1967...1968...1969....AKEVLER 40 YILDIR ÇALIŞIYOR....2004...2005...2006
GELECEĞİN II. KUR’AN - V. İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ... BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
ADİL DÜZEN 360
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 10 Haziran 2006 Fiyatı: Seminere katılmak veya (akevleronline) www.akevler.org
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 360. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
ÜSKÜDAR Adresi: Selami Ali Efendi Cd. No: 31 ÜSKÜDAR/İSTANBUL (Ana Çocuk Sağlığı yanı – Anadolu Gençlik bitişiği) Tel: (0532) 246 68 92
*TEFSİR SEMİNERİ [Cuma Üsküdar (19.00-21.00); Cumartesi Yenibosna (17.00-21.00); Pazartesi Ümraniye (19.00)]
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Hedefimiz; bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul’da 200, Türkiye’de 1000 yerde okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, RNE
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ
TÜRKİYE EKONOMİSİ VE CEVAPSIZ SORU[N]LAR
HUKUK DÜZENİ VE ÜNİVERSİTELER
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ – 22. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
بَلَى مَنْ كَسَبَ سَيِّئَةً وَأَحَاطَتْ بِهِ خَطِيئَتُهُ فَأُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ(81)
وَالَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ أُوْلَئِكَ أَصْحَابُ الْجَنَّةِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ(82) وَإِذْ أَخَذْنَا مِيثَاقَ بَنِي إِسْرَائِيلَ لَا تَعْبُدُونَ إِلَّا اللَّهَ وَبِالْوَالِدَيْنِ إِحْسَانًا وَذِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينِ وَقُولُوا لِلنَّاسِ حُسْنًا وَأَقِيمُوا الصَّلَاةَ وَآتُوا الزَّكَاةَ ثُمَّ تَوَلَّيْتُمْ إِلَّا قَلِيلًا مِنْكُمْ وَأَنْتُمْ مُعْرِضُونَ(83)
بَلَى (BaLAy) “Belâ/ Hayır, öyle değil.”
“Ba” “Ve”den dönüşmüştür. Bu “Belâ” demektir, “Ve” değildir. Geçmişte söylenenin aksi doğrudur demektir. “Bel” de “Belâ” gibidir. Ancak “Bel”de daha önce söylenen ne tekzib ediliyor, ne de tasdik ediliyor. Söylemek istediğim o değil demektir. Bundan önce ‘bize ateş birkaç günden fazla dokunmaz’ diye iddia ediyorlar, İsrail oğulları iddia ediyorlar. Bugünkü dünyanın hak büyük din sahipleri de bunu iddia ediyorlar. Kur’an ehli de farklı söylemiyor. Bu iddianın yanılgı olduğunu açıkça ifade ettikten sonra doğrusunu söylüyor.
مَنْ كَسَبَ سَيِّئَةً (MaN KaSaBa SayYiEaTan)
“Kim bir seyyieyi kesb ederse, yığarsa.”
Buradaki “Men” umumilik “Men”idir. Yani, insan olsun, cin olsun, kim olursa olsun, iradesi olan varlıktan kim olursa olsun, hangi dinden ve ırktan olursa olsun, kim olursa olsun, bir seyyieyi kesb ederse, sonra kim kesb ederse diyor; kim küfrederse demiyor, kim şirk ederse demiyor.
Yani, ben iman ettim ve kurtuldum; böyle bir şey yoktur. Fiil önemlidir, itikat değil.
İman etmeye elbette ihtiyaç vardır. Çünkü insanı kötü fiilden kurtaracak olan imandır. Ama suç olan ameldir, düşünce değildir. Sonra, ‘kesb ederse’ diyor, ‘amel ederse’ demiyor. Amel bir tek seyyie işlemektir. Kesb ise çok günah işleyip küsbe yapmak, yani yığın yapmak demektir.
“Kim kesb ederse”yi, kim yığarsa diye tercüme edebiliriz.
“Seyyieten” nekiredir. Çünkü seyyienin cinsi önemli değildir. Önemli olan onun yığın hâline gelmesidir. Üst üste konmuş seyyieler demektir. “Seyyiât” “Seyyie”nin çoğulu olabilir.
“Seyyie” kötülüktür, kararmaktır. “Sev’et” çirkinlik anlamındadır. İnsandaki gait yerleri sev’ettir. Seyyie zenbden ve ismden daha geneldir. Bunları içerdiği gibi, ism olmayan, zenb olmayan seyyieler de vardır.
Demek ki, açık olarak kim kötülük yaparsa, kim olursa olsun onlar cehennemliktir ve orada hâliddirler.
وَأَحَاطَتْ بِهِ خَطِيئَتُهُ (Va EaXAOaT BiHi PaOIyEaTuHUv)
“Ve hatası onu ihata ederse.”
Burada ihata eden hatasıdır. Neyin hatası. “Hu” zamiri nereye râci? Seyyieye râci olabilir mi? Seyyie eğer çoğul ise ona râci olabilir. Yahut seyyie mastar ise mastarlar tekil de olsa müzekker zamir alırlar. Seyyienin hatası, yaptığı kötülüğü, seyyieyi çevreliyorsa demek olur. Burada seyyienin hatası ne demektir? Hata kötülük anlamında olmuş olur. Çirkinliğin kötülüğü çirkinliği de sarmışsa yani kötülüğü oradan gelen yarardan çok daha fazla ise demektir. Yani, her amelin iyi veya kötü tarafı vardır. Ama kötülüğü çok fazla ise, on katından fazla ise, işte bu insanı cehennemde hâlid kılar demek olur. Zamir kesbdeki masdara gidebilir. Yani, kesbin hatası ile, kesbi ihata etmişse. Hatalar işe hâkim olursa. İşten maksat hatalar yapmak, yani kötülük yapmak ise.
İnsan vardır ki gayesi ve hedefi iyiliktir, zaman zaman hatalar yapabilir, kötülük işleyebilir. Bunların bu günahları cennetteki derecelerini düşürür ama cehenneme götürmez. Çünkü gayesi iyiliktir. Bunun hayırda ameli az olsa bile, iyi niyetli olduğu için bir haseni on hasen olarak hesaplanacaktır. Muhasebe defterinde borç ve alacaklar yer alacak. Kötülükler borç olarak görülecek, iyilikler alacak olarak görülecek. İyilikler en az onla çarpılacak, hâlâ borç bakiye kalıyorsa, işte onun hatiesi defterini ihata etmiştir, o cehennemliktir. Böyle olan kimse hangi milletten veya dinden olursa fark etmez. Bu sebepledir ki dünyada da hukukun kuralı şudur, fiili işleyenin kimliği ne olursa olsun, din veya ırkına bakılmaksızın herkes için aynı fiilin cezası aynıdır.
Buna dayanarak biz lâikliği şöyle tanımlıyoruz; bir şey dinî olduğu için suç olmaktan çıkmaz, suç değilse de dinî olduğu için suç oluşmaz. Suçu Laz işlese de Kürt işlese de cezası değişmez.
فَأُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ (Fa EuLAvEiKa EaÖXAvBu eLnNARı)
“Onlar nâr ashâbıdır.”
Kur’an’da kavramlar daima çifttir. “Ehl” ve “Ashab” kelimesi kullanılmaktadır. “Ehl-i Nâr” da denmektedir, “Ashâb-ı Nâr” da denmektedir. “Ehl-i Hulul” kelimesi ile akrabadır.
Eğer kişi o topluluğa biyolojik, psikolojik, ekonomik ve sosyal bağlarla bağlanmış ve oranın bir parçası hâline gelmişse, o zaman o oranın ehlidir. Aile bağları böyledir. “Ehl-i Beyt” denir de, “Ashâb-ı Beyt” denmez. “Sohbet” ise “Sahife” kelimesine akrabadır. Sahifeler ciltlenmiş ve bir kitap olmuştur. Mekânları aynı ama ilişkiler ehlde olduğu gibi olmayabilir. Kur’an’da “Ashâb-ı Nâr” da deniyor, “Ehl-i Nâr” da deniyor.
Cehennemde olanları ikiye ayırabiliriz. “Ehl-i Nâr” oranın ayrılmaz bütünü olmuştur demektir.
“Ashab-ı Nâr” ise aynı mekânı paylaşıyorlar ama orada hep kalacak değildirler şeklinde anlam çıkar.
Bu iki ifadeye dayanarak cehennem halkını ikiye ayırabiliriz. Cehenneme gidenlerin bedenleri değişerek cinler gibi çekirdek yapılara dönüşürler. Orada cinleşerek kalma imkanını bulurlar. Bunlar yeteri kadar eğitim gördükten sonra orada başkalaşmaya uğrayarak tekrar moleküler hayata geçer, arafa gelir, oradan cennete gidebilirler. Diğerleri ise artık cehennem ehli olmuşlardır, onlar için çıkış yoktur.
Burada “Ehl-i Nâr” olarak değil de, “Ashab-ı Nâr” olarak geçmektedir. Kur’an’ın bir yerinde ehl-i nâr da geçmekte, “Tahasamu ehlu el-nâr” denmektedir.
Müşrikleri ehl-i nâr, diğer suçluları ise ashâb-ı nâr olarak görebiliriz.
هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ(81) (HuM FIyHAv PAvLiDUvNa)
“Onlar orada hâliddirler.”
Kur’an’da cennet ve cehennem halkı için orada hâliddirler, orada ebediyen hâliddirler denmektedir.
“Ebeda” sonu olmayan demektir. “Bayda” uzandı demektir. “Badiye” kelimesi buradan gelir. “Ebeda” uzamaz demektir, yani, içini bucağını bulamazsın anlamındadır.
“Halada” kelimesi ise halata yani karışma demektir.
Bu iki kelimenin anlamları farklı olmalıdır. Hâliddirler ile ebediyen hâliddirler farklı manâlar taşırlar. Bu hususta herkes başka manâ verebilir. Bize göre, “hâliddirler” demek, süreklidirler demek, yani arada sırada cehennemden çıkmazlar demektir. Kâinatta zaman ve mekân da sonradan yaratılmıştır. Kâinat doğmuş ve gelişmiştir; yaşlanmaktadır ve ölecektir. Âhiret de doğacak, gelişecek, yaşlanacak ve ölecek midir; yoksa nasıl âhirette insan ölümsüz ise, âhiret kâinatı da ölümsüz müdür? Kur’an, ‘sonra bize rücu edeceksiniz’ diyor; ‘semavat ve arz devam ettiği müddetçe onlar orada kalacaklar’ diyor.
Bu ifadelerle o hayatın da sonunun olduğu anlaşılıyor. Allah daha iyiye götürecek, yeniden âhiretin âhireti başlayacaktır. Bu durumda cehennemde olanlarla cennette olanlar birlikte âhiretin âhiretine gideceklerdir. Cehennemdeki zaman uzayacak, kısalacak ama herkes cehennemden çıkacak kadar eğitilmiş olacaktır.
Bu âyetlerin bize anlattığı şey şudur; cennet veya cehenneme gitmek için şu veya bu ırktan olmak, şu veya bu dinden olmak değil, iyi veya kötü insan olmak sözkonusudur. Hangi topluluğa mensup olursanız olun, iyi insan iseniz cennete gidersiniz; hangi topluluktan olursanız olunuz, kötü insan iseniz cehenneme gidersiniz.
Müslüman olmak, Hıristiyan olmak, Budist olmak insanı mü’min de yapmaz, kâfir de yapmaz.
Müslim olursanız, İslâm olur kurtulursunuz. İman ederseniz mü’min olursunuz.
Dinlere mensup olmak değil, hak dinin isteklerini kabul edip ona göre amel etmek sizi kurtarır. Türk veya İsrail oğlu olmak ne kurtulmak için ne de helâk olmak için sebeptir. İyi veya kötü insan vardır.
***
وَالَّذِينَ آمَنُوا (Va elLaÜIyNa EAvMaNUv)
“İman etmiş olan kimseler ise.”
Kötülük yapanlardan bahsederken “Elleziyne Keferû” kelimesini getirmedi. “Men” ile genişletti. Oysa burada “Elleziyne Âmenû” diyerek cennete gitmek için belli yolu göstermiştir.
Gelişi güzel iman değil de, hakka iman söz konusudur.
Hak nedir?
Onu insan araştırarak kendisi bulur.
Mesela, önce lâikliğe inandım diyeceksin; lâiklik her ne ise ona inandım diyeceksin. Sonra demokrasiye inanacaksın; demokrasi her ne ise ona inanacaksın. Ben lâikim ama benim işime gelen lâikim derseniz, o zaman lâikliğe inanmamış oluyor, lâikliği tahrif ve istismar ediyorsunuz demektir. Gelin lâikliği tarif edelim diyoruz. ‘Hayır’ diyorlar, tarif edersek o zaman ona uyumak zorunda kalırız, ama tarif etmezsek lâiklik bize uyar diyorlar! Bu ne demektir? Lâikliği halkı birbirine düşürmek ve çatıştırmak için kullanacağız demektir!
Hakkın tanımı da böyledir. Hakkı önce tarif edeceğiz, sonra onu arayacağız.
Hak ne demektir?
Doğru, iyi, yararlı ve adil olan haktır.
Yanlış, kötü, zararlı ve zulüm olan bâtıldır.
Bunlar arasında çatışma olursa dengede kalacak şekilde sınırları çizeceğiz.
Sınırları kim çizecek? Biz hakemler çizecek diyoruz. Onlar ise tam tersine, biz hakimleri atarız, onları da baskı altına alırız, onlar bizim istediğimiz şekilde hükmederlerse o lâiklik ve demokrasi olur; ama bizim istediğimiz gibi hükmetmezlerse o kabul olunmaz diyorlar! Çünkü Atatürkçülük her şeyin üstündedir!..
Yalan söylüyorlar, sahtekârlık yapıyorlar.
Mustafa Kemal ‘hayatta en hakiki mürşit ilimdir’ demiş;
Mustafa Kemal ‘elimizde tuttuğumuz meşale müsbet ilimdir’ demiş.
Bu sahtekârlar ise kendi heva ve heveslerini Atatürkçülük yapıyor, sonra da ona uymuyor diye lâikliğe karşı çıkıyor, ilericilik adaletten daha ileridedir diyorlar!..
İşte onlara vaat edilen nârdır ve orada halidirler. İman edenler ise hakka iman eder, sonra hakkı müsbet ilmin metotları ile ararlar. İhtida ederler, ittika ederler, rüşdü taharri ederler.
وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ (Va GaMiLUv elÖAvLiXAvTi)
“Ve sâlihâtı amel ederler.”
“Sâlihât” demek, plan ve projeye göre, standartlara göre amel etmek demektir.Yani, herkes öyle iş yapar ki, kendisinin daha önce yaptıklarına ve bundan sonra yapacaklarına uyar, onları tamamlar, onlarla uyuşur. Yalnız kendi yaptıklarına ve yapacaklarına değil, başkalarının, komşularının, ortaklarının, yakınlarının yaptıklarına da uyar. Yapılan işler işbölümü içinde birbirlerini tamamlar.
Bu bakımdan sosyalizm ve kapitalizm ileri bir aşamadır. Çünkü onlar işçilik usûlü ile amelleri sâlihât hâline getirmektedirler. “Adil Düzen” onların yaptıklarını ortadan kaldırmayacak, onların eksik bıraktıklarını tamamlamış olacak, sosyal evrim halkasına bir halka daha ekleyecektir. Tekeli ortadan kaldıracak, işçiliği ortadan kaldıracak, onların yerine ortaklıkları oluşturacaktır.
أُوْلَئِكَ أَصْحَابُ الْجَنَّةِ (EuLAvEıKa EaÖXABu eLCanNaTi)
“Onlar da cennet halkıdır.”
Burada hiçbir ayırım yapmadan cehennem ashabına karşılık cennet ashabını kullanmıştır. Cehennem halkının cehennemle ilişkisi yoksa cennet halkının da cennetle ilişkisi budur. Buradan şunu anlıyoruz ki, nasıl cennetten cehenneme gitme yoksa, cehennemden de cennete gidilecektir diye kesin bir delilimiz yoktur.
هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ(82) (HuM FIyHAv PAvLiDUvNa)
“Onlar da orada hâliddirler.”
Burada cehennemliklerle cennetlikler arasında hiçbir ayırım yapılmamıştır. İkisinde de onlar cennet veya cehennem halkıdır, onlar orada hâliddirler denmiştir. Yani, onlar da orada sürekli kalacak, zaman zaman cennetten dışarı çıkmayacaklardır. Her ikisinde de ebedidirler kelimesi getirilmiştir.
Burada hâlid olanlar müşrik veya kâfirler değildir. Kim olursa olsun, kötülük yapar da kötülüğü iyiliği sararsa, o zaman o cehennemliktir ve orada kalacaktır. Dini ve mezhebi sözkonusu değildir. Irkı sözkonusu değildir. Kim iman eder de sâlih ameli yaparsa, o da cennettedir, orada hâliddir.
Peki, bunun dışında cehenneme girip azabını çektikten sonra oradan çıkmayacak mıdır? Yahut arafta olanlar cennete gitmeyecek midir? Bu hususta biz açık hükümler yakalayamıyoruz.
***
وَإِذْ أَخَذْنَا مِيثَاقَ بَنِي إِسْرَائِيلَ (Va EiÜ EaPaÜNAv MJIyÇAvQa BaNIy EiSRAvEIyLa)
“Hani biz İsrail oğullarından misak almıştık.”
Burada ‘sizden misak aldık’ denmiyor da, “İsrail oğullarından misak aldık” deniyor.
‘Ey İsrail oğulları, sizden misak aldık’ denebilirdi. Yahut onlara hitab ederek ‘İsrail oğullarından misak aldık’ da beliğ ifadedir. Bize hitap ederek ‘onlardan misak aldık’ deseydi, devamı ‘Limen Lâ Yagbudu’ olurdu. Ama “La Tagbudûne” devam ettiğine göre, “Siz ey İsrail oğulları, sizden misak aldık” anlamını taşımaktadır.
“Ey İsrail oğulları” hitabıyla bölümlere ayırmaktadır. Burada ‘onunla’ değil de, “İz” ile ayırmaktadır.
Kur’an’da çizgisel bağlantılar yerine sathî, hacmî ifadeler vardır. Böylece değişik şekillerde bölmelere ayrılabilir. Allah insanları yaratmış, onları birtakım yükümlülüklerle yükümlü kılmıştır.
Ayrıca, seçilmiş İsrail oğulları ile iman etmiş olan kimselerden özel sözleşmeler almıştır.
İnsan kendi isteği ile Allah’a söz vermiş ve görev almıştır. Türk vatandaşı askerlik yapmakla yükümlüdür. Bununla herkes yükümlüdür. Ama subay sözleşme yaparak ömür boyu askerlik yapmaktadır. Onun görevi sözleşme esnasında ihtiyaridir. Ama bir defa sözleşme yaptıktan sonra artık ihtiyarilik kalkar.
İsrail oğulları da Allah’la sözleşme yaptılar. Ona uymak zorundadırlar. Mü’minlerin de durumu budur.
لَا تَعْبُدُونَ إِلَّا اللَّهَ (Lav TaGBuDUvNa EilLav elLAHi)
“Allah’tan başkasına ibadet etmeyiniz.”
İnsanlar kelimelerin manâsını hep değiştirmişlerdir. “İbadet” deyince, namaz kılmak, oruç tutmak, Kur’an okumak ve hac yapmak gibi amellere hasretmişlerdir.
Namaz kılmak toplanmaktır; her zaman toplanmak caizdir. Oruç tutmaktır; her zaman aç kalınabilir.
O halde ibadet ne demektir? İbadeti ne ile karşılaştıracağız?
Amel-i sâlih ile ibadet arasında ne fark vardır?
Davud’un âline şükren amel edin dendiği halde, ibadet neden yalnız Allah’a yapılmaktadır? Farkı nedir?
Amele insan emeğini satmaktadır. Kendisine ait olan gücü başkası için kullanmaktadır. Bu malı alıp satma gibidir. Bunu da aslında Allah için yapmaktasınız. Çünkü karşınızdaki Allah’ın halifesi olarak almaktadır. Yine biz de ameli aslında Allah’a yapmaktayız. Ama kendisine değil de, halifesine icra etmekteyiz. İbadet ise insanın emeğini değil de, kendisini satmasıdır. Ben Sen’den başkasına iş yapmam demektir. Menfi akittir.
Kişilere karşı böyle menfi akitler meşru değildir. Ama kamu görevlileri için başka işleri yapmalarının yasaklanması meşru sayılabilir. Çünkü topluluğa ibadet Allah’a ibadettir.
Allah İsrail oğullarından, dolayısıyla mü’minlerden böyle misak almıştır.
Bir asker başka ülkenin ordusunda hizmet alamaz. Bir görevli başka birisinin hizmetine giremez. Onlar her türlü işleri ancak devletlerine yani Allah’a yapabilirler. O devletin İslâm devleti, yani barış devleti olması gerekir. Hakemlerin kararlarına uyan devlet olmalıdır.
وَبِالْوَالِدَيْنِ إِحْسَانًا (Va BİeLVAvLİDAYNı EıXSAvNan)
“Anne baba için ise ihsan olarak ibadet vardır.”
İbadet yine Allah’a yapılacaktır. Anne babaya ihsan edilecektir. Allah’ın ihsanı olacaktır.
İnsan anne babasından yardım alarak borçlanır. Sonra onu çocuklarına öder. Anne babası yaşlanınca Allah’ın ihsanı olarak onlara hizmet eder, yaşlı iken onu çocuklarından ihsanen alır.
Anne babaya ibadet yoktur, ihsan vardır. Cami hocaları kürsülerde anne babalara itaat ediniz diye vaaz yapmaktadırlar. Oysa Kur’an’da anne babaya sadece ihsan vardır.
Anne babaya ibadet olmadığı gibi itaat da yoktur. İtaat anne baya değil, başkana yapılmaktadır. Çocuk onbeş yaşına gelinceye kadar anne babanın velayetindedir. Onbeş yaşına geldiğinde artık velayetten kurtulmuştur, tek mabudu Allah’tır. Mensup olduğu halifesi topluluğudur. Onu da başkan temsil eder.
وَذِي الْقُرْبَى (Va Üıy eLQuRBAy)
“Ve zi’l-kurbaya.”
Buradaki “Zi’l-kurba” yakınlığı olanlar manâsına geldiği gibi yakınları olanlar anlamına da gelir. Yetimlerle beraber gelmektedir. Yaşlı yakınlar anlamındadır. Anne baba için de ihsan yaşlı ve hasta oldukları zaman söz konusudur. Onun için başka yerde “İndeke elkibere/ Yanında yaşlılığa ulaşırlarsa” denmektedir.
İnsanların iki defa zayıf halleri vardır.
Biri, çocukken zayıftırlar, anne babalarının himayesine muhtaçtırlar.
Buna karşılık yaşlı anne babalar vardır, bunlar da çocuklarına muhtaçtırlar.
Burada çocuklardan bahsedilmemiştir. Anne babaya kıyas yoluyla ifade edilmiştir. Çocuklar ve yaşlı anne baba ailenin doğal kişileridir. Kişi eğer imkanlara sahip ise onlara kendi kazançları ile bakar. Onlar için kamu bütçesinden bir şey almaz. Onlar için verilecek çalışma kredisi doğrudan oğul ve kızlarına verilir, anne babalarına verilir. Kişinin çalışma kredisi bakmakla mükellef olduğu kimselerin sayısı nisbetinde artırılır. Ama varlıklı iseler, onlara sosyal yardım verilmez. Eğer geçindiremeyecek durumda iseler, onlara fakir ve yoksulluk fonundan paylar verilir. Bu paylar da geçindirmekle mükellef oldukları kimseler sayısınca verilir.
وَالْيَتَامَى (Va eLYaTAvMAy) “Ve yetimlere.”
Miskinlere ve yetimlere ihsan vardır. Zi’l-kurba, anne baba ve çocuklar dışındaki yakınlardır. Kardeş, amca çocuğu gibi. Torunlar da yetimler faslına girerler. Büyük anne ve büyük baba da yetimler faslına girebilir.
Anne veya babalarını kaybetmiş çocuklar demektir. Kendilerine bakacak kızları ve oğulları olmayanlar demektir. Bunlar kendilerine en yakın olan kimselere verilir. Onlara bakarlar. Ayrıca bunlara bakanlara kamu bütçesinden yardım verilir. Bölüştürülür ve kendilerine maaş olarak bağlanır. Yaşlılık ve küçüklük sigortası demektir. Kendisine bakacak yakınlısını kendisi seçer. Bakacak kadın anne tarafından olur, erkek tarafı seçer. Nafaka temin edecek erkek yakınlısı erkekten olur, kadın tarafı seçer. Seçilenler analık ve babalık hizmetlerini yaptıkları için kamu bütçesinden pay alırlar.
İşte İsrail oğullarından bu hizmetleri yapacaklarına dair de söz alınmıştır.
وَالْمَسَاكِينِ (Va eLMaSAvKIyNi)
“Va miskinlere ihsan ediniz.”
“Miskinler” aile fertlerini geçindirecek bir seviyede varlığa ve gelire sahip olmayanlardır.
Bir bucakta vasat servetin altında serveti olanlar fakirdir. Fakirler içinde senelik gelirleri vasat gelirin yarısından az olanlar da miskindir. Fakirlik hesap ederken sadece çalışabilenlerin servetleri nazarı itibara alınır, ama geliri düşünülürken kişi başına gelir düşünülür.
“Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nda bu husus tashih edilmemiştir; tashih etmelisiniz.
Kur’an’da miskinlerin yanında fakirlere de pay verilmekte ise de, İsrail oğullarında yalnız yoksullara pay verilmiş olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü fakirlik sermaye payıdır. Oysa miskinlik payı geçinme payıdır.
O zaman dünyada serbest sanayi ve ticari meslek gelişmediği için onlarda fakirlik müessesesi tedvin edilmemiştir. Bugün ise insanlar artık kendi çiftliklerinde tarım yaparak kendileri geçinmemektedirler. Ürettiklerini satarak yaşamaktadırlar.
İnsanlığın işçilikten kurtulup ortaklık düzenine geçebilmesi için fakirlik fonu da oluşturulmalıdır.
وَقُولُوا (Va QuLUv)
“Ve kavlediniz.”
“Allah’tan başkasına ibadet etmeyiniz. Anne babanıza, yakınlı olanlara, yetimlere ve yoksullara ise ibadet etmeyin, ihsan ediniz.” emri ile aileden başlayan sosyal güvenlik müessesesi tesis edilmiştir.
Yavruları büyütme bütün canlılarda vardır. Ancak, yaşlılara bakma, hastalara bakma müessesesi yalnız insanlar için vardır. Bunu “ihsan” kelimesi ile ifade etmiştir. Çağımızın ateist düzeni bunu paralı sosyal güvenlik müesseseleri ile yapmaya çalışmaktadır. Oysa İslâmiyet bunu aile müessesesi ile yapmaktadır. Topluluk yani kamu ise aileyi desteklemektedir. Bu temel ayırım iyice anlaşılmalıdır.
Mesela, bugün hastahanelerde hastabakıcılar bulunmaktadır. Maaşla çalışan insanlara bunlar bakmaktadırlar. Koğuş sistemi geliştirilmiştir. Oysa “Adil Düzen Şifahaneleri”nde koğuş değil, oda sistemi geliştirilmekte, her hastaya bir oda tahsis edilmektedir. Hastaya refakatçi yakınları bakmaktadır.
Tedavi karşılıksız olduğu için, refakatçiye şifahane yönetimi ücret verebilmektedir. Refakatçi ise hastanın yakını bulunmaktadır. Şöyle ki, hastanın eğer maddi giderleri olacaksa, refakatçiye ücret ödenecekse, bunu hastanın erkek yakınları öder. Baba öder. Oğul öder. Diğer taraftan hastaya refakat edip bakma görevi ise kadın akrabalarına aittir. Eşi, anası, kızı, kadın yakınları veya komşuları yapar.
Hâsılı, refakatçi kadın akrabalardan seçilir. Refakatçiye ücret verilecekse bunu erkek akrabaları verirler. Kamu da kendi imkanları ile buna katkıda bulunur. Demek ki, İslâmiyet öyle müesseseler kurmuştur ki, devlet yoksa yine çalışır, sıkıntılı olur ama çalışır. Herkesin görevi şeriatça bellidir; devlet olmasa da bellidir. Devlet varsa bu görevlilere destek verir, ama o görevlileri değiştirmez, değiştiremez.
İşte insanlara yüklenen bedenî ve mâlî yükümlülüklerin hepsine birden “ihsan” denmektedir. İhsan için devlet aşamasına gelmeye gerek bulunulmamaktadır. Batı mantığında ise devletsiz hukuk yoktur. İslâm fıkhında ise devletsiz şeriat vardır. Devlet şeriat vazetmez, şeriatın hamisi olur.
Şeriat içtihat, sözleşme, istişare ve hakem kararları ile oluşur.
Şimdi burada insanlar arasında oluşacak ilişkiler anlatılmaktadır. Bu da fiilî değil, kavlî ilişkilerdir. Aşiret aşamasından gelişerek kabile, şa’b, kavm ve nâs aşamalarına yükselme ancak sözleşmelerle, anlaşmalarla olur. Diğer insanlarla diyalog kurarız, onlarla anlaşır sözleşmeler yaparız. Bu da topluluğu oluşturur. Dayanışma ortaklıkları ortaya çıkar, böylece aidatsız sigortalama müessesesi doğar.
لِلنَّاسِ (Li elNAvSi)
“Nâsa kavlediniz.”
İnsanlık aşiret aşamasında dağınık halde münferiden yaşarken, Hazreti Nuh aleyhisselâmın zamanında aşiret aşamasına geçmeye başlamıştır. Irak nebileri ve İsrail oğulları devlet aşamasına, yani şeriat yönetimi aşamasına, devlet aşamasına ulaşmıştır. Bu düzenin teşrii İsrail oğulları ile başlamıştır, Tevrat’la başlamıştır, Kur’an’la ikmal olunmuştur. Ne var ki, fiilen gerçekleşmesi III. Bin Yıl Uygarlığına kalmıştır. Bu görev de Adil Düzencilere verilmiştir. Akevler buna talip olmuştur. Ama hâlen ruşeym yani gelişme aşamasındadır.
İsrail oğullarının böyle teferruatı ile anlatılması bize yol göstermektedir.
Bunlar devlet aşamasından önceki emirler olduğu için, “Adil Düzen” iktidar olmadan Adil Düzen mü’minlerinin ne yapacaklarını anlatmaktadır. Verilen emir nâsa söylemedir, nâsı dâvet etmektir.
Nâsa söyleyebilmemiz için de dergimizin olması gerekir. Nâsa söyleyebilmemiz için televizyonumuzun olması gerekir. Bu iktidar olmadan önce bize emredilendir. Kur’an’ı türkü çağırır gibi okumayı bırakıp da, orada söylenenleri anlayıp uygulamamız gerekir. Kur’an’da emredilen her şey farzdır. Bizden öncekilerin şeriatı bize de şeriattır. Öyleyse İsrail oğullarına ne emredilmişse onu yapmalıyız.
حُسْنًا (XuSNan) “Hüsnü kavlediniz.”
Bugün kendilerini İslâmî basın kabul eden herkes kendilerini murakabe edeceklerine, başkalarının kötülüklerini saymakla vakit geçirmekte, kendilerine düşman üretmektedirler! Kapitalistlere, sosyalistlere, Avrupalılara, Çinlilere, Sovyetlere saldırmaktadırlar. Halbuki biz onları karşımıza alıp onlara saldırmayacağız.
Her müessesenin iyi tarafları vardır. Her düşünce doğru şeyleri de içerir.
Bizim işimiz kişilerle savaşmak değildir, bizim işimiz kötülüklerle savaşmaktır.
İşte sosyalizmin bu iyi tarafı vardır, İşte kapitalizmin bu iyi tarafı vardır dememiz gerekir. Eksikliklerini ve yanlışlıklarını ortaya koyarak birlikte kötülüğü ortadan kaldırmak gerekmektedir. Biz ne Yahudilere, ne Hıristiyanlara, ne Budistlere, ne de Hindulara dinlerinizi bırakın, bize gelin demiyoruz. Bizde de, sizde de eksiklikler vardır. El ele verip eksikliklerimizi giderelim. Hatalarımız varsa, -ki vardır,- düzeltelim diyoruz. Rehberimiz müsbet ilim olsun ve dinler arasında da hakkı aramada dayanışma olsun diyoruz.
İsrail oğullarına emredilen bu idi. Diğer kavimleri Yahudiliğe çağırmıyor, sadece hüsnü söylemeleri emrediliyor. Bugün kapitalistlere, sosyalistlere, faşistlere ve tutucu dinlere söyleyeceğimiz budur.
Onlara cephe alıp onları kötü görmek değil, onları hakkı arayan kimseler kabul edip onlarla dost olarak, cehaletle ve ilkellikle birlikte savaşıp aydınlığa ve uygarlığa birlikte gitmeyi hedeflemeliyiz. Hüsnü söylemeliyiz. Onların içinde bizde olduğu gibi münafıklar olabilir. Onları da görmemiş ve bilmemiş farz ederek sözlerine inanmamış olsak bile, şeriatın müsaadesi dışında dışarıya vurmamalıyız.
Dikkat ediyor musunuz, Danıştay’a saldırılıyor. Saldıranların dinle imanla alâkası yok. Irkçı ve komünist düşünceli insanlar yapıyor. Büyük ihtimalle kapitalistler yaptırıyor. Ama fatura şeriatçılara çıkarılıyor. İktidara saldırılıyor. Oysa iktidarın yapacağı bir şey yoktur. Suçluyu buluyor ve teslim ediyorsun, basının baskısı ile serbest bırakılıyor. İşte, bize saldırsalar da, biz onlara cephe almamalıyız. Çünkü saldıranlar fitne örgütüdür. Aramızı açmak istiyorlar. Cepheleşmemizi istiyorlar. İşte Allah bize buna karşı nâsa/insanlara hüsnü söyleyiniz diyor. Şeytanı birilerinin patronu yapmayalım. Şeytan hepimizin düşmanıdır. Bizi de farkına varmadan bu ayrılık içine sokabilir. AK Parti’yi eleştiriyoruz ama biz asla onlara kötü kimsedir demiyoruz. Bize göre içtihat hataları vardır. Onları ortaya koyuyoruz. İçtihattaki hatalarından dolayı onları suçlamıyoruz. Oyumuzu yine onlara veriyoruz. Sen in, ben çıkayım demek men edilmiş, ama hakkı tavsiye emredilmiştir.
Bu âyet bize iktidar olmadan nasıl mü’min olacağımızı anlatmaktadır.
وَأَقِيمُوا الصَّلَاةَ (VaEaQIyNUv elöÖaLAvTa)
“Ve salâtı ikame ediniz.”
Burada “Salât” marifedir ve müfrettir, yani tekildir. Emir ise cemaatedir. Yani, topluluk bir salâtı ikame edecektir. “Sallû” yerine “Ekîmû” denmiştir. Beş vakit namaz iktidar olmadan önce kılınacak. Cuma namazı ise iktidar namazıdır. İktidar olmadan cuma farz olmadığı gibi geçerli de değildir. Burada emredileni biz toplantıları yapınız diye tercüme ediyoruz. Vitir namazında kalkılacak, evde münferiden eda edilip mescide gelinecek. Sabah namazı cemaatle kılındıktan sonra sabah mesaisine gidilecek, öğle namazı kılınıp öğle istirahatine geçilecek. İkindi namazı ile akşam mesaisi yapılacak, akşamleyin eve dönülecek ve akşam yemeği yenecek. Evvab kılınıp yatsı sohbetlerine katılınacak. Yatsı namazı kılınıp yatılacak. Yedi vakit. İkisi evde, beşi birlikte.
İsrail oğullarına yedi vakit emredilmiştir. Her toplantıda kısa veya uzun Tevrat okunmaktadır. Yatsıdan önce ise Tevrat’ın uygulamaları anlatılmaktadır. Yani, Kur’an’da emredilenin benzeri de Tevrat’ta emredilmiştir.
Böylece artık cemaatleşmeye başlanmıştır. Zamanla bu cemaatleşme devlet aşamasına gelecek, İbrani uygarlığı doğacaktır. Çevreye etki yapacak, Anadolu’da Lidyalılar zamanında gelişecektir. Bunları ardıllayan İyonyalılar Yunan uygarlığının temelini atacaklardır. Hıristiyanlık bu uygarlık üzerinde kurulacaktır. İslâmiyet’in etkisiyle bu uygarlık bugünkü Avrupa uygarlığı olacaktır. İşte İsrail oğullarına emredilen toplantılar insanlığı bu seviyelere ulaştırmıştır. Aynı emir I. Kur’an ehline emredilmiş, İslâm uygarlığı doğmuştur.
Şimdi Adil Düzencilere de iktidar olmadan önce bu toplantıların yapılmasını emretmektedir. Bu yazılar o çalışmaların gücü ile yazılmaktadır. Bediüzzaman’ın dersleri de bugün dünyanın okullarını oluşturmuştur.
وَآتُوا الزَّكَاةَ (Va EAvTUv elZaKAvTa) “Zekâtı da ita ediniz.”
Burada da namaz benzeri kalıp getirilmiştir. Zekât marife ve müfrettir. Emir ise cemaatedir. Topluluk tek zekât müessesesini kuracaktır. Cemaatten beşte bir, onda bir, yirmide bir, kırkta bir alınacak, bir kasada toplanacaktır. Sonra yukarıda sayılan anne baba, akraba, yetim ve yoksullara bölüştürülecektir. İnsanlara hüsnü söylemek için harcanacaktır. Dergi çıkarılacak, televizyon kurulacak veya satın alınacaktır.
Bugün biz Türkiye Cumhuriyeti Devleti içinde yaşıyoruz. Devlet bizden vergiler alıyor, bize birçok hizmetler veriyor. Biz vergilerimizi herkesin ödediği gibi onlar kadar ödemeli, devletin yaptığı hizmetlerden de yararlanmalıyız. Ne var ki, şeriatın emrettiği birçok hizmetler vardır. Mesela, faizsiz kredileşme emri vardır, devletimiz onu yapmıyor, onun vergisini de almıyor. Kooperatifimize Adil Düzen işletmelerinden devletin almadığı vergiyi ortaklık payı olarak alacak ve devletimizin yapmadığı kamu hizmetini yapacaktır. Mesela insanları bedelsiz tedavi edecektir. O halde devlet aşamasına gelmeden önce de pekala “Adil Düzen” uygulaması yapılacaktır. Toplantılar yapılacak ve ortak bütçe oluşturulacaktır.
İzmir’deki Akevler bunu yapmıştır. İstanbul’daki Akevler de bunları yapmıştır. Ne var ki iyi muhasebe kuramadığımız için gelişemedik. Şimdi böyle bir muhasebeyi tesis etme yükümlülüğünü M. Lütfi Hocaoğlu ve Taha Özket yüklenmişlerdir. Bir aylık müsaade vardır. Ondan sonra her şeyi bırakıp bunu eksiksiz, bizim ihtiyacımız olan kadar eksiksiz yapmakla yükümlüdürler. Biz de onların bunu yapabilmeleri için ne gerekiyorsa o desteği vermeliyiz. İstanbul’da market açmış bulunuyoruz. AKEV Dağıtım Müessesesi kurulmuştur.
Diğer taraftan Çatalca arsasına elektrik getirilmiştir. Örnek bir şantiye olarak yapılmaktadır. Ama hâlâ sözleşmeler ve muhasebe yoktur. Market uygulamaya en iyi örnektir. Ama market tek başına kendisini finanse edemez. Diğer ortaklıklarla bu çalışmayı desteklememiz gerekiyor. Bu da muhasebe ile olabilmektedir.
ثُمَّ تَوَلَّيْتُمْ (ÇümMa TaValLaYTuM) “Sonra tevelli ettiniz.”
Yani misakınızda durmadınız. Durmadıkları için de kırk yıl çöllerde dolaşmak zorunda kaldılar. Ama sonunda takdiri ilahi öyle olduğu için İbrani uygarlığı kuruldu. Bugünkü Batı uygarlığı da onların çabası ile oluşmuştur. Bundan sonra da varlıklarını sürdüreceklerdir.
Aslında İzmir’deki Akevler kurucularından da Allah misak almıştır. Çünkü insanların birbirleriyle yaptığı anlaşma, Allah’la yapılan anlaşmadır. Çünkü insan Allah’ın halifesidir. Sonra ne oldu? Akevler ortakları tevelli ettiler. Ortaklıktan paylarını alarak ayrılmak istediler. Akevler fetret devri geçirdi. İsrail oğullarının yaptığını yaptılar. Ama bizi ümitsizliğe sürüklemediler. Kırk yıl da olsa çöllerde süründükten sonra vatanlarına dönmeleri mukadderdir. Kur’an zaten bunları bize bundan ders alıp ümitsizliğe kapılmamamız için anlatıyor.
Akevler İstanbul Konut Yapı Kooperatifi’nde ve Akevler İstanbul Tüketim Kooperatifi’nde de böyle ayrılmalar olmuştur. Ama dağılmamıştır. Ayrılanlar tekrar bize katılmak arzusundadırlar…
إِلَّا قَلِيلًا مِنْكُمْ (EilLAv QaLIyLan MiNKuM)
“Sadece sizden kalili kaldı.”
Önce İzmir Akevler’i ele alalım. Bu faaliyete Nurcular, Millî Görüşçüler, Uşşakiler, Nakşiler, Süleymaniler katıldılar. Sonra çoğu tevelli etti. Ayrıldılar. Ayrılmayanlar da desteklerini kestiler. Akevler ekolünden yetişenlerden daha cumhurbaşkanı çıkmadı; ama meclis başkanı ve başbakan çıktı. Bakanlar, profesörler, valiler çıktı. Askerlerde kimsemiz yoktur. Çünkü biz ordunun bütünlüğünü bozacak sivil örgütlerin uzantılarının olmasını meşru görmüyoruz. Emekli olanlardan ortaklarımız ve katkıda bulunanlar vardır.
Ama bunların hepsi Akevler’den uzak durarak yükselmeyi hedeflediler ve ayrıldılar. Ayrılmayıp yerinde kalanlar birkaç kişi şeklinde özetlenebilir İşte İsrail oğulları içinde de böyle olmuştur. İstanbul kooperatiflerinde de küçük çapta böyle ayrılmalar olmuştur. Ne var ki, bu ayrılmalar İsrail oğullarını dağıtmamış, belli çileden sonra tekrar toplanma ihtiyacını duymuşlardır.
III. Bin Yıl Uygarlığını kuracak olanlar şimdi çok azdırlar ama her tarafa yayılmış insanlar vardır. Oralara “Adil Düzen”i davranışları ile götürmektedirler. Bir gün biz hazır olduğumuz zaman iktidara yüzde yetmiş oyla gelmiş olacağız. Kalan yüzde otuzla koalisyon yapacağız.
Biz iktidar-muhalefet yönetim şeklini kabul etmiyoruz. Ortaklaşa nisbî sistemle yönetimi esas alıyoruz. Deneyimi birbirimize hakkı ve sabrı tavsiye ederek yapacağız. Sorunlarımızı hakemlerimiz çözecektir.
وَأَنْتُمْ مُعْرِضُونَ(83) (Va EaNTuM MuGRiWUvNa)
“İtiraz etmekte idiniz de.”
Yani, siz sadece “Akevler”e ve “Adil Düzen”e katılmaktan vazgeçmediniz, ayrıca bir de ona cephe aldınız. Sizin içinizde şube başkanlığı yapan, Adil Düzen çalışmalarına katılan güçlü bir bakan, başbakan olma sevdasına kapıldı, “Adil Düzen” aleyhine kitap hazırladı ama başaramadı. Allah şairlere Kur’an’a nazire getirmeyi nasip etmediği gibi, ona da “Adil Düzen”e muhalefeti nasip etmedi. Yine başka bir Adil Düzenci profesör çıktı, Akevler ve “Adil Düzen” aleyhinde bir nazireye kalkışan kurula katıldı, ama ortaya çıkamadı.
Demek ki, Adil Düzenciler “Adil Düzen”e karşı çıkacaklardır. Saadet Partisi’nde bunlar hakimdirler.
Ama günü gelince hepsinin yine de III. Bin Yıl Uygarlığı’nın kurulmasında katkıları olacaktır.
Kur’an onlara “ashâb-ı yemin” diyor.
Sabredip devam eden kalil içinde olanlara ise “mukarrabûn, evvelûn, sabikûn” demektedir.
Allah’a hamd olsun ki, başımıza nelerin geleceğini Kur’an’da bildirdi de, biz o sayede sabretme imkânını buluyoruz.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-360 ADİL DÜZEN DERSLERİ-190 İstanbul, 10 Haziran 2006
TÜRKİYE EKONOMİSİ VE CEVAPSIZ SORU[N]LAR
Dışarıdan krediler geliyor… Türkiye’ye yirmi-yirmibeş yıllık krediler veriliyor…
Bu krediler ülkeye, ekonomimize ve halkımıza bir hareketlilik getiriyor…
Ancak, bu krediler ile ilgili olarak bilinmeyen ve anlaşılmayan bazı sorunlar vardır.
1- Dışarıdan ülkemize dolar olarak kredi veren kuruluşlar kimlerdir? Kaynağı neresidir? Türkiye’ye kimler kredi vermektedir? Amerikan Merkez Bankası mı, o bankanın taşeronu olan diğer merkez bankaları mı? Yoksa dolar milyarderi olan kişiler veya özel bankalar mı? Bilemiyoruz? Bunların böylesine uzun yirmibeş yıllık güvenliği nereden geliyor, nasıl sağlandı? Yoksa arkasında Türkiye’yi yıkmak isteyen güç/ler mi var? Bunlar açık değildir. Kredi kaynağı meçhuldür, belli değildir.
2- Dışarıdan gelen bu kredilere devlet garantisi var mıdır? Devlet garantisi yoksa, kaynak kime güvenerek veriliyor? Türkiye’de belli bir sınıfı güçlü kılmayı ve demokrasiyi ortadan kaldırmayı mı hedefliyor? Devlet garantisi varsa, devlet yeniden borcunu artırıyor demektir. Bugün ‘bütçemizi’ yutacak kadar faiz ödüyoruz; demek ki gelecek yıllarda ‘tüm varlığımızı’ faize yatıracağız demektir.
3- En önemli sorun, kredi dışarıdan dolar olarak geldi. Şimdi bu nasıl Türk Lirasına dönüşecek de vatandaşa nasıl kredi olarak verilecektir? Bunun iki yolu vardır. a) Piyasadan TL satın alınır, yani piyasadan TL çekilir, sonra kredi olarak ev alanlara verilir. Bunun sonucu Dolar düşer; çok çok düşer, ihracat imkanı kalmaz. Türk Lirası üretimden çekilerek inşaata kayar. Böylece bir iki sene sonra ülkede enflasyon patlamasına sebep olur. b) İkinci yol ise devletin doları satın alması ve karşılığında Merkez Bankası’nın para basmasıdır ki, bu da piyasaya TL sürmek demektir. Böyle bir uygulama ülkemiz için yararlıdır, ancak IMF buna izin vermiyor! IMF neden izin vermiyor?!.
4- Devlet aldığı bu dolarları ne yapacaktır? Merkez Bankası’na stok yapacaktır. Yani, Doları alacak, bankada depo edecek ve ayıca faiz ödeyeceğiz. Bu dolarlarla ithalat yapabiliriz. Oysa bizim ithalata ihtiyacımız yoktur. Çünkü ülke yeter derecede imar edilmiştir. 1950’lerde buna ihtiyacımız vardı, şimdi yoktur. Daha amorti olmayan makineleri atıp yenilerinin borçlanarak alma demek akılsızlık değil, deliliktir. Görülüyor ki, dolar kredisi ile inşaat yapmanın ekonomik manâsını çözmek mümkün değildir. Olsa olsa Türkiye’yi Osmanlıları yıktıkları gibi borçlandırarak yıkma planı olarak ortaya çıkmaktadır. Bunları kimse tartışmıyor, tartışmaz. Bize göre onun için bir numaralı problem basındır. Medya kooperatifleri ile millî basın ve yayın oluşturmadıkça ölüme sürükleniriz.
***
Türk ekonomisinin cevapsız soru[n]ları diye konuya girdik ama, elbette her sorunun cevabı ve çözümü vardır. Öyleyse, bu durumda Türk halkı olarak ne yapmalıyız, buna karşı nasıl tedbirler almalıyız? Şimdi de sorunlarımızın çözümleri üzerinde duralım.
1- Krediler meskenlere verilmekte, Böylece Türkiye’de inşaat sektörü adeta patlamaktadır. Bundan nasıl yararlanırız, inşaatta çalışan işçilerin aldıkları nakdi üretime nasıl yöneltebiliriz? Bu ancak kurulacak kooperatiflerle mümkündür. “Millî Görüş”e dayalı “Adil Düzen”e göre kurulacak marketler aslında bunu yapacaktır. Halkın elinde ‘peşin para ödeme’ imkanı olacağından, ‘veresiye’ yerine ‘ön ödemeli siparişe’ yani ‘selem sistemine’ kayacak ve böylece o sermaye üretime dönüşmüş olacaktır.
2- Fiyat dalgalanmalarından etkilenmememiz için işletmeler kâr-zarar hesaplarını ‘para’ üzerinden değil, ‘mal’ üzerinden yapacaklardır. Yani, kişi alıp sattığı maldaki nakit kârı kâr saymayacak, satıp aldığı zaman artan malı kâr sayacaktır. Hesaplamada bu basit sistemi uygulamakla doların değişmesi ekonomimizi asla etkilemez. Türk Lirasını zararla satarsın ama mal olarak kâr etmiş olursun.
3- Borçlanmalar asla Türk Lirası üzerinden yapılmamalı; altın, buğday, demir ve toprak değerleri üzerinden borçlanma yapılmalıdır. Artık günümüzde kâğıt para çıkarmak gerekmiyor. Bir kooperatif kurulup altın, demir, buğday ve toprağın rayiç değerleri takip edilir. Bu değerler her gün özel dergide veya gazetede yayınlanır ve herkes borçlanmayı bunlar üzerinden yapar. Ücret ve fiyatlandırmalar bu değerler üzerinden, ödemeler ise Türk Lirası üzerinden yapılır. Böylece dünyadaki nakitle ilgili krizlerden halk olarak uzakta oluruz, etkilenmeyiz.
4- Halkımız sattığı binalardan elde ettiği nakit kredileri dolara çevirir. Kooperatif hesabında biriktirir. Özelleştirme nedeniyle yapılan ihalelere girer ve oraları satın alır. Devletimiz bu satışlardan elde ettiği gelirlerle dış borçları kapatır. Dolar yakında iflas edecektir. Dolayısıyla dolar borçlarının ülkemize pek fazla zararı olmayacaktır. Devletimiz doları altına çevirip altını stok etmelidir. Halkımız da doları kuyumculara vermeli, evindeki yastık altında değil de kuyumcularda muhafaza etmeli ve altın alacaklısı hâline gelmelidir. Dolar ihraç edilerek Türkiye’ye altın ithal edilmelidir.
Bu tedbirler alındığı takdirde onların yani sömürü sermayesinin mekirlerine/ planlarına/ projelerine karşı mekir/ planlama/ projelendirme yapılmış olur ve en hayırlı mekir de -elbette mekanizmasıyla birlikte- bizim mekrimiz/ planımız/ projemiz olur.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-360 ADİL DÜZEN DERSLERİ-190 İstanbul, 10 Haziran 2006
HUKUK DÜZENİ VE ÜNİVERSİTELER
Bir topluluk, bir devlet ancak kurallarla varlığını sürdürür. Kural demek, herkesin bir davranışta bulunacağı zaman nasıl davranacağını bilmesi, karşı tarafın da nasıl karşılık vereceğini bilmesidir.
Türkiye Cumhuriyeti’nde dört kural koyucu yer vardır.
a) Meclis’in üçte iki ekseriyeti Anayasa kurallarını koyar. İnsanların temel hak ve hürriyetleri ancak Anayasa ile sınırlanabilir. Meclis’in ekseriyeti yeni suçlar icad edemez, yasaklar koyamaz. Bu sebepledir ki Anayasa’mızın yarısı temel hak ve hürriyetlerle sınırlanmıştır. Mesela, Anayasa’da müstehcen kıyafet yasaktır denmiyorsa, kanunla o müstehcen kıyafet yasaklanıp cezalandırılamaz. Çünkü insanların istediği elbiseleri giymeleri temel hak ve hürriyetlerdendir. Yine Anayasa’da kişinin kendisini tanıtmayacak şekilde kapalı giyinmesi yasaktır denmiyorsa, kanun bu tür yasaklar koyamaz ve ceza tertib edemez. Anayasa kötü örnek olmayı yasaklamıyorsa, kimse sen kötü örnek oluyorsun diye bir yasaklama getiremez.
b) Kanunlar Meclis’in ekseriyeti ile çıkarılır. Anayasa’da belirtilen hak ve hürriyetlerin korunması ile ilgili hükümleri koyar, bu hükümlere uymayanlara da cezai müeyyideler vazeder. Cezalar yalnız kanunla konur, kanun hükmünde kararname ile de konamaz. Ayrıca yasaları Meclis yapar. Yasa demek, tek bir uygulama değil de, topluluğun uyması gereken kurallardır. Bir kimse bir iş yaparken uyması gereken kurallardır. Bu kurallar anayasaya aykırı olmamalıdır. Anayasa Mahkemesi bu tür kanunları iptal eder. Türkiye Büyük Millet Meclisi dışında hiç kimse ceza müeyyidesi olan bir kural koyamaz. Cezayı içermeyen kuralları koyma yetkisini sınırlı olarak Meclis hükümete verir. Buna ‘kanun hükmünde kararname’ denmektedir. Hükümet ceza koyamaz, vergileri artıramaz.
c) Tüzükler. Kanunlar ekseriyetle mücmel olur. Bakanlar kurulu kanunlardaki mücmelliği kaldıran tüzükler çıkarır. Mesela, ceza kanununda 50 gün hapsolunur denir de, hapis kelimesi açıklanmış olmayabilir. Tüzükte hapishane şekli ve orada kalacakların tâbi tutulacağı hükümleri koyar. Tüzüklerin yasalara ve Anayasa’ya aykırı olmaması ve yeni yasalar şeklini almaması gerekir.
d) Yönetmelikler. Bunlar ilgili devlet kurumlarının kendi personeliyle ilgili icra kurallarını koyar. Hizmet verenleri ilgilendirir, hizmet alanları ilgilendirmez. Genelgeler de yönetmelik mahiyetindedir. Hukuki statüsü aynıdır.
“Yasama”nın yanında bir de “yürütme” vardır. Yürütme kurallar koyamaz, yürütme sadece kuralları uygular. Kurallar da yukarıda saydıklarımız şeklinde oluşur. Yürütme ceza hükümleri vazedemez, kanunla yapılması gereken işleri de yapamaz.
ÜNİVERSİTE bir yürütme müessesesidir, yasama yetkisi olan bir kurum değildir. Liseden sonra öğrenim yapmak isteyen kimselere öğrenim hizmetini verir. Hâkim kuruluş değildir, hâdim kuruluştur.
Polis, jandarma, asker, zabıta gibi kuruluşlar hâdim kuruluştur. Bunlar silah taşırlar, hükmederler. Savcılar ve hakimler de hâkim kuruluşların görevlileridir. Tutukluları sorguya çekerler. Bunlar devletin hükmetme yetkilerini taşırlar, ama üniversitelerin böyle yetkileri yoktur. Hatta yüksek yargı organlarının bile böyle bir yetkileri yoktur.
ÜNİVERSİTELER kendilerine teslim edilen öğrencilere kanunların belirlediği ilimleri öğretmekle yükümlüdürler.
1- Üniversiteye kimlerin gireceği, öğretmenliğe kimlerin atanacağı kanunlarla belirlenir, yasama ile ilgilidir. Üniversitenin ben şu fakültelere şunları alıyorum, şunları almıyorum deme hakkı yoktur. Çünkü bu kuraldır, yasalarla belirlenir. Lise müfredatını üniversiteler değil, bakanlıklar hazırlamaktadır. O halde onlara sorulacak soruları da ancak bakanlıklar koyabilir. Çünkü bu hükümet etmedir, devlet gücünün kullanılmasıdır.
2- Üniversitedeki fakülteler kanunla kurulmaktadır. İçinde nelerin öğretilmesi gerektiğine karar verme de kanunu açıklama demektir. Bu da ancak bakanlar kurulunun çıkaracağı tüzüklerle mümkündür. Üniversite fakültelerde okutulacak derslerin muhtevasını belirleyemez. Çünkü bu yasa ile ilgili bir husustur, temel hak ve hürriyetleri sınırlayan bir husustur. Tevhidi tedrisatın manâsı budur. Üniversiteler ne okunacağına değil, nasıl okunacağına karar verir. Üniversiteler öğrenciler hakkında değil, öğretmenler hakkında yönetmelik çıkarabilir. Öğrencilerin davranışlarını ilgilendiren hususlar varsa, bunlar senato ile değil, kanun veya tüzük ile belirli hâle getirilir. Çünkü hakimiyet yalnız Meclis’in ve hükümetindir.
3- Üniversite ne kadar yetkilidir? Fakültelerden mezun olanların nerelerde istihdam edileceği, yetkilerinin neler olacağı hususu yine üniversitenin belirleyeceği bir şey değildir. O husustaki kuralları Meclis veya Bakanlar Kurulu koyar, hükümet onu uygulayarak onları görevlendirir. Üniversitenin burada herhangi bir denetim yetkisi yoktur. Mesela, bir adalet bakanı İlâhiyat Fakültesi mezunlarını hakim olarak atamaya başlasa, bu husus yasa konusudur, bakan yasaya aykırı hareket etmiştir. Ama atanan hakim hakimdir, verdiği kararlar geçerlidir. Bakanların tasarruflarını Danıştay denetler ama Danıştay kararlarına uymadığı zaman bakanı denetleyecek tek merci Meclis’tir. Meclis’te güvenoyuna gidilir, bakan veya hükümet düşerse düşer, düşmezse yapılacak bir şey yoktur. Nitekim Sayın Sezer istifa etmemişti. Cumhurbaşkanı seçilme ehliyeti yoktu. Seçildi; yasalara aykırı olarak seçildi. On gün içinde kimse itiraz etmedi ve seçilme kesinleşti. Artık itiraz mercii de kalmadığı için meşru cumhurbaşkanı oldu ve hâlen de cumhurbaşkanıdır.
4- Üniversitenin verdiği diplomaları geri alma yetkisi yoktur. Kendisine kamu takdir hakkı verilen kimseler karar aldıktan sonra geri dönemezler. Mesela, bir öğrenciye not verme yetkisi hocaya verilmiştir, dekan ona karışamaz, hocayı öğrenciyi bırakmaya veya geçirmeye zorlayamaz. Bütün hocaların not verdiği bir öğrenciyi fakülte yönetimi bırakamaz. Ancak bir öğretmen hata ile de not vermiş olsa, artık onu geri alamaz. Bir kimse yanlışlıkla doktor yapılmış ise onun diplomasını kaldıramaz. Onun notunun iptali veya diplomasının geri alınması ancak yargı yoluyla mümkündür. Mesela, Meclis cumhurbaşkanı seçer ama sonra onu geri alamaz. Başbakanı, devlet başkanını atar ama sonra onu azledemez. Bir valiyi bakanlar kurulu atar, ama onun valiliğini elinden alamaz. Hükmetme yetkisine sahip hükümet sadece onun yerini değiştirebilir. Merkez valiliği bunun için icat edilmiştir.
Yukarıda anlattıklarım Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın ve hukukun temel kurallarıdır.
Hukuk devleti bunlara uymak zorundadır.
Sonuç: Üniversitenin din dersi öğretmenlerini ilâhiyat fakültesinden alıp eğitim fakültesine bağlama yetkisi yoktur. Yaptığı hukuk dışıdır. Hükümet Danıştay’a giderek iptal ettirebilir. YÖK dinlemezse, hükümet doğrudan görevden alır. Rektörün maaşını keser, ödemez. Çünkü ödeme amiri maliye bakanıdır. Sorun Meclis’e intikal eder. Meclis bakanı veya hükümeti düşürürse düşürür, düşürmezse cumhurbaşkanı yeni YÖK başkanı atar ve kararı alan rektörlerin yerine yeni rektörler atanır. Cumhurbaşkanı görevi yerine getirmezse, Meclis Başkanı ona vekâleten atar. Rektörler ve YÖK yerlerine gider otururlar. İçişleri bakanlığı eski rektörleri ve YÖK başkanını üniversiteden uzak tutar.
Bu devlet olmanın özelliğidir. İktidar tecezzi etmez. Sonunda iktidar bir tek yerde temerküz etme durumundadır. Çok başlı devlet yaşayamaz. İnsanın benliği nasıl tek ise devletin varlığı da tektir. Denge oluşur mu? Ya asker seni dinlemez de rektörlerle beraber olursa ne yapacaksın? O zaman Adnan Menderes’in akıbetini göz önüne alırsın. Hâsılı, bugünkü anayasal düzende denge yoktur. Kuvvetli kim ise o ülkeyi yönetir. Eğer kuvvetli belli olmuyorsa o devlet çöküyor demektir. Sonuç ya adil bir devlet düzeni, ya da diktatörlüktür. Asker cumhurbaşkanına işte bunun için gerek vardır. Adil bir devlet düzenine de ancak asker kökenli cumhurbaşkanı ile gidilebilir. Devlet kuvvet demektir. Kuvvetli değilsen devlet olamazsın.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL