1967...1968...1969....AKEVLER 40 YILDIR ÇALIŞIYOR....2004...2005...2006
GELECEĞİN II. KUR’AN - V. İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ... BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
ADİL DÜZEN 353
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 21 - 24 Nisan 2006 Fiyatı: Seminere katılmak veya (akevleronline) www.akevler.org
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 353. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
ÜSKÜDAR Adresi: Selami Ali Efendi Cd. No: 31 ÜSKÜDAR/İSTANBUL (Ana Çocuk Sağlığı yanı – Anadolu Gençlik bitişiği) Tel: (0532) 246 68 92
*TEFSİR SEMİNERİ [Cuma Üsküdar (19.00-21.00); Cumartesi Yenibosna (17.00-21.00); Pazartesi Ümraniye (19.00)]
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Üsküdar ve Ümraniye’de Reşat Nuri Erol tarafından; diğer yerlerde ilgili ve sorumlular tarafından anlatılacaktır...
Hedefimiz; bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul’da 200, Türkiye’de 1000 yerde okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, RNE
BU HAFTAKİ “ADİL DÜZEN” DERSLERİ
ZONGULDAK’a NASIL SAHİP ÇIKILIR?
FRANSADA NELER OLUYOR?
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ – 15. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
وَإِذْ قُلْنَا ادْخُلُوا هَذِهِ الْقَرْيَةَ فَكُلُوا مِنْهَا حَيْثُ شِئْتُمْ رَغَدًا وَادْخُلُوا الْبَابَ سُجَّدًا وَقُولُوا حِطَّةٌ نَغْفِرْ لَكُمْ خَطَايَاكُمْ وَسَنَزِيدُ الْمُحْسِنِينَ(58) فَبَدَّلَ الَّذِينَ ظَلَمُوا قَوْلًا غَيْرَ الَّذِي قِيلَ لَهُمْ فَأَنزَلْنَا عَلَى الَّذِينَ ظَلَمُوا رِجْزًا مِنْ السَّمَاءِ بِمَا كَانُوا يَفْسُقُونَ(59) وَإِذْ اسْتَسْقَى مُوسَى لِقَوْمِهِ فَقُلْنَا اضْرِبْ بِعَصَاكَ الْحَجَرَ فَانفَجَرَتْ مِنْهُ اثْنَتَا عَشْرَةَ عَيْنًا قَدْ عَلِمَ كُلُّ أُنَاسٍ مَشْرَبَهُمْ كُلُوا وَاشْرَبُوا مِنْ رِزْقِ اللَّهِ وَلَا تَعْثَوْا فِي الْأَرْضِ مُفْسِدِينَ(60)
وَإِذْ قُلْنَا (Va EıÜ QuvLNAv) “Hani, kavl etmiştik.”
Allah İsrail oğullarını denizden geçirmiş, onları Sina Dağı’nın eteklerinde yerleştirmiş, dağda onlara vahiy inzâl etmiş, sonra onları çölde çadırların içinde barındırmıştır…
İsrail oğulları Hazreti İbrahim’in soyundandır. Hazreti İbrahim Mezopotamyalıdır. Mezopotamya uygarlığı üç halkın karışımı tarafından kurulmuştur. Biri, kuzeyden gelen Azeri Türkleridir ki, bunlar koyun ve keçi çobanlığı ile yaşarlardı. Diğeri çölden gelen Akadlardır ki, bunlar da deve çobanlığı ile yaşarlardı. Üçüncü kavim yerli kavimdi ve bunlar ticaretle meşgul olurlardı. Hazreti İbrahim Azeri Türklerindendi. Bunlara Sümerler denmekte idi. Kur’an bunu böyle söylemektedir. Ayrıca, bunlar koyun ve keçi sürüleri ile geçinirlerdi. Göçebe idiler. Çöl olmayan sahalarda kolay seyahat yaparlardı.
Mısır’a gittiklerinde orada Firavun’a işçilik yaptılar ama, yerli halkın aksine bunlar hayvan da beslemeye devam ettiler, dolayısıyla Mısır’ın zenginlerinden olmuşlardı. Mısır ve Mezopotamya uygarlıklarını iyice biliyorlardı. Ama yerleşik site yönetimi hakkında fazla bilgileri yoktu. Görmüşlerdi ama yaşamamışlardı.
Allah çölden sonra kentlere yerleşmelerini ve oralarda yerleşik uygarlığı da öğrenmelerini diliyordu. Allah onlara bu emri verdi.
ادْخُلُوا هَذِهِ الْقَرْيَةَ (EuDPuLUv HAvÜiHi eLQaRYaTa) “Bu karyeye duhul ediniz.”
Burada işaret edilen karye hangisidir?
Hazreti Musa ve kavmi Mısır’dan MÖ 1200 yıllarında çıkmışlar ve kırk yıl kadar çölde dolaşmışlardır.
Burada işaret edilen karye Filistin’deki karyelerden biridir. Bu tarihlerde Mısır ve Mezopotamya uygarlıklarının yanında, o uygarlılarla boy ölçüşebilen Hitit uygarlığı vardı. Bu uygarlık hem Mezopotamya hem de Mısır uygarlıkları ile yakın temasta idi. Uygarlığı onlardan almıştı ama iki uygarlığı sentez etmişti. Mezopotamyalıların çivi yazısını kullanıyordu. Mısır hiyeroglif yazısına benzer yazıları vardı. Mısır’la yaptıkları Kadeş Savaşı’nda birbirlerini yenememiş, dost olmuşlardı. Mısır kralına kızlarını vermişlerdi.
Bu imparatorluk devirler geçirmiştir.
a) Kafkasya’dan gelen halk Yeşilırmak civarında yerleşmiştir. Hititlerden önce Hatuşaş kentini kurmuşlardır. Banlarına adı Hatti’dir. Hatti, Karti’den dönüşmüştür. Bugün Gürcüler kendilerine Kartveli diyorlar. Katlı, Kart’da oturan demektir. Erkeğe “katsı”, kadına “kali” derler. Bu Tükçeye “karı” şeklinde geçmiştir. Keltler de buradan gelmişlerdir. Sonra Kürtler olmuştur. “Hati” Gürcüce’de kucaklama anlamındadır. “Huti” birleşik demektir. Aynı zamanda bu sebeple beşin adıdır. Beş parmağı temsil eder. Bunlar tek kabile olarak gelmemiş, Kafkaslardaki değişik kabilelerin birliği olarak gelmişlerdir. “Hati” katılmış anlamındadır. Yani, birleşmiş ve kervan yolda dizilmiş demektir. Genellikle halkların göçleri böyle olur. “Katma” kelimesi de buradan gelmektedir
b) Bundan sonra, MÖ 2000 yıllarında buraya yine Kafkas halkları gelmişler, güçlü bir yönetim oluşturmuşlar ve çevredeki kentleri birleştirmişlerdir. Savaş sonunda oraları yakıp yıkmaz, yağmalamaz, onlarla sözleşme yaparak kendilerine bağlarlardı. Böylece Anadolu’da Mezopotamya devletlerine benzer bir devlet ortaya çıktı. Buna ‘Hitit Devleti’ diyoruz. Hitit diyoruz, çünkü Anadolu’da birleşik devlet kurmuşlardır. Hititler bir tek kavim değillerdir. Bundan dolayıdır ki imparatorluk yıkılınca değişik beylikler kalmıştır. Yunanlılar bunların geçmişinden bahsetmez, kendilerine çağdaş olan kavimlerden bahseder. Batılılar 19. asra kadar bunlardan habersiz idiler.
c) Sonra bu devlet yıkılır ve yeniden kurulur. Bu sefer yalnız Anadolu’ya değil, dünyaya hükmetme sevdasına düşer, Mezopotamya ve Mısırlılarla savaşır. Uygarlaşmış olarak ortaya çıkar. Mezopotamya ve Mısır’dan daha ileri bir uygarlığa sahiptir. Meclisi vardır ve meclis kralları bile muhakeme etmektedir. Mezopotamya kanunnameleri gibi daha gelişmiş kanunları, hukuki kodeksleri vardır.
d) Dördüncü dönem ise imparatorluğun yıkılması dönemidir. Zaten birleşik bir yönetim olunca zayıf zamanında hemen dağılmıştır. İşte Hazreti Musa bu dağılma zamanında gönderilmiştir.
