçirilerek kanunlaşmaktadır. Bunların çoğu bize uymamaktadır. Bizim reel ekonomimiz ile alakası bulunmamaktadır. Birçok kanunlar zaten Türkiye’nin yıkılması için özel olarak hazırlanmaktadırlar.
200 senedir Batı’nın bu kanunları Türkiye’yi bu hâle getirmiştir. KDV kayıtlı ekonomiye geçmek için bulunan bir husustur. Vergi iadesi nedeniyle halk fiş alır. Böylece mağazalar kayıtlı ekonomiye geçerler. Bu fiyat karışıklığı ortadan kalkar. Bunun mesela KDVsi %1 olmalıdır, vergi iadesi de %2 olmalıdır. Böylece halk %1 verip %2sini almak için fiş veya fatura ister. Şimdi tam tersine vergi iadesi %4 ise, KDV %8 ise, bu durum halkın fatura ve fiş almasına mâni olur.
Görülüyor ki, KDV maksadına aykırı etki yapmaktadır. Yapılacak iş açıktır. Önce KDV yüzde bire indirilecektir. Vergi iadesi ise %2 olarak tesbit edilmelidir. Mağazada alışveriş yapıldığında fişe kişinin vergi numarası da yazıcı kasada geçmelidir. Böylece kişilere devre sonunda dört ayda bir yaptığı tüm harcamalardan doğan vergiler başka bir beyannameye gerek kalmadan iade edilmektedir. Yazar kasası olmayanlarda alışveriş yapmayanlar bu imkandan mahrum olacağı için herkes yazar kasa kullanmak zorunda olacaktır.
Devlet bu işleri yapamamaktadır. Çünkü bunları düzeltmeye kalkışan hükümetler darbelerle veya siyasi oyunlarla otel odalarında idamlık suçlar işleyerek düşürülmektedir. İstanbul esnafını uyarıp organize etmek zorundayız. Başka çıkar yol yoktur. MİLAD Market bu tebliği yapma amacı ile faaliyettedir. Bizimle ilgilenmek isteyenler, markete gelip görüşebilir, telefon eder, haberleşebilir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-348 ADİL DÜZEN DERSLERİ-178 İstanbul, 17 Mart 2006
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI (Reşat Nuri Erol ve Selahattin Öztürk Üsküdar’da değerlendirecektir.)
İSTANBUL TÜCCARLARINA ÖNERİLER
Muhterem Mega Center Firmalarına;
Pek Muhterem İstanbul Tüccarları!
Sizler dünyanın merkezinde ticaret yapmaktasınız. Dünyanın ticaretine sizin hakim olmanız gerekirken, siz krizlerden krizlere sürükleniyorsunuz. Bunun tek sebebi “kayıt dışı ekonomi”dir. Biz faturasız mal satmıyoruz deyip yalan söylemeyin. Sizin mallarınız Rami’de faturasız satılmaktadır. Kimse faturası kesilmiş bir malı faturasız satmaz.
Sizi ve tüm ulusumuzu kayıt dışına zorlayan, Batı’dan -anlamadan ve düşünmeden- aktarılan kanunlardır. Bunlar ülkenin sorunlarını çözmemekte, aksine ülkenin sorunlarını daha da çözümsüz hâle getirmektedir. Bu hastalık yalnız Türkiye’de olan bir hastalık değildir. Dünya gittikçe kayıt dışı ticarete kaymaktadır. Bu durum ülkemizde ve dünyada ekonomiyi çökertmektedir.
Biz bu hususu 1960’larda görmüş ve İzmir’de gayesi “Çalışmada ve yaşamada birbirleri ile anlaşabilecek kimseleri bir araya getirerek aralarında iktisadi ve içtimai dayanışma ve yardımlaşmayı sağlamaktır.” olan, Akevler Kredi ve Yardımlaşma Kooperatifi’ni kurduk. İstanbul’da da Akevler İstanbul Tüketim Kooperatifi ile Akevler İstanbul Konut Yapı Kooperatifi’ni kurmuş bulunuyoruz.
