1967...1968...1969....AKEVLER 40 YILDIR ÇALIŞIYOR....2004...2005...2006
GELECEĞİN II. KUR’AN - V. İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ... BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
ADİL DÜZEN 359
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 03 Haziran 2006 Fiyatı: Seminere katılmak veya (akevleronline) www.akevler.org
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 359. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
ÜSKÜDAR Adresi: Selami Ali Efendi Cd. No: 31 ÜSKÜDAR/İSTANBUL (Ana Çocuk Sağlığı yanı – Anadolu Gençlik bitişiği) Tel: (0532) 246 68 92
*TEFSİR SEMİNERİ [Cuma Üsküdar (19.00-21.00); Cumartesi Yenibosna (17.00-21.00); Pazartesi Ümraniye (19.00)]
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Hedefimiz; bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul’da 200, Türkiye’de 1000 yerde okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, RNE
BU HAFTAKİ “ADİL DÜZEN” DERSLERİ
DANIŞTAY’A SALDIRI VE ADALET MESELESİ
ERMENİ VE RUM SOYKIRIMI
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ – 21. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
أَوَلَا يَعْلَمُونَ أَنَّ اللَّهَ يَعْلَمُ مَا يُسِرُّونَ وَمَا يُعْلِنُونَ(77) وَمِنْهُمْ أُمِّيُّونَ لَا يَعْلَمُونَ الْكِتَابَ إِلَّا أَمَانِيَّ وَإِنْ هُمْ إِلَّا يَظُنُّونَ(78) فَوَيْلٌ لِلَّذِينَ يَكْتُبُونَ الْكِتَابَ بِأَيْدِيهِمْ ثُمَّ يَقُولُونَ هَذَا مِنْ عِنْدِ اللَّهِ لِيَشْتَرُوا بِهِ ثَمَنًا قَلِيلًا فَوَيْلٌ لَهُمْ مِمَّا كَتَبَتْ أَيْدِيهِمْ وَوَيْلٌ لَهُمْ مِمَّا يَكْسِبُونَ(79) وَقَالُوا لَنْ تَمَسَّنَا النَّارُ إِلَّا أَيَّامًا مَعْدُودَةً قُلْ أَاتَّخَذْتُمْ عِنْدَ اللَّهِ عَهْدًا فَلَنْ يُخْلِفَ اللَّهُ عَهْدَهُ أَمْ تَقُولُونَ عَلَى اللَّهِ مَا لَا تَعْلَمُونَ(80)
أَوَلَا يَعْلَمُونَ (Ea Va LAv YaGLaMUvNa) “İlmetmiyorlar mı, bilmiyorlar mı?”
Bundan önceki âyette; neden onlara ilmî hakikatleri açıklıyorsunuz, sonunda sizin aleyhinize delil olur, onları kullanır ve ateizmden vazgeçerler demişlerdir. Oradaki Allah’tan kasıtları insanlık idi.
Burada çok önemli bir husus vardır. Allah insanı kendisine halife kılmıştır.
Bu halifelik kademe kademedir.
a) Her insan kendi yapacağı işlerde halifedir. Allah’ın halifesi olarak içtihat yapar ve onun kulu olarak O’na kul olur, yani görevli olur, icra eder. Burada melekler gibi görevlidir. Bu meleklere imana benzer.
b) İnsanlar başkaları ile anlaşarak sözleşme yaparlar. Bu sözleşmeleri yaparlarken taraflar Allah’ın halifesi olarak ortak içtihat yapmış olurlar. Böylece sözleşme Allah ile yapılmış olur ve taraflar sözleşmeye uyarak Allah adına amel ederler. Bu da kitaplara iman gibidir. Toplulukların mevzuatı böyledir. Ocak, bucak ve ülke mevzuatı bu tür sözleşmelerdir. Bir yönüyle icma gibidir, çünkü topluluğun bütün fertlerini bağlar, diğer taraftan içtihat gibidir, çünkü bütün insanları bağlamaz.
c) Hâlen yeryüzünde yaşayan tüm insanları bağlayan insanlığın icmasıdır. Bugün yaşayan müçtehitlerin içtihatlarındaki birliktir. Bunun hükmü sünnet mahiyetindedir. Resul hükmündedir. Yani, Hazreti Peygamber’e gelen yazılı olmayan vahiy mertebesindedir. Burada artık içtihattan daha fazla icma vardır. Bununla beraber, geçmiş ve gelecek insanları bağlamadığı için bunda içtihat şeçmesi vardır.
d) Nihayet, öyle icmalar vardır ki insanlık icmasıdır. Yani, geçmişte sahabelerin yaptığı ve günümüze kadar gelen icmalardır. Bunlar Kur’an gibidir. Bu icmalarla sabit olanlar, Allah’ın son mucizeli Kur’an’ı gibi ilâhidir.
İşte yukarıdakileri Allah’ın yanında lehimizde delil olarak kullanırlar, neden onlara bu ilmî hakikatleri açıklıyoruz, diyorlar. Burada kastettikleri tüm insanlıktır; geçmiş ve gelecek nesillerle birlikte insanlıktır.
أَنَّ اللَّهَ يَعْلَمُ (EanNa elLAvHa YaGLaMu) “Allah’ın ilmettiğini bilmiyorlar mı?”
Burada geçen “Allah” kâinatı ve insanı var eden Allah’tır. Bunun için “Allah” kelimesi tekrar edilmiştir. Yoksa “EnneHu” şeklinde zamirle ifade edilirdi. Bununla beraber başka bir şey vardır.
Faili meçhul cinayetler olur, failini mahkemeler bulup mahkum edemez. Halka malum olur. Kısa zamanda halk kandırılabilir ama, zaman geçince bir bakarsınız ki gerçekler ortaya çıkar ve herkes ispat edemese de onun gerçeğini bilebilir. Tarih zaten bunun ilmidir. Zamanında kandırılan ve aldatılan insanların torunları gerçekleri öğrenirler. Bu manâ da verilebilir.
Birincideki “Allah” insanlığı, ikincideki “Allah” ise insanları murad etmiş olabilir. Çünkü ikincisi kısmî içtihattır. Aksi de düşünülebilir. Günün insanları birincide kastedilmiş, ikincide ise insanlık kastedilmiş olabilir.
مَا يُسِرُّونَ (MAy YuSirRUvNa) “Neyi isra ediyorlarsa.”
“Serir” sedir demek, koltuk demektir. Görünmemesi için sedir altına koymaya esrar denir. Halkın görmeyeceği yere koyma anlamına gelir. Esrar etmekten maksat budur.
Kur’an’da sır var, aleniyet var; gayb var, şehadet var; cehr var, hafi var; zâhir var, bâtın var.
Kâinatta bunların farklı görüntüleri vardır.
a) Sır ve aleniyet, perdelendiği için görünmeyenlerdir. Dört ve beş boyutlu uzayı bunun için göremiyoruz.
b) Zâhir ve bâtın, gerçek uzay dışında eksi birin kare kökü ile tanımlanmış uzaydır. Batılıların imajiner, sanal, hayali uzay dedikleri uzay bâtındır.
c) Cehr ve hafi ise bizim duygu organlarımızın alanı içine girmeyen dalgalardır ve hafidir. Az şiddette de olabilir, yahut bizim alıcımız algılamayabilir.
d) Gayb ve şehadet ise geçmişte ve gelecekte olanlar gaybdır. Şimdi var olanlar ise şehadettir, gözümüzün önündedir. Sır ve aleniyet ile aynı manâdadır. Sır ve aleniyet mekânda, gayb ve şehadet zamandadır. Sekizyüzlüde ikisi aynı eksende yer alırlar. Dört boyutlu uzay üç boyutluya irca edilir.
وَمَا يُعْلِنُونَ(77) (Va MAv YuGLıNUvNa) “İlan ettiklerini de.”
“GLN” kelimesi “GLV” kelimesi ile akrabadır. “Y” yani “V” “N”ye hep dönüşmektedir. “Katıyı” deriz ama “katıyın” değil de “katının” deriz.
“İlan etmek” yükseltmek, açığa çıkarmak, sedirden dışarı almak demektir. Allah onların sedir altında sakladıklarını da, sedirin üstüne çıkardıklarını da bilir demektedir. Açıkladıklarını da, sakladıklarını da bilmektedir. Türkçedeki “alın” kelimesi ile “aleniyet” kelimesi arasında akrabalık vardır.
***
وَمِنْهُمْ أُمِّيُّونَ (Va MiNHuM EumMıyYUvNa) “Onların içinde ümmiler vardır.”
“Ümmi” anadan doğma demektir. Yani okumamış, eğitilmemiş demektir.
“Onların içinde ümmiler vardır” denmektedir. Buradaki “onlar” İsrail oğullarıdır. Kur’an’da “Ey İsrail oğulları” diye doğrudan İsrail oğulları muhatap alınmış, Kur’an’da onlara mesaj yollanmıştır. Bizim aracılığımızla değil, doğrudan onlara hitap edilmiştir. Birkaç sahife sonra arada bize içlerinden mesaj yollanmıştır. Şimdi bize hitap ederek onları anlatmakta, onların içinde ümmiler olduğunu bildirmektedir.
İsrail oğulları seçilmiş kavim olmakla beraber, bu seçilme onların üstün yaratılmış olmalarından ileri gelmemekte, onlara tebliğ bakımından öncelik verilmesinden ileri gelmektedir. Dolayısıyla diğer kavimlerde olduğu gibi onların içinde de ümmiler vardır. Ümmiler, arkadan gidenler, başkalarını taklit edenler demektir.
لَا يَعْلَمُونَ الْكِتَابَ (Lav YaGLaMUvNa eLKiTABa) “Kitabı bilmemektedirler.”
“Kitap” okuyup yazma demek değildir. “Kitap” içeriği de bilmemektir. Hazreti Peygamber aleyhisselâm ümmi idi ama Kitab’ı biliyor ve insanlığa öğretiyordu. Yani, buradaki “Kitab’ı bilmiyorlar” sıfatı, ümmileri tavzih sıfatı değil, takyit sıfatıdır. Haberden sonra haberdir. Ümmiler vardır, Kitab’ı bilmeyenler vardır denmektedir. Hz. Peygamber aleyhisselâm dışında, bilmek için ümmi olmamak gerektiğini de ifade etmektedir.
“Kitap” hat değildir, “Kitap” kurallardır, yazılı kaidelerdir. Kurallar yazılı olmalıdır.
“Borcun azı olsun, çoğu olsun yazmaktan üşenmeyin.” diyerek her şeyi yazmamızı emrettiğine göre, her türlü sözleşmeler yazılmaktadır. Sözleşmeler yapılırken müzakere ederiz. Müzakere esnasında konuşmalarımız teklif ve icap ile olmaktadır. Fıkıhta meclis dağıldıktan sonra kesinleşme meydana gelir. Sözlü anlaşmalarda el ele tutulur, o esnada söylenmiş sözler teklif ve icaptır. Eller serbest bırakıldıktan sonra artık akit kesinleşmiştir. Tek taraflı rücu caiz değildir. Bey’ ve biat kelimeleri el ele tutuşmak demektir. Bütün bunlardan daha kesin ve açık olanı ise yazmak ve yazının altına imza atmaktır. Böylece sözleşmeler kesinleşir.
Peygamberler Allah’tan kitaplar getirdiler ve insanlara yazdırdılar. İşte o Allah’ın Kitabı’dır. Ümmete o Kitab’ı bilmek gerekmektedir.
Bugünkü hayatımızda tüm insanlar ümmidir. Kitapları bilmemekte, sadece emaniyleri (gelenekleri) bilmektedirler. Bir işletmeye giderseniz, herkes iş yapmaktadır. Ama bunu ondan bundan görerek yapmaktadır.
Devlet daireleri öyle, yargıçlar ve hakimler öyle. Çünkü o kadar çok kanun ve mevzuat vardır ki, insanın bütün bunları bilmesine imkan yoktur. Bugünkü insanlar cahiliye döneminde yaşıyorlar.
Ne kadar çok metin varsa, işte o kadar o metin bilinmemektedir.
Herkesin bilmesi gereken kanunların büyüklüğü Kur’an’dan büyük olmamalıdır. O kadar mevzuatı tüm insanların öğrenmesi farzdır. Ondan sonrasında halkın değil de, görevlilerin bilmesi gereken yazılı metin de 600 sahifeyi yani Kur’an sahifelerini geçmemelidir. O zaman insanlık cahiliye döneminden çıkar.
Buralarda yazılı olanların dışında kalan kısımlar, kıyas yoluyla içtihatla bilinecektir.
إِلَّا أَمَانِيَّ (EilLAy EaMaNiyYa) “Yalnız emaniyyi biliyorlar.”
“Emaniy” gelenek demektir. Babadan oğula aktarılan söylentilerdir. Kıdemli görevlilerin yeni görevlilere öğrettikleri şeylerdir.
Bir hakim hanım şöyle anlatıyordu: Ben ilk hakim olduğumda ne yapacağımı bilmiyordum. Emrime çok tecrübeli bir kâtip vermişlerdi. Ben sessiz konuşur, kâtibe istediği gibi yazmasını bırakırdım. Hakimliği kâtibimden öğrendim. Başka türlü olması bugünkü bu sistemde mümkün değildir.
Sorun ancak içtihatla çözülebilir, istişare ile çözülebilir, hakemlik sistemi ile çözülebilir.
Davalı ve davacı hakemleri ile baş hakem mevzuatı öğrenmiş olurlar. Genel fıkıh usûlü ilmiyle içtihat yapar ve karar verirler. Bu sebepledir ki hakemlik sisteminden başka çözüm yoktur. Bugün avukatlık bu görevi yapmaktadır. Ne var ki avukat tutmak zorunlu değildir. Avukatlık paralıdır. Görev istenildiği kadar yerine getirilmiştir. “Adil Düzen”de herkesin bir hukuk danışmanı vardır. O danışmanların da mütehassıs danışmanları vardır. O mütehassıs danışmanların üstat araştırmacıları vardır.
İşte ancak “Adil Düzen Anayasası”nda oluşturulan bu sistemle ümmilikten çıkabilir, kitabı öğreniriz. Kitap yalnız Tevrat veya Kur’an değildir. İçtihatlar da yazılı hâle getirilince kitap olmaktadır. Bundan dolayı “Lâ Yezkürûne’l-Kitabe” denmiyor da, “Lâ Ya’lemûne’l-Kitabe” deniyor.
وَإِنْ هُمْ إِلَّا يَظُنُّونَ(78) (VaEiN HuM EilLAv YaJunNUvNa) “Onlar yalnız zannediyorlar.”
İçtihat yaparken zanlar delildir. Zannî delillere dayanarak içtihat yapılabilir. Ama içtihat yapılıp yazıldıktan sonra artık o ilim olur. Orada artık zan geçerli değildir. Yazılmış ne ise hüküm odur ve kesindir.
Sözleşmeler de öyledir. Sözleşmede anlaşma yapılırken zannî delilleri kullanırsınız ama, yazıldıktan sonra o artık kesindir. Hükümler açık ve kesin olmalıdır. Orada zannî deliller delil değildir. Hükümler yorumlanarak uygulanmaz. İcma ile anlaşılan kadar açık olmalıdır.
Kur’an’da müteşabihler vardır. Muhkemler vardır demiyor, amel yalnız muhkemlerle yapılır.
***
فَوَيْلٌ (Fa VaYLun) “Veyl vardır.”
Parmağınız bir yerde sıkışsa yüksek sesle bağırmaya başlarsınız. Bu bağırmalar işaret değildir. Bir topluluğa da bir afet gelince ahu figana, ağlamağa ve bağırmaya başlarlar. Buna “vaveylâ” denir.
“Veyl” vah demektir, ah vahtır. Bir topluluğun bu hâle düşmesi veyldir.
İşte böyle “kitabî düzen” yerine “gelenek düzeni” ile yaşayanların akıbetleri veyldir.
Bugünkü insanlığın içinde bulunduğu zulüm ve fitnenin kaynağı budur. Kabile toplulukları birbirini tanıyan kimselerden oluşur, orada şifahi gelenekler yeterli olur. Ama artık milyonların, hattâ milyarların birlikte yaşamak zorunda olduğu bugünkü dünyada ancak yazılı kurallar bu kadar büyük toplulukları yönetebilir. Buna sahip olmayanlar anarşi ve zulüm içine, fitne ve baskı içine düşerler. Bugünkü insanlık bu durumdadır.
“Adil Düzen” insanlığı cahiliye yönetiminden çıkarıp kitabî yani kanuni yönetime sokacaktır. Böyle bir düzene ulaşan topluluklar yaşayacak, diğerleri silinip tarih olacaklardır.
Basit bir market çalıştırırken bile bu yazıların ne derece önemli olduğunu hepimiz görüyoruz. Muhasebenin özelliği orada zannın bulunmaması, rakamların kesin olmasıdır. Bilgisayarlar da sayısaldır. Teknikte de araçlar sayısala, adediyeye geçmektedir. Dijital haberleşmede parazit olmaz.
لِلَّذِينَ يَكْتُبُونَ الْكِتَابَ بِأَيْدِيهِمْ (LilLaÜIyNa YakTUvBUvNa elKiTAvBa BiEYDiyHiM)
“Kitab’ı yedleri ile yazıyorlar.”
Buradaki “Yed” kendi güçleri ile demektir, zorlamaları ile demektir. “Eyd” eller, kollar demek ise de, güç anlamına da gelmektedir. “Semayı kendi yedlerimizle bina ettik” deniyor.
Sözleşmelerini dayatarak yaptıranlar, kanunları Avrupa’dan aktararak zorla insanlara dayatıp kanunlaştıranlar... Ümmilikten sonra bunlar arasında ne gibi ilişki olduğunu düşünebiliriz. Oysa kanunları başka uluslardan tercüme edip onları dayatarak anlamadan ve okumadan ulusa kabul ettirmek, işte bundan bahsetmektedir. AK Parti’nin Avrupa’dan anlamadan ve okumadan aktardığı kanunlar için bunlar söylenmektedir. Halkın okuyup anlamadığı çeşitli ve çelişkili kanunları bir ülkeye dikte ettiğiniz zaman, bunun tek faydası o kanunları istismar eden kimselerin onlardan yararlanarak kendi çıkarlarını sağlamaya çalışmalarıdır. Bu da vatandaşlara zulüm olur, işkence olur, anarşi olur; bunun sonucu olarak o topluluk vaveylayı basar. Cumhuriyetin ilk yıllarında böyle tercüme edilen kanunlar uygulanırken bürokratlar siyasilerin zulmüne araç edilmiştir. Onlar hiç olmazsa kanunları anlayarak tercüme ettiler.
Şimdi dayatma ile yapılanlarda ise kanunlar tercüme edenler tarafından da anlaşılmadan tercüme ediliyor. Sadece bu ülkeyi yıkmak için hazırladıkları bu kanunlar Türkiye’de zorla kanun hâline getiriliyor. Sizi Avrupa Birliği’ne alacağız diyorlar. Sonra bir hakimi öldürüyorlar. Devlet olaylara müdahale edince de, siz insan haklarını çiğnediniz diye almıyorlar! Böylece Türkleri yalancı bir hayale koşturup koşturup helâk ediyorlar.
ثُمَّ يَقُولُونَ هَذَا مِنْ عِنْدِ اللَّهِ (ÇümMa YaQUvLUvNa HAvÜAv MiN GıNDilLAHi)
“Sonra da bu Allah’ın indindendir diyorlar.”
Güçleri ile ve zorla dayatarak kanunlar yapıyorlar, sonra da; ‘Bunlar millî irade ile oluşan kanunlardır, Meclis’in çıkardığı kanunlardır, milletvekillerinin yaptığı kanunlardır!’ diyorlar. Vekillere dayatarak ve sadece parmak kaldırtarak kanunlar yaptırıyorlar. Anayasalarda ‘yasama’ ile ‘yürütme’nin ayrıldığı yazılıdır. Ama bir hile ile yasama yürütmenin emrine verilmiş, yürütme de seçilmiş olmayanların ve dış sermayenin emrinde olanların dümenine sokulmuş; ondan sonra da utanıp sıkılmadan padişahları kötüleyip cumhuriyeti ve demokrasiyi getirdiklerini söylemektedirler! İşte bunlara ‘veyl’ vardır.
Daha yakın zamanlarda faşistler, nazistler, Leninistler, Maocular böyle yaptılar. Yaptılar da ne oldu, akıbetleri veyl olmadı mı? Şimdi İsrail’de veyl yok mudur? Irak’ta veyl yok mudur?
İşte Allah İsrail oğullarını örnek yaparak bize bunları bildirmektedir.
Ülkemizde de veyl vardır ama henüz onların ve oraların seviyesine erişmemiştir.
“Adil Düzen”i benimserlerse bu veylden kurtulacaklardır. “Adil Düzen” nedir? “Adil Düzen” her şeyden önce yerinden yönetimdir. Sonra içtihat ve icma sistemidir, istişare sistemidir. En önemlisi hakemlik sistemidir. “Adil Düzen”de sahtekârlık yoktur. Güç kullanarak kanunlar çıkaracaksınız, sonra ‘bunu ulusun iradesi yaptı’ diyeceksiniz. İşte veylin/vaveylanın kaynağı budur. “Adil Düzen” işte bu dayatmaya karşı oluşturulan güçtür. Şimdilik çok zayıf görünüyor ama haklı olduğu için galip gelecektir. Çünkü Kâinatı var eden Allah’tan daha güçlü kimse yoktur ve O’nun halifesi olan ulustan daha güçlü güç de yoktur. Er veya geç, ama bir gün mutlaka halkımız kendi kanunlarını kendileri yapmaya başlayacaktır.
لِيَشْتَرُوا بِهِ ثَمَنًا قَلِيلًا (LiYaŞTaRUv BiHIy ÇaMaNan QaLıyLan)
“Onunla kalil semeni iştira etsinler diye bunu yapıyorlar.”
Avrupa Birliği’ne gireceğiz diye böylesine millî iradeye dayanmayan kanunlar çıkarılıyor. Bunu yapanlara ‘veyl’ vardır. Cumhuriyet’in ilk döneminde çıkarılan kanunlarda böyle çıkar hesapları yoktu. O dönemde gelişen dünyada yaşamamız için mevcut kanunlarımız yoktu. Geçici olarak onların kanunlarını aktarmak zorunda idik. Zaten benzer kanunların aktarılmasına Osmanlıların son zamanında başlanmıştı.
Sonra, o kanunlar bilerek ve anlayarak aktarıldı. Savunma zorunluluğundan aktarıldı. Savunmada zaruret vardır. Zorunlu hallerde şeriat dışına çıkılabilir. Oysa Avrupa Birliği’ne girme savunma amaçlı değil, çıkar amaçlıdır. Üç-beş kuruş gelecektir diye millî hakimiyeti satmaktır. İşte bunlara ‘veyl’ vardır. Danıştay’da öldürülen üyenin cenazesinde bu vaveylayı duyduk. Küçük çıkarlar için binlerce yıldır ulusumuzun yaptığı istiklâl mücadelelerimizi ayaklarınızın altına aldıktan sonra rahat edeceğinizi sanıyorsanız, yanılıyorsunuz.
İsrail devleti de dayatma ile oluşturuldu, şimdi kan kusuyor. Eskiden Müslüman memleketlerde Yahudilerin bir itibarı vardı, halk onları sevmese de sempati duyardı. Şimdi Müslümanlar tüm Yahudilere düşman edildi. Hıristiyanlar arasındaki tarihi kin şimdi Müslümanlar arasında da başladı. Dünyayı birbirine düşürüp savaştırırken, şimdi bütün dünya onlara düşman olmuştur. Çinliler ve Hintliler de onların yanında yer almıyorlar. Rusya Devlet Başkanı Putin İslâm Konferansı Örgütü üyesi olmak istemektedir.
Dünya zalim sermayeye karşı örgütleniyor. Onların yanında yer alanlar da yakında onlarla beraber boğulup gideceklerdir. Tarihte hiçbir zaman ‘zulüm’ galip gelmemiş, hep ‘adalet’ galip gelmiştir. Zulüm galip gelseydi zaten bugün insanlık olmazdı. Canlılar arasında militaral savaş vardır. Yaşlananları ve hastaları günü gelince mikroplar ortadan kaldırırlar, ama onları ortadan kaldıran mikropların kendileri de yok olurlar. Diğer canlılar hep savaşı kazanmışlardır. Bugün yeryüzünü dolduran kişiler ve hayvanlar o muzaffer canlıların nesilleridir. İnsanlık içinde böyle mikroplar hep var olmuş, bozulmuş ve yaşlanmış toplulukları ortadan kaldırmışlar ama sonunda kendileri de yok olmuş, oysa uygarlık gelişerek bugünkü hâle gelmiştir.
Birkaç kuruş için başörtüsü düşmanlığı çığlıkları atanlar, AK Parti ve Saadet Partisi’ni uyandırma bakımından işe yarayacaktır. Ama lâikliği ters çevirip tam aksini savunanlar birer zavallıdır, ‘veyl’ vardır onlara.
İnsanların zorla başlarını örtmeleri lâikliğe aykırıdır. Bu bakımdan İran ve Suudi Arabistan’da lâiklik yoktur. Ama zorla baş açtırmak da lâikliğe aykırıdır. Türkiye’de ve Fransa’da bu yapılmak isteniyor. Bu da lâikliğe aykırıdır. Bunu herkes biliyor.
Buna rağmen başını açmayanların haklarını istemeleri lâikliğe aykırıdır diye beyanlarda bulunmak sahtekârlıktır. Gerçek lâikliğe tam aykırı bir iddiadır. Onlar kelimelerini mevzilerinden değiştiriyorlar. Onuna birkaç kuruşluk çıkar elde etmeğe uğraşıyorlar. Kur’an ‘onlara veyl vardır’ diyor.
Bizim korkumuz, bu ifrat tefriti dâvet edecek ve yarın Türkiye’nin İran ve Suudi Arabistan’a dönmesini sağlayacak, yine lâiklik elden gidecektir. Adil Düzenciler böyle bir yanlışlığa düşmemelidir.
Önce, yerinden yönetimlerde her bucak kendi kıyafetini kendileri belirlemelidir. Merkezî yönetimler kıyafetleri dayatmamalıdırlar. İkincisi, “Adil Düzen” bucaklarında müsbet ilmin söylediklerine uyulacaktır. Müsbet ilim çıplak gezmemizi istiyorsa çıplak dolaşırız, müsbet ilim çarşafla dolaşmamızı istiyorsa çarşafla dolaşırız, müsbet ilim hangi sınırları koyarsa bizim şeriatımız odur. Buna karar verecek olanlar da her zaman ve her yerde tarafların seçecekleri birer hakem ile hakemlerin seçeceği baş hakem olacaktır. Taraflar hakem kararlarını da her zaman hakemlere götürebileceklerdir.
فَوَيْلٌ لَهُمْ مِمَّا كَتَبَتْ أَيْدِيهِمْ “Yedleri ile ketbettiklerinden dolayı onlara veyl vardır.”
Buradaki “Fa” yukarıdaki veyli açıklamak içindir. Böyle dayatanlara, zorla kanunları çıkartanlara, baskı yapanlara veyl vardır. Türkiye’ye baskı yapan Avrupalılara veyl vardır. Onlara baskı yapan zalim sermayeye veyl vardır. Türkiye’de baskı yaparak kanun çıkartanlara da veyl vardır. Güçleri ile yazılanlara da veyl vardır.
Bu veyl yukarıdaki veylin bedeli olduğu için nekiredir. Ondan ayrı değildir. Gelecek veyl birçok taraftan olacaktır. Yazılanlar veyli içermektedir. 1) Çünkü yazılanlar yabancıdır, kan uyuşmazlığı vardır. 2) Merkezîdir, değişik şartlara uyumlu değildir. 3) Çoktur, öğrenilmesi mümkün değildir. 4) Çelişkilidir, aralarında uyum yoktur. Çünkü bu maksatla hazırlanmıştır, değişik ülkelerden aktarılmıştır. Bunun sonucunda topluluğa uçuruma götürmektedir. Ahu figanlar yükselmeye başlamıştır bile, vaveyla kopacaktır.
وَوَيْلٌ لَهُمْ مِمَّا يَكْسِبُونَ(79) (Va VayLun MimMAv YaKSiBUvNa)
“Kesbettiklerinden dolayı da onlara veyl vardır.”
Dinsizleşecekler, veya Avrupa Birliği’ne girecekler de ne kazanacaklar?
1924’lerde lâiklik getirildi ama lâiklik dinsizlik olarak takdim edildiği için halk karşı geldi, Mustafa Kemal’den ve ordudan soğudu. Bu soğukluk o kadar sürdü ki, düşmanlık hâline dönüşmemesi ancak baskıcı kanunlarla sağlandı. Bu soğukluk ordu ile ulus arasında hâlâ sürmektedir. Bu veyl değil midir?
Daha sonra 1930’lara gelindiğinde işi daha ileri götürdüler. Başörtüsü, sakal, dans ve içki zorlaması ile inanmış kimseleri devlet yönetiminden uzaklaştırdılar. Kadroları hortumcular doldurdu, hâlâ temizleyemiyoruz.
Bu onlara veyl olmadı mı?
Daha sonra Köy Enstitülerini kurdular. Solculuk başlarına bela oldu. Kaç defa onların yüzünden devlet yönetimine ordu el koydu. Bu onlara veyl değil midir? 28 Şubat bu millete nelere mâl oldu?
İşte buradaki veyl, yazdıklarının ötesinde yaptıklarından dolayı oluşmuş veyldir. Bu veyl mevzuatın uygulanmamasından doğan veyldir. Uygulanamayacak kanunlarla ülkeyi doldurursanız kimse ona uymaz, dolayısıyla bu sefer hukuk dışına çıkmadan doğan bir veyl olur.
Ne kadar kötü olursa olsun, kanunlar yürürlükte iken herkes onlara uymalıdır. Kötü kanunlar değiştirilmelidir. Değiştirilmeden önce kimse onları savsaklamamalıdır. Ne var ki, kanunlara uymak bizim gibi saf Adil Düzencilere kalmıştır. Ama siz Adil Düzenciler bundan memnun olmalı, başarısızlığınızdan dolayı asla sıkıntı duymamalısınız. Galip geleceksiniz. İsrail oğulları tarihte hep böyle yapmışlar, sonunda katliamlar ve sürgünlerle karşı karşıya kalmışlardır. Kalacaklardır da. Elbette yalnız İsrail oğulları kalmayacak, onlar misaldir. İlâhi sünnet tüm insanlığı içerir. O sebeple biz Türkiye’de yapılanları örnek verdik.
***
وَقَالُوا لَنْ تَمَسَّنَا النَّارُ (Va QAvLUv LaN TaMasSaNav eLnNAvRu)
“Nâr bize temas etmez derler.”
Tarih boyunca ve bugün insanlığı kemiren hasatlık budur. Her topluluk kendilerini Allah’ın has kulu kabul etmekte, cennete sadece kendilerinin gideceğine inanmaktadır. Bu inanış maalesef Kur’an’ın açık uyarılarına rağmen Müslümanlar arasından da atılamamıştır. Bu bâtıl inanç insanların kendilerini üstün görme hastalığından doğmaktadır. Bu inanç şirktir, toplulukların kendilerini tanrılaştırmasıdır.
İsrail oğulları bunu çok daha kötü olarak yapmaktadırlar. Diğer dinler üstünlüklerini ırka değil de dine bağlamakta, İsrail oğulları ise ırka bağlamaktadır. Bütün ilâhi kitaplarda istisnasız Allah vardır ve birdir. Âhiret vardır, orada cennet ve cehennem vardır. Bu dünyada iyilik yapanlar orada cennette olacaklar, kötülük yapanlar orada cehennemde olacaklardır. Buraya kadar ihtilaf yoktur. İhtilaf, cennet ve cehennemin şekli ile cehenneme gidenlerin oradan çıkıp çıkmayacağı, cehennemden çıktıktan sonra cennete gideceğidir. Burada da bütün dinlerin prensipte ittifak ettikleri ama uygulamada ihtilafta oldukları hususlar vardır.
Hepsi diyorlar ki; bizden olmayanlar cehenneme gidecekler ve orada devamlı kalacaklar, biz ise günahımız sevabımızdan çok ise cehenneme gideceğiz ama cezamızı çektikten sonra çıkıp cennete gideceğiz.
İşte burada şu inanış yanlıştır; onlar ve biz. Kur’an burada işte buna işaret etmektedir. Eğer cehennemden çıkma varsa, hangi dinden olursa olsun cezasını çektikten sonra kim olursa olsun çıkacaktır. Yok eğer cehennemde bâki kalınacaksa, o zaman kim olursa olsun oraya girdikten sonra bâki kalınacaktır.
Gerçi, ‘Allah şirki affetmez, diğerlerini mağfiret eder’ denmektedir. Ama bu cehennemden önceki aftır. Şirki affetmez ama ona karşı hasenat işlenmişse onu ona keffaret yapar ve cennete gönderir. Ama birisi hem şirk yapmış, hem de amelleri hep kötü ise o artık cehenneme gider ve orada ebedi kalacaktır. Kur’an’ın açık ifadeleri böyledir. Tevil edecek olursak, hepsi için tevil ederiz. Kavim veya din ayrılığı söz konusu değildir.
إِلَّا أَيَّامًا مَعْدُودَةً “Sadece ma’dut eyyam bize dokunur.”
Bugün Müslümanlar arasında çok yaygın bulunan bu anlayış demek ki genel bir hastalıktır.
Klasik Müslümanların inanışı şudur: Kur’an’ı ve Hazreti Muhammed aleyhisselâmı tasdik etmeyen hiç kimse asla cennete girmeyecek, onlar cehennemde ebedi kalacaklardır.
Kur’an’ı ve Hazreti Muhammed’in resullüğünü tasdik eden hiç kimse de cehennemde devamlı kalmayacaktır. Cehenneme girse bile, cezasını çektikten sonra çıkacak ve cennete gidecektir.
İşte, İsrail oğulları da böyle inanıyorlar, Hıristiyanlar da böyle inanıyorlar.
Doğu dinlerinde de bundan farklı bir şey olacağını sanmıyorum.
Kur’an bu kadar açık bir şekilde reddettiği halde, İsrail oğullarının bu bâtıl inancı nasıl yayılmıştır diyemeyiz. İslâmiyet ve Kur’an doğum günlerinin kutlanmasını teşri etmediği halde, önce kutlu doğum haftası olarak Hazreti Muhammed’in doğumunu kutladılar. Sonra Mustafa Kemal’in doğum haftasını kutlamaya başladılar. Romalılar da Hazreti İsa’yı böyle tanrılaştırdılar, böylece önce Hazreti İsa’nın, sonra da imparatorlarının kutsileştirilmesini sağladılar. Birini Allah-oğul yaptılar, diğerini Allah’ın yeryüzündeki gücü şekline soktular. İşte cennet-cehennem icadı budur. Ne yazık ki “Adil Düzen”e inanan arkadaşların içinde bile bu bâtıl safsatadan kendisini kurtaran çok azdır.
قُلْ أَاتَّخَذْتُمْ عِنْدَ اللَّهِ عَهْدًا (QuL EaAatTaPaÜTuM GıNDa elLAvHi GaHDan)
“Allah’tan ahit mi aldınız diye kavlet.”
Kur’an’da böyle bir ahit mi var? Tevrat’ta böyle bir ahit mi var? İncil’de böyle bir ahit mi var?
Varsa, buyurun, gösterin de biz de sevinelim. Lâilâheillallah Muhammedenrasulullah” demekle kurtuluyorsak, bu Adil Düzen çalışmalarını bırakalım; ne biz yorulalım, ne de başkalarını yoralım.
Rüşvet alalım, rüşvet verelim! Faizli kazançlara girişelim! Ara sıra içki içelim, kumar oynayalım! İkinci defa evlenmeyelim ama zina yapalım! Oh, ne güzel memleket!..
Oysa, Kur’an’da hep ‘iman edenler ve salih ameller işleyenler’ denmektedir.
Biz böyle bir ahdi Kur’an’da bulamadık.
Ama mahir müfessirler bir yerde buldularsa, bize de bildirsinler.
فَلَنْ يُخْلِفَ اللَّهُ عَهْدَهُ (Fa LaN YuPLiFa elLAvHu GaHDaHu)
“Allah ahdinden hulfetmez.”
Evet, eğer böyle bir söz almış iseniz, Allah sözünden hulfetmez. Allah böyle ahdi yapmaya da muktedirdir. Ancak, öncelikle böyle bir söz bulmuş olmanız gerekir; biz cennete gideceğiz, kötü de olsak, günahkâr da olsak, hırsız da olsak, zani de olsak, katil de olsak, rüşvetçi de olsak, biz madem ki ‘Lâilâheillallah’ dedik, bir de ‘Muhammedürresulullah’ dedik; öyleyse sorun yok!
Oysa, Allah’ın böyle bir ahdi ne Tevrat’ta, ne İncil’de, ne Furkan’da, ne de Kur’an’da vardır. O kadar tahriflere rağmen yine de yoktur. Zaten bunu söyleyen Müslümanlar da buna inanmıyorlar ki. Öyle olsa, o zaman insanlar niye içki içmekten, zinadan, kumardan kaçınsınlar ki? Laf olsun diye söylüyorlar işte!
Çünkü Kur’an da ‘onlar böyle inanıyorlar’ demiyor ki, ‘böyle diyorlar’ diyor.
Buna getirecekleri tek delil, “Allah şirki affetmez, onun dışında hepsini affeder.” âyetidir.
Her şeyden önce Arapçada ‘edebilir’ sigası yoktur. ‘Affeder’ ile ‘affedebilir’ için aynı siga kullanılır. Yani, Allah şirkten başka hepsini affedebilir, ama affedecektir demek değildir. Burada küfrü affetmez demiyor, şirki affetmez diyor. Kur’an’a ve Hazreti Muhammed aleyhisselâma inanmayanları kâfir kabul etsek bile, müşrik kabul edemeyiz. Dolayısıyla Hıristiyanları affetmez, Mecusileri affetmez demiyor; müşrikleri affetmez diyor.
Buna cevap olarak; onlar müşriktir, çünkü Hazreti İsa’yı Tanrı’nın oğlu olarak görüyorlar denebilir.
Bu tür ifadelerle şirk ithamında bulunduktan sonra, hepimiz müşrikiz. Şimdi biz paraya mı inanıyoruz, yoksa Allah’a mı? Cebimizde para olmadığı zaman hangimiz sıkıntı duymuyoruz? ‘Paramız yok, şimdi hâlimiz ne olacak?’ demiyor muyuz? Allah’ın varlığını unutmuyor muyuz? Endişelere düşmüyor muyuz?..
Dolayısıyla, şirki zihinsel bir fiil olarak tanımlamamız yanlıştır.
Şirk, isyan etmek demektir, kanun ve kural tanımamaktır. Devlet içinde devlet olmaya kalkışmaktır.
Hicret et, karşı çık, ama yaşadığın yerde topluluğun düzenini bozma. Yani, bu hususta Hıristiyanlarla bizim aramızda fark yok. Şimdi biz Avrupa Birliği’nin zinayı kutsi sayan bir anlaşmasına imza koyan bir partiye oy vermedik mi? Ben verdim! Şimdi seçim olsa yine de vereceğim, belki! Bir müşriki nasıl başımıza başbakan yapıyoruz? Demek ki şirki başka türlü tanımlamamız gerekiyor.
Küfür, düzen içinde bile bile gerçekleri inkâr etmektir. Mesela, baş örtüsünün lâikliğe aykırı olduğunu söylemek, anayasa kararlarına aykırı kanun çıkarılamayacağını söylemek küfürdür, ama şirk değildir.
Şirk, başörtülülere saldırmak, veya başı açıklara saldırmaktır. Yargı kararlarını beklemeden ihkak-ı hakka kalkışmaktır. Fikrî saldırma bile şirk değildir, fiilî saldırma şirktir. İtikatla ilgili olan hususlarda zannî delil, delil değildir. Kur’an’da açık ifade olacak ve o ifade üzerinde sahabelerin kavlî icmaı olacaktır.
أَمْ تَقُولُونَ عَلَى اللَّهِ (EaM TaQUvLUvNa GaLAy elLAvHi)
“Yoksa Allah üzerinde ne konuşuyorsunuz?”
“Allah üzerinde konuşma” aynı zamanda topluluk üzerinde konuşmadır. Âhirette cennet ve cehenneme girme hususunda Allah üzerinde konuşma kimsenin yetkisinde değildir. Bundan dolayı burada “Hel” değil “Em” gelmiştir. Kimsenin Allah üzerinde zannî tahminlerle konuşma yetkisi yoktur. Allah üzerinde ancak müsbet ilmin icma ile sabit olan verileriyle konuşabiliriz. Kur’an’ın icma ile sabit olan şeyleriyle konuşabiliriz.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kararlarını yorumlama da kimseye verilmemiştir. Herkes uygulama yaparken kendi yorumlarını yaparak uygular. Devlet başkanı başkanlığı ile ilgili konularda yorum yapar ve uygular. Görevliler görevleri ile ilgili hususlarda kendileri yorum yapar ve uygular. Halk ve iş adamları kendi işlerinde kendileri yorum yapar ve uygularlar.
Yorumlarda hata varsa, mağdur olanlar hakemlere gider, hakemlerin verdiği karar o hususta uygulanır. Hakemler yasa mahiyetinde, kural mahiyetinde karar veremezler. Hakemlerin kararı sadece o olayı ve olaya taraf olanları bağlar. Taraflar aynı olsa bile, o olayın dışındaki olay için yeniden muhakeme edilmeleri gerekir.
Bu kadar açık bir mesele için başörtüsü üzerinde Anayasa Mahkemesi kararları vardır deyip insanlara yutturmaya çalışmak küfürdür, ama şirk değildir.
مَا لَا تَعْلَمُونَ(80) (MAv Lav TaGlaMUvNa) “İlmetmediklerinizi mi söylüyorsunuz?”
Kanunların bir maddesine uymayana onu hatırlatmak herkesin görevidir.
Madem ki onlarla bir arada yaşıyorum, o halde elbette yanlış anlayışları düzeltme durumundayım.
Şimdi ben Anayasa’nın lâikliği tarif eden 24’üncü maddesini yorumluyorum. Ben bu yorumu kimseye dayatamam, ama ben bunu böyle anlıyorum. Yanlışım varsa herkesle her platformda tartışırım.
“Hayır, sen kimsin?!.” diyorsa; işte bunu kim derse, yasaların yorumunu kendi inhisarına alırsa, o küfretmiş, hattâ kendisini devlet yerine, meclis yerine koyduğu için şirk etmiş olur. Bütün insanlar devletin halifesidir, içtihat yapma hakları vardır. Başkalarının içtihatlarını cevaplama görevleri de vardır.
“Kimse devletin sosyal, ekonomik, siyasi ve hukuki temel düzenini kısmen de olsa din kurallarına dayandırma, siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlamak amacıyla, her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını, yahut dinde kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz.”
Anayasamızda, Anayasamızın 24. maddesinde lâiklik böyle tanımlanmıştır.
Anayasamızı dil kuralları içinde ne anladığımızı açıklayalım.
a) “Kimse”: Bu ifade umumidir, bütün ceza ehliyeti olan insanları içerir. Devlet görevlilerini, hakimleri, devlet başkanını, yerli ve yabancı herkesi içermektedir. Yerli ve yabancıları da içermektedir. O halde eğer bir şeyi din görevlisi yapabiliyorsa, onu herkes yapar ve onu yapmak lâikliğe aykırı olamaz. Diyanet İşleri Teşkilatı resmen anayasada yer aldığına göre, kamu alanında dini kıyafet giyilmez denemez. Cami kamu alanı değilse, devletin maaşlı adamı orada ne iş yapıyor?
b) “Devletin” deniyor, kamunun denmiyor. Devlet; meclis, devlet başkanı, hükümet, yüksek komuta heyeti, yüksek yargıdan oluşan kurumlardır, Ankara’daki karar merkezleridir. Üniversite devlet değildir. Üniversite hükmeden bir kurum değil, hizmet eden bir kurumdur. İller, belediyeler, idare, hattâ ordu devlet değildir. Kamunun veya ulusun veya Türkiye’nin denseydi, başkaları da girerdi. O halde pekala bir belediye belediyesini dini kurallarla yönetebilir. Anayasanın ifadesi budur. Anayasa Mahkemesi de Anayasa’yı ancak kuralları içinde yorumlayabilir, münferit olaylar üzerinde yorum yapabilir. Anayasa Mahkemesi’nin ne kanunları, ne de Anayasa’yı yorumlama yetkisi yoktur. Anayasa ve kanunları yasama mahiyetinde yorumlama yetkisi kimseye verilmemiştir. Herkes kendisi sadece kendi işinde yorum yapma yetkisine sahiptir.
c) “Sosyal”: Devletin sosyal yapısını, devleti oluşturan halkı bir dinin, zümrenin veya partililerin yapısına dönüştürmeyi isteyemez, devleti Hanefi mezhebi yapamaz, Kürt devleti yapamaz, CHP’lilere teslim edemez, yahut lâiklere veremez. Devletin sosyal yapısı vardır. ‘Ben Türküm’ diyen, Türkçe konuşan, askerlik görevini yapan ve Türk vatandaşı olan herkes Türk’tür. Herkes Artvinlidir demek değildir.
d) “Ekonomik”: Türkiye devletinin ekonomik yapısı liberalliğe dayanır. Halkın yapamayacağı işleri devlet yapar. Bu da sosyal devlet olma vasfıdır. Kapitalizm veya sosyalizm dayatması, ekonomik yapısını değiştirme demektir. Ama devlet için bu böyledir. Bir il kapitalist olabilir, sosyalist olabilir, bir bucak komünist olabilir, bir site şeriatçı olup faiz yasağı koyabilir. Anayasa böyle diyor.
e) “Siyasi” demek, demokratik demektir, çok partili seçim sistemi demektir. Devlet bunun dışında bir kural getiremez. Ama bir şirket pekala hanedan tarafından yönetilebilir, nitekim aile şirketleri devletçe beslenmektedir. Bunun gibi bir dernek, bir vakıf, hattâ bir parti bile aile şeklinde kurulabilir.
f) “Hukuki” demek, devletin garantiye aldığı, muhakeme ettiği bir yapı demektir. Devleti bir dinin veya mezhebin emrine sokamazsınız. Onun bekçiliğini yapamaz. Hukukta eşitlik esastır. O halde lâik yönetimde bir şey dinî olduğu için suç olmaz, suç ise dinî olmaktan da çıkmaz. Diğer ayrıcalıklar demokratik hukuk devletinde olmadığı gibi, dinin de ister lehine, ister aleyhine ayrıcalığı olmayacaktır. Tekrar hatırlatırız. Bu devlet için böyledir. Yerel yönetim, idare veya kooperatif için söz konusu değildir. Bundan dolaydır ki dinî vakıflar vardır ve faaliyettedir. Ahlâk, devletin karışmadığı kurallardır. Dolayısıyla, ahlâk kurallarının bir dine dayandırılması gerektiğini her zaman savunabilirsiniz, parti de savunur.
g) “Temel düzenini”: Burada yine önemli kayıt vardır; kuralları değil, temel kuralları. Temel kuralları biz anayasamızdaki değişmez maddeler içinde görebiliriz. Biz bu yasaları şöyle maddeleştiriyoruz: “Ulusu ve ülkesiyle bölünmez bir bütün olan, insanlık camiası içinde yerinden yönetime saygılı, dili Türkçe, merkezi Ankara, bayrağı al ve ak ay yıldızlı olan, marşı İstiklâl Marşı olan Türkiye Cumhuriyeti, demokratik, lâik, liberal ve sosyal hukuk devletidir.” İşte bunlar anayasamıza göre değişmez temel düzeni oluşturur. Bunların temel kuralları değiştirilemez. Ama başörtüsü gibi fer’î hükümler pekala devlet alanına girebilir. Kamu alanına zaten girer. Başka türlü uygulama imkanı yoktur. Komünistlerde olduğu gibi dini yasaklayamazsınız, devleti dinden ve dini kurallardan soyutlayamazsınız. Ama sayılı temel kurallar koyar ve o kurallara karşı hareketi laikliğe aykırı sayarsınız.
h) “Din kurallarına dayandırma”: Burada yasaklanan İslâm kurallarına dayandırma değildir. İslâm din olduğu kadar düzendir. Hattâ ‘İslâmiyet’te ruhbanlık yoktur’ kuralı ile İslâmiyet tarikat anlamında din dışı bir düzendir. İslâm barış demektir. Lâikliğin kendisidir. Tarih boyunca bunu kanıtlamıştır. O halde İslâm kurallarına dayandırma devlet için yasaklanmıştır. İslâm düzeni her zaman tartışılabilir. İslâm dininin mistik kurallarına dayandırma, yani ruhban sınıfına inen ilhamlarla devletin temel düzeni değiştirilemez. Bir dine veya mezhebe devletin yönetiminde imtiyaz tanıma lâikliğe aykırıdır.
i) “Siyasi veya kişisel çıkar sağlamak amacıyla”: Kaydıyla dinin kötüye kullanılması yasaklanıyor. Siyasi veya şahsi çıkar için dinin âlet edilmesi yasaklanıyor. Bu dine ayrıcalıktır. Dine devlet içinde imtiyaz sağlama lâikliğe aykırıdır; bir dine sağlama aykırıdır. Din kuruluşuna sağlama da aykırıdır. Ancak burada dinlere kamuda görev verilmeyecektir anlamı çıkmaz; kamuda din diğer ilim, ekonomi, siyasi, sosyal ve hukuk kurumlarının üstüne çıkarılamaz demektir. Onun için “temel kuralları” tabiri kullanılmıştır. Buradaki bu kayıt çok önemlidir. Ben İslâm dinini değil, İslâm düzenini savunuyorum. Düzende lâiklik esas olduğu için İslâm ahlâkını savunmuyorum. Ama ben bir kooperatif kurup site oluşturduğum zaman İslâm ahlâkını isterim; sarhoşları, esrarkeşleri, hırsızları, rüşvetçileri, faizcileri ortaklıktan çıkarırım. Ama ben devleti yönetirken yerinden yönetimi esas aldığım için kimsenin fiillerine müdahale etmem. Bu benim dinimin anlayışıdır. Ama bunu şahsi çıkarım için değil de, devlet için doğru buluyorsam zinayı yasaklayabilirim, bu anayasaya göre bunu savunabilirim; bu İslâm düzenini değil de, İslâm dinini ilgilendirse bile.
j) “Her ne suretle olursa olsun” deniyor. Yani, bunu bir vaiz de yapsa suç olur, bir sarhoş da yapsa suç olur. Fiille de yapılsa suç olur. Mesela Cuma namazını mecliste herkes kılacak dersek ve bunu da şahsi çıkarımız için yaparsak suç olur.
k) “Dini”: İslâm kelimesini veya onun kendisine göre kurallarını alıp da insanları cennet ve cehennemle korkutup bizim partiye oy ver derseniz, bu lâikliğe aykırıdır. Ama faiz kötüdür, -ayrıca haramdır da- dolayısıyla bundan vazgeçmeliyiz demek lâikliğe aykırı değildir. Çünkü burada ilmin bir dinle teyididir. Mesela, vergi ayın olarak alınmalıdır, bakınız Marks da böyle söylüyor desem, lâikliğe aykırı bir fiil yapmamış olurum. Tevrat’ta böyle diyor desem yine lâikliğe aykırı bir şey yapmıyorum. Çünkü ben burada dini din olarak, sosyal müessese olarak ele alıyorum.
l) “Veya din duygularını”: ‘Dini düşünceleri’ demiyor, ‘dini hissiyatı’ diyor. Dolayısıyla aklen ve ilmen savunmak şartı ile devletin de Kur’an’a uygun olmasını istemek lâikliğe aykırı değildir. Dini hissiyatı yani helal haramla, cennet veya cehennemle savunmak lâikliğe aykırıdır.
m) “Yahut dinde kutsal sayılan şeyleri”: Mesela Kur’an’ı bastırıp seçim propagandasına çıkmak, yahut seçim toplantılarında mevlit okutmak, Kur’an okutmak dince mukaddes sayılan şeylerdir. Lâikliğe aykırı olabilir.
n) “İstismar edemez ve kötüye kullanamaz.”: İstismar demek, yararlanmak demektir. Kötüye kullanmak da zarar vermek demektir. Burada “veya” değil de “ve” harfi getirilmiştir. Tek başına faydalanmak suçu oluşturmaz. Tek başına başkasına zarar vermek de suçu oluşturmaz. Mevlit okutmak sana oy kazandırıyor, ama başkalarının oylarını azaltıyorsa suç olur. Kimseye zarar vermiyorsa, o propaganda suçu oluşturmaz.
Şimdi lâiklere şunları söylüyorum.
Benim yorumlamam dil kurallarına dayalı olarak yorumdur.
Önce, bu yorumda hatalar varsa bana öğretmenizi istiyorum.
Elbette bir dilin kuralları içinde yorumlama her zaman doğru olmayabilir. Yorumun ayrıca ilme göre yapılması gerekir.
Tanımı şöyle yapıyorum: “Bir şey dinî olduğu için suç değilse suç olmaz, suçsa suç olmaktan çıkmaz.”
Bu tanımı yetersiz buluyorsanız, o zaman buyurun siz tanım yapın, ama sizin tanımınız yok.
Yok, siz diyorsanız ki; “Biz tanım istemiyoruz. Biz onu size karşı silah olarak kullanıyoruz. Siz ne yaparsanız yapın o lâikliğe aykırıdır ve suçtur. Biz ne yaparsak o lâikliktir, o suç değildir. Çünkü güçlü olan biziz, siz mağlupsunuz. Çünkü dünya bizim arkamızda!..”
Böyle diyorsanız, o zaman bize savaş ilan ediyorsunuz demektir.
O zaman bekleyin, biz de bekleyeceğiz; bakalım savaşı kim kazanacak?..
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-359 ADİL DÜZEN DERSLERİ-189 İstanbul, 03 Haziran 2006
DANIŞTAY’A SALDIRI VE ADALET MESELESİ
17 Mayıs 2006 Çarşamba günü ‘genç bir avukat’ Danıştay’a silahla girmiş ve 2. Daire Toplantısı’nda olanlara tabanca ile ateş etmiş, biri hariç beş kişi yaralanmış, biri hastanede vefat etmiştir. CHP, Batı uzantısı basın, yorumcular, Cumhurbaşkanı bunun irticanın bir işi olduğunu ima etmişlerdir. Daha önce başını örtmeyen kadın sokakta başını örtüyor diye müdürlükten alınmış ve açtığı dava da bu daire tarafından reddedilmiştir. Olay herkes tarafından lânetlenmiş, iktidar partisi mensupları da bunun bir provokasyon olduğunun iddia etmişlerdir.
“Adil Düzen”e göre olayları tahlil edelim.
1- İktidarın yetkisini kullanan makamlar ne kadar zulüm yaparlarsa yapsınlar, onlara karşı gelmek ne hukuken ne de dinen caiz değildir. Her kendini haklı gören ihkak-ı hakka kalkışırsa, artık hep fitne olur ve devlet kalmaz. Kendilerini haklı görmeyenler de görenler gibi istedikleri hareketleri haklı gösterebilirler. Bu sebepledir ki bütün din ve hukuk sistemlerinde mahkeme kararı olmadan kimsenin ihkak-ı hakka yetkisi yoktur. Zulme uğrayan için şeriatın ortaya koyduğu hüküm, o ülkeyi terk edip gitmektir. Bunu kabul etmeyip bizzat ihkak-ı hakka kalkışanlar dinen kâfirdirler ve hukuken de en ağır cezaya çarptırılırlar. Bunun tek istisnası vardır, o da nefsi müdafaadır.
2- Bu şekilde kişiye değil de kamu yetkisine karşı suç işleyenin cezası idamdır. Kişiye karşı işlenirse kısasa mahkum edilir, af edilirse diyete dönüşür. Ama kamuya karşı suç işlerse cezası idamdır ve kimse onu affedemez. Fiili işlemeden önce akıl hastalığına karar verilmemişse, fiili işlendikten sonra akıl hastalığı sabit olsa bile geçersiz olup kişi öldürülür. Mağdurlara diyet kamu tarafından ödenir. Malları müsadere edilir. Muhakemesi en geç bir hafta içinde biter ve Danıştay’ın önünde asılır. En az bir gün teşhir edilir. İdam cezasını ve işkenceyi kaldırırsanız, bu tür olayları önleyemezsiniz.
3- Yargı karar verip infaz gerçekleşmeden önce de kimse beyanda bulunmaz. Devlet ayağa kalkmış, beyan üstüne beyan verilmiştir. Bu Anayasa’ya aykırıdır. Devlet yetkilileri suç işlemişlerdir. Ancak normal bir ölüm imiş gibi taziyede bulunulabilir. Devletin bütün üst kademesi hukuka uymayıp suç işlerse, avukatın da suç işleme mazereti doğabilir. Bazen olay o kadar büyük olur ki, halkın fiilen cephe alması istenir. O zaman artık hukuk askıya alınır ve halkın cephede yer alması istenir. Bu hukuk düzeninde olmaz. Sıkıyönetim ilan edilir ve sıkıyönetim komutanının talimatı ile yapılır. Anayasalarda sıkıyönetim maddesi bundan dolayı konmuştur.
4- Diğer taraftan basın-yayın ve tüm medya da ateşe körükle gitmiştir. Bu fiili yapan kimselerin gayesi de zaten budur. Gayeleri devlet kurumlarını birbirine çatıştırmak, halkta heyecan yaratıp topluluğu suç işlemeye itip devleti yıkmaktır. Bu hedeflerine fazlasıyla ulaşmışlardır. Bu sebepledir ki bu tür hallerde basın-yayın sadece resmi beyanları yayınlar, asla yorumda bulunmaz, halka fazla bilgi de vermezler.
Yargı kararı sonuçlanıp infaz tamamlandıktan ve halkın heyecanı da yatıştıktan sonra, artık konular serbestçe tartışılır ve mahkeme kararları doğrultusunda lanetler yapılabilir. Hattâ kararın yanlış olduğu da söylenebilir. Aleyhte konuşamadığın zaman da lehte konuşmak abestir.
Bu dava nasılsa yıllarca sürecektir. O zamana kadar susmamız, devletimizin yıkılmasını beklemek demektir. Biz olaya üzerinde bir şey söylemeyeceğiz. Adil Düzen Çalışanları olarak ilmî tahliller yapmak zorundayız. Çünkü Adil Düzencilerin iktidar olduklarında ne yapmaları gerektiğini bilmeleri gerekir.
1- Yargı değil, yargıçlar saygın, etkin, yansız ve bağımsız hâle getirilmelidir. Saygın demek; herkes onların kararlarının adil olacağından emin olmalıdır. Etkin demek; herkes onların kararlarından korkmalıdır. Bağımsız demek; ordudan, üst kademe bürokratlardan, siyasetten, basından, sermayeden, mafyadan korkmayacak bir hâle getirmek demektir. Yansız demek; bizzat kendilerinin de taraf tutmamaları gerekir demektir. Yargıyı bu hâle getirmediğimiz zaman, yargı ne kadar adil olursa olsun, halk onları zalim görecek ve bu tür menfur olaylar cereyan edecektir. Bunun için yerinden yönetimde hakemler sistemini getirmemiz gerekir. Başka çıkar yol yoktur. Hakemler sistemi demek, hakimleri tarafların seçmesi ve baş hakimi de hakemlerin seçmesidir. Yerinden yönetim demek, bidayet mahkeme kararlarının kesin olması ve merkezî yüksek mahkemelerin kaldırılması demektir. Mahkeme kararlarına yine hakemlerden oluşan başka mahkemelerde itiraz edilebilmelidir. Hakemler muhakeme edilmelidir. İlk karar kesin olmalıdır.
2- Mağdur olanların maddî kayıpları mutlaka giderilmedir. Faili meçhul cinayetlerde bile kamu bunu karşılamalıdır. Ama cezalandırma mutlaka kesin ispatlara dayanmalıdır. Kesin sabit olan fillere acımasızca en ağır cezalar verilmelidir. Affedilmez idam cezaları, yargıçların kararı ile verilebilmektedir. Kısas cinayetlerin temel cezası olmalıdır. Cinayetten sonra eğer fail belli ise bir hafta içinde infaz edilmelidir. Değilse, hemen diyete dönüştürülmelidir. Cezalar caydırıcı olmalıdır.
3- Devlet sadece dış savunmayı yüklenmeli, altyapı hizmetleri vermelidir, para ve kredi işleri ile uğraşmalıdır. İller iç güvenliği sağlamalı, soruşturma gibi genel hizmetleri vermelidir. Hukuk düzeni ise bucaklarda doğrudan demokrasi içinde yürütülmelidir. Ceza kanunları dahil kamu hukukunu her bucak kendisi düzenlemelidir. Kararları ilçedeki hakemler vermeli, ama bucakta ve bucak hukukuna göre vermelidir. Hakemlerin kararlarına uymayanları il jandarması tenkil eder.
4- Soruşturma dört kademede yapılmalıdır. Birinci kademe dışarıda soruşturmadır. Sanık ve tanıklara gidip onlardan yererlinde şifahi sorular ile sormadır. Sonra yazılar yazılır, yazılı cevaplar alınır. Soruşturmacılar sorunu çözmüşse, suçlu onların şehadetleri ile mahkum edilir. Bucak başkanının izni ile duruşmalı soruşturma yapılabilir. Karakol soruşturmasında ise hakemler karar verir. Karakol soruşturmasında işkence caizdir; ancak itiraf etsin-etmesin, yapılan işkencenin diyeti ödenir.
Demek ki, önce yürürlükte olan mevzuata göre gerekenleri yapmalıyız. Mevzuatı çiğnememeliyiz. Mahkemeye etki eden beyanlar vermemeliyiz. Sıkıyönetimi ilan etmemişsek işkence yapmamalıyız. Ama sonra dönüp “yargı sistemimizde bir eksiklik var ki bu cinayetler işleniyor” deyip sistemimizi irdelemeli ve gerekli değişiklikleri yapmalıyız.
Bir örnek vereyim. Bugün yüksek yargıyı denetleyen bir mekanizma yoktur. Türkiye hukuk devletidir. Kanunlara uyarak davranmalıyız. Hakimler de kanunlara uymak zorundadırlar. Ama hakimler için uymadıkları takdirde müeyyidesi yoktur. Olmayınca da onları ibra edecek makam yoktur demektir. Başkanların işleri hükümetleri azarlamaya dönüşebilir. Oysa “Adil Düzen”de her zaman yargıçlara karşı hakemlere gidilebilir. Kanunlara aykırı hükümlerde onlar mahkum edilebilir. O hakemler karşı da hakemlere gidilebilir. Dolayısıyla yargı denetimi dışında bir kuruluş kalmaz.
Allah’tan, bu tür menfur olaylardan milletimizi uzak tutması için dua ediyorum.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-359 ADİL DÜZEN DERSLERİ-189 İstanbul, 03 Haziran 2006
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI (Reşat Nuri Erol ve Selahattin Öztürk Üsküdar’da değerlendirecektir.)
ERMENİ VE RUM SOYKIRIMI
İnsanlık hukukunda soykırımı ve ona uygulanacak bir müeyyide yoktur.
Bu kavram Birinci ve İkinci Cihan Savaşları’nı çıkarıp İsrail devletini kuran Yahudilerin İsrail devletine gelir temin etmek amacıyla mağlup Almanya ve Japonya’ya ödettikleri vergilerdir. Bir tür savaş tazminatıdır. Galip devletin mağlup devlete dayattığı uydurma bir kavramdır.
Osmanlılar savaşmışlar ve mağlup olmuşlar. Osmanlı İmparatorluğu’na Sevr’i dayatmışlardı.
Türkler Sevr’i kabul etmediler, savaştılar ve savaşı kazandılar. Lozan’da barış masasına oturan Türkiye Osmanlı İmparatorluğu’nun vârisi idi. Bu bakımdan mağlup devletti.
Diğer taraftan Rum ve Ermenilere karşı savaşları kazanmış galip devletti. Uzun görüşme ve tartışmalar sonunda uzlaşma sağlandı.
Türkiye Osmanlıların borçlarından kendi payına düşen borcu kabule etti. Türkiye dışındaki toprak haklarından tamamen vazgeçti. Yunan ve Ermenilerden alınacak savaş tazminatından vazgeçti. Buna karşılık İstanbul ve Trakya Türklere bırakıldı. Yani, savaşla kazanmadığı topraklar Türkiye’ye kaldı.
Osmanlı imparatorluğunun mirasını Türkiye borçları ile almış ve borçlarını ödemiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun şahsiyetine de saltanatın ve hilafetin kaldırılması ile son verdi.
O halde, Osmanlı İmparatorluğu soykırımı yapmış veya yapmamış, bizi hiç mi hiç ilgilendirmez. Türkiye’deki Rum ve Ermeniler tasfiye edilmiştir. Bu Lozan’daki muvafakatle ve “mübadele esası” üzerinden yapılmıştır.
Tabii Ermeniler ve Rumlar dünyanın kışkırtması ile yine bize saldırabilir, yenerlerse bizi öldürebilir veya tehcir edebilirler; lütfeder haraca da bağlayabilirler...
Ama yenilirlerse ne olur, bilirsiniz; Atina İzmir olur, Erivan Erzurum olur…
Türklerin tarih boyunca ne Ermeni ne de Rum halkı ile bir çatışması olmamıştır. Yaşlanması nedeniyle düzeni bozulmuş olan Rum tekfurları kızlarına kale kapılarını açtırır, kızlarını Türk komutanına verir ve kendileri yine orada Rumların beyi olarak kalırlardı. Bizans’a verdikleri vergiden daha az vergiyi Osmanlılara verir, askere gitmez, Osmanlıların adaletinden yararlanır, ekonomik refah içinde yaşarlardı.
Osmanlı İmparatorluğu yaşlanınca dirliği ve düzeni bozuldu. Rum ve Ermeniler Batılıların kışkırtmasına uyarak saldırıya geçtiler. Akıbetleri küçük bir Ermenistan ve küçük bir Yunanistan olarak kaldılar. Türkiye ise 73 milyonluk saf Türk Müslümanların koskoca yurduna sahiptir.
Türkiye’nin Osmanlılara sahip çıkması ve onu koruması yanlıştır. Türkiye bu tür parlamento kararlarına karşı olduğunu, asla tanımayacağını beyan eder ve bu iş biter.
Hele bir fikrin ifadesinin yasaklanması demokratik cinayettir.
Ermeni parlamentosu böyle bir karar alırsa bir manâsı olabilir.
Fransa’ya ne olmuş?!.
Soykırımına uğramışlarsa Fransa’daki Ermeniler nereden gelmiş?!.
Türkiye böyle fikir hürriyetinin bile olmadığı bir ülke ile siyasi münasebetlerini kesebilir. Avrupa müzakerelerinden çekilebilir. Bunun gerekçesi Osmanlıların soykırım yapıp yapmadığı değil, Fransa’nın demokratik haklara olan saygısızlığıdır. Türkiye ‘Fransızlar Cezayir’de soykırımı yapmışlardır’ diye karar alsa ve bunun aksini iddia etse ne olur? Eğer Türkiye misliyle mukabele edecekse böyle mukabele eder.
Bunun sonucu ne olur? Bütün Türkler Fransız kanunlarına göre suçlu olur. Bütün Fransızlar Türkiye’de suçlu olurlar. Bu siyasi münasebetin ötesinde iki devlet arasında savaş çıkacak demektir.
İt ürür kervan yürür. Komşulara elbette köpekleri yasaklayamayız.
Ama bizim siyasi bakımdan yeni bir şey yapmamız gerekir.
Lozan’da eski vatandaşlarımızla ve yeni komşularla hukuken sağlanan barışı halklarımız arasında da pekiştirmeliyiz. Ermenistan’ı ve Güney Kıbrıs Rum Devleti’ni tanımalıyız. Aramızdaki ihtilafları görüşmeler ve hakemler yoluyla çözmeliyiz. Düşmanlarımızın bizi birbirimize kırdıran oyunlarına gelmemeliyiz.
Bir cümleyi ilave edip yazıma son veriyorum.
Bu oyunda ne Ermeniler, ne Rumlar, ne de Fransızlar vardır. Bu oyunların arkasında zalim sömürü sermayesi vardır. Eceli yaklaşmıştır. Taraflar sabırlı olsunlar, zaman bunları çözecektir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92