1967...1968...1969....AKEVLER 40 YILDIR ÇALIŞIYOR....2004...2005...2006
GELECEĞİN II. KUR’AN - V. İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ... BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
ADİL DÜZEN 362
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 24 Haziran 2006 Fiyatı: Seminere katılmak veya (akevleronline) www.akevler.org
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 362. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
ÜSKÜDAR Adresi: Selami Ali Efendi Cd. No: 31 ÜSKÜDAR/İSTANBUL (Ana Çocuk Sağlığı yanı – Anadolu Gençlik bitişiği) Tel: (0532) 246 68 92
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Hedefimiz; bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul’da 200, Türkiye’de 1000 yerde okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, RNE
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ
SOSYAL MÜHENDİSLİK, MERKEZ BANKASI, PARA VE ORDU
AKP Programı – 1 SANAYİ MÜLKİYETİ!?!
[PATENT, MARKA, ENDÜSTRİYEL TASARIM]
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 24. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
أُوْلَئِكَ الَّذِينَ اشْتَرَوْا الْحَيَاةَ الدُّنْيَا بِالْآخِرَةِ فَلَا يُخَفَّفُ عَنْهُمْ الْعَذَابُ وَلَا هُمْ يُنصَرُونَ(86)
وَلَقَدْ آتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ وَقَفَّيْنَا مِنْ بَعْدِهِ بِالرُّسُلِ وَآتَيْنَا عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ الْبَيِّنَاتِ وَأَيَّدْنَاهُ بِرُوحِ الْقُدُسِ أَفَكُلَّمَا جَاءَكُمْ رَسُولٌ بِمَا لَا تَهْوَى أَنفُسُكُمْ اسْتَكْبَرْتُمْ فَفَرِيقًا كَذَّبْتُمْ وَفَرِيقًا تَقْتُلُونَ(87)
وَقَالُوا قُلُوبُنَا غُلْفٌ بَلْ لَعَنَهُمْ اللَّهُ بِكُفْرِهِمْ فَقَلِيلًا مَا يُؤْمِنُونَ(88)
أُوْلَئِكَ (EuLAvEiKa) “İşte onlar.”
Burada işaret edilen kimseler, nefislerini katleden, bir fırkayı diyarlarından çıkaran kimseler olur.
İşaret sıfatı işaret zamirine dönüşür ve mübteda olur. Bundan sonra gelen ifade de haber olur. O zaman “İşte onlar âhiret hayatını satarak dünya hayatını satın almış olan kimselerdir.” şeklinde tercüme ederiz.
İşaret sıfatı olarak kalabilir. O zaman sıla ile beraber mübteda olur, haberi ise ‘tahfif olunmaz’ cümlesi olur. O zaman tercümesi “İşte bu dünyada âhiret hayatını satıp dünya hayatını satın alan kimselerden azapları hafifletilmez.” şeklinde olur.
O zaman “Fe” harfi tamim için olur. Böyle kim yaparsa yapsın azabı tahfif edilmez anlamı çıkar.
الَّذِينَ اشْتَرَوْا الْحَيَاةَ الدُّنْيَا بِالْآخِرَةِ (elLaÜIyNa İŞTaRaVu elHaYAaTe Bi elEaPıRaTi)
“İşte onlar âhiretle dünya hayatını satın almışlardır.”
“ŞİR” satmaktır. “Bey’” de satmaktır. Satın alma ise “İştira” ve “İbtia” kelimeleriyle ifade edilir.
“ŞİR” bir şeyi kazanmak için satın alıp kâr amacıyla satmaktır. “Bey’” ise bir şey sana lazım olmadığı için satmaktır. “İbtia” da sana lazım olduğu için satın almaktır.
Ticari alış ve satış “ŞİR”, üretim ve tüketim mallarının satışı “Bey’”dir.
Ticaret mallarında zekât vardır. Bey’ mallarında zekât yoktur. Ticaret malları kimin elinde ise o mâliktir, onun zimmetindedir. Bey’ malları ise kime kayıtlı ise onundur. “Bi” harfi semen üzerine dahil olur.
“ÂHİRET” kelimesi burada para olarak kullanılmıştır. Mebi’ olan mal ise dünya hayatıdır.
Üretici malı üretir, onu satar, karşılığında kendisine gerekli olan malı satın alır. Burada kişi sadece kendi geçimini düşünmektedir. Oysa tüccar böyle değildir. Tüccar malı satmak için alır ve kazanmak için satar. Gayesi ticarettir, ihtiyaçlarını giderme değildir.
Nefisleri katleden ve yurtlarından tehcir edenler bunu ihtiyaçlarını gidermek için değil, servet sahibi olup dünyayı sömürmek ve dünyaya hükmetmek için yapmaktadırlar. İlerisini değil, bugünü düşünmektedirler.
Servet sahibi olmak ve zengin olmak bir şartla sevaptır. Bu şartla olunca ilim yapmak kadar büyük ibadettir. Fakirin hakkını zekât olarak kamuya vereceksiniz. Onlar da müstahaklara teslim edeceklerdir.
O halde sermaye sahibi ne yapar?
a) İşsizlere iş bulmuş olur. Serbest rekabet içinde işçi köleleşmeden emeğini istihkak eder.
b) İnsanların ihtiyacı olan mallar ancak sermaye terakümü yani sermaye birikimi sayesinde üretilmiş olur. Tüccar, insanların ekonomik ilişkilerini düzenleyen bir hizmetkârdır.
c) Tüccar, kamunun imkânlarını kullandığı için kira payını öder, böylece kamuya gelir sağlar. Bu sayede topluluk oluşur. Çalışmayanlar da kira paylarını almış olur.
d) Yukarıdaki hizmetler devlet tarafından da yapılır, ancak orada tekel oluşacağı için serbest piyasa oluşmaz, ücret ve fiyat dengesi kurulmaz. Oysa ‘rakip tüccarlar’ sayesinde fiyatlar asgariye iner, ücretler azamiye çıkar. Böyle yapan kimseler insanlığa hizmet etmiş olur ve kendi geleceklerini de saadete erdirirler.
Oysa tekel oluşturanlar bu amaçla ticaret yapmazlar. Yapmayınca, ne niyetle yaparlar?
a) Tekel oluşturup başkalarının kendilerine rakip olmasını önlemek için ticaret yaparlar.
b) İstediklerine iş verip istediklerine vermeyerek işsizlik korkusuyla insanlara hükmetmek için yaparlar.
c) Dünyayı kendi mülkleri hâline getirip istediklerini yaşatmak, istediklerini açlıkla ölüme terk etmek.
d) Malları en ucuza alıp en pahalı satarak en çok kâr etmek için ticaret yaparlar.
İşte bunlar âhireti satarak dünyayı satın alan kimselerdir.
Dünya hayatı demek yakın hayat demektir, gelip geçici hayat demektir. Âhiret hayatı son hayat demek, ebedi hayat demektir. Kâinat on milyar yıldan beri vardır, on milyar yıl sonra da yok olacaktır. Peki, bu Kâinatın böyle bir devreye çıkıp sonra yok olmasının anlamı nedir? Böyle düşündüğümüzde abesle iştigal olmuş olur.
Oysa bu dünya âhiret hayatına hazırlık olarak var edilmiştir. Daha ileri, daha güzel hayata ulaşmak için burası bir basamaktır. Ölüm, yok olmak için değil, tam aksine daha yüce bir hayat için vardır.
Bugünkü sömürü zalim sermayesi bunu idrak etmeli, sermayesini tekele götüren faizli sistem içinde değil, “Adil Düzen”i tesis eden zekâtlı sistem ile çalıştırmaya başlamalıdır. Biz de artık onların sömürüsü olmaktan kendimizi kurtarmalıyız, bu da ancak “Adil Düzen”e göre bir hayata geçmekle mümkündür.
فَلَا يُخَفَّفُ عَنْهُمْ الْعَذَابُ (FA LAv YuPafFaFu GaNHuMu eLGaÜABu)
“Onlardan azap tahfif olunmaz.”
Bunlar sürekli azab içindedirler. Yaptıkları zulmü bilmektedirler. Kendilerini ayakta tutabilmek için zulmü sürdürmek zorunda hissediyorlar. Bu durumlarda onların sıkıntılarını kimse gideremeyecektir.
Onların korkuları nelerdir?
a) En büyük korkuları dünyanın para politikasını değiştirmesidir. Nüfusu ve ekonomisi büyük devletler, ‘biz mallarımızı kendi paramızla satarız, dolar veya euro ile satmayız’ dedikleri anda dolar tepetaklak gider ve sermayenin sömürüsü biter. Bunu yapmaları da çok kolaydır. Devletler ikili olarak paralarını merkez bankalarına yatırarak takas yaparlar. Mesela, İran bizden bir şey almak isterse Tahran Merkez Bankası YTL verip riyal alır, onlar da onunla istedikleri malı alırlar. Türkler İran’dan bir şey almak isterlerse YTL’yi verirler ve merkez bankasından riyal alıp onunla İran’dan mal ithal ederler. Bunların kurları stoklarıyla belirlenir.
İşte zalim sömürü sermayesinin sonu budur. Bunu bilmektedirler, dolayısıyla uykuları kaçıyor.
b) CIA uzantısı olarak dünyada kurulan millî istihbarat örgütleri artık kendileri hakim duruma gelmişlerdir. Sermayeyi tanımadıkları takdirde sermaye saltanatı sona erer. Bunun belirtileri de ortaya çıkmıştır.
CIA bile artık sermayenin tam emrinde değildir.
Türkiye’deki MİT de artık ordunun emrindedir, sermayenin emrinde değildir.
c) Dünyayı dize getirmek için mafya örgütlenmesini yapmıştır. Bununla ülke yönetimlerini deviriyordu.
Bu uygulama da bugün iki şekilde işe yaramaz hâle gelmiştir. Ülkeler teröre karşı tedbir alıyorlar ve terör etkin olamıyor. Yeraltı örgütleri de eski güçlerini kaybetmiş ve deşifre olmuştur. Varlıklarını sürdürmek için ülke yönetimleri ile anlaşma durumundadırlar.
d) Nihayet, İsrail oğulları ne zaman böyle güçlü olmuş ve azmışlarsa, o ülkelerdeki iktidarlar aldıkları bir gecelik kararlarla onları ülkelerinden dağıtmışlar, sürmüşlerdir.
ABD yönetimi bir gece alacağı kararla o ikiyüz sömürü sermayesi sahibi kişilerin mallarına el koyabilir ve onları değişik ülkelere sürebilir. Saltanatları o gece biter. Bunu Papalık organize edebilir. Çünkü papalığı bu hâle düşürenler onlardır. İşte bu korkular içinde gecelemektedirler.
Bu halleri ile yani öldürme ve tehcir yoluyla bunu çözemezler demektir. Tek kurtuluşları “Adil Düzen”e göre dünya ticaretine dönmektir. Faizli düzeni terk edip tekelleşmekten vazgeçmeleri gerekir. Ekonomiyi, sermayeyi siyasete, ilme ve dine hakim kılmamaları gerekir. Tarihte dinler hiçbir zaman mağlup olmamıştır.
وَلَا هُمْ يُنصَرُونَ(86) (Va LAv HuM YuNÖasRUNa)
“Ve onlara yardım olunmayacaktır.”
Bugün dünya onların sermaye baskısı karşısında korku içinde onların emrindedir.
Bunun sebepleri şunlardır.
a) Bugünkü uygarlık onların eseridir. Biz daha o uygarlığı anlamış bile değiliz. Otobüse biniyoruz, bilgisayarı kullanıyoruz ama onun ne olduğundan haberimiz yoktur. En acemi olduğumuz iş de paradır. Boyalı kâğıt parçasının uşağı oluyoruz.
b) Şimdiye kadar bu seviyede ulaşım araçları, haberleşme araçları yoktu. Çeyrek yüzyıldır insanlık bunlardan yararlanma imkanını buldu. Bir asra gerek kalmadan insanlık bu ulaşım ve haberleşmeden yararlanarak yeni uygarlığı, geleceğin uygarlığını öğrenecektir.
c) Şimdi dünyanın okulları ve üniversiteleri Batı sermaye uygarlığının söylediklerini anlamadan ezberleyip durmaktadır. Bununla beraber münferit halde dünyanın her yerinde bugünkü müsbet ilimler üzerinde çalışılıyor. Henüz ekolleşemediler, bildiklerini birbirlerine aktaramadılar. Ama artık vakıflar, dernekler ve diğer sivil toplum kuruluşları bunlara el atmak üzeredir. Devletlerin baskıları ile ilim yapılamamaktadır. Tevhid-i tedrisat ilme karşı bir set olarak durmaktadır. Ama bu güç de yitmek ve halkın önü açılmak üzeredir.
d) En önemlisi, artık ‘halk ekonomisi’ gelişmektedir. Mal senetleri ve işletme senetleri ile mala-mal marketleri kurulmaktadır. Devletler değil ama ülkelerdeki halklar ekonomik bağımsızlıklarını ilan etmektedirler. Bir gün sermaye ile halk arasında çıkacak arbedede sermaye kaçacak delik bile bulamaz. İşte o gün kimse bu sömürü sermayesine yardımcı olmayacaktır. Kur’an onlara bu haberi baştan vermektedir.
O halde onlardan ne istiyoruz?
1) Savaş ve terörü finanse etmekten vazgeçmelidirler. İnsanları birbirlerine düşürerek denge kurma yerine, insanları barıştırarak ilimde ve ticarette öncü olarak insanlık arasında denge kurmalıdırlar. İsrail devletinde “Adil Düzen”i kurarak, hayat seviyesini yükselterek Yahudilerin oraya gelmelerini sağlamalıdırlar. Diğer ülkelerde Yahudilere zulmettirerek İsrail’in nüfusunu çoğaltma bir anlam taşımaz.
2) İsrail devletine maddi ve silah desteği yerine, onlara güven ve istikrar vermelidirler. Silah yerine ticari sermayeyi sağlayarak yeryüzünün barış ve saadeti için çalışmalıdırlar. Bu nasıl sağlanır?
İsrail önce silahsızlanmalıdır. Filistinliler de silahsızlanmalıdırlar. İsrail’e Tevrat’ta mev’ud olan Filistin verilmelidir. Onlar da Hazreti İbrahim’e vadedilen Nil-Dicle arası iddialarından vazgeçmelidirler.
İsrail devleti açık pazar olmalı, yani gümrükler kalkmalı, dünya ile ticaret yapmalıdırlar. Böylece hem onlar saadete erer, hem de insanlığa hizmet ederek onları saadete erdirirler.
İşte onlar için kurtuluş ancak bugüne kadar yaptıklarına tevbe ve yukarıda dediklerimizi yapmaktır.
***
وَلَقَدْ آتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ (Va LaQaD EAvTaYNAv MUvSAy eLKiTAvBa)
“Biz Musa’ya kitabı verdik.”
“LAKAD” kelimesi ile o Kitab’ın hâlâ İsrail oğullarının ellerinde olduğunu, okuduklarını ve ondan yararlandıklarını ifade etmektedir. Tevrat’ı değil de “KİTAB’I” demekle Tevrat’ın bir kitap olduğunu ifade etmektedir. Çünkü o bir sistemi içermektedir. İnsanlığın elimizde bulunan en eski kapsamlı bir kitabıdır.
Kur’an tüm insanlığa gönderilen bir kitaptır. Onu insanların anlayabilmesi için önce Tevrat gönderilmiş ve uygulanmıştır. Sonra şeriat Hazreti Muhammed aleyhisselâma uygulatılmıştır. Biz Kur’an’ı anlayabilmemiz için iki kaynağa başvururuz, biri Tevrat, diğeri de Sünnet. Günümüzün ilimleri ile onların ışığında anlar ve içtihadımızı yaparız.
وَقَفَّيْنَا مِنْ بَعْدِهِ بِالرُّسُلِ (Va QaFaYNAv MıN BaGDiHi Bi elRuSuLi)
“Arkasından resulleri takfiye ettik.”
“TAKFİYE” kafa kelimesinden yapılmış bir kelimedir. Öne düşmek, önder olmak demektir.
“Onu takfiye ettik” denmiyor, sadece “TAKFİYE ETTİK” diyor. Kimi takfiye ettiler?
Hazreti Muhammed’i takfiye ettiler, Hazreti İsa’yı takfiye ettiler.
Burada bahsedilen peygamberler, Hz. Davut, Hz. Süleyman, Hz. Zekeriya gibi diğer İsrail oğullarının resulleridir. Onlar Tevrat’ı uyguladılar. Kur’an’ın anlaşılmasına öncülük ettiler. Kitabı Mukaddesler okunduğu zaman görülür ki, zamanla hep Kur’an’a doğru atılmış adımlardır. İnsanların Kur’an’ı anlayabilmeleri için ön uygulamalar yaptırılmıştır. Bu Kitap’tan sonra olmuş, yani, Tevrat uygulanarak ön tatbikat yapılmıştır.
Mühendislikte önce bir proje yapılır; Tevrat budur. Atölyede bir örnek üretilir; İbrani uygarlığı budur. Sonra o uygulama göz önüne alınarak projeye son şekli verilir; Kur’an budur. Sonra yine örnek bir üretim yapılır; Sünnet budur. Sonra da seri imalata geçilir; insanlar son örneğe bakarlar, ölçüleri projeden alarak seri üretim yaparlar. Kitaplar da sünnetullah üzere gelmiştir. Bize üretim usûlünü de öğretmektedir.
وَآتَيْنَا عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ الْبَيِّنَاتِ (VaEAvTaYNAv GIySa ıBNa MaRYaMa eL BayYıNAvTı)
“Ve Meryem oğlu İsa’ya beyyinâtı îtâ ettik.”
Hazreti İsa babasız doğmuştur. Bir baba onu eğitmemiştir. Hazreti İsa’yı Hazreti Meryem yetiştirmiştir. Hazreti İsa daha çocuk iken olgun zekâya mâlik idi. Beyni erken oluşmuştu. Daha beşikte iken akıllıca konuşuyordu. Bugünkü ilimle bilinmektedir ki, tek kromozomlu canlılar da oluşmaktadır. Arıların erkekleri böyledir. Erkek olmak için ya XY kromozomu olması gerekir, ya da çift değil de tek kromozom olması gerekir.
Ancak bu erkek evlense erkek çocuğu olmaz. Hazreti İsa’nın da böyle bir çocuğu yoktur.
Tek kromozomlu olma belki de erken olgunlaşmayı gerektirir.
Hazreti İsa’nın ayrılmaz hocası olduğu için Hazreti İsa Anası Hazreti Meryem ile birlikte anılır.
“Ona beyyinâtı verdik” diyor, Kitab’ı verdik demiyor. Çünkü İncil hükümler içermiyor, Tevrat’ın hükümlerini açıklıyor. İncil bir şeriat kitabı değildir. O sebeple burada ona “Kitab’ı” değil de, “beyyinâtı verdik” diyor. “BEYYİNÂT” delil demek, mucize demektir. Hazreti İsa’ya ayrıca daha inandırıcı mucizeler verilmiştir.
Doğumu mucize yapılmış ve insanlığın tarihlenmesi onun doğum gününe rastlatılmıştır.
Hıristiyanlık 2000 yıldır insanlığa İbrahimî dini anlatmakla hizmet veriyor.
Tevrat’ı Yahudiler uyguladılar ama Tevrat’ı tüm insanlığa ulaştıranlar Hıristiyanlar olmuştur.
“MERYEM” “Râme” kelimesinden mef’al vezni üzeredir. Anlamın, meramın mekânı demektir. Hıristiyanlığın oluşmasında Hazreti İsa kadar Hazreti Meryem’in de etkisi vardır. Hıristiyanlar onu da aynı derecede takdis etmektedirler.
أَيَّدْنَاهُ بِرُوحِ الْقُدُسِ (Va EyYeDNAvHu Bi RUvXi eLQuDuSi)
“Ve onu kudusun ruhu ile teyid ettik.”
“KUDUS” halkın toplandığı yerdir. Orada topluluk bir araya gelir ve kitlelerin ruhu oluşur. Ruhların birbirleriyle etkileşimi sonunda oluşan bu ortak ruh ile insan bağımsızlığını kaybeder.
İnsan beyni aynı bilgisayar ve telsizler gibi çalışır. Yan yana gelen iki insan normal olarak konuşmasa bile, beyinlerinden çıkan sinyallerle etkileşir ve bilinç altında anlaşma olur. Tarikatlar buna dayanırlar. Bir araya gelirler, ya susarlar ve hiçbir şey konuşmazlar veya bir mânâsını düşünmeden bazı kelimelerin virdini yaparlar, tespih çekerler. Türkçede buna ‘zikir’ denmektedir. Tesbih insan beynindeki elektrikî devreleri titreştirir ve devrelerin düzgün hâle gelmesini sağlar. Sonra elektromanyetik dalga yayarlar. Yahut ışık üstü dalgalarla haberleşirler. Yavaş yavaş aralarında duygu birliği doğar.
İnsan bulunduğu kentte de bu dalgaların etkisi altındadır. Evine kapanıp kimse ile görüşmese bile, o çevrenin ortak ruhunun etkisi altındadır. Buna “kudusun ruhu”, yani “topluluğun ruhu” denmektedir. Sosyoloji ve psikoloji ilmi ilerledikçe bu kudusun ruhu yani topluluğun ruhu kolay anlaşılmaktadır. Beş vakit namazı birlikte kılanlar arasında böyle bir topluluk ruhu doğmaktadır. Moda ve sloganlar hep topluluk ruhunun eseridir.
Hazreti Musa resullerle yani uygulamacılarla takfiye edilmiş, Hazreti İsa’ya ise topluluğun ruhu verilmiştir. Bir bakarsınız ki topluluk onu lider yapar. Büyük bir güruh oluşur. Bediüzzaman öyle kudusun ruhu ile desteklenmiştir. Erbakan böyle kudusun ruhu ile desteklenmiştir. İnsanlar onu kendilerine lider kabul ederler. Bunu çalışarak elde edemezsiniz, Allah size nasip eder. AK Parti’nin iktidar olması da böyledir.
Hazreti İsa aleyhisselâm insanlık için saygıdeğer biri olmuştur. O topluluk ruhu sayesinde bugün iki milyar insandan fazlası onun arkasından gitmektedir. Bugün Kur’an’ın yeryüzündeki etkisi de böyledir. Dost düşman hepsi Kur’an’a doğrudan cephe alamamaktadır. Herkes onu tevil ederek, tahrif ederek kendisine âlet yapmakta ama kimse doğrudan cephe alamamaktadır. Sinsi yollarla onu tahrif etmeye çalışmaktadırlar.
a) Arapça olan Kur’an’ın yerine tercümelerini ikame etmeye çalışmaktadırlar. Kur’an’ın Arapça metnini içermeyen tercümelerini almak, satmak, okumak ve dağıtmak bu fitnenin aracısı olmaktır. Haramdır.
b) Kur’an’ı nüzul sırasına göre veya konulara göre basmaktadırlar. Böylece zamanla Kur’an’ı paramparça hâle getirmeye çalışıyorlar. Konulara göre tefsiri yazılabilir, ama konulara göre meal yazılamaz. Kimse bunları almamalı, okumamalı, satmamalı, hattâ bulundurmamalıdır.
c) Klasik Kur’an Arapçası yerine, bugünkü Arap âleminde konuşulan sokak Arapçası üzerindedirler. Kur’an’ı heva ve hevesleriyle, bugünkü sokak Arapçası ile yorumlayarak gerçek maksadından uzaklaştırıyorlar.
أَفَكُلَّمَا جَاءَكُمْ رَسُولٌ بِمَا لَا تَهْوَى أَنفُسُكُمْ
“Size nefislerinizin heva etmediği ile bir resul her geldiğinde şöyle yapmadınız mı?”
İnsanlar her yeni düzene bakarlar, hoşlarına giden ve gitmeyen şeyleri bulurlar. Kimileri hoşlarına gitmeyen şeylere dayanarak yeni sistemi reddederler. Mesela, Doğru Yol Partisi “Adil Düzen”i reddetmiş, ama hoşlarına gidenleri de almış ve kendisine program yapmaya kalkışmıştı. Bugünkü AK Parti de böyle yapıyor, “Adil Düzen”i reddediyor, Millî Görüşü reddediyor ama orada öğrendiklerini parça parça uygulamaya çalışıyor.
Bir kısım insanlar da bunun aksini yaparlar. Hoşlarına giden şeyleri alır ve benimserler. Sonra da hoşlarına gitmeyenleri ondan ayıklarlar. Tarih boyunca hep böyle olmuştur. Peygamberler hakkı getirmişler, insanlar önce onlara karşı çıkmışlar, ama sonra benimseyip onların getirdiklerini tahrif etmişlerdir. Hıristiyanlığı önce tahrif etmişler, sonra da muharref Hıristiyanlığa uymayanlara zulüm yapmışlardır.
Bugün “Adil Düzen”e cephe alan Müslümanlar vardır. İşlerine geleni alırlar, işlerine gelmeyeni reddederler. Bunun üzerine Allah onların bu yanlış hareketlerini düzeltmek üzere resuller gönderir. Ama her gelişinde onları tekzip ederler veya katlederler. Bu da bir kuraldır, sünnetullahtır. Topluluk bir şeyi benimser, kendi anladığı gibi benimser, heva ve hevesine göre benimser. Sonra da onunla ölür, onu değiştiremezsiniz.
Reşat Nuri Erol, Saadet Partisi’nden Ümraniye Taşdelen beldesinde belediye başkanlığı adaylığını koydu.
Gayemiz “Adil Düzen”i tebliğ etmekti. Orada ANAP’lı bir belediye başkanı var, diğer parti yönetimleri ile işbirliği hâlindedir. Saadet Partisi’nin yönetimine de onlar hakimdi. Ben Reşat Nuri Erol’a destek olmak için orada bulundum, AK Parti ile Saadet Partisi oylarını birleştirme planını hazırladım. Orada sakallı biri vardı, ANAP için faaliyette idi. Derhal bana karşı cephe aldı ve dedi ki; ‘Adil Düzen demek, gece kalkar teheccüd namazı kılarsın, zikredersin, tespih çekersin demektir, Adil Düzenin belediye yönetimi ile ne alakası var?’
Önce parti belde teşkilatı benim oradan ayrılmama karar verdi. Sonra mesele Ümraniye’de görüşüldü ve benim ayrılmama karar verdiler. Sonra İstanbul İl Başkanlığı onayladı, Osman Yumakoğulları onayladı ve sonunda ben oradan ayrıldım. Ne oldu? Tabii ki ANAP adayı kazandı. Sonuç Erbakan’a gitseydi, yine bir şey değişmezdi.
Bu sebepledir ki, mevcut partilerle “Adil Düzen”i getirmek mümkün değildir.
Yapılacak iş, önce “Adil Düzen”e göre aşiretleri oluşturmak… Sonra “Adil Düzen”e göre işletmeleri kurmak… Sonra “Adil Düzen”e göre ocakları kurmak... Tabii, bu arada “Adil Düzen”e göre dergi çıkarmak, televizyon satın almak... Sonra mevcut partileri anlaştırarak “Millî Mutabakat Hükümeti” içinde “Adil Düzen”i devlet seviyesine çıkarmaktır... Belki, bu arada “Adil Düzen Partisi” kurulabilir, ama iktidar olmak için değil; partiler arasında “Adil Düzen” mutabakatı sağlamak için bu yapılır…
Bugün dünyayı sömüren zalim sermaye sahiplerinin yola geleceğini sanmak hatalıdır. Onlar bir an “Adil Düzen”i alsalar bile, tahrif eder ve işlerine geldiği gibi uygulamaya çalışırlar.
O halde, yapılacak iş “Mala-Mal Marketleri” kurmaktır. Elbette İsrail oğulları içinden de bu marketlere katılacak olanlar olacaktır. Ama sömürü sermayesi direnecek, tekzip edecek, katledecektir. İsrail oğulları içinden de “Adil Düzen”i doğru dürüst anlayan ilim adamları çıkacak, onlar onlara tebliğ edeceklerdir. Ama onlar onları ya tekzip edeceler, ya da öldüreceklerdir. Üzeyir Garih’in öldürülmesi böyledir.
اسْتَكْبَرْتُمْ (iSTaKBaRTuM) “İstikbar ettiniz.”
Resuller ne getirdiler? İnsanların sınıflaşmaları bitsin, serbest rekabet içinde hayırda yarışsınlar, yani servet edinmede yarışsınlar. İşte bu hayırlı sermayedir, zekâtı verilen sermayedir, faizsiz çalışan sermayedir, tekel oluşturmayan sermayedir. Vasiyet âyetinde ‘hayrı terk ederse’ diyor.
Resuller işverenle işçinin eşit olduğu düzeni getirdiler. “Adil Düzen”de bu nasıl sağlanacak?
Önce karşılığı olmayan paralar olmayacaktır. Sonra kredi işçiye verilecek, işçi çalıştırana işçinin ücreti ödenecek, hammadde kredisi verilecek. Böylece işçi sermayesini sırtında taşıyarak işverenlere gidecektir. İşverenler işi organize ettiklerinden ve işi bildiklerinden işletmenin yöneticisi olacaktır. Vergi işçiden değil, sermayeden alınmaktadır. Dolayısıyla, işveren sermaye vergisi ödediği için işçi bulup sermayesini çalıştırmak zorundadır. İşçi de karnını doyurmak için çalışmak zorundadır. İşçiler de çoktur, işverenler de çoktur. Çünkü işveren olmak için sermaye gerekmemekte, sadece işi bilmek yeterli olmaktadır. Böylece sömürüsü olmayan bir düzen ortaya çıkmaktadır. Oysa faizli sistemde işveren sermayesini faize yatırarak oturmaktadır. İşçi ise karnını doyurmak için patronun kölesi olmaktadır. İşte burada sınıf oluşuyor; işveren ve işçi sınıfı.
İşçilikten işveren sınıfına geçmek imkânsız. Başka ne var? Bürokratlar var, halk var. Tekel oluşturmuşlar, kendileri istediklerini alıyorlar, kendileri istediklerini terfi ediyorlar.
Yargıtay saltanatı oluşmuş, rektörler saltanatı oluşmuş, odalar saltanatı oluşmuş. İyi ki askerlik zor da kimse harb okuluna gitmek istemiyor da halktan insanlar asker oluyorlar, yoksa askerler saltanatı da oluşabilirdi.
İşte böyle sınıflardan oluşmuş bir dünya düzeninde “Adil Düzen” istenir mi?
Elbette “Adil Düzen”e karşı otel odalarında necva yapılacak, iktidarlar indirilecek, tekzip edilecek ve katledileceklerdir. Buna karşı ne gibi çare bulunacaktır? Kur’an bunu çok açık ve net olarak söylüyor.
Siz “Adil Düzen”i öğrenip kendi aranızda uygulayın. Göstererek ve anlatarak tebliğ edin. Şehit verebilirsiniz ama sizi ortadan kaldıramayacaklar. Onlar azdıkça azacaklar. Allah onlara belalarını sizin elinizle değil, kendisi başka yaptırımlarla verir. Siz onlara karşı silahlanmayın, sizin silahınız “Adil Düzen” olsun. Allah düşmanlarınızı helâk ettikten sonra siz iktidar olursunuz, iktidar olunca da devletinizi elbette meşru yollardan koruyacak, size karşı saldıranlarla cihad yapacaksınız, savunacaksınız...
فَفَرِيقًا كَذَّبْتُمْ (Fa FaRIYQan KezZaBTum) “Bir fırka olarak tekzib ettiniz.”
Buradaki “FERİK” tekzip edenlerdir. İnsanlar resullere karşı üç grup olmaktadır.
Birinci grup tekzip etmekte, “Adil Düzen”in yanlış olduğunu, yalan olduğunu ileri sürmektedir.
“Adil Düzen”i tekzip, ilâhi dinleri tekzibe dayanmaktadır. Tevrat, İncil, Kur’an ve Budistlerin Furkanları yalandır. İnsanlığı bugünkü uygarlığa yalancılar getirmişlerdir. Hak hukuk diye bir şey yoktur. Hakkın sahibi Allah yoktur, dolayısıyla bunların ilâhi kitap olduğunu iddia edenler ilkeldir, gericidir.
Bu kitaplara ve müsbet ilme dayanılarak hazırlanmış “Adil Düzen” de yanlıştır, yalandır. İnsanları masallara ve efsanelere inandırmadır.
İşte bir fırka böyle yapıyor, böyle diyor. Tekzip ediyor ama savaşmıyor. Sadece karşı cephe almakla yetiniyor. Bunlar sömürücülerle işbirliği hâlinde olanlardır.
وَفَرِيقًا تَقْتُلُونَ(87) (Va FaRIyQan TaQTuLUvNa)
“Ve sizden bir fırka da katletmekte idiler.”
Yani, sadece tekzip ile yetinmiyorsunuz. Otel odalarında pazarlık yaptıktan sonra, gizli istihbarat ve mafya kolları ile ‘tebbet yeda’daki iki kolla resulleri ve resullerin yanında yer alanları katletmektesiniz.
Burada dikkat edilecek husus “tekzip ettiniz” diyor, sonra “katlettiniz” demiyor, “katletmektesiniz” diyor. Beş yüz yıldır Avrupa’da din savaşları yapılmaktadır. İktidar savaşı başkadır, din savaşı başkadır. İktidar savaşı iktidara talip olanlar tarafından yapılır. Galip gelen yönetir ama halkın dinine ve yaşayışına karışılmaz. Osmanlı-Bizans savaşları budur. Bu meşrudur. Çünkü iktidar yönetemeyince iktidardan inmesi ve başkasının geçmesi gerekir. Eskiden bu savaşlarla yapılıyordu. İktidara talip olan savaşır ve güçlü olan iktidar olurdu.
Şimdi seçimlerle iktidar olunuyor. Ama yine başarılı sonuca ulaşılamamıştır.
Ancak “Adil Düzen” ile demokrasi gelebilir, başka düzenlerle değil.
Oysa, beş yüz yıldır Siyonistler Avrupa’da halk arasında din düşmanlıkları ilka etmişler ve mezhep kavgaları ile halk bizar olmuştur. Yirminci yüzyılda ise bu savaşlar rejim savaşlarına dönüştürüldü. Şimdi rejim savaşları da değil, artık alenen sömürü savaşları başlamıştır, çıkar savaşları öne çıkmıştır.
Burada iki fırkadan bahsediliyor, ikisi de nekiredir. O halde bir üçüncü fırka daha vardır. O da resulün yanında yer alan fırkadır, “Adil Düzen”in yanında yer alan fırkadır. Onlardan sadece işaretle bahsedilmiş olmaktadır. Demek ki İsrail oğullarından da “Adil Düzen”in yanında yer alanlar olacaktır.
Burada resullerden bahsetmektedir. Bunlar devrin siyaset yapan âlimleridir. Erbakan bunlardan biridir; hem ilim adamıdır, hem de siyaset adamıdır. Kur’an’dan sonra yeni kitap gelmeyecek, yeniden vahiy alınmayacaktır. Nebilerin yerini âlimler alacaktır. Resullerin yerini ümera alacaktır. Ümera ulemanın içtihat ve icmalarını vahiy kabul edip ona göre hareket edeceklerdir. Akevler’de oluşturulan “Adil Düzen” Millî Görüş tarafından kabul edilmiş ve ilk adım atılmıştır. Şimdi Akevler İstanbul Kooperatifi “Adil Düzen”in ikinci hamlesini hazırlamaktadır. Erbakan gibi güçlü biri daha çıkacak ve İstanbul Akevler ile işbirliği yaparak önce ekonomik düzeni “Adil Düzen”e göre oluşturacaklardır. Böyle bir oluş denenmektedir…
***
وَقَالُوا قُلُوبُنَا غُلْفٌ (Va QAvLUv QuLUvBuNAv ĞuLFun)
“Ve kalbimiz ğulftur, kılıflıdır dediler.”
“ĞULUF” kılıf demektir. Kılıcın kını bir kılıftır.
Yastığın ve yorganın kılıfı vardır, kirlenmesin diye geçirirler.
“Adil Düzen”i anlattığınız zaman cevap vermezler, veremezler, ‘yanlıştır’ diyemezler. Ama sonunda ‘anlayamadık’ derler, ‘anlaşılmıyor’ derler!
Siz konuştuğunuz zaman size cevap veremeyince ‘anlayamadım’ der, inkâra devam ederler!
‘Erbakan’ın “Adil Düzen”i anlaşılmıyor’ diyorlar. Oysa, ben okuyorum, çok kolay anlaşılıyor.
Ahmet Akgül okumuş, dinlemiş, çok kolay anlamış. Bir ilkokul öğretmeni bu kadar güzel anlıyor, katkılar yaparak yazıyor da, siz niçin anlayamadınız?!.
Anlamadınız; çünkü anlamak istemediniz.
Burada “KALB” deyince beynimiz demektir. “Kalb” merkez, santral demektir.
İnsanda iki merkez vardır, biri göğüste, diğeri beyindedir. Kur’an bunları açıkça ifade ediyor.
بَلْ لَعَنَهُمْ اللَّهُ بِكُفْرِهمِ (BeL LeGaNeHuMu elLaHu BiKuFRiHiM)
“Şöyledir, Allah küfürleri nedeniyle onlara lânet etmiştir.”
“BEL” kelimesi kendisinden önce söyleneni ne tasdik ne de tekzib eder. Yani, onlar söylenenleri anladılar, bu bakımdan beyinleri kılıflı değildir. Ama anladıklarını kabul etmediler. Onun için de kılıflıdır.
Onlar anlamakta değil, inanmakta zorlanıyorlar. Allah onları dışlamıştır.
Onlar “Adil Düzen”i kabul edemezler. Çünkü onlar kâfirdirler, bile bile gerçekleri kapatıyorlar.
Gençliğimden beri devlet makamlarına yazılar yazarım, ama hiç ses çıkmazdı. Bunun üzerine ben de nadir olarak yazmaya başladım. Sonra öğrendim ki, alıp okuyorlar ve onu beyinlerine atıyorlar. Yıllar geçiyor, unutuluyor, sonra güya kendileri bulmuş gibi değiştirerek ve bozarak uygulamaya kalkışıyorlar.
İşte bu küfürdür; ben buldum, ben yaptım demek için saklamak küfürdür.
Oysa fıkhın kuralı vardır. Bir fikri ortaya atanın telif hakkı vardır, devlet onu ona öder. Ama ortaya atılan fikirleri uygulama ise uygulayana fikir sahibinden çok daha üstün mükâfat kazandırır. Fikrin başkasından olması son derece normaldir. Nasıl yasama ile yürütme ayrı ise, fikir sahibi ile fikri uygulayan da ayrıdır.
“Adil Düzen”i Akevler’in ortaya koyması, Erbakan’ın “Adil Düzen”e yaptığı hizmetlerden bir şey eksiltmez, tam aksine hakkı kabul ettiği için onun derecesini kat kat yükseltir. Kendi fikri olmaktan daha çok mükâfata lâyıktır.
İşte böyle küfredenlere Allah “Adil Düzen”i uygulamayı nasip etmez. İsrail oğullarının çoğu bu gruplardan olacaklardır. “Adil Düzen”i ya yalanlayacaklar, ya da “Adil Düzen”e karşı savaş açacaklardır.
فَقَلِيلًا مَا يُؤْمِنُونَ(88) (Fa QaLIyLan MAv YuEMıNUvNa) “İman ettikleri kalildir.”
Burada “Mâ” yani iman edilenler kalildir, azdır. “Men” getirilmemiş de “Mâ” getirilmiştir.
Tüzel kişiliği olmayan topluluklar “Mâ” ile ifade edilir. Örgütlenmiş olanlar iman edemezler. Ancak örgütten ayrılan veya örgüte dahil olmayanlar iman edebilirler.
Millî Görüşün “Adil Düzen”i benimsememesi buradan gelir. Erbakan gibi etkin bir kurucu başaramamış ve “Adil Düzen”i Millî Görüşe kabul ettirememiştir. CIA ajanları başarıya ulaşmışlar ve yalan söyleyerek Millî Görüşçüleri “Adil Düzen”den uzaklaştırmışlardır. Yukarıda “FERİKAN” kelimeleri nekire olduğundan üç fırka olduğunu söylemiştik. Burada bunların çok az olduğu da belirtiliyor. Buradaki “Mâ” kelimesi şunu gösteriyor ki, bize örgütlenmiş insanlar katılmayacak, biz yeniden örgütleneceğiz.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-362 ADİL DÜZEN DERSLERİ-192 İstanbul, 24 Haziran 2006
SOSYAL MÜHENDİSLİK, MERKEZ BANKASI, PARA VE ORDU
Batılı bir bilgin, ‘bir şeyi ölçüp sayılarla ifade edebiliyorsanız onu biliyorsunuz demektir’ diyor.
Sayılarla ifade edemediğiniz hiçbir bilgi ilim değildir. Müsbet ilim, sayılarla ifade edilen ve sonra tahkik edilen ilimdir. Yarın güneşin hangi dakikada batacağını hesap ediyor, ertesi günü onu tahkik edebiliyorsanız o müsbet ilimdir. Sümerler ve Babilliler arasında bunlar gözlemlere dayanılarak tesbit edildi ve Irak için cetveller yapılarak bilinir oldu.
Müslümanlar namaz vakitlerini yeryüzünün her tarafında bilebilmek için trigonometrik hesabı geliştirdiler ve hesapladılar. Batılılar Amerika’yı o hesaplarla keşfettiler. Bugün Ay’a ve uzaya o hesaplarla gidilebiliyor.
Ölçmeler başlangıçta geometride yapılabildi ve o ilim gelişti. Sonra fizikte yapılabildi ve o ilim gelişti. Sonra kimyada yapıldı ve o ilim gelişti. Sonra bitkilerde, sonra hayvanlarda ölçmeler yapılabildi ve biyoloji ilmi gelişti. Bugün psikolojide ve sosyolojide ölçme ve saymalar yapabilmek için çalışılmakta, onlar da müsbet ilme götürülmektedir.
Ekonomide de bu sahada hayli yol alınmıştır. Ekonomideki arz ve talep kanunları, fizikteki Newton kanunları kadar geçerli olmaya başlamıştır. Batı bu kanunlardan yararlanarak dünyayı sömürme çabası içindedir. Nasıl?
a) 2002 yılında bir Batılı sermayedar 100 doları Türkiye’ye getirmiştir. O tarihlerde dolar 1600 TL idi. Bunu TL’ye sattı ve aldığı para ile tahvil satın aldı. Vasat faiz oranını % 20 olarak alabiliriz. Parası birinci sene 1.20 oldu. İkinci sene 1.44 ve üçüncü sene 1.728 kat artacaktır. Yani, 100 dolar 160 YTL iken 276 YTL olacaktır. 2006’da dolar 1.30 YTL’ye kadar düşmüştür. Yani, 2003 yılındaki 100 dolar şimdi 213 dolar olmuş; AK Parti Ekonomisi üç sene içinde dolara % 113 kazandırmıştır.
b) Eğer biz doları alıp Türkiye’de işletmiş, 300 dolar yapmış, 113’ünü onlara vermiş ve 87 doları da ülkemize kazandırmış isek, sorun yoktur; 300 doların 213’ünü onlara vermiş oluruz, ülkemizde de 87 dolar kalmış olur. Bu para Türkiye’de nasıl kalır? Ya ülkede dolar olarak kalır, bu da bizim 13 dolarlık dolar açığımız var demektir. Çünkü bizim 2002 yılında 100 dolara ihtiyacımız vardı. 87 doları kazandık. Demek ki dolarda % 13 civarında artış bekleriz, bu da ülke ekonomisi için yararlıdır. Zaralı değildir. Demek ki, 2002’de ülkemize giren dolar çıkıp gitse bizi bir miktar sarsar ama, sonra o kalan dolar üç sene sonra 250 dolar olur ve artık ülke dışına da çıkmaz.
c) Bu gelen 100 dolara 113 dolar değil de, ancak 100 dolar kazandırdıksa, o zaman 13 dolar zarar ettik ve bu zarar kadar borçlandık demek olur. Demek ki 100 doların kazandırıp kazandırmadığını anlamak için basit bir hesap yapmak yeterlidir. Üç senelik artan borcu hesaplarız, dış kaynaklı yatırımları düşeriz, kalan miktar kadar zarar ettik demektir. Türkiye’de dış kaynaklı yatırım olmamıştır. Dış borcumuz da % 100’e yakın artmıştır. Biz 100 dolara 113 dolar değil, sadece 13 dolar kazandırmışız. 100 doların zararı 100 dolar kadardır. Bu da ülke dışına çıkarsa ekonomimiz allak bullak olur. İşte korkulan budur. İşte mühendisler böyle hesaplar yaparlar ve hesaplarını da tuttururlar.
d) Şimdi Batılı spekülatörler dolarlarını çekip Türkiye’de kriz yaratmak istiyor. Dolar pahalanınca kârı düşmektedir. 1.30 ile değil de, 1.50 ile alıp giderse, kârı düşerse, o zaman kârı 113 dolar değil de 85 dolar olmaktadır. İşte Türkiye’deki kıyamet bundan kopmaktadır! Halbuki Türkiye ekonomisi için çok yararlı bir şeydir.
Merkez Bankası şimdi bu dış sermayenin 100 dolarının kârını 213 dolarda tutmak, ülkeyi 100 dolar zarara sokmak için çırpınmaktadır! Merkez Bankası yeni başkanının ilk önemli marifeti işte bu olmaktadır!..
***
Merkez Bankası faizleri %1,75 artırmıştır. Bu faiz artırımının etkisi ne olacaktır?
Bu durumda dolar satılacak, tahvil alınacak, dolar ucuzlayacak. Dış sermaye doları satıp hemen ülke dışına çıkacak.
Merkez Bankası’nın istediği veya yaptığı işte budur!
Bu da birkaç ay içinde ‘ekonomik kriz’ doğuracaktır. Çünkü ülkede dolar ihtiyacı borçlanmadan dolayı 200 dolara çıkmış ama elde borç olarak dolar kalmamıştır. Bu da ‘büyük ekonomik kriz’ demektir.
İşte bu karar AK Parti Ekonomisine konmuş dinamittir.
Kendileri intihar ederken biz üzülüyoruz, çünkü onlar ad bizim çocuklarımızdır.
Bir an akıllarının başlarına geldiğini ve ayıldıklarını düşünelim. Ülkedeki herkes ile ne yapalım diye istişare etseler; bu arada bize de “Adil Düzen”e göre buna şimdi ne çare var deseler, biz bu duruma ne gibi bir cevap verebiliriz?
a) Merkez Bankası Başkanı ihanet içindedir, Bakanlar Kurulu kararı ile görevden alınır. Sakın ‘bu yasal değildir’ demeyiniz. Ülke batarken, mevcut yasalara uyum değil, kurtuluş çaresi aranır. Yasayı bir gecede değiştirebilirsiniz. İptal oluncaya kadar da o yasa yürürlükte olur. Gerektiğinde böyle yap[a]mıyorsanız, neden iktidara geliyorsunuz ki?!.
b) Merkez Bankası doları 2 YTL ile satın almaya başlar. O zaman dışarıya gidecek dolar 213 değil 185 olacaktır ama gitmek istemeyecektir.