Hedefimiz, halkımızı kayıtlı ekonomiye geçirmektir. Biz bunu devletin gelirlerini artırmak amacıyla yapmıyoruz, millî hâsılayı artırma amacıyla yapıyoruz. Millî hâsıladaki artış demek, halkın gelir giderinde artış demektir. Küçük esnafın çok iş yapması demektir. Orta, büyük ve uluslararası sermayenin daha çok kazanması demektir. Elbette, bu arada devletin geliri de o nisbette artacaktır. Ama devletin yüzde payı düşecek ve bu durum ekonominin kayıt dışına çıkmasını önleyecektir.
Biz şimdi 50 metrekarelik bir yerde, küçük bir market üzerinde denemelere başladık.
ÇALIŞMA İLKELERİMİZ ŞUNLARDIR:
1) Satışın %4ü dükkan kirası olarak verilmektedir.
2) Satışın %4ü oradaki tezgahtara verilmektedir.
3) Satışın %2si muhasebe ve hukuki savunma gibi genel hizmetlere verilmektedir.
4) Satışın %2si (tüccar getirmiyorsa) nakliyeye verilmektedir.
Sabit kira veya sabit ücret kimseye verilmemektedir. Masraflarımız asgariye indirilmiştir.
O halde böyle bir market her türlü krizlere dayanıklı hâle getirilmektedir.
Raflarda ve depolarda bulunan mallar ile kasada ve bankada bulunun nakit “günlük sermaye”yi oluşturmaktadır. O gün satılan mallara yukarıdaki %10 veya %12den ayrı olarak %5 konmaktadır. Bu gelir de “Günlük Sermaye Payı”nı teşkil etmektedir. Günlük sermaye payı günlük sermayeye bölündüğünde, birim sermayenin günlük payı çıkmaktadır.
Müşterilere günlük paydan ortağa düşen miktar kadar tenzilat yapılmaktadır. Mallarını satanların ise fiyatlarından indirim yapılmaktadır. Böylece bekleyen mal ucuzlayıp satılmaktadır.
Halk aldığı maaşlarının büyük kısmını ay başında getirip markete yatırmaktadır. Market bu parayı konsinye mal temin etmek şartıyla “Satın Alıcı Tüccarları”na vermektedir. Satın Alıcı Tüccarlar, satıcı tüccarlara teminat olarak bu meblağı bölüştürmektedirler. Onlar da üretici işyerlerine ön ödeme yapmaktadırlar. Halk kendi aylığını kooperatifi aracılığı aracılara ve üreticilere “faizsiz kredi” olarak ulaştırmaktadır. Para artmamakta, parayı değil malı artırarak ticaret etmektedir.
Dış borçların, iç borçların ve faiz kıskacının altında ekonomik krizler ortadan kalkmaktadır.
Pek Muhterem Büyük Sermayeye Ulaşmış Firmanın Sahipleri!
Bugünkü rahatlığın sürüp gideceğini sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Her yazın kışı, her gündüzün gecesi vardır. Gelin, birlikte tedarikli olalım. Önerilerimize karşı sağır, kör ve dilsiz olmayalım. Sizden fazla bir şey istemiyoruz.
Marketimize, size göstereceğimiz yerde mallarınızı koyun, levhanız asılsın. Koyduğunuz mallardan fazlasının bedelini avans olarak kooperatifimiz versin. Tezgahtar sizin malınızı sattıkça o gün Kooperatif veznesine yatırsın, siz de çekin. Reyonunuz yeter satış yapmadığı takdirde siz de malınızı geri çekebilirsiniz, biz de anlaşmamızı sona erdirir, teminat bedelini almış oluruz.
Sizlerle bu konuda kooperatifimizin kurucuları tartışacaklardır. Sizin de yetkililerinizi görevlendirmenizi talep ediyoruz. Hürmet ve muhabbetlerimizle…
MİLAD Market Kurucusu
ADİL DÜZEN Çalışanlarından
Yüksek Mühendis
SÜLEYMAN KARAGÜLLE