Hititler daha devletleri döneminde bile Suriye ve Filistin’i kendi ülkeleri saymışlardır. Oralara gidip yerleşmiş ve oralarda kentler kurmuşlardır. İşte İsrail oğullarına “giriniz” dediği “karye” bunlardan biridir. Bu karyelerde Hitit uygarlığı vardır. Allah onlara Tevrat uygarlığının uygulanış şeklini yaşayarak gösterecektir. Tevrat sonra nâzil olmuştur ama Tevrat hükümleri Mezopotamya’da vardır, Hititlerde vardır. Bu sebeple Kur’an “Suhufi İbrahime ve Musa” diyor, “Suhufi İbrahime ve Suhufi Musa” demiyor.
Allah bize de Kur’an’ı göndermeden önce Tevrat’ın uygulamasını göstermiştir. Medine Yahudileri, Bizans imparatorluğu ve Sasaniler bu görevleri görmüşlerdir. Filistin’de Teber Gölü çevresinde hâlâ Hattin denen bir kent vardır. Tarihte Selahattin Eyyubi burada meydan savaşını vermiştir. Kur’an’ın “girin” dediği “karye” bu olabilir, yahut buna benzer karye olabilir. Kazılar yapılınca bu husus daha belirli hâle gelecektir.
فَكُلُوا مِنْهَا حَيْثُ شِئْتُمْ رَغَدًا (Fa KULuv MiNHAv XaYÇu ŞiETuM RaĞaDan)
“Ondan nerede meşietiniz olursa rağad olarak ekledin.”
Arapçada “Taam” vardır, yemek yemektir. “Ekletmek” ise tüketmektir.
Elbise ekledilir ama taam edilmez. Nerede meşietiniz olursa orada tüketiniz denmektedir.
حَيْثُ شِئْتُمْ (XaYÇu ŞiETuM) “Nerede meşietiniz olursa.”
“Keyfe Şi’tüm” dememiş de, “Haysu Şi’tüm” demiştir.
Kent yaşamında nasıl yaşadıklarını Hitit hukukundan öğrenmeliyiz. Toprak mülkiyeti üzerinde bilgimiz olmadığı için bu ifadenin manâsını zor açıklayabiliriz. Büyük bir ihtimalle bunlar Kafkaslardan göçen halk olduğu için tarımdan çok çobanlıkla geçinmektedirler. Meyvecilik ve çobanlık yapmaktadırlar. Yerleşik hâle geldikleri halde, henüz toprak mülkiyeti oluşmamıştır. Ortak mülkiyet vardır. Belki sebze ektikleri küçük bostanlara mâliktirler. Bunun manâsını ancak Hitit hukukunu tetkik ettiğimiz zaman anlamış oluruz.
Tevrat’ta da kurban önemli yer tuttuğu halde, tarım gelirlerinden az bahsetmektedir.
Demek ki, bu uygarlık henüz toprak mülkiyetinin olmadığı site uygarlığıdır. Tarımdan çok sanayi ve ticaretle geçinen uygarlıktır. İsrail oğulları bunlara ticareti öğretmiş olmalıdır. Çünkü Hititler Mezopotamya ile geniş manâda ticaret yapıyorlardı. Kafkas halkı yerli halk gibi tarımla değil de, daha çok sanayi ve ticaretle meşgul olmuştur. İsrail oğulları ilk dersi bunlardan almış olmalıdırlar.
رَغَدًا “Rağad” kelimesi “Rahet” kelimesi ile akrabadır. “Rahet” serinlemek, temiz hava almak anlamındandır. “Rih” yel kökünden gelir. “Rağad” ise ekonomik serbestliktir. Liberal olarak demektir. Yani, serbest piyasa içinde nerede isterseniz eklediniz demektir. Yani, karşılıksız ve yağmalayarak değil, şeriat içinde serbest piyasa ekonomisinde eklediniz demektir.
Bu kelime Kur’an’da üç yerde geçmektedir. Birinde uluslararası serbest piyasadan bahsetmektedir. İsrail oğullarına serbest ticaret kurallarını öğretmektedir ki, bugünkü varlıkları o öğrenimden gelmektedir.
Sonra Hazreti Davut aleyhisselâm devletçilik öğretecektir. Böylece İslâm ekonomisinin, barış ekonomisinin temelleri atılacaktır. Halkın yapabildiği işleri halk serbest piyasa içinde yapacaktır. Halkın yapamayacağı işler ise kamu tarafından vakıflarca yapılacaktır. Yani, halkçılıkla devletçilik dengelenecektir.
20. yüzyılda bu düzeni ortaya koyan Mustafa Kemal’dir. Sonra Mussolini ve Hitler nasyonal sosyalizm olarak benimsemişlerdir. Şeriatı benimsemedikleri için kendileri helâk olmuşlardır ama sistem dünyaya yayılmaktadır. Kapitalizm ve sosyalizm tarihe karışıyor. Onların yerine şeriat düzeni gelişmektedir.
Alusi tefsirinde “Rağad” kelimesine istediğiniz yere götürebilirsiniz anlamı verilmiştir. Yani, liberalizm, serbest pazar olarak tanımlanmıştır.
وَادْخُلُوا الْبَابَ سُجَّدًا (Va uDPuLUv eLBAvBa SucCeDen)
“Baba succeden duhul ediniz.”
Kentin kapısından vize alarak giriniz.
“El-Bâb” burada marifedir. Şehrin giriş yeridir. Gelen kişiye kentte dolaşması için belge verilir. Kente giren ve orada yerleşen kimse o kentin kurallarını kabul etmiş olur, şeriatı kabul etmiş olur.
“Rüku” yöneticilere itaattir, “Secde” kurallara uymaktır.
“Udhulû Mine’l-Bâbi” demiyor, “Udhulu’l-Bâbe/ Bâba giriniz” diyor. “Bâb” demek, sınır kapısı demektir. Yani, sırada bulunan bina demektir. Onun için “giriniz” denmiştir. Kişi kapıdan eğilerek girerse, ben sizin bütün kurallarınızı kabul ediyorum ve kentinize girmem için izin istiyorum demek olur. ‘Geç’ işareti alınca geçmiş olurlar. İnsanlar Avrupa’da ve diğer ülkelerde kapılardan pasaport göstererek geçmektedirler.
İslâm düzeninde yani “Adil Düzen”de kişi bunu ifade eden işaretle geçer. Bu da eğilmedir.
İslâmiyet’te devletlerarası vize yoktur. Ancak bir kente yabancının girebilmesi için o kent halkından birisinin davetlisi olması gerekir. Kapıya geldiğinde pasaportunu, yani kendi ülkesinin hüviyet cüzdanını gösterir, kime konuk olduğunu söyler ve geçer. Sonra konuk sahibine haber verilir. Konuk olarak gösterilen kimse eğer kabul ederse onun malı ve canı güvenlik içindedir. Rağadandir.
Kabul etmezse, bir başkasının adını verir. Kimse kabul etmezse, o zaman çıkıp gider. İsmini verdiği kimseyi haberdar etmezse, malı ve canı hederdir, korunmaz.
“Adil Düzen”de beyan asıldır. Kimsenin beyanında başkalarına yalan söyleme yetkisi yoktur. Ancak yanlış çıkarsa sorumlusu beyan verendir. Yalan olursa ağır müeyyidesi vardır. Hukuk düzeni budur.
وَقُولُوا حِطَّةٌ (Va QUvLUv XıoOaTun) “Ve hitti kavledin.”
Secde ederek girmek, o kentin kurallarını kabul etmek demektir. Yetkililere yetkili olduğu yerde itaat edeceğini ifade etmesi fiili işaretle değil, sözle olacaktır.
“Hitta” Kafkas ve Hitit dillerinde sarılmak, birleşmek demektir. İslâm kanunlarında bir yabancı ülkeye iltica eder de ‘ben burada yerleşeceğim’ derse, ona ‘sen buraya gelemezsin’ diyemezsiniz. Çünkü yeryüzü bütün insanlığındır, insanlar nerede isterlerse orada yerleşirler.
Yerleşen kimseden şunlar istenir:
a) Oranın şeriatını kabul edecektir.
b) Oranın yönetimini kabul edecektir.
c) O beldenin dilini mutlaka öğrenecektir.
d) Askerlik yapacak veya cizye verecektir.
İşte bu sebepledir ki Mustafa Kemal “Ben Türküm, ben Müslümanım” diyen herkesi Türk olarak kabul etmiş ve ülkeye yerleştirmiş, sadece İslâm olma şartını aramıştır.
Anlaşılan, bu İslâmî kural Hitit kentlerinde de vardı. Yine o imparatorluk ortaya çıktığı zaman bunlar anlaşılır. Bu sebeple barış içine giriniz demektedir.
“Hitta” kelimesinin Arapça olmadığı, manâsının bilinmediği Razi tefsirinde yazılıdır. Özel addır. “Ben Hittatım” deyin denmiş olur. “Ben Hititim” deyin, yani “Ben Türküm” deyin emri verilmiş oluyor.
“Adil Düzen Anayasası”nda bunları fıkıhçıların sistemi içinde koyduk. Görülüyor ki, onların hepsinin Kur’an’da yeri vardır. Sünnetle öğretilen Kur’an’da belirtilmiş oluyor. Bu da bu kitabın Allah kelamı olduğunun ve Hazreti Muhammed aleyhisselâmın O’nun resulü olduğunun açık delilidir. Usûlü fıkhın da doğru bir ilim olduğunu ortaya koymaktadır. “Hitta” kelimesi Arapçadaki “Halt” kelimesine akrabadır ki, karıştırma demektir.
نَغْفِرْ لَكُمْ خَطَايَاكُمْ (NaĞFiR LaKuM PaOAYAyKum)
“Hatanızı mağfiret edelim.”
Bu karye şeriata uygun bir karye olmalıdır ki Allah o karyenin sahibi olarak “sizin hatanızı mağfiret edelim” demektedir. “Ben Hititim” dendikten sonra artık bazı hatalar olsa da diğer vatandaşlar gibi affedilecektir. Şeriatı öğreninceye kadar geçen zaman için hataları mazur görülecektir. Bilmemek mazeret değildir, bilememek mazerettir kuralının bir uygulaması vardır.
“Hıtat” kelimesi “Hat” kelimesi ile de akrabadır. “Hat” çizgi demektir, sınır demektir. Ben hudutlara riayet edeceğim demektir. “Hudud” kelimesi de bunlara akrabadır. Kafkas dillerinde “Hazı” hat demektir. Arapçada “Hıtat” işlemek anlamında gelişmiştir. Eski nizaları, eski kavgaları silelim demektir. “Hittatün” deyince, eski düşmanlıkları bırakalım da dost olalım demektir. Yani, küfürden imana gelmektir.
İslâmiyet böyle bir talebi kabul etmektedir. Eski kötülükleri silip atmaktadır. Hitit kenti bir İslâm kenti olduğu için bunu kabul etmektedir. Bu emir aynı zamanda bugünkü İsrail oğullarına da emirdir. Şimdiye kadar yaptıklarınızı atın bir kenara, ‘Hittatün’ deyim de Allah sizden eskilerin hesabını sormasın, tevbenizi kabul etsin.
وَسَنَزِيدُ الْمُحْسِنِينَ(58) (Va SaNaZIyDu eLMuXSiNIyNa)
“Ve muhsinlere ziyade edeceğiz.”
İsrail oğullarına o gün bu müjde verilmiştir. Gerçekten de daha sonra İsrail oğulları İbrani devletini kurmuş ve dünyaya hükmetmişlerdir.
“El-Muhsinîn” burada marife gelmiştir. Cins isimdir. Çoğulun cins ismi olmaz ama, kurallı erkek çoğul topluluğu gösterdiği için tekil hükmündedir. Cins içinde olur, istiğrak için de olur.
Bugünkü İsrail oğulları tevbe eder de “Adil Düzen”i kabul ederlerse, bugünkünden daha yüce yerlere ulaşacak, varlıkları ve etkileri daha da artacak demektir. Şimdi olduğu gibi insanlar onlardan nefret etmeyecekler, lânetlenmeyecekler, insanlar onları seveceklerdir.
Ben de bu âyetleri okuyunca İsrail oğullarının böyleleri aklıma geliyor da, sömürü sermayesine olan nefretim bunlardan dolayı muhabbete dönüşüyor...
***
فَبَدَّلَ الَّذِينَ ظَلَمُوا (Fa BadDaLa elLaÜIyNa JaLaMUv)
“Zulmetmiş olanlar tebdil ettiler.”
Bütün İsrail oğulları değil, sadece zalim olanlar, zulmetmiş olanlar tebdil ettiler. Zulüm yaptıktan sonra zulümlerini meşrulaştırmak için kendilerine söylenenleri tebdil ettiler. Yani, o kentin kanunlarına uyarak ve onlarla birleşerek girin dendiği halde, bunlar zorla girdiler veya girdikten sonra orada fesat çıkarmaya başladılar.
Bugünkü İsrail oğullarına de söylenen budur. Onlara emredilmiş olan insanlığa barış içinde hizmet etmek olduğu halde, onlarla savaş hâlindedirler.
“Tevrat’ta vaat edilen Mesih İsa’dır. Görevi Tevrat’ın hükümlerini dünyaya yaymaktır. Hıristiyanlık budur.” deseydiler, onlarla işbirliğine girişerek bu uygarlığı oluştursaydılar, bugünkü zulümler olmazdı.
“Hazreti Muhammed Hazreti İsmail’in torunudur ve Tevrat’ta vaadedilen peygamberdir.” deseler, Müslümanlarla da daha güzel geçinirlerdi.
Ama onlar öyle yapmadılar. İnsanları ateist yaparak, birbirine düşürerek, aralarına ateş ve kan sokarak beş yüz senedir yönetmekte, zulümlerine devam etmektedirler. ‘Hayır, zulmetmiyoruz’ diyorlarsa, biz her zaman hakemlere gitmeye hazırız. O zaman da öyle yapmışlardı. Aynı şekilde Medine anlaşmasına imzalarını koymuşlar ama sonra ihanet etmişlerdi.
قَوْلًا غَيْرَ الَّذِي قِيلَ لَهُمْ (QaVLan ĞaYRa elLaÜIy QIyLa LaHUM)
“Kendilerine kavledilenin gayri bir kavla tebdil ettiler.”
“Kavlan” sözünden önce “el-Kavl” mahzuftur. Yani, kendilerine söylenen sözü, kendilerine söylenenden başka bir kavla tebdil ettiler. Tekrar etmek için hazfedilmiştir.
Kur’an’da böyle hazflar vardır. Söylenen söz hıtta deyin dmekdi Sonra onu söylediler ama başka söze çevirdiler, başka şekilde yorumladılar. Tevrat’ta birçok yerlerde işte buralara girin denmektedir.
Ondan sonra oraları yağmalayın, erkekleri öldürün, kadın ve çocukları eş edin şeklinde yorumlamışlar. ‘Biz başkaları ile eşit olamayız’ demişler ve onlarla kucaklaşmamışlardır. Medine’de olduğu gibi, dünyada olduğu gibi, kendilerinin dünyayı yönetme hakkı olduğunu iddia etmişlerdir; hâlâ iddia etmektedirler.
Aralarında serbest rekabeti sürdürmek ama diğer kavimlere karşı tekel oluşturmak istemektedirler.
Rağad ekonomiye karşıdırlar. Kotalar, gümrükler, vizeler icad etmektedirler.
Dünyayı tek liberal pazar hâline getirtmekle yükümlü oldukları halde, onlar kendilerine tekel oluşturmaktadırlar. Bugün ekonomik savaş vardır. İnsanlığın ‘halk ekonomisi’ ile onların ‘tekel ekonomisi’ savaş hâlindedir. Tevrat’ı da buna göre değiştirdiler. Kendilerine söylenenlerden başkasını karıştırdılar. Şöyle ki, sadece zulmedenler için uygun görülen hükümleri İsrail oğullarından olmayanlara teşmil ettiler. Böylece Tevrat’ın ‘kâfir’ ve ‘mü’min’ ayrımını onlar ‘İsrail oğlu’ ve ‘diğeri’ olarak yorumladılar.
Bu hastalık yalnız onlarda değil, bütün dinlerde iliklere kadar işlenmiştir.
“Adil Düzen” insanlığın bu kötü anlayışını düzeltecektir. Lâiklik bunu sağlayacaktır. Herkese kendi dininde istediği gibi dindar olma imkanı verilecek, böylece bütün dinlerde mezhepler doğacak, sonunda her dinde, beş hak dinde hak mezhepler galip gelecek, zalim mezhepler ise sahneden çekilip gideceklerdir.
Burada tebdil edilen kavl nekiredir. Her mezhep ayrı ayrı yorumlayarak farklı anlayışlar getirmişlerdir. Beş dinin beşinde de aynı olan şeyler haktır. İhtilaf edilenlerle amel caizdir, ama onun için cihad yapılmaz.
فَأَنزَلْنَا عَلَى الَّذِينَ ظَلَمُوا (Fa EaNZaLNAv GaLAy elLaÜIyNa JaLaMUv)
“Zulmetmiş olanlara inzâl ettik.”
Yani, bütün İsrail oğullarına inzal etmedik, zulmedenlere inzâl ettik.
Çünkü zulmetmeyen İsrail oğulları hâlâ varlar; kıyamete kadar da varolacaklardır.
Şeriata uygun olarak insanlığa hizmet ederek onları saadet ve refaha ulaştıracaklardır.
İşte bu sebeple “Aleyhim” denmemiş de, “Ale’l-Lezîne Zalemû” denmiş; yani, sadece zulmetmiş olan kimselere denmiştir. Ne var ki, buradaki tefrik kişilere değil de topluluklaradır.
Zalimler içinde iseniz, kurtulmanız için iki yol vardır; ya onların içinde savaşmadan cihad edeceksiniz, ya da oradan hicret edip gideceksiniz.
رِجْزًا مِنْ السَّمَاءِ (RiCZan MiNa elSaMAEi)
“Riczi semadan inzâl ettik.”
Kur’an’da ricz, rics, necis kelimeleri kullanılmaktadır.
“Necis” pislik demektir. İnsanların veya hayvanların arkadan dışarıya attıkları şeylerdir.
“Ricz” ve “Rics” sosyal pisliktir. “Ricz”in yanında hep “semadan” denmektedir.
Doğal âfet olarak anlarız. Mü’minlerin onları tecziyesi değil de, doğal âfet ile kendi aralarında çıkan fitne diyebiliriz. Fesat var, fitne, var bela var. Onlar sosyal olaylardır.
“Ricz” ise daha ziyade hastalık gibi, yahut yıldırım gibi âfetlerdir. Mesela, zinanın cezası yüz sopadır. Bu ricz değildir. AIDS hastalığı riczen minessemâidir. Faizin getirdiği kriz ise ricsen minellahtır.
İsrail oğullarının durumu da böyledir. Savaşla yenilmeyeceklerdir. Bugün icra ettikleri fitneleri karşılığı olmak üzere bir gecede dolar sıfırlanabilir. Tüm sömürenler sömürme imkanını bir gecede yitirip müflis olurlar. Dünyanın uyanmasına bağlıdır. Yalancının mumu yatsıya kadar sürer.
Dünya oynanan oyunu anlamak üzeredir. Ülkeler ‘ben ülkemdeki malları kendi paramla satıyorum, doları kabul etmiyorum’ deseler, bunların işi bir gecede biter. Bunun için de bir devletin bunu demesi yeterlidir. Bu alev gibi tüm insanlığa yayılır, füzelerini ateşleyecek mecal bulamaz. Bu Allah’tan gelen rics olur.
بِمَا كَانُوا يَفْسُقُونَ(59) (Bi MAv KAvNu YaFSuQUvNa)
“Fisk ettiklerinden dolayı böyle yaptık.”
Şeriat bir balon gibidir. Kurallar vardır. Herkes o kurallara uyar. Kurala uymamak demek, balonu delip dışarı çıkmak demektir. İçerdekiler harekete geçer ve derhal balonu tamir ederler. Başkalarının dışarı çıkmalarını önlerler. Bu ceza müessesesidir. Yani, düzen kurallarına uymaktır ve kurallara uymayanları cezalandırmaktır. Ceza ile de uslanmıyorsa, onu yok etmek veya topluluktan uzaklaştırmak demektir.
Bütün bunlar eğer şeriat içinde cereyan ediyorsa, orada fisk yoktur. Ama eğer bir toplulukta kurallara riayet edilmiyor, topluluk da onu cezalandıramıyorsa, orada fisk vardır demektir.
Türkiye’de isteyen istediği kadar suç işliyor, kimse onu cezalandıramıyor. Mesela, vergi kaçakçılığı vardır, cezasız kalıyor; rüşvet vardır, cezasız kalıyor. Hakimler, savcıklar, avukatlar kanun bekçileridirler ama kendileri kanunlara uymuyorlar. Ceza müessesesi yoktur. Hakemlik sisteminin olmadığı ülkede kurallar çalışmaz. Fısk olur. Çünkü kanunu uygulayamayanları cezalandıracak merci bulunmaz. Oysa hakemlik sisteminde hakemleri taraflar seçtikleri için daima üst merci vardır. Hakemleri de yine hakemler yargılayabilecek, onları da başka hakemler yargılayabilecektir. Kimse en üst olmayacaktır.
İşte, bir topluluk eğer kurallara uymazsa, yani şeriat sistemi olmazsa o topluluk fısk etmiştir. Allah onların üzerine semadan ricz gönderir. Mesela zelzele olur. Zelzele karşısında tedbir almazlar.
Peki, kurallara uyan kimselerin ülkelerinde zelzele olmaz mı?
Olur ama kurallar o zelzelenin etkisini asgariye indirir. Savaşlar da olur, düşman her zaman ülkelerine saldırır, hattâ işgal eder ama kurallara uyan topluluklar varlıklarını sürdürürler.
Nitekim, Cermenler Roma’yı istila ettiler ama kurallara uyan Hıristiyanlar galip geldiler ve Cermenler Hıristiyan oldular.,, Moğollar da dünyayı istila ettiler, kurallara uyan Müslüman ve Çinlilerin devletleri yıkıldı ama dinleri galip geldi; Çin’dekiler Budist oldular, diğer yerlerdekiler İslâm dinine girdiler...
Bugünkü İsrail oğulları, dünyayı sömürsünler diye dine saldırmakta, aileye saldırmakta, mülkiyete saldırmakta, devlete saldırmakta, tüm imkanlarını buna kullanmaktadırlar. Tüm basın ve yayın, tüm eğitim ve öğretim kurumları, devlet yönetimleri, sanayi merkezleri hep dinsizliği yani fiski yaymak için harekettedirler. Böylece insanları doğal ve beşerî âfetlerden korunamaz hâle getirmek istemektedirler. Ama gelecek olan ricz yalnız onlara ve onlara uyanlara gelecektir. Zulmetmeyen diğer İsrail oğulları ile zulme âlet olmayan diğer insanlar kurtulacaklardır. Çünkü ricz yalnız zulmeden topluluklara gelecektir. Ayırım noktasına gelinmiştir.
Ya beş dinin ortak düzeni olan “Adil Düzen”i kabul edecek ve mü’min olacaklar, ya da karşı gelip semadan gelen ricz onları mahvedecektir. Nitekim zelzeleler, fırtınalar, terör ve anarşi son bir iki yıl içinde kendisini göstermiş, ricz geliyorum demiştir. İnsanlık çaresiz kalmış, ezilmiştir. Toplanan yardımlar da yerlerine ulaşmamakta, yolda eriyip gitmektedir. İnançsız insanları yönetmek mümkün değildir.
***
وَإِذْ اسْتَسْقَى مُوسَى لِقَوْمِهِ (Va EıÜıSTeSQAv MUvSAy LiQavMiHIy)
“Hani Musa kavmi için istiska etmişti.”
Karyeye girme emri vermiş, başarılı olamamıştır. Girmişler veya girdiklerinde kent hayatına alışamamışlar ve oradan kovulmuşlardır. Yahut bazı kabileler girmiş, bazı kabileler ve Musa dışarıda kalmıştır. Belki de İsrail oğullarında ilk ayrılma ve dağılma buradan başlamıştır.
İsrail oğulları Mısır’da yaşıyorlardı.
Mezopotamya uygarlığı seramik uygarlığıdır. Onların bırakmış olduğu tabletleri bugün biz bırakamıyoruz. Mısır uygarlığı ise taş uygarlığıdır. Tonlarca taşları yontuyor, çıkarıyor ve şehre getirip ehramlar yapıyorlardı. İstanbul Sultanahmet’teki dikili taş oradan getirilmiştir. Onların eseridir. Demir araçların dahi bulunmadığı o zamanlarda bu taşları bu hâle getirmek elbette kolay olmayacaktır.
Bugün biz bunları henüz yapamıyoruz.
Mısır’da tıp da çok gelişmişti. Bitkiler kayaları eriten malzeme üretirler. Köklerinden onu kayalara aktarır, onlara köklerini sokarlar. Mısırlılar bu teknoloji biliyorlardı. Önce bu ilaçlarla granitler üzerinde kanal açıyor, sonra uygun şeklide kamalayarak pirinç balyozlarla kayaları istedikleri gibi parçalıyorlardı. İsrail oğulları taş ocaklarında çalışmış olduklarından kayaları parçalamayı biliyorlardı.
Hazreti Musa aleyhisselâm, aldığı vahiy ile suların bulunduğu yeri öğrenmiş ve sopası ile hangi kavmin nerede su çıkaracağına işaret etmiştir. Hazreti Musa çölün ortasında su talep etmiştir. Hazreti İbrahim de Mekke’de buna benzer bir su bulmuştur.
فَقُلْنَا اضْرِبْ بِعَصَاكَ الْحَجَرَ (Fa QuLNAv iWRiB Bi GaÖAyKa eLXaCaRa)
“Onunla hacere darb et diye kavl ettik.”
“Darb etmek” vurmak demektir. Çeşitli manâlarda kullanılır. Sopanla taşa vur.
Sopanın ucuna kayaları eriten madde sürmüş, onunla nerede kaya patlatacaklarını İsrail oğullarına göstermişti. Burada Hazreti Musa’nın yaptığı bu yolla su çıkarma tekniği yenidir. Diğer taraftan nerede su bulunduğunu bugün ilimle biliyoruz. O gün ise Cebrail’in öğretmesi ile bilmektedirler.
İsrail oğulları ya eştiler ve deldiler, ya yine bitkilerin ürettiği patlatıcıları kullandılar, ya da kamalayarak patlattılar. Mısır’daki büyük taşları ne ile parçalıyor idiyseler, kayayı öyle parçaladılar.
Bugünkü artezyen kuyularına benzemektedir.
Toprak içinde depolanmış su vardır. Dağın eteğinde bu su dışarı çıkmaktadır. Kil tabakası ve taşlar çıkmasını önlemektedir. Böylece sular dışarı çıkmış, su pınarları oluşturulmuştur.
فَانفَجَرَتْ مِنْهُ اثْنَتَا عَشْرَةَ عَيْنًا (Fa iNFaCaRaT MiNHu iSNaTAy GaŞRaTa GaYNan)
“Ondan on iki pınar inficar etti.”
“Fecr” sabah aydınlığıdır. Sonra ışığın odaya sızdığı yere “pencere” denmiştir. Suyun yararak ortaya çıkmasına “inficar” denmiştir. Bugün kuyular açılmakta, pompalarla sular çekilmekte yahut kovalarla alınmaktadır. Oysa, burada Mısır taş tekniği ile kaya parçalanmış ve pınarlar fışkırmıştır. Kaya boylamasına parçalanmış ve yer yer sular akmağa başlamıştır. Kırk yıl çölde dolaşan bir kavmin elbette bu tür tekniği olmalıdır. Mısırlılar ehram yapmış, onların ustaları de yerden su çıkarmışlardır.
قَدْ عَلِمَ كُلُّ أُنَاسٍ مَشْرَبَهُمْ (QaD GaLiMa KulLu EuNAvSin MeŞRaBeHuM)
“Bütün insanlar meşrebelerini bilmiştir.”
Şeriatta su para ile satılmaz. Her kabilenin veya aşiretin kuyusu, pınarı bulunur. Bunlar birleştirilir. Sonra nüfusa göre bölünür. Herkes nüfusuna göre su alır. Hayvanlara da insanlara olduğu gibi su hakkı tanınır. Sıra ile su alırlar. Canlı başına bölüşürler. Bu önemli kuralda belirtildiği üzere, bitkiler de canlı olduklarına göre onların da hakkıdır.
Dört çeşit su vardır:
a) Meşrebe suları. Bunlar içilecek ve yemek pişirilecek sulardır.
b) Hayvanların da insanların içme suları yanında hakları vardır.
c) Sonra bitkilere verilecek sulardır.
d) Bundan sonra kullanma sularıdır. Temizlik yapılır, havalandırılır. Bu sular bitkilere de kullanıldığı için kirletmemek şartı ile öne alınır.
Kuyuyu kimler açmışsa, bakımını kimler yapıyorsa onlarla bölüştürülür.
Bugün gerek yeraltı gerekse yer üstü suları bakımından çok önemli sıkıntı vardır. Nasıl bölüşülecektir?
Sular vakfı kurulur, biriktirilen sular önce insanların içme suları için, sonra hayvanların içme suları için bölüştürülür, sonra da kirletmek üzere kullanma suları bölüştürülür. Kalan sular sulama suyu olarak kullanılır. Sulama ve hayvan suları için ödenen zekat ile orantılı olarak bölüştürülür.
Fırat ve Dicle suları, tüm Anadolu ve Ortadoğu suları için “Sular Vakfı” kurulmalıdır.
Bu vakıf yukarıda söylediğimiz kriterler içinde suları bölüştürülmelidir. Tesislere hissedar olunur, ona göre hissedarlar pay alırlar.
İslâm barış dinidir. Her şeyin çözümünü adil bir şekilde yapmıştır.
İslâm deyince beş dinden bahsediyoruz.
كُلُوا وَاشْرَبُوا مِنْ رِزْقِ اللَّهِ (KuLUv Va İşRaBUv MiN RıZQı elLAHı)
“Allah’ın rızkından ekledin ve şurbedin.”
Buradaki “Allah’ın rızkı” kamunun denetiminde olan rızıktır.
Yukarıdaki tasnif yalnız sular için yapılmamaktadır. Araziler için de aynı şekilde düzenlenir. Topraklarda neler ekileceği genel planlama ile kamu tarafından belirtilir. Bu toprakta zeytin yapılacaksa, orada zeytin ziraatı yapılır. Bunlar insanların ihtiyacına göre tesbit edilecektir. Topraklar buna göre bölüştürülür.
a) İlk olarak yol gibi, kanal gibi kamu yerleri için topraklar ayrılır.
b) Sonra meskenlerin yapıldığı binaların toprakları ayrılır.
c) Sonra mezru yerler tesbit edilir.
d) Sonra mecur ormanlar ayrılır. Çünkü ormanlar yeryüzünün ciğeridir.
e) Ondan sonra meralar ayrılır. Hayvanlar oralarda yayılır.
f) Hâli yerler.
İnsanlar bölüşmede bu tercihlerle tesbit edilecektir. Kişiler bu plan çerçevesi içinde imara göre özel mülkiyete sahiptirler. Taşınmaz mülkiyeti plan projeye uyma sınırları içinde verilir.
Bu âyet buna delalet etmektedir. “Allah’ın rızkından eklediniz ve içiniz” demekle, kamunun size sağladığı kurallar içinde, planın içinde eklediniz ve içiniz demektir.
وَلَا تَعْثَوْا (Va LÖAv TaGÇaV) “Ğusve etmeyin.”
Gatıyya, Gasıyya, Hasıyya kelimeleri manâlar itibariyle de birbirine akrabadır. Gasda sopa demektir. İsyan, sopa kaldırma, karşı çıkma demek, sopa gösterme demektir.
“İtiy” topluluğun çözülmesidir, birinin yaptığını bozmasıdır. “Üsüv” ise çıkar atşısamsının ötesinde başkasını izrar etme sistemidir. Yani, kendilerinin bir çıkarı olmadığı halde, sırf başkalarına zarar vermek üzere hareket edenler üsve yapmış olurlar. Bu şekilde davrananlar üsve içindedirler. Çıkar paralelliği, çıkar çatışması, zararlaşma kademe kademe kötüdür.
فِي الْأَرْضِ (Fı eLEaRWı) “Arzda müfsid olarak dolaşmayın.”
Harfi tarifle gelen “el-Erd” memleket anlamınadır. Buna göre bulunduğunuz topluluk içinde fesat çıkarmayın. Topluluğun düzenini bozacak şekilde hareket etmeyin.
Herkes bulunduğu yerin iyiliği için çalışmalıdır. Eğer o topraklar için canını verecek durumda değilse, cizye ile de barındırmıyorlarsa, orasını terk edeceksin.
Kimse bulunduğu memlekette isyan çıkaramaz, fesat için hareket edemez.
“El-Erd” denince, bir de bütün yeryüzü anlaşılmaktadır. Kur’an’da daha çok bu anlamda geçmektedir.
İsrail oğullarına yeryüzünde fesat çıkarmamaları emredilmiş olduğu halde, tüm hayatlarında bulundukları topluluklarda fesat çıkarma huyları olmuştur. Bugün yeryüzünde bu fesadın şahikasındadırlar.
Oysa, Tevrat ve Kur’an’da belirtilen, beş dindeki kitaplarda belirtilen, insanlık düzeninin ve insanlık şeriatının dışına çıkarak yeryüzünü şeriat dışı zorlamayın emrini almışlardır.
İsrail oğulları yeryüzüne düzen getirmeleri için görevli iken, onların yeryüzünü ifsad etmelerine nasıl izin verilir? Tevrat’a sonradan soktukları bu tür yorumları müsbet ilmin verileri içinde düzeltmelidirler.
مُفْسِدِينَ(60) (MuFSiDIyNa) “Müfsitler olarak arzda usvetmeyin.”
“Fesad” bozulma demektir. Karşılığı salahtır.
Bir su mecrasında akarken onun önünü tıkarsanız fesad olur.
Çevre kirşliliği fesaddır, rüşvet fesaddır, hile fesaddır, terör fesaddır, anarşi fesaddır, faiz fesaddır, zina fesaddır, hırsızlık fesaddır, savaşları çıkarmak fesaddır, gümrükler fesaddır…
Bugünkü dünyada yeryüzünü tekel sömürücü sermaye fesada vermiş; zinayı, faizi, hortumu, baskıyı meşrulaştırmıştır. Meşrulaştırmakla kalmamış, onları kutsileştirmiştir.
Sovyetlerde insanlara zorla zşan yaptırılmış, yağma yaptırılmıştır.
Kur’an doğrudan onlara hitab ederek kendilerine yüklenen görevleri anlatılmakta ve “Adil Düzen”in desteklenmesini emretmektedir.
Dinlerlerse kurtulacaklar ve Allah’ın hem dünya hem de âhiret azabından emin olacaklardır.
Bu sözleri duymaz ve kulak vermezlerse kendileri bilirler.
“Kendi düşen ağlamaz.” derler ama vaveyla ile ağlayacak mecal da bulamayacaklardır…
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-353 ADİL DÜZEN DERSLERİ-183 İstanbul, 21 Nisan 2006
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI (Reşat Nuri Erol ve Selahattin Öztürk Üsküdar’da değerlendirecektir.)
ZONGULDAK’a NASIL SAHİP ÇIKILIR?
İnsanlık tarihinde iki defa büyük uygarlık dönemi oluşmuştur.
Birincisi, insanların “çobanlık dönemi”nden “büyük sulama ile tarım dönemi”ne geçmeye başlandığı tarih olan “Hazreti Nuh Peygamber” dönemidir. Kentleşme yani şehirleşme bu dönemde başlamış, ancak 20. yüzyılın sonunda “sanayi dönemi”ne geçmekle tamamlanmıştır.
Şimdi, yaşadığımız çağda “ikinci büyük uygarlık dönemi”ne girmiş bulunuyoruz. “Tarım Dönemi”nden “Sanayi Dönemi”ne geçiş diyebileceğimiz büyük bir sosyal evrim yaşıyoruz…
Sanayi döneminin özelliği olarak artık kimse kendi ürettiğini üretmiyor ve tüketmiyor, herkes ürettiğini satıyor, elde ettiği para karşılığında başkalarının mallarını satın alıyor. Kentleşmede halk kırdan kente taşınıyor. Bundan sonra ise insanlar artık kentlere taşınmayacak, kırlar kentleşecektir. Kentlerin bütün imkânları kırlara taşınacaktır. Tekel büyük sanayi işletmelerinin hükümran olduğu kentler yerine, dağınık kırsal kentler oluşacaktır. Halk bu kır-kentlerde bir taraftan tarım yaparken, aynı zamanda diğer artan vakitlerini sanayi üretiminde geçirecektir. Kent halkının da buralarda dinlenme yerleri olacak, gündüz kentlerde çalışacak olan insanlar, geceleri buralara gidecektir. Helikopter toplu taşımacılığı sayesinde İstanbul halkı da kent dışına çıkma imkanını bulacaktır.
Mekke insanlık bedeninin yani bütün insanlığın ‘beyni’ olarak kabul edilirse, İstanbul da bu insanın ‘kalbi’ olacaktır. Dünyanın bütün kan damarları burada yani İstanbul’da toplanacak ve yine buradan bütün insanlığa dağılacaktır. Çünkü İstanbul doğu-batı arasında tam ortadadır. Eski dünyanın güney-kuzey karalarının da tam ortasındadır. İstanbul ayrıca dünya kara, hava ve deniz yollarının kesiştiği yerdir. Bunun anlamı şudur. İstanbul bugün doğuya doğru Sakarya/Adapazarı’na kadar, batıya doğru Tekirdağ’ına kadar genişlemiştir. Artık Düzce, Zonguldak, Bursa, Balıkesir, Edirne ve Çanakkale ile doğrudan komşu gibidir.. Bu son vilayetlerimizi özellikle andım, çünkü ‘yarın’ denebilecek kadar yakın bir gelecekte, İstanbul’un bu çevre illerine ihtiyacı olacak; dolayısıyla o illerimizin de İstanbul’a ihtiyacı olacaktır. Yani; İstanbul’un gerek ‘ikmal’ gerekse ‘savunma’ bakımından komşu illere ihtiyacı vardır.
İstanbul kendisine enerji kaynaklarını elde tutmalıdır. Bugünkü uygulamada interkonekte elektrik şebekesi ile İstanbul beslenmektedir. Atılacak birkaç bomba sonunda İstanbul elektrik açısından felç olur, hayat durur. İstanbul’un ‘kömür’ ile işleyen yedek santralleri olmalıdır; petrolle değil, kömürle işleyen yedek santralleri olmalıdır. “Kömürle” diyorum, çünkü petrol tanklarına atılacak bir bomba onları berhava eder, İstanbul’u da yakar. “Kömür” deyince de, her Türk vatandaşının aklına tabiî olarak ‘kara elmas diyarı’ bir şehir gelir: Zonguldak.
İstanbul rahat ve huzur içinde yaşamak istiyorsa, Zonguldak’a sahip çıkmalıdır.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi, bütün İstanbul belediyeleri ile yoğun ve programlı bir işbirliğine girerek İstanbulluları organize etmeli, özelleştirmede Zonguldak kömür ocaklarını satın almalıdır... Erdemir ve Karabük tesislerini satın almalıdır…
Böylece Mega İstanbul’u güven altına almalıdır.
Savaşı, savaşta üretim yapıp yaşayabilen devletler kazanır.
Birinci Ordu da bütün bu çalışmaları desteklemelidir.
ZONGULDAK’A NASIL SAHİP ÇIKILIR?
Zonguldak kömür işletmelerinin üretim kapasitesi yavaşlatılabilir, ama bütün işçileri ve makineleri her an en üst seviyede üretim yapacak şekilde hazır bulundurulur. Gerektiğinde tam kapasite ile faaliyete geçirilecek şekilde her şey hazır tutulur. Bunu sağlamak için de İstanbul esnafı ve tüccarı Zonguldak kömür işletmelerinin işçilerini orada tutar. Zonguldak kömür işletmeleri rölantide işletmeye devam eder. İşçiler haftanın bir gününde nöbetleşe üretim yaparlar. Tesisler işler halde tutulur. Kömür işçileri diğer günlerde diğer işlerde ama yine orada istihdam edilir. Zonguldak bir yan sanayi kenti hâline getirilir. Halk geçimlik gelirlerini bu yan sanayiden sağlar. Gerektiğinde ise bu yan sanayi yavaşlatılır, kömür üretimi artırılır.
Böylece kriz zamanlarında İstanbul enerjisiz kalmaz, Türkiye de kömürsüz kalmaz.
İstanbul Sanayi ve Ticaret Odaları bu işe el atmalıdırlar. Biz, “Akevler Adil Düzen Ekibi” olarak kendilerine her türlü proje ve sözleşmeleri hazırlama yardımlarını yapmaya hazırız. TÜSİAD, MÜSİAD ve ASKON başta olmak üzere, bütün ekonomi dernek ve kuruluşları da birbirlerine caka satacaklarına, hükümetlere akıl vereceklerine, akıllarını başlarına toplayıp bu işlere el atmalıdırlar. Partilerimiz de, ülkemizin en organize kuruluşları olmaları hasebiyle, bu işleri organzeyi kendilerine görev yapabilirler.
Açıkça ifade ediyorum ki; bir ulusal televizyonu bu projeyi benimsesin, yukarıda adını andığım kuruluşlara gerek kalmadan da İstanbul halkı bu işi yapar.
Batı sömürü sermayesi ile oluşan televizyonlardan bu işi bekleyemeyiz. Ama TV5, Samanyolu, Meltem, Kanal 7 ve TGRT neredeler? Bunları 28 Şubat morfininden uyandıracak bir dürtü yok mudur? O zamanki MİT talimatlarını hâlâ sürdürüyor ve bizimle temas etmiyorlar. Oysa, o zamanki MİT, CIA’nın emrinde hükümetler deviriyordu, şimdi ordunun emrinde hükümetleri yaşatıyor. Artık ne korkuyorlar? Allah’tan korksunlar.
Zalimlerden korkanlar, zulme esir olurlar.
Bu ulusal televizyonları bir tarafa bıraktım, yine İstanbul yerel televizyonlarından bir çıksın ve bizimle işbirliği yapsın. İstanbul esnafı ve çevreleri, MÜSİAD ve TÜSİAD dışındakiler bizimle beraber olmaya hazırdır.
Gelin, Zonguldak ve çevresini İstanbul’un yan sanayi kenti yapalım... Biz size bilgilerimizi aktaralım... Karşılığında ekmek parasını bile istemiyoruz…
Sömürücü kapitalistleri rahatsız eden de işte budur. Çünkü onlar bizim gibi sadece Allah rızası için iş yapanlara düşmandırlar. Kendileri gibi sadece çıkarcı olanları isterler. Ama biz Allah rızası için çalışmaya devam edeceğiz...
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-353 ADİL DÜZEN DERSLERİ-183 İstanbul, 21 Nisan 2006
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI (Reşat Nuri Erol ve Selahattin Öztürk Üsküdar’da değerlendirecektir.)
FRANSA’DA NELER OLUYOR?
Sömürü sermayesi 500 yıldır Avrupa’yı kana boyamıştır. Önce derebeyleri ile kralları, sonra krallar ile demokratları, sonra demokratlar ile sosyalistleri birbirlerine düşürmüştür. Sovyetlerin yıkılmasından sonra askeri darbeler yaptırarak hükümetleri devirme yoluyla müdahaleler etmiştir…
Bu müdahaleler de yetmeyince, “terör olayları” ile devletleri tehdit etmektedir.
11 Eylül’de kulelerin yıkılması, yine Amerika’da şarbon tehdidi, dünyadaki tavuk gribi ve Türkiye, Fransa, İspanya’daki anarşik olaylar, hep aynı fitnenin devamıdır…
Sömürü sermayesi 500 yıldır Avrupalıları birbirleriyle savaştırarak kendi hakimiyetini sağlamıştır.
Yedi yıl savaşları, otuz yıl savaşları, yüzyıl savaşları, I. Dünya Savaşı, II. Dünya Savaşı ve diğerleri hep aynı sömürü sermayesinin ateşlemesiyle çıkmıştır. Sermaye Tansu Çiller’i PKK ile tehdit etmiş ve 5 Nisan kararlarını aldırtmıştı. Bu kararlar Türkiye’ye askeri müdahalelerden daha kötü etki yapmıştı. Türkiye Irak’a saldırmamıştı… Türkiye bugüne kadar limanlarını ve hava alanlarını İran’a karşı ABD’ye teslim etmedi... Sömürü sermayesi, ABD’nin şahsında bunların intikamını almak için denemeler yapmış ama bugüne kadar başaramamıştır.
II. Cihan Savaşı’ndan sonra, Fransa ve Almanya ezeli fitne düşmanlığına son vermişler, zamanla Fransız lider Dö Gol ve Alman lider Helmut Kohl gibi siyaset adamları sayesinde barışmış, bugünkü güçlü Avrupa Birliği’ni oluşturmuşlardır. Çıkardıkları para ile Avrupa Birliği bağımsızlığa doğru gitmekte, doları tehdit etmektedir. Bu yemiyormuş gibi Almanya ile Fransa bir olup Irak’a yapılan saldırıya karşı durma küstahlığını göstermişlerdir. Türkiye’de tezkereyi TBMM’den geçiremeyince, Rusya ve Çin de ABD’ye karşı tavır aldılar. Böylece ABD Irak batağına saplanmış oldu.
Daha sonra ABD Başkanı Bush Avrupa’ya gelmiş ve tehditler savurmuş, ‘bizi kimse birbirimizden ayıramaz’ demiştir! Yani; ‘biz sizi bırakmayacağız’ demek istemiştir. ABD, sömürü sermayesi adına şimdi İran’a saldırmaya hazırlanıyor.. Avrupa İran’a karşı yumuşak davranmaya başladı... ABD ise İran’ı korkuttuğu kanısındadır...
Fransa’daki ‘araçları yakma’ ve şimdiki ‘talebe olayları’ hep aynı gözdağının eseridir. Sömürü sermayesi Fransa’ya ve dünyaya diyor ki; eğer İran’a karşı benimle bir olmazsanız, ülkelerinizi kan gölüne çevirir, sizi birbirinize kırdırırım… Hâsılı, bütün bu olayların arkasında çekinip korkmadan, sömürü sermayesi vardır. Benim bu sözlerimden de o sermaye hoşlanmaktadır, çünkü benim dilimle onlara gerçeklerini söyleme imkanını bulmaktadır.
Ne var ki, bundan sonra söyleyeceklerim hoşuna gitmeyecektir. Neden hoşuna gitmeyecektir?
Çünkü Fransa’ya ve bütün dünyaya çıkar yol göstereceğim.
Sayın Başkan! Allah vardır ve O intikam sahibidir. Aynı fitneye âlet oldun ve başörtüsü belasını Avrupa’ya sardın. Çifte standart uyguladın. Başörtüsü yalnız Müslümanların örtüsü imiş gibi davrandın. Allah şimdi senden intikam alıyor. Dünyanın başına gelenlerin tamamı sahte lâiklik sebebiyledir. Kimler din düşmanlığı yaparsa, Allah düşmanlığı yaparsa, onlar daha çok belalarla karşı karşıya geleceklerdir. İnsanlık için tek çıkar yol vardır. Kendilerini var edip buraya kadar getiren Allah’a dönmek; Tevrat’a, İncil’e, Furkan’a, Kur’an’a sarılmaktır. Lâ melce illallah/ Allah’tan başka sığınak yoktur. Anarşik olayların ve terör olaylarının durması için Tevrat ve Kur’an’ın öğrettiği “Adil Düzen”e sarılmak zorundasınız.
Bunlar ne diyorlar? İnsanların temel yapısı “aile”dir. Ailenin varlığı da zina yasağına dayanır. Zinadan tevbe etmelisiniz. Topluluğun temeli de “serbest rekabet” yani “liberalizm”dir. Onun koruyucusu da faizden tevbe etmektir. Sermaye sömürüsü buna dayanmaktadır. İnsanlığı savaş ateşine sürükleyen faizdir. Demek ki, faizsiz ve zinasız bir dünya oluşmadıkça, dünya daima sosyal tufanlara uğrayacak ve gark olacaktır.
Yaklaşık on aile bir aşireti yani ocağı oluşturacak, sosyal dayanışma bunlar arasında olacaktır. Yüze yakın ocak birleşecek ve bir kabile yani bucak oluşturacak, aralarında doğrudan yönetimli şeriat düzenini oluşturacaklardır. Yaklaşık yüz bucak birleşecek ve bir şa’b yani il kuracaklardır. İç güvenliği bunlar sağlayacaktır. Jandarma teşkilatı burada oluşacaktır. İller iç işlerinde bağımsız olacaklardır. Bir il iç güvenliğini sağlayamazsa, o zaman merkezden asker isteyecek, sıkı yönetimle terör ve anarşi bastırılacaktır. Yüze yakın il birleşerek ulusal devleti oluşturacaklardır. Devletin görevi dış saldırılara karşı savunma olacaktır. Ordular kurulacak ve bunlar yeryüzünde barışı sağlayacaklardır. Nihayet, bütün insanlığın barışçı devletleri birleşip cehaletle savaşacak, insanlığı uygarlığa doğru götüreceklerdir.
Yargı hakemlerden oluşacak. Hakemin birini bir taraf, diğerini diğer taraf seçecek, baş hakemi de hakemler seçecektir. Hakem kararlarına uymayanları illerde jandarma tenkil edecek, insanlıkta ise meşru savaşlar uygulatacaktır.
Eşkıya ile devlet arasındaki fark, eşkıya kendi iktidarı için silah kullanır. Devlette ise silahı hakem kararlarına uymayanlara karşı, hakemlerin izniyle kullanılabilir.
İşte, başta Fransa ve Türkiye olmak üzere, bütün dünya öğrenmelidir ki, “zalim düzen”de zulüm olur, adalet olmaz. “Adil Düzen”e, yani Tevrat ve Kur’an şeriatına dönmedikçe, insanlık ne terörden, ne de anarşiden kurtulamaz. Kurtulması mümkün değildir.
Sömürü sermayesinin ambargosu nedeniyle sizlere ulaşamıyoruz...
Bu durumda sizin bizi arayıp bulmanız gerekir, çünkü siz devletsiniz...
“Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası” olarak yüz sahifelik metnimiz vardır.
Onu değerlendirmeniz ve bizimle görüşüp tartışmanız gerekir.
Sömürü sermayesine de bir diyeceğimiz vardır: Sömürüden vazgeçin ve daha beş yüz yıl üstünlüğünüzü sürdürün. Yoksa, perişan olacaksınız. İyi bilin ki Allah’ı yenemezsiniz...
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92