1967...1968...1969....AKEVLER 40 YILDIR ÇALIŞIYOR....2004...2005...2006
GELECEĞİN II. KUR’AN - V. İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ... BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
ADİL DÜZEN 349
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 24 - 27 Mart 2006 Fiyatı: Seminere katılmak veya (akevleronline) www.akevler.org
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 349. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
ÜSKÜDAR Adresi: Selami Ali Efendi Cd. No: 31 ÜSKÜDAR/İSTANBUL (Ana Çocuk Sağlığı yanı – Anadolu Gençlik bitişiği) Tel: (0532) 246 68 92
*TEFSİR SEMİNERİ [Cuma Üsküdar (19.00-21.00); Cumartesi Yenibosna (17.00-21.00); Pazartesi Ümraniye (19.00)]
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Üsküdar ve Ümraniye’de Reşat Nuri Erol tarafından; diğer yerlerde ilgili ve sorumlular tarafından anlatılacaktır...
Hedefimiz; bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul’da 200, Türkiye’de 1000 yerde okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, RNE
BU HAFTAKİ “ADİL DÜZEN” DERSLERİ
YARGI BAĞIMSIZLIĞI MESELESİ
“HUKUK SAVUNMA KOOPERATİFİ” KURMALIYIZ
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ – 11. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
قُلْنَا اهْبِطُوا مِنْهَا جَمِيعًا فَإِمَّا يَأْتِيَنَّكُمْ مِنِّي هُدًى فَمَنْ تَبِعَ هُدَايَ فَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ(38) وَالَّذِينَ كَفَرُوا وَكَذَّبُوا بِآيَاتِنَا أُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ(39)
يَابَنِي إِسْرَائِيلَ اذْكُرُوا نِعْمَتِي الَّتِي أَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ وَأَوْفُوا بِعَهْدِي أُوفِ بِعَهْدِكُمْ وَإِيَّايَ فَارْهَبُونِي(40) وَآمِنُوا بِمَا أَنزَلْتُ مُصَدِّقًا لِمَا مَعَكُمْ وَلَا تَكُونُوا أَوَّلَ كَافِرٍ بِهِ وَلَا تَشْتَرُوا بِآيَاتِي ثَمَنًا قَلِيلًا وَإِيَّايَ فَاتَّقُونِي(41) وَلَا تَلْبِسُوا الْحَقَّ بِالْبَاطِلِ وَتَكْتُمُوا الْحَقَّ وَأَنْتُمْ تَعْلَمُونَ(42)
قُلْنَا اهْبِطُوا مِنْهَا جَمِيعًا (QuLNAv iHBıOUv MiNHa CaMIyGan)
“Ondan cemian hubut ediniz dedik.”
Burada atıf harfi getirilmemiştir. Bundan önce gelen “İhbitû” kelimesinin beyanıdır. Yahut “kelimeleri telakki etti” ifadesine karşılık Allah “cemian hubut ediniz” demektedir.
İki defa iniş olur. Biri dünyaya geliş, ikincisi ise Nil’in yukarı havzalarından aşağıya doğru iniş sözkonusu olmuş olur. “Cemian” kelimesi hepiniz demektir. Burada kimse kalamaz demek olur.
İnsan Nil’in yukarısında yaratılmış olsa bile, orada kimse kalmaksızın aşağıya inmişlerdir. Şimdiki zenciler sonra tekrar yukarıya çıkmışlardır. Daha önce yeryüzü tüm insanlar için var edilmiştir, Adem oğullarınındır. O halde yeryüzüne yayılmamız cemian birlikte olacaktır.
Yeryüzü hepimizindir. Ancak şeriat kuralları içinde bölüşerek kullanma hakkımız vardır. İstediğimiz gibi kullanamayız. Başkalarının ülkemizden geçmesine mâni olamayız. Üretilen malların dünyaya satılmasına mâni olamayız. Devlet sadece en çok beşte birini vergi olarak alır, ondan sonrasına karışmaz. Üretici istediği yere götürüp satar. Gümrük ve kota yoktur. Vize sözkonusu değildir.
فَإِمَّا يَأْتِيَنَّكُمْ مِنِّي هُدًى (Fa EimMAv YaETıYanNaKuM Minnİ HuDan) “Benden size huda gelecektir.”
“Huda” yol demektir. Size ne yapacaklarınızı gösteren hidayet gelecektir. Bir önceki âyette, “Rabb’inden kelimeleri telakki ediyor.” diyor ve “Kulnâ/Dedik” ile açıklıyor. Gelen kelimeler bunlardır.
“Benden size hidayet gelecektir.” diyor.
İnsan yeryüzüne geldiği zaman zayıf ve cehul bulunmaktadır. Ne yapacağını bilmemektedir.
İnsan diğer canlılardan çok farklıdır. Bilgisi azdır. Diğer canlılar doğuştan ne yapacaklarını bilmekte, insan ise bilmemektedir. Onun için insanın eğitimine ihtiyaç vardır. İlk yaratılıştan beri insan eğitilmektedir. Bugünkü uygarlığa böyle ulaşılmıştır. İlk insan zayıftır. Diğer canlılar bedenen tüm ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde olduğu halde, insan ancak araçlarla iş görebilmektedir. İlk insandan bugüne kadar âletler icat etmektedir. Bu sayede kendi varlığını korumaktadır. Ancak, yine bu sayede yeryüzünün halifesi olmakta, hattâ göklere kadar yükselip oralarda da hükmetmektedir. İnsan kelimelerle öğrenmek ve araçlar icat etmek suretiyle varlığını koruyabilmekte ve halife olabilmektedir. İnsanın halifeliği Kur’an nâzil olduğu zaman bile gerçekleşmiş değildir. Bugün ise insanın yeryüzüne nasıl hakim hâle geldiği çok açık olarak görülmektedir. Denizler ve karalar insanın avucuna girmiştir. Bu ancak Allah’ın öğretisi ile olmaktadır. Allah bu öğretiyi iki şekilde yapmaktadır. Ya melek vasıtasıyla peygamberlere vahiy gelmiş ve inananlar o vahiylerle medeniyetlerini tesis etmişlerdir; ya da insanların akıllı ve çalışkan olanları ilim ve felsefe yapmış, âletler icat etmiş, bu sayede uygarlıklarını kurmuşlardır. Allah onlara ilham etmiş, böylece uygarlıklar ortaya çıkmıştır.
“Benden size hidayet gelecektir.” demek, benden size ilim gelecektir demektir.
İlim de ‘aklî’ ve ‘naklî’ olmaktadır. İnsanlığa hidayet ilmi en çok yirminci yüzyılda gelmiştir. Kur’an’dan sonra vahiy yoluyla hidayet durmuş, onun yerini akıl yoluyla hidayet almıştır. Akıl ve nakil birbirini tamamlar, birbirleri ile çelişmez. Zaten naklin ilâhi olduğunu buradan biliyoruz. Kâinatı yaratan başka, kitapları indiren başka birisi olsaydı, o kitaplar o kâinat ile çelişkilere düşerdi. Oysa kitaplarla müsbet ilimler arasında tam uyum olduğu için diyoruz ki, bu kitaplar ilâhidir. Kur’an’da müsbet ilimle ilgili birçok âyetlerin bulunmasının sebebi budur. O âyetlerle Kur’an’ın ilahi söz olduğunu öğreniyoruz. Burada hidayeti sadece vahiy olarak değil de, müsbet ilim olarak da anlamamız gerekmektedir. III. bin yılın sorunlarını daha çok akılla yani ilâhi kitapların öğretilerini müsbet ilimle anlayarak çözeceğiz. Hazreti Adem aleyhisselâma burada bildirilen budur.
فَمَنْ تَبِعَ هُدَايَ (FaMaN TaBiGA HuDAYa) “Hidayetime kim tâbi olursa.”
Doğal kanunlar var, sosyal kanunlar var. Allah’ın kitaplarında bunların ne amaçla kullanılacağı var. Böylece ilâhi hidayet ortaya çıkmıştır. İşte, kim o istikamette yer alırsa, ona tâbi olursa, ona uyarsa o kurtulmuştur. Gaye nedir? Gayeyi belirlersek o zaman hidayeti de bulma imkanımız olur. Bir kimse denizde nereye gideceğini bilirse pusula işe yarar. Ama nereye gidileceğini bilmezse pusula yol göstermez.
Gerek vahyin, gerekse aklın işe yarayabilmesi için insanın önce nereye doğru yol alması lazım olduğunu bilmesi gerekmektedir. Hedefi tayin etmelidir. Allah yeryüzünü Adem oğuları için yarattı. Gaye yine insandır. İnsanın bir tarafa yol almasıdır. Kişi olarak insanın eğitilmesi, daha yüksek makamlarda yaşayabilecek hâle getirilmesidir. İnsanın kendisi önemlidir. Çünkü Allah onu kendisine halife yapmıştır. Allah hiçbir şeye muhtaç değildir. Ama hâlik olmak için birilerini yaratması gerekir. Sonunda yeryüzünde insanı seçmiştir.
Allah insanı cennete hemen girecek şekilde yaratır ve insanı doğrudan cennete koyabilirdi. Bu yaratma kendisi için elbette kolaydır. İnsanı olgun olarak kırk yaşında yaratmak O’nun için zor değildir. Ama asıl istenen insanın kendi iradesi ile yücelmesidir, insanın kendi emeği ile cenneti hak etmesidir. Böylece insanı irade sahibi olarak var etmiş, sonra ona yol göstermiş ve o yola kendi istekleri ile tâbi olanları cennetine götürmüştür. Uymayanları da cehennemde eğitmek üzere oraya gönderecektir. Allah bunu böyle yapmıştır.
“Efendim, neden böyle yapmış, ne gerek var?” diye bir soru sorsak, bu sorunun ne yararı var?
O’nun ne yapacağını biz O’na öğretecek durumda değiliz.
En doğrusu bu imiş ki, her şeye muktedir olan Allah böyle yapmıştır. Bizim işimiz O’nunla tartışmak değil, emirlerini anlayıp uygulamak olmalıdır. Ama tartışanlar olacak, emirlerine karşı gelenler de var olacaktır. Çünkü Allah insanı böyle yaratmıştır. Bu dünya düzenini böyle kurmuştur. Neden böyle yaptığının açıklamalarını yapabiliriz, ama bunu sadece kendimizi tatmin için yaparız, O’nu sorguya çekemeyiz.
Bir kitapta şöyle yazılı imiş: “Yeryüzünde zulüm vardır. Allah varsa bu zulmü ya kaldırmıyor, o halde acizdir; yahut kaldırmıyor, o halde zalimdir! O halde Allah yoktur!” Bir akıllı böyle diyor.
Önce, yeryüzünde zulüm varsa bunu var eden yine Allah değil mi? Kendiliğinden bir şey olamayacağına göre Allah yoksa zulmü kim var etti? O halde, ‘zulüm vardır’ dediği anda ‘Allah da vardır’ demiş oluyor. Düşünüyorum, o halde varım gibi bir şey. ‘Allah zalimidir, zulüm varsa bunu da Allah yapıyorsa o halde Allah zalimdir’ sözü doğru olabilir. Ama ‘Allah acizdir’ sözü doğru olamaz. Zulmü yapması O’nun iktidarını gösterir. Burada bir husus daha önemlidir. Olan olayın zulüm olduğunu kim söyledi? İnsanı öldürürsen zulüm oluyor da, ineği kesip yerken neden zulüm olmuyor? Demek ki zulüm kavramını var eden de Allah’tır. Öyleyse O’nun zalim olduğunu değil, zulmün hâlikı olduğunu söyleyebiliriz. Ehli Sünnet kelamcıları bu görüştedir.
Bunu böyle söyleyen kimdir? Ona bu gücü veren kimdir? Allah değil midir? İnsan, Allah var mı veya yok mu diye tereddüt edebilir. Ama ‘Allah yoktur’ diye hükme varmak insan aklı için nasıl mümkün olur?
Demek ki Allah öyle akılsızları da yaratıyor. Teslimiyetten başka yapacağımız bir şey yoktur.
فَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ (Fa Lav PaVFun GaLAYHiM) “Onlara havf yoktur.”
Onlara bu dünyada havf yoktur. Hidayet hiçbir zaman ortadan kalkmayacaktır.
Bundan yarım asır önce mü’minlerin içlerine derin bir kasavet çökmüştü. Kâfirler de kendilerinden son derece emin idiler. Laik düzen gelmiş, tanrı yeryüzünde yok edilmiş, yaşlı birkaç kişi şimdi inanıyor, onlar da ölünce ondan sonra artık tanrıya inanan kimse kalmayacak, yeryüzüne sermaye veya devlet tanrı kılınacaktı...
Mü’minler de ümitlerini kesmiş bir durumda herhalde kıyamet gelmektedir diye düşünmüş, artık yeryüzünde tekrar din ve şeriat ortaya çıkmayacaktır sanmışlardı. Ama yarım asır gibi kısa bir zamanda ‘devlet tanrısı’ kün feyekün oldu. Şimdi ‘sermaye tanrısı’ savaşta ama artık çöküntü alâmetleri belirmiştir. Önemli olan şudur. Sermaye tanrısızlık iddiasından vazgeçti. Kilise ile, dinler arası diyalog ile kendi hakimiyetini sürdürmek istiyor. Artık, ben tanrıyım, param var, silahım var, istediğimi yaparım teranesi bitti. Dolar sallanmakta...
Yani; kıyamete kadar inananlar daima üstün olacaklardır. İlâhi hidayet devam edecektir. Mü’minler bu arada zulüm görecekler, şehitler vereceklerdir. Ancak onlar günahlarını bu dünyada tekfir edip âhrette cennetlere gideceklerdir. Onlar için bu dünya azabı rahmettir. Bu sayede âhiret azabından, ebedi azaptan kurtulacaklardır. Kadın çocuk doğururken sancılar çeker ama bir daha çocuk yapar. Çünkü bir günlük azap ona ömür boyu saadet getirecek çocuğu verir. Mü’minler de bu dünyada birkaç yıl zulme uğrarlar ama âhirette ebedi saadete ulaşırlar.
وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ(38) (Va LAv HuM YaPZaNUvNa) “Onlar mahzun da olmayacaklardır.”
Âhirette de mahzun olmayacaklardır. Burada ‘âhiret’ kelimesini eklememiz bundan sonra gelen âyetten anlaşılmaktadır. Onlardan bahsederken ateşten bahsetmektedir. O halde âhiret sözkonusudur. Mü’minler için de âhiretten bahsetmiş olmalıdır.
“Hüzün” üzülmedir. “Hazan” sonbahardır. Sonbaharda sararıp dökülen yapraklar insanda bir üzüntü yaratır. Ümitsizliğin ve ayrılığın verdiği sıkıntıdır. Hidayete tâbi olanların bu dünyada ümitsizliğe kapılıp üzülmelerine gerek olmadığı gibi, âhirette de bir üzüntüleri olmayacaktır.
İnsanlık henüz Kur’an üzerine eğilmemiştir. Müslümanlar da Kur’an’ı bırakarak fetvalarla ve tesbihlerle meşgul oldular. Ama insanlar sorunlarını sadece Kur’an’ın çözmekte olduğunun er veya geç anlayacaklardır. Kur’an yeniden tüm insanlığa nur ve hidayet olmaya devam edecektir. Çok kısa zaman içinde bu görülecektir. Sabah yakındır…
“Havf” ve “Hüzün”, ikisi de ruhi kötülüklerdir. Asıl olan budur. Acı duyan beden değil, ruhtur. Nitekim uyuşturuyorsanız veya bayıltıyorsanız artık insan acı duymuyor. Bugün bu ilmen tamamen sabit olmuştur. “Havf”, gelecekte olacakların doğurduğu sıkıntıdır. “Hüzün” ise geçmişte olanlardan dolayı duyulan sıkıntıdır.
Kur’an’daki kelimeleri tahlil ettiğimizde müsbet ilimler ortaya çıkar. Psikolojik tahliller yapmak istiyorsak, Kur’an’daki kelimeleri tasnif edip psikolojinin kavramlarını ortaya çıkarmamız gerekir.
***
وَالَّذِينَ كَفَرُوا (Va elLaÜIyNa KaFaRUv) “Küfretmiş kimselere gelince.”
Hidayetin aklî ve naklî olduğunu belirtmiştik. Küfretmiş olanlar aklî delilleri reddedenler demektir. İnsan aklı Allah’ın hidayetini öğrenme kabiliyetindedir. Herkes aklı ile doğru ve yanlışı bilir. Hata edebilir ama doğru ve yanlış kavramına sahiptir. İki yaşındaki çocuk bile yaptığı yanlışı gizlemeye çalışır.
Allah hatadan dolayı sormayacaktır. Allah için önemli olan insanın bile bile yanlış yapması, inkâr etmesi, doğruyu gizlemesi ve doğru bildiğini yapmamasıdır.
Kelamcılar imanın kaynağını dört olarak gösterirler: Akıl, Kitaplar, Kur’an ve İcma.
İnsanlar bunlardan herhangi biri ile hakkı bulabilir ve onu kabul ettikleri zaman cennete gideceklerdir. Bunlardan biri ile hidayeti bulduğu halde ona uymayan kâfirdir.
Yukarıda “hidayete tâbi olanlardan” bahsederken, burada “küfredenlerden” bahsediyor. Yukarıda iman edenlerden bahsetmiyor. Çünkü kuru iman bir şey ifade etmemektedir. Ancak ameli salih ile beslendiği zaman iman insanları kurtarır. Burada da kötü amelden bahsetmiyor. Çünkü azab insanın küfründen ileri gelmektedir. Çünkü insan günah işleyebilir, ama ondan tevbe eder ve iyiliklere avdet edebilir. “Kâfir” ise iyiliği reddeden, kötülüğü de normal sayan kimsedir. ‘Çıkarım var, o halde ben bunu yaparım.’ İşte bugünkü Batı mantığı budur. Onlar için hak ve hukuk yoktur. Kim kuvvetli ise o haklıdır. İşte bu küfürdür. Böyle insanlar cennete gitmeyeceklerdir. Mahkemeye giden bir kimse haksız olduğunu anladığı halde kabul etmez ve yine kendisini savunmaya devam ederse, işte o kâfirdir. Yanlışlıkla kendisini haklı kabul eden haksız da olsa sorumlu değildir.
وَكَذَّبُوا بِآيَاتِنَا (Va KazZaBUv EaYAvTıNAv) “Ve âyetlerimizi tekzib ettiler.”
Bu da naklî delilleri nehy etmektir. Âyetleri nehy etmektir. Allah insana akıl vermiştir. Kendisine söylenenin doğru veya yanlış olduğunu ayırdedebiliyor. Doğru olanı da anlayabiliyor. Çünkü insan beyninde dışarıda olanların bir haritası vardır. Olaylara paralel hareketler olur. Doğruluğunu beyninizde kanıtlarsınız. Buna inanmak gerekmektedir. Yani, müsbet ilimle sabit olanlar Allah’ın âyetleridir. Onlara inanmak gerekir. Kur’an’ın Allah sözü olduğu da yine böyle âyetlerle sabit olmaktadır. Kulak vermeyip tekzib etmektedirler.
Tarihte gelen peygamberler hep mucize gösterdiler ve öylece hakka dâvet ettiler. Bunların hepsi birer âyetti. Kur’an da kıyamete kadar mucize olmaya devam edecektir. O da bir âyettir. İşte o delilleri yani âyetleri değerlendirmeyip inkar etmek, söylenenleri tekzib etmek demektir. İnsanlar sahip oldukları bütün bilgileri başkalarından öğrenmektedirler. Tarihi aktarmalar bugünkü bilgi birikimini oluşturdu. Asıl olan söylenenlerin doğru olmasıdır. Sokakta birisine bir yeri sorarsanız, size yol gösterir, siz ona inanırsınız, söylediklerinin doğru olduğunu kabul edersiniz. Ancak aksine bir delâlet varsa dediğini reddedersiniz.
Demek ki esas olan söylenenin doğru olduğunu kabul etmektir.
Peygamberler böyle yapmıyor, Kur’an böyle yapmıyor, doğru söylediğini ispat ediyor.
Sorduğunuz adam cebinden harita çıkarıyor, işte burası şu sokak diyor. Bakıyorsunuz, levhada o sokağın adı yazılı. Gideceğiniz sokağı haritada gösteriyor. Artık sizde şüphe kalmaması gerekir.
İşte peygamberler de böyle yapmışlardır. Oysa karşı çıkanların hiçbir delilleri olmadığı halde söyleneni inkar etmişlerdir. Küfür ve tekzib bir arada olmuştur. Tekzipleri küfürleri ile birlikte olmaktadır.
أُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ “Onlar nâr ashabıdır. Onlar ateş halkıdır.”
Daha önce de belirttiği gibi, insanlar ölecek, sonra dirilecekler, iyiler cennete, kötüler cehenneme gideceklerdir. Burada Hazreti Adem’e bunun bildirildiğini ifade etmektedir. Yani, Adem aleyhisselâm daha ilk zamanlarda vahiy almış ve Kur’an’da bildirilenler ona da bildirilmiştir. Kâfirler küfürlerini teyit etmek için insanların kendi akılları ile tanrılar icad ettiklerini ileri sürmektedirler. Güya sonra tek tanrı düşüncesine ulaşılmıştır. Oysa, Allah daha ilk insana vahyetmiş, Allah’ı ve âhireti bildirmiştir. Ama insanlar içinde kâfirler olduğu için onlar haktan uzaklaşmışlardır. Bunun sebepleri nelerdir? Şirk yani çok tanrılar inancı zamanla oluşmuştur. Dinde tekâmül yoktur, dinde bozulma vardır. Şeytanın iğvası ile insanlar sapıtmışlardır. Şirkin nasıl doğduğunu iyi bilmemiz ve tüm kitapları okurken bu bilgiler ile düzeltmemiz gerekmektedir.
a) Allah Kâinatı insanlardan başka meleklerle idare etmektedir. Meleklerin yaptıkları Allah’ın kulları olarak yaptıklarıdır. İnsan nasıl kul olarak yapıyorsa, melekler de öyle yapmaktadırlar. İnsanlar zamanla melekleri tanrılaştırarak onlara tapmaya başlamışlardır. Melekler tanrılar olarak gösterilmiştir.
b) İnsanlar zamanla sadece melekleri değil, peygamberleri ve kralları da tanrılaştırarak onlara tapmaya başlamışlar, böylece putlar oluşmuştur.
c) Allah’ın adları O’nun sıfatlarından biridir. Eskiden yazı olmadığı için tanrı şekille gösteriliyordu. Mesela, Sümerlerden önce tanrı gövdesi balık başı insan gibi gösterilmiştir. Böylece onu kudretli varlık olarak ifade etmişlerdir. Eski uygarlıklarda tanrı anaya benzetilmiş ve kadın heykeli ile ifade edilmiştir. Kur’an’da da rahman ve rahim sıfatları kadının vasıflarıdır. Sonra bu şekillerin kendileri tanrı gibi kabul edilerek ona tapılmıştır. Mescitlerdeki Allah, Muhammed, Ebu Bekir levhaları gibidir. Sonra onları kutsileştirirsek putperestlik olur.
d) Herkes kendi dilinde tanrıya başka ad verdi. Sonra kentleşmeye başlayınca bir araya gelenler tanrı olarak kendi dilini kullandı. İsimlerin farklılığı müsemmaların farklılığına sebep olmuştur. Bugün de aynı kitaplara ve aynı peygamberlere inandığımız halde, Hıristiyanlarla bizim aramızda farklı din vardır. Hattâ Şiilerle Sünniler arasında da bu fark mevcuttur.
Görülüyor ki, peygamberler tek ilâh inancını getirdiler, sonradan oluşan şirk ile mücadele ettiler. İnsanın veya meleklerin tanrılaştırılması, insanın kendisini küçültmesidir. Allah’ın halifesi olduğunu unutmasıdır. Bugünkü diktatörleri tanrılaştırma şirki de bunun benzeridir. Bunların tanrı olmadığını herkes bilmekte ama yine de onlara tapmaktadırlar.
Kur’an bunların ateş ehli olduğunu bildirmektedir. Hazreti Adem’e bu olacaklar haber verilmektedir.
هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ(39) (HuM FIyHAv PALiDUvNa) “Onlar orada kalıcıdır.”
Biz insanlar moleküler yapı içinde yaşıyoruz. Ateşe dayanamayız. Yüksek sıcaklıklarda yapımız bozulur. Oysa cinler çekirdek yapılıdırlar, yüksek sıcaklıklara dayanıklıdırlar. Biz moleküller arasında reaksiyonlarla şekeri yakarak yaşarız. Cinler ise çekirdek reaksiyonlardan yararlanarak yaşarlar. On dört numaralı karbon on iki numaralıya dönüştürülür. Ama insandaki bütün hayat aynı şekildedir. Güneşin helyum yüzeyi vardır. Dağlar vardır, dereler vardır, bitkiler vardır, yapraklar vardır, çiçekler vardır, tohumlar vardır. Orada hidrojen helyuma çevrilmektedir. Böylece çıkan ışıktan yararlanarak oradaki canlılar yaşamaktadır.
Âhirette de iki çeşit hayat olacaktır. Biri bu dünyada olduğu gibi moleküler yapı ile hayatın sürdüğü cennetliklerdir. Diğeri de yapıları çekirdek yapılarına dönüştürülmüş olan cehennemliklerdir. Kâfirler ve âyetleri tekzib edenlerin durumu böyledir. Her iki taraf da orada sürekli olarak kalacaklardır.
Daha önce belirttiğimiz gibi milyarlarca yıl sonra başka bir hayata geçilecektir. Başka zaman ve başka mekân olacaktır. Ama cennet ve cehennem devam ettikçe onlar orada kalacaklardır.
***
يَابَنِي إِسْرَائِيلَ (YAv BaNİy İSRAEİyLa) “Ey İsrail oğulları”
Bu sûre Kur’an’ın tanıtılması ile başlamış, bunun bir hidayet olduğu bildirilmiştir. Bu hidayetin Hazreti Adem’e vaadedilen hidayet olduğu anlatılmıştır. Kur’an gelinceye kadar kitaplar geldi ve insanlığa hidayeti öğretti. Sonunda Kur’an son kitap olarak gönderilmiştir. Ondan önce gelen kitaplar Kur’an’ın anlaşılması yani önceden insanları Kur’an’ı anlamaya alıştırmak için gönderilmiştir. Kur’an hüdadır denmiştir. Sonra da Hazreti Adem’e, size hüdam gelecektir diyor. Kur’an’ı müjdeliyor.
Kur’an gelmeden önce Kur’an’ın ön uygulamasını yapmak üzere bir kavim görevlendirilmiştir. Bunlar “İsrailoğulları”dır. O zamanlar gelişmiş bir yazı yok, üniversiteler, yok, ulaşım yok, haberleşme yok. Böyle birileri de ancak bir aile, bir soy ile olabilirdi.
Allah bununla Hazreti İbrahim’i görevlendirmiştir. Ondan İsrail oğulları ortaya çıkmıştır. Hazreti Muhammed de Hazreti İbrahim soyundandır. Doğudaki Brahma ve Buda dinleri de Hazreti İbrahim’in çocukları ve torunlarınca geliştirilmiştir.
Kur’an mü’minlere tevdi edilmiştir. İsrail oğullarının yerini mü’minler almıştır. Artık insanlardan isteyen herkes mü’min olabilmektedir. Ancak yine de mü’minler seçilmiş kimseler olmaktadır.
Kur’an Hazreti Adem’den sonra İsrail oğullarını, bilhassa Hazreti Musa’yı anlatmaktadır. Kur’an’ın ilk örnek uygulamasıdır ve hâlâ devam etmektedir. Kıyamete kadar da devam edecektir. Kur’an Mekke’de inen âyetlerde İsrail oğullarının peygamberlerini tanıtmıştır. Hazreti Musa’dan uzun uzadıya bahsetmiştir.
Medine’ye nasıl gelinmiştir?
Medine’de Araplar ve Yahudiler vardı. Hakim unsur Araplardı. Arapça konuşuluyordu ve orası bir Arap kenti idi. Ne var ki Yahudilerin kitapları ve uygarlıkları vardı. Bu durum Medine Araplarını sıkıyordu. Yahudilik sadece İsrail oğullarına indiği için ne Yahudiler onları dinlerine davet ediyor, ne de Medine Arapları o dine girmeyi düşünüyordu. Mekke’de Kur’an okunmaya başlandığında Medineliler bundan hoşlanmışlar, Hazreti Muhammed’i Medine’ye dâvet etmişlerdi. Arapların üstünlünü pekiştirmek için dâvet edilen Hazreti Muhammed İsrail oğullarını direkt olarak muhatap almış, onların üstünlüklerinden bahsetmeye başlamıştı. Ama bu husus Medine Müslümanlarını rahatsız etmemişti. Çünkü onlar Kur’an’a tam olarak inanmışlardı.
İsrail oğulları bugün de dünyada etkin olarak varlıklarını sürdürüyorlar.
Hazreti Adem’in hikâyesinden sonra doğrudan doğruya İsrail oğullarına hitap etmesi ile adeta Kur’an’ı onların benimseyip yaymalarını istemiş durumundadır.
Kur’an muhatap olarak başka hiçbir kavmi almamaktadır. “Ey Adem oğulları” demektedir. “Ey nâs” demektedir. Bir de “Ey iman edenler” diye hitap etmektedir. Ama ey Araplar, ey Kureyş gibi hitaplar yoktur. Burada da birden bire Ey İsrail oğulları diye başlaması o kavmin ne kadar önemli olduğunu ortaya koymaktadır.
Bu sûre Medine’de ilk nâzil olan sûrelerdendir. İsrail oğullarına hitap ile başlaması önemlidir.
Hazreti Muhammed aleyhisselâm Mekke’den gelmişti. Tevrat hakkında hemen hemen söylentiden başka bilgisi yoktu. Ama Mekke’de inen sûreler peygamberleri öğretmiş, Medine’ye gelince İsrail oğullarının tarihini de ne kadar iyi bildiği anlaşılıyordu.
Bugün de Kur’an’ı doğru anlamamızda Tevrat’ın bize çok yardımı vardır. Mesela Furkan’ın Budistlerin kitabı olduğunu biz Tevrat’tan öğreniyoruz. Tevrat’ta Kantura adlı Hazreti İbrahim’in hanımından dört oğlunun doğuya gönderildiğini bilmesek, daha önce Furkan’ı da indirdik ifadesini anlamamız mümkün değildir.
Şimdi İslâmî düzeni iyi anlamamız gerekmektedir. Allah tüm insanlara İslâmî düzene yani barış düzenine girmelerini emrediyor. Barış düzenine girmeyenleri müşrik olarak vasıflandırıyor ve onlarla savaş yapılmasını emrediyor. Barış düzeni şeriattır. İnsanların uzlaşarak anlaşmaları ile oluşan düzendir. Anlaşamadıkları hususlarda hakemlere giderler ve hakemler sorunlarını çözerler.
Ne var ki, öyle kimseler olacaktır ki, onlar anlaşmalara riayet etmeyecekler. O zaman ne yapılacak?
İşte, o zaman bir grup çıkacak, askeri teşkilat oluşturacak ve bunlarla savaşacaktır. Tarihte bu görev İsrail oğullarına verilmiştir. İlk şer’î düzeni bunlar kurmuşlardır. Hazreti Nuh daha önceleri düzen kurmuş ama bu sadece Mezopotamya’da geçerli olmuştur. Oysa İbraniler kendi uygarlıklarını tüm Akdeniz’de ve Ortadoğu’da yaygınlaştırmışlardı. Hazreti Muhammed aleyhisselâm ile bu uygarlık bugün tüm dünyayı kaplamıştır. İşte bu gelişmelerin karşısında yeni bir topluluk ortaya çıkıyordu, onlar da mü’minlerdi.
Mü’minler İsrail oğullarının yerine geçmektedirler. Yeni bir kavim ortaya çıkıyor. Ne var ki bu yeni kavim soya dayanmıyor, imana dayanıyordu. Yani, insanlardan isteyen herkes bu topluluğa katılabilecekti. Ama bunlar da İsrail oğulları gibi seçkin topluluk olacaktı. Çünkü bunlar yeryüzünün güvenliğini sağlayacaklardır.
Mü’minler yeryüzünde güvenliği tesis etmekle yükümlüdürler. Birinci Kur’an uygarlığında bunu kısmen sağladılar. İkinci Kur’an uygarlığında bu hususta tam hakimiyeti sağlayacaklardır. İşte mü’minler İsrail oğullarının alternatifi olarak geldiklerinden, mü’minlerin onlardan iktidarı nasıl devralacaklarını burada anlatmaktadır. Kur’an’ın dedikleri gerçekleşmiş, Müslümanlar dünyanın her tarafında hükümran olmaya başlamışlardır. Önce Sasani imparatorluğu, sonra Roma imparatorluğu, Gök Türk imparatorluğu ve Hindistan Müslümanların hakimiyetine girmiştir. Ne var ki, yaşlanma dolayısıyla gerilemiş, bu arada Batı genişlemiş ve tüm İslâm ülkelerini istila etmiştir. Bir ara Sakarya’ya kadar gelenler geri dönmeye başlamışlardır. Avrupalılar bu sefer Yahudilerin icat ettiği ateizm belasına tutulmuşlardır. Kur’an’ın İsrail oğullarına hitabı vardır.
Bundan sonraki âyetler şimdi dünyayı sömüren İsrail oğullarına neler söyleyecektir?
Buradaki çok önemli husus, İsrail oğullarına bizim aracılığımızla hitap etmekte, doğrudan onlara hitap etmektedir. Dolaysıyla onları hâlâ bizim gibi yeryüzündeki düzenin kurulmasında görevli görmektedir. Kur’an böylece onlara da nâzil olmuş bir kitap durumundadır. Kur’an bütün insanlara hitap ediyor, mü’minlere hitap ediyor; bir de İsrail oğullarına hitap ediyor. İnsanlardan isteyen mü’min olabilmekte ve Kur’an’a doğrudan muhatap olmaktadır. İsteyen müslim kalmakta ve o zaman Kur’an’a mü’minler üzerinden muhatap olmaktadır.
Burada çok önemli olan bir diğer husus, Kur’an’da henüz “Ey iman edenler” sözü geçmemiştir. Yani, mü’minlerden önce İsrail oğullarına hitap etmektedir. Çünkü Kur’an hem onların başlattığı inkılâbı devam ettirmektedir, hem de onların görevlerine son vermiş değildir. Yeni düzende onların yeri de belirlenmiş olacaktır.
Bu âyetler bizden çok İsrail oğullarına inmiştir.
İsrail oğulları bu âyetleri İbraniceye çevirip kadim mukaddes kitaplarına eklemelidirler. Bu biz mü’minlerin görevidir. İbraniceye çevirip; alın bakalım, Kur’an’dan size mesaj var dememiz gerekir.
اذْكُرُوا نِعْمَتِي (uÜKuRUv NiGMaTIy) “Size olan nimetimi zikredin.”
Allah İsrail oğullarına büyük nimetler vermiştir. Önce Yusuf aleyhisselâm vasıtasıyla o zamanın en uygar ülkesi olan Mısır’a taşındılar. Mısır’da Firavunun sosyalist devleti vardı. Mevsimleri gelince halkı çalıştırır, onlara yiyecek verirdi. Bir yıl onunla geçinirlerdi. Kışın ise boş otururlardı.
İsrail oğulları Mısır’da hem yazın çalışıp yevmiyelerini alıyorlardı, hem de kendileri çoban bir topluluk oldukları için hayvan besliyorlardı. Böylece İsrail oğulları köle oldukları halde varlıkları ileri seviyede idi.
İsrail oğulları sonra Mısır’dan çıktılar. Firavun onları kovaladı ama kendisi boğuldu. Nihayet mukaddes ülkeye girdiler. Tevrat onlara inmişti. Dünyaya hükmettiler. Akdeniz’i hükümranlık bakımından göl hâline getirdiler. Böylece Allah onları korumuş, nimetler vermiştir.
Bugün de dünyanın en zengin ve etkin kavmi olarak onlar vardır.
Kur’an Allah’ın bu nimetini onlara hatırlatıyor. Bunu kendiliklerinden elde etmediler.
Haçlı Seferleri öncesinde İsrail oğulları en düşük bir topluluktu. Ticaretle geçiniyorlardı. Toprakları yoktu, sanatı da bilmiyorlardı. Ticaret ise o zaman gelir getirmeyen bir meslekti. Çünkü Avrupa tarım dönemini yaşıyordu. İncil indi ve dünya Hıristiyanlaştı. Kur’an geldi ve dünyanın diğer kısmı İslâmlaştı. Bunlar arasında başlayan savaşlar sonunda Avrupa’ya sanayi girdi. Ticaret makbul meslek oldu. İşte bu dönemde Avrupa’da İsrail oğulları en aşağı seviyede iken, en üst seviyeye çıktılar. İslâmî ilimleri Avrupa’ya lâik ilimler olarak taşıdılar. Böylece sanayi devrimi oldu. Sonunda kâğıt para sayesinde dünya onların adeta kölesi oldu.
Allah onlar üzerindeki nimetini böylece tamamladı. İşte Kur’an onlara bunu hatırlatmaktadır.
الَّتِي أَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ (elLaTIy EaNGaMTu GaLaYKuM) “Size in’am ettiğim nimetimi zikredir.”
Allah diğer kavimlere in’am etmediği nimetleri onlara in’am etmiştir. Yeryüzünde böyle uygarlıklar kurarak varlıklarını kıyamete kadar sürdürecek bir kavim daha var etmemiştir. Kur’an nâzil olmadan önce de uygarlıklarını kurdular. Bugünkü Avrupa uygarlığı da onların eseridir. Amerika’nın fethi ile ellerine geçirdikleri altınlarla dünyadan ham madde aldılar, Avrupa’da mamul madde hâline getirdiler ve dünyaya sattılar. Mason localarını aracı olarak kullandılar. Avrupa’da el sanatları olmadığı için bu eksikliği makine ile gidermeye çalıştılar. Böylece bugünkü sanayi uygarlığı doğdu. Kapitalizmi ve sosyalizmi de onlar icad ettiler. İşte böylece dünyaya hakim oldular. Allah’ın nimetlerine gark olmuş bulunmaktadırlar.
وَأَوْفُوا بِعَهْدِي (Va EavFUv Bı GaHDî) “Artık ahdimi ifa ediniz.”
Allah’ın onlardan aldığı ahit ne idi? Bu ahit bu sûrenin sekseninci âyetlerinde anlatılmaktadır.
a) Allah’tan başkasına ibadet etmeyeceksiniz. Haramları yemeyecek, faizci olmayacak, zinacı olmayacaksınız.
b) Anne babaya, yakınlara, yoksullara iyilik edeceksiniz. Sosyal güvenliği tesis edeceksiniz. Siz ne yaptınız? Paralı aidatlı sosyal güvenliği tesis ettiniz. İhsan değil, zulüm çarkını kurdunuz. Halkı soymak ve işçileri esir etmek için bu düzeni kurdunuz.
c) Namazları kılacak, zekâtı verecektiniz. Oysa siz mabetleri müzeye çevirmek içim çaba sarfettiniz. Zekâtın yerini KDV’ler aldı.
d) Kan akıtmayacak, göçler oluşturmayacaksınız. Siz ise her vesile ile savaşlar çıkardınız ve insanları yerlerinden ve yurtlarından ettiniz.
Ahdimi yerine getirmediniz.
أُوفِ بِعَهْدِكُمْ (EUvFı Bi GaHDiKUM) “Ben de size olan ahdimi yerine getireyim.”
Size vaad ettiğim toprakları size vereyim, sizi huzur ve saadet içinde yaşatayım.
Bu kadar imkanlara ulaşmış olan İsrail oğullar İsrail’de elbette adil devlet düzenini rahatça kurabilir. Filistinlileri bir tarafa bırakalım, o zaman bütün Araplar oraya göç için can atarlardı. Oysa onlar tam tersini yapıyorlar, devlet terörü oluşturuyorlar. Her tarafı tehdit ediyor ve ülkelerini kan gölüne çeviriyorlar.
Bunu kim yapıyor? Amerika’da büyük sermaye sahibi olan Yahudiler yapıyor.
Bu üstünlük İsrail’deki Yahudilere intikal etmesin diye İsrail’i kan gölüne çevirtmektedirler. Allah da şimdi onlara bildiriyor; ahdinizi yerine getirin, ben de ahdimi yerine getireyim. Yoksa, eski sürgünlere benzer sürgüne uğrarsınız, Amerika’da da sizi barındırmazlar. Bakınız, bundan önceki iki seçimde kıl payı kazandınız, hattâ hile ile kazandınız. Çevre eyaletlerde kaybettiniz. Yani, iç eyaletler de uyandığında sizin işiniz bitecektir.
Bugün dolarla ayaktasınız. Bir gecede dolar sıfırlanır ve sizin de hakimiyetiniz biter.
Gelin bu davranışlardan vazgeçiniz. Ben de ahdimi yerine getireyim.
وَإِيَّايَ فَارْهَبُونِي(40) (Va EıyYAvYa FaRHaBun) “Bana irhab ediniz.”
“Ruhban” kelimesi “Rahube” kelimesine akrabadır. Genişlik demektir. Ruhbaniyet, mabetlere çekilip huzur bulmaktır. Benim şeriatıma giriniz de rahat ediniz demektir.
Allah’ın İsrail oğullarına verdiği nimetlerini iyi kullanmıyorlar. Allah da onları bundan vazgeçmelerine çağırıyor. Yoksa sıkıntılara düşeceklerini bildiriyor. “Bana ruhbaniyet ediniz.” diyor.
***
وَآمِنُوا بِمَا أَنزَلْتُ مُصَدِّقًا لِمَا مَعَكُمْ (Va EAvMıNUv BiMaV eAnzALTu MuÖaDDıKan LiMa MaGaKuM)
“Sizde bulunanı musaddık olarak inzâl ettiklerime iman ediniz.”
Burada “Enzeltü İleyküm” dememiş de, “Mâ Enzeltü” diyor. Yani, Tevrat’tan sonra gelen bütün kitaplara ve bilgilere iman ediniz demektir. Çünkü gerek İncil, gerekse Kur’an Tevrat’ı tasdik etmektedir.
Eğer Kur’an ve İncil gelmemiş olsaydı Tevrat tamamlanmamış olacak, sadece İsrail oğullarının bir dönem sorunlarını çözmüş olmakla yetinilmiş olacaktı. İncil geldi ve Tevrat’ı tüm dünyaya tanıttı. Onu insanlığın şeriatına çevirdi. Kur’an geldi, Tevrat’ta haber verilen Mesihlik gerçekleşmiş oldu. Tevrat’ta Mesih’in geleceği bildiriliyor, Hazreti İsa geliyor, tüm dünyanın üzerinde kabul ediliyor. 2000 senedir onun dini hakim.
Kardeşlerinden peygamber çıkacak deniyor, Hazreti İsmail’in torunlarından Hazreti Muhammed aleyhisselâm geliyor ve dünyayı aydınlatıyor. Bunlar gelmeseydi ne olurdu? Tevrat yalan söylemiş olurdu.
Bir de Tevrat’ın öğrettikleri ebter olurdu. Sonu olmayan bir çıkış olurdu.
İsrail oğulları küfürlerinden dolayı hâlâ kabul etmiyorlar. Bazı Yahudiler, biz İsa’nın peygamber olmadığını, Muhammed’in peygamber olmadığını söylemiyoruz. Zekeriya Peygamber bize ‘benden sonra size nebi gelmeyecektir’ dedi; biz bunların bize gönderilen peygamberler olmadığını söylüyoruz diyorlar.
Kendileri bunda haklı olabilir. Onlar kendi kitapları ile hükmedecekler. Nasıl biz Hazreti İsa’yı ve Hazreti Musa’yı peygamber olarak kabul ediyor, ama Kur’an’a göre hareket ediyorsak, onlar da bizim gibi yaparlar. Ne var ki, Allah Kur’an’da bilhassa bu sûrede İsrail oğullarına doğrudan hitab edip onların devam eden görevlerini anlatmaktadır. Ondan sonraki Tâhâ ve Sâd sûrelerinde Kur’an İsrail oğullarına doğrudan hitap etmekte ise de, geçmişi anlatırken o zamanki peygamberlerin söylediklerini anlatmaktadır. Tevrat’ın en önemli görevi Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğuna şehadet etmesidir. Tevrat’ta anlatılanlar Kur’an’da anlatılmakta, şahit olarak gösterilmektedir. Tevrat’ın kendisinde icaz yoktur. Kur’an’ın kendisi ilmen Allah’ın sözü olduğu sabit olan bir kitaptır. Onun tasdiki Tevrat’ı da ilahi kitap yapar. Onun da ilmen ilâhi kitap olduğu sabit olmaktadır.
وَلَا تَكُونُوا أَوَّلَ كَافِرٍ بِه (Va LAv TaKUVNUv EavVALa KAvFiRin BiHIy) “Kâfirin ilki olmayın.”
Yeryüzünde 5, 10, 15 milyon nüfusları olmadığı halde, onlara bu derece önem vererek “Kur’an’a ilk kâfir olmayın” diyor. Tarihte Yahudiler Müslümanlar tarafından hep yardıma uğramışlardır. Kudüs ellerinden alınmış iken, Hazreti Ömer Kudüs’ü fethetmiş ve bütün dinlere ibadethane hâline getirmiştir. İspanya’dan kaçan Yahudileri Müslümanlar İstanbul’a yerleştirmişlerdir. İslâm ülkelerinde Yahudiler her yerde rahat yaşamışlardır.
Şimdi ise Müslümanların en büyük düşmanları onlar olmuşlardır.
Bugün Müslümanların başına ördükleri belalarla Kur’an’ın ilk kâfirleri olarak ortaya çıkmaktadırlar.
I. Dünya Savaşı’nda Osmanlıları savaşa sokup imparatorluğu parçalatanlar onlardır... Türkiye’de dinsiz bir devlet oluşturmaya çalışanlar onlardır... Yeryüzünde komünizmi icad ederek milyonlarca Müslümanı kırdıranlar onlardır... Tüm Arap ülkelerinde sosyalist devletler kurdurup alimleri astıranlar onlardır... Türkiye’de on yılda bir askeri darbe yaptıranlar onlardır... Irak ve İran’da savaş çıkaranlar onlardır... Şimdi de İran’ı vurmaya çalışanlar onlardır... İslâm’a yaptıkları düşmanlık, diğer bütün din mensuplarından öncedir...
وَلَا تَشْتَرُوا بِآيَاتِي ثَمَنًا قَلِيلًا (Va LAv TaŞTaRUv Bi EAvYAvTı ÇaMANan QaLIyLan)
“Âyetlerimle semeni kalili satın almayın.”
Filistin gibi basit bir yurt için binlerce yıldır sizi koruyan Müslümanların ülkesini şimdi cehenneme çevirmeyin. Tarihte siz devlet kuracak durumda değildiniz. Şimdi ise kurdunuz. Neden barışı tesis etmiyorsunuz? Eğer yeryüzünde “Adil Düzen” için çalışsanız, “Adil Düzen” o toprakları zaten size verecektir. Çünkü Tevrat’ta o topraklar size vaat edilmiştir. Kur’an da orada toplanacağınızı bildirmektedir.
Biz Allah’ın kitaplarında yazılanlara uyarız. Tevrat size Nil ile Fırat arasını vermedi, oraları Hazreti İbrahim oğullarına verdi. Zaten bugünkü fiili durum da öyledir. Sizin için Hazreti Musa’ya vaadedilen İsrail’dir. Bunun size verilmesi gerektiğini biz biliyoruz. Biz bunu yapacağız. Mesela, Filistinlileri Sina çölünde yerleştirir ve onlara vatan yaparız. Size de Batı Şeria ve Gazze’yi veririz. Sizin sınırlarınızı biz Müslümanlar garantiye alırız. Kan ve savaş durur. Ama siz İslâm düşmanlığı yapıyorsunuz. Türkiye’deki fitneniz de devam etmektedir...
Başörtüsü sorunu sizin fitneniz… Kur’an kurslarının kapatılması sizin fitneniz… Tarikatların susturulması sizin fitneniz... Mescitleri derslerden uzak tutmak sizin fitneniz... Otel odalarındaki görüşmelerle hükümetleri indirmek sizin fitneniz... PKK sizin fitneniz... Sivas olayları sizin fitneniz…
Allah’ın size verdiği nimetleri hep fitne yapmak üzere kullanıyorsunuz. Siz zarar ediyorsunuz. Ama biz sizi yine kurtaracağız. Hıristiyanları yarım bin yıldır eziyorsunuz, dinsizleştiriyorsunuz, birbirleriyle savaştırıyorsunuz, Avrupa’ya kan kusturuyorsunuz. İlk fırsatta onlar sizi boğacaklar ve sizi yine biz kurtaracağız.
Allah sizi bunları yapmaktan men ediyor, ama …
وَإِيَّايَ فَاتَّقُونِي(41) (VaEiyYAYa Fa itTaQUvNa) “Bana ittika ediniz.”
Benim şeriatıma giriniz. Allah size doğrudan hitap ediyor. Bu hitaba iyi kulak veriniz.
Allah ne diyorsa her zaman o olacaktır. Sizi “Adil Düzen”i tesis etmeye çağırıyor.
Ey İsrail oğulları! Allah sizden ne yapmanızı istiyor?
a) Ey İsrail oğulları! Faizli sisteme son verin, karz-ı hasen sistemi ile dünya ekonomisini dengeleyin.
b) Ey İsrail oğulları! Karşılıksız sahte para ile dünyayı sömürmekten vazgeçiniz. Altın karşılığı para çıkarınız. Demir, buğday ve toprak paralarını altına kote ediniz. İşletme senetleriyle, mal sentleriyle, reel ekonomiyle mâli ekonomiyi eşleştirin.
c) Ey İsrail oğulları! Dünyayı sömürmek için kurulmuş vize, kota, gümrük gibi haram olan şeyleri ortadan kaldırınız. Mal hareketi, sermaye hareketi, emek hareketi ve bilgi hareketi serbest olsun. Her şey ham maddenin olduğu yere gitsin. Aralardaki engelleri kaldırın.
d) Ey İsrail oğulları! Tekelin ticaretini ortadan kaldırın. Bırakın, serbestlik içinde herkes ticarette yarışsın. Kim başarırsa o piyasada kalsın. Tekeli önleyin. Bu faiz yasağı ve sermaye vergisi ile sağlanır.
Bu hususta bilginiz yetmeyebilir. Ama Kur’an’ı bu hususta yorumlayan Adil Düzenciler vardır. Onlarla işbirliği yapın. Böylece şeriat düzenine girin. Fitne düzenine son verin.
İşte, Allah doğrudan doğruya İsrail oğullarından bunu yapmalarını istiyor. Biz Adil Düzenciler hiçbir kin beslemeden daima işbirliği yapmaya hazırız. Başımıza gelenlerden dolayı size kin tutmuyoruz. Çünkü sizin elinizle onları hep Allah yaptı. Siz olmasaydınız, Allah başkaları ile bize yine o cezaları verecekti. Çünkü biz o azabı istihkak etmiştik. Yeter ki siz Allah’ın emirlerine kulak verin ve bizimle beraber çalışmaya başlayın.
***
وَلَا تَلْبِسُوا الْحَقَّ بِالْبَاطِلِ (Va Lav TaLBiSUv elXAqQa Bi eLBAOıLı)
“Hakkı bâtıl ile karıştırmayın.”
Hakkı karıştırma işini Gazali çok güzel anlatmaktadır. Felsefeciler önce hep doğruları söyler, ilerler, ilerler ve halkı felsefeye inandırırlar. Sonra kendi bâtıl düşüncelerini felsefenin içine sokarak o sayede bâtıla inandırırlar.
Bugün de yine İsrail oğulları böyle yapıyor, müsbet ilimle sabit olanları önce kabul ettiriyor, sonra saçma fikirlerini karıştırarak bugünkü ateizmi getirmiş oluyorlar. İslâm’ın müsbet ilmi Avrupa’ya girince hile yaptılar. Kilisedeki papaları satın aldılar ve müsbet ilimlere karşı çıkardılar. Müslümanlarda hiçbir sorun teşkil etmezken, dünyanın yuvarlak olduğu ve kendi etrafında döndüğü sorun olmuştur. Kilise işte böyle bâtılı savununca, bundan yararlanan sömürücü sermaye kiliseye darbe vurarak Avrupa’yı dinsizleştirdi. Hıristiyanlığın bu tutuculuğu yine satın alınan veya saf olan papalarla devam etti. Evrim teorisine karşı çıkıldı. Oysa evrim teorisi Tevrat, İncil ve Kur’an’ın söylediklerini kanıtlıyor, Yunan filozoflarının kıdem nazariyesini havaya uçuruyordu. Ama Darwin nazariyesine hâlâ din adına saldırılar devam etmektedir. 20. yüzyıl her yönüyle Kur’an’ın söylediklerini, kelamcıların iddialarını ispat etmiştir. Ama İmamı Gazali zamanında olduğu gibi lehine olan deliller tersine çevrilmiş ve din düşmanlığı yapılmıştır. Böylece bâtıl ile hak karıştırılarak hakkın yanında bâtıllar da doğru imiş gibi insanlığa yutturulmaktadır. İsrail oğulları servetlerini küfrün kabul ettirilmesi için harcıyorlar. Bu küfür önce sizi yutacaktır. Ne var ki, sizin içinizde hakkı kabul edenler de vardır da, işte onların yüzü suyu hürmetine nesliniz inkıraz etmemektedir. Mü’minlerin yardımı ile insanlığa yine hizmet etmeye devam edeceksiniz. Hakkı bâtıl ile karıştıran, yani bunları tezgahlayanların ise tozları bile kalmayacaktır.
وَتَكْتُمُوا الْحَقّ (VaTaKTuMu ELXAqQa) “Hakkı ketmetmeyin.”
Evet, İsrail oğullarının da büyük katkılarıyla 20. yüzyılda gelişen ilimler, Kur’an’ın ve kelamcıların bildiklerini tasdik ve tasvip etmişlerdir. Bunlardan birkaçını sayalım.
a) Kâinat ezelîdir diyorlardı. 20. yüzyılda Kâinatın 13,4 milyar yıl önce yaratıldığı ispatlandı.
b) Kâinat ebedîdir diyorlardı. 20. yüzyılda Kâinatın ölüme doğru gittiği ispatlandı.
c) Zaman ve mekân statiktir, uzamaz ve kısalmaz diye iddia ediyorlardı. Zaman ve mekânın izafi olduğu ispatlandı.
d) Kâinatın sonsuz olduğu iddia ediliyordu. Kâinatın yuvarlak ve büyümekte olduğu ispatlandı.
e) Yerin durduğu iddia ediliyordu. Yerin kendi etrafında ve güneş etrafında döndüğü ispatlandı.
f) Yeryüzünde canlı hep vardı diye iddia ediliyordu. Yeryüzünde canlının iki milyar yıl önce var edildiği ispatlandı.
g) İnsan hep vardı diye iddia ediliyordu. İnsanın en son yaratıldığı ispatlandı.
h) İnsanın yavaş yavaş değişerek yaratıldığı iddi edildi. İnsanın birden yeni genetikle ortaya çıktığı ispatlandı.
i) Mezopotamya’nın tufanla istila edilmediği iddia ediliyordu. Denizin işgal ettiği ispatlandı.
j) Evliliğin sonradan oluştuğu iddia ediliyordu. İlk insanın evlenecek şekilde varolduğu ispatlandı.
k) Âhiret inancının insanlar tarafından sonradan uydurulduğu söyleniyordu. Âhiret inancının ilk insandan beri varolduğu ispatlandı.
Böylece Kur’an’ın söyledikleri hep doğru çıktı. Bir tane bile yanlış bulunamamıştır.
Buna rağmen yine de ateizmi yaymaya devam ediyorlar ve Allah’ın kendilerine nimet olarak verdiği maddi imkânlarını O’na karşı kullanıyorlar!..
َ وَأَنْتُمْ تَعْلَمُونَ(42)(Va EaNTuM TaGLaMUvNa) “Bile bile bunları yapıyorsunuz.”
Evet, bile bile insanları iğfal ediyor, gerçekleri gizliyorsunuz. Zulüm içindesiniz.
Bundan vazgeçmeniz gerekir. Bile bile bunları yapmayınız…
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-349 ADİL DÜZEN DERSLERİ-179 İstanbul, 24 Mart 2006
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI (Reşat Nuri Erol ve Selahattin Öztürk Üsküdar’da değerlendirecektir.)
YARGI BAĞIMSIZLIĞI MESELESİ
İnsanlık bundan 5000 yıl önce kır yaşayışından kent yaşayışına geçmeye başladı. İlk defa Sümerler döneminde Hazreti Nuh tarafından şeriat düzeni getirildi. Şeriat demek, yazılı kuralları yani kanunları olan, bu kanunlara göre yargılama kurumları bulunan ve bu yargı kararlarını uygulayan kolluk kuvvetleri olan topluluk demektir. Sonra Tevrat ile İbranilerde anayasal bir sistem oluştu. Bu sistem Roma’da Roma Hukuku olarak gelişti. İslâmiyet’te Fıkıh Usûlü ve Fıkıh olarak en yüksek seviyeye ulaştı.
Avrupa’da büyük sanayi inkılabı oldu. Bu sistem ihtiyaçlara cevap vermez oldu. Yeni arayışlara girildi. Avrupa’da ‘ekseriyet demokrasisi’ ile sorunların çözüleceği sanıldı. İki asırlık deneme gösterdi ki, ‘ekseriyet sistemi’ ile sorunlar çözülemiyor. Türkiye’de ise sorun artık patlak vermek üzeredir. Beş bin senelik demode hukuk sorunları çözmüyor. Ekseriyet aldatmacası da bu sorunları çözmüyor.
Hemen her vesile ile vurguladığımız bir şey vardır: Türkiye komadadır. Dört temel arıza vardır. Türkiye yoğun bakıma alınıp edillmelidir. Böyle değildir diyen çıkmıyor, çıkamıyor... Ama maalesef biri de bize katılıp getirdiğimiz çareleri değerlendirmiyor. Sağır, kör ve dilsiz bir topluluk. Ne yapalım, Kur’an yanlış bir şey söyleyecek değil ya...
1) Sorunların biricisi işsizliktir. Çalışana kredi ile bu sorun giderilir.
2) Biri dış borçtur. Faizli borç faizsiz ortaklığa çevrilerek sorun giderilir.
3) Biri millî basının olmayışıdır. Basın kooperatifleri ile bu sorun giderilir.
4) Dördüncüsü sorun ise yargıdır. Hakemlik sistemi ile bu sorun da giderilir.
Bugün, Şemdinli Olayları dolayısıyla yargıdan söz edeceğiz. Savcının Yaşar Büyükanıt’ı itham etmesi hoş bir olay değildir. Ama savcıyı suçlamak da mümkün değildir. O halde ülkede çözülmemiş çok önemli bir sorun var demektir. Sorun kişilerde değil, sistemdedir. Mevcut mevzuat sorunları çözmüyorsa, yetkililer mevzuat dışına çıkarak sorunları çözmek zorundadırlar. Hele askerler için bu bir vecibedir. Ama savcı da mevzuatın bekçisidir. Mevzuat dışına çıkan yetkili aleyhine dava açmak durumundadır. İşte devleti komaya getiren bu çıkmaz durumdur. Hayat çelişkileri kabul etmez. Çelişkiler içine düşeni doğal kanunlar ayıklar. Sözlerimi yalan sayabilirsiniz. İleride, belki birkaç asır sonra bu yazımızı eline geçirenler olursa; söylemiş, ama kulak verilmemiş diye okuyacak ve ibret alacaklardır.
Bir yargının sağlıklı olması için dört özelliği olması gerekir.
a) Yargı bağımsız olmalıdır. Yani, kendisinden üstün ona etki edecek bir güç olmamalıdır. Bugün öyle midir? Hakimler merkezden atanmaktadır. Terfileri merkezden yapılmaktadır. Bu yetmiyormuş gibi verdikleri kararlar Yargıtay tarafından bozulabilmektedir. Buna göre terfilerinde duraklama olmaktadır. Bunun dışında, sömürü sermayenin kıskacında olan basın da her zaman yargıya saldırabilmektedir. Zaman zaman komutanlar çağırıp kendilerini alkışlatabilmektedir. Hakime bir saldırı olursa onu koruyan hiçbir güvence yoktur. Buna ‘bağımsızlık’ deniyorsa, bir diyeceğimiz yoktur. Tek çözüm “Hakemlik Sistemi”dir. Eğer kamu davaları dahil bütün davalarda, cezalarda, hakimler “hakem” olarak taraflarca seçilirse, “baş hakem” de seçilen hakemlerce seçilirse, o zaman bağımsız yargı olacaktır. Bir şartla, Yargıtay denetimi de olmayacaktır. Hakemler yine hakemler tarafından denetlenecektir. Hakemlerin kararları infaz edilecek, mağdur olan varsa hakemlerin dayanışma ortakları ödeyecektir. Dayanışma ortağı olmayan kimse hakemlik yapamayacaktır. Yargı atanmış savcılar tarafından da baskı altındadır. Hakimin yanında oturan savcı hakimin elini kolunu bağlamaktadır. Savcının olduğu bir düzende yargı bağımsız olamaz. Çünkü yargı kararlarını uygulayacak olan devlettir. Devlet de hakimin yanında hakime dikte ettirmektedir.
b) Yargı yansız olmalıdır. Yani, yargıç taraflardan birini tutmamalıdır. Bugün bu mümkün değildir. Önce savcının tarafını tutmak zorundadır. Çünkü onunla eşit durumdadır. Sonra paralı avukatlar vardır, zorba avukatlar vardır. Onların duruşmalarda imtiyazları var. Parası olan düdüğünü çalmaktadır. Savcı zaten imtiyazlıdır. Bu durumda tarafsızlık nasıl sağlanacaktır? Terazi tartmadan nasıl tarafsız ve yansız olunacaktır. Bu da ancak hakemler yoluyla sağlanır. Önce hakemleri taraflar seçer. Maaşlarını devlet eşit şartlar içinde öder. Vatandaş vergiyi bunun için ödemektedir. Mahkeme şirket değildir ki harç alsın. Mahkeme zenginlerin halkı ezme aracı değildir ki avukatlık meşru olsun. Devlet de ancak bir hakemi ile davada taraf olacaktır. Hakemler baş hakemi seçeceklerdir. Tarafsızlık asıldır. Ama tarafgirlik yaparsa onun aleyhine de hakemlere gidilmektedir. Yansızlık böyle sağlanabilir. Savcının olduğu, avukatın olduğu, atanmış hakimin bulunduğu yerde tarafsızlık sözkonusu olamaz. Çağımızda her sorun demokrasi ile çözülmektedir. Kamuyu atanmış bir memur temsil edemez. Kamuyu ancak seçilmişler temsil edebilir. %5’ten fazla oy almış olan siyasi partiler kamu adına dava açma yetkisine sahip olacaklardır. Partiler kamu adına hakem seçer ve dava açabilirler. Siyasi partiler karşısında onları dengeleyen siyasi partiler vardır. Dolayısıyla yargının tarafsızlığı sağlanabilmektedir. Şimdi savcıyı bağımsız yaparsanız, devlet içinde devlet doğar. Bakanlığın denetimine koyarsanız, bu sefer de onun emrine girip siyasi baskı içinde olur. Türkiye’de baş savcı yetkisiz davalar açarak iktidarları devirmiştir. Refah Partisi aleyhine bir savcı değil de bir parti dava açsaydı, işte burada denge sağlanmış olurdu.
c) Yargı saygın olmalıdır. Sokakta yürüyen bir insan korkmayacak, benim arkamda adil yargı var diyecektir. Yine bu insan adil yargıdan dolayı suç işlemekten korkacaktır. Yargının verdiği kararın adil olduğuna mahkum inanmasa bile, çevre hak etti de mahkum oldu diyecektir. Bu da ancak adil hakemler sayesinde mümkündür. Hakemlik yapabilmeleri için hakemlerin tezkiye edilmeleri gerekir. Halkın saygı duyduğu kurumlar tezkiye etmelidir. Bu kurumlar da dinî kurumlar olabilir. Dinî kurumları yıpratırsak, onların tezkiye ettikleri hakemler de yıpranır ve böylece yargı saygınlığını kaybeder. Soruşturmanın da saygın olması gerekir. Soruşturmacıların kanaatleri toplulukça muteber sayılmalıdır. İşkence ile söyletme yerine, adil soruşturmacıların kanaatleri idamlık kararlar için bile geçerli olmalıdır. Kişinin kendisini güvencede hissedebilmesi için diyet ve kasame sistemleri getirilmelidir. Yani, faili meçhul cinayetlerde topluluk ağır diyet ödemelidir.
d) Yargı etkin olmalıdır. Sokakta yürüyen adam “ben suç işlersem adil yargı yakamdan yapışır” diye korkmalıdır. Kesin olmayan fiillerden dolayı kimse cezalandırılmamalıdır. Ama kesin olarak sabit olan suçlarda merhametsizce ceza verilmelidir. Aksi halde merhametten maraz doğar. Hırsızlığı meslek edindiği kesin olarak sabit olan kimsenin kolu kesilmelidir. Suçlar az olmalıdır. Kaçıp kurtulanın mümkün olmadığına emin olunmalıdır. Davalar çok kısa zamanda sonuçlanmalı, bir haftayı geçmemelidir. Bu da ancak hakemlik sistemi ile mümkündür. Bir hakem iki davaya birden bakmamalıdır. Hakemlik kazanç aracı olmamalıdır.
Eskiden devlet hükümdarların gücünü sağlam tutmak için vardı. Hakimler ve savcılar devleti güçlü kılmak için faaliyette idi. Sermayenin hakim olduğu devletlerde avukatlık sermayeyi güçlü kılmak amacıyla geliştirilmiştir. Bugün artık demokrasi gelmiştir. Demokrasi, devlet halkın huzur ve refahını sağlasın diye vardır. Artık hakemlik, savcılık ve avukatlık sistemleri tarih olmak zorundadır. Demokraside hakim olan seçilmiş siyasi partilerdir. Yargı ise hakemlerden oluşur. Er veya geç tüm müesseselere demokrasi hakim olacaktır. Askerlikte de komutanını ast seçecektir. Böylece demokrasi orduda hiç olmazsa başlangıç için var olacaktır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-349 ADİL DÜZEN DERSLERİ-179 İstanbul, 24 Mart 2006
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI (Reşat Nuri Erol ve Selahattin Öztürk Üsküdar’da değerlendirecektir.)
“HUKUK SAVUNMA KOOPERATİFİ” KURMALIYIZ
Geçen hafta Üsküdar’a seminerin başlangıcında Mehmet Hikmetumut’tan başka kimse gitmemiş. Diğerleri epey geç gelmiş. Selahattin Öztürk devam edecek, ben de onun için her hafta bir yazı yazacaktım. Kendisini ilgilendiren bir kimse okursa yazıyorum. Eğer onu değerlendirecek bir kimse de okumuyorsa, zaman kaybetmek istemediğim için yazmak içimden gelmiyor. Bu yazılarıma devam edip etmeyeceğimi bilemiyorum. Yorumları Reşat Erol değerlendiriyor diye yazıyorum. Âyetleri Yenibosna’da Hasan Özket değerlendiriyor diye yazıyorum. Usulü de yazmak istiyorum ama Yasin henüz devreye girmedi... Haydi, biraz daha gayret edin bakalım.... Süleyman Karagülle
Günümüz dünyasında oluşmuş çeteler vardır. Araba park yerleri bile çetelerin elindedir. Pazar yerleri çetelerin elindedir. Yollar çetelerin elindedir. Semt mafyaları, rüşvet mafyaları, gizli istihbarat mafyaları, terör mafyaları da aynı şekilde kol gezmektedir. Bu arada hukuk mafyaları vardır.
Bunlar şebeke hâlindedir. Önce suç işletmekte, sonra şantaj yapıp size istediklerini yaptırmaktadırlar. İstediklerini yapmazsanız ihbar şebekleriyle, basın yoluyla, bol ücretli avukatlarıyla size saldırmaktadırlar. Böylece birçok bürokratı da pençeleri altına almışlardır. En yüksek devlet görevlileri bile bunların şerrinden kurtulamıyorlar. Kendilerinde bir şey bulamazlarsa, yakınlarında bulmaktadırlar. Bu hastalık, kanser gibi topluluğa musallat olmuş bir hastalıktır. Halk olarak bu hastalığa çare bulmak zorundayız.
“Adil Düzen”de avukatlık yoktur. Ancak, Kur’an’da düşmana kendi silahı ile mukabelede bulunun denmektedir. Öyleyse biz de savunmamızı avukatlar yoluyla yapmak zorundayız.
İstanbul esnafı “Avukatlık Bürosu”nu kurmalıdır. Yüz kadar avukat burada istihdam edilmelidir. Önce bunlara birer değerli ev verilmelidir. Yirmi yıl hizmet etmek şartı ile bu ev avukatın kendisine kalmalıdır. Daha önce ayrılırsa ev elinden alınmalıdır. İkincisi, bunlara iki bin - üç bin YTL gibi vasat gelirin üstünde aylık gelir temin edilmelidir. Bunların işi özel davalara bakmaktan ziyade, kamu davalarına bakmak olmalıdır. Bunlar bundan başka ücretle avukatlık yapmamalıdırlar.
Bu avukatlar başka dava almamalıdırlar. Çünkü bunlar savunma yaparken hakimleri kızdırmamak için savunmayı eksik yapmaktadırlar. Sonra bu şekilde her şeyi açıkça savunan avukatların üzerine bir kısım basın yürür ve susturabilirler. Bunlar ise bunun cihadını veren cesur kimseler olmalıdır. Hukuku hukuk için savunmalıdırlar. Bunlar iki çeşit davalara girmelidirler. Biri, başörtüsü gibi kamuyu ilgilendiren davalara girmelidirler. Diğeri, Yaşar Büyükanıt Paşa gibi siyasi saldırıya uğrayan kimseleri savunmalıdırlar. Mesela, bunu yapan savcıyı şikayet edip aleyhine ceza davasının açılmasına çaba göstermelidirler. Bunu Büyükanıt Paşa için değil; ordu ve devlet için yapmalıdırlar. Onlar bulundukları mevkide kendilerini savunacak durumda değildirler.
Bu avukatların ikinci savunacakları mesele şu olacaktır. Davalar önce hakemler tarafından görülmelidir. Hakem kararlarına uymayan olursa onlar aleyhine bu avukatlar karşılıksız dava açmalıdırlar. Böylece avukatlara karşı kendimiz savunma imkanını bulmuş olacağız. Yoksa, avukat doğal olarak kimin parası varsa onu savunacak, kim güçlü ise onun fahri avukatlığını yapacaktır. Biz halk olarak ezileceğiz.
Bu avukatlık bürosuna başka sebeplerle de ihtiyaç vardır.
Tarih boyunca gelişmiş bir hukuk ilmi vardır. Bu bir ilimdir. Fizik gibi, kimya gibi ilimdir. İbranilerden sonra bu ilim Roma’da gelişmiştir. Ama bunun modern ilim anlayışı içinde tedvini medreselerde yapılmıştır. “Fıkıh Usûlü” diye modern ilimler seviyesinde bir ilim oluşmuştur.
Bugünkü hukuk fakülteleri hukuk değil, kanun öğretmektedirler. Hakimler, avukatlar, hukuk profesörleri hukuk ilminden habersizdirler. Bu durum Batı’da da böyledir. Bu yüz avukat savunmalarını yaparken hukuk ilmine göre yapacaklardır. Hukuk ilmini öğrenecek ve geliştireceklerdir.
İlmin bir özelliği vardır. Bir defa ortaya koyup ispat ettiniz mi onu kimse inkar edemez, aksini de yapamaz. O halde bu avukatlık bürosunun görevi dünyaya hukuk ilmini öğretmek olacaktır.
Mesela, hukuk ilminin bir kuralını söyleyeyim, savunması alınmayan kimse mahkum edilemez. Gıyabi karar alınsa bile icradan önce savunması mutlaka alınmalıdır. Oysa, Anayasa Mahkemesi savunması alınmayan milletvekillerini mahkum edip milletvekilliğinden ıskat etti! Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bile bunu tasdik etti! Demek ki insanlık hukuk ilminden bihaberdir, cahildir. Hiçbir savunma da bunu hatırlatmadı..
Bizim hukuk büromuz bütün gafillere hukuk ilmini öğretmek zorundadır.
Bu görev aynı zamanda insanlık için yapılması gereken tebliğ görevidir.
İstanbul’da bir “Hukuk Savunma Kooperatifi” kurmalıyız. İstanbul esnafını, küçük ve orta ölçekli esnafı dolaşıp onların bu kooperatife üye olmalarını isteyeceğiz. Katkıları varlıklarına göre olmalıdır. Kendi beyanlarını esas almalıyız. Ama sonra yalan beyanda bulunmuş ise onu hukuk savunma kooperatifinden uzaklaştırmalıyız. Onların katkıları ile “gelirlik vakıflar” oluşturmalıyız. Avukatları bu gelirlerle finanse etmeliyiz. Şimdi İstanbul’dan bir avukat bekliyorum; “Ben bu işte varım” diyen avukat/lar bekliyorum. Yahut bir esnaf bekliyorum; “Ben varım ve bir avukatı finanse ediyorum” diyen bir esnaf.
Bir gün Allah birine ilham edecek ve gelecektir. Ben göremeyebilirim, ama bu olacaktır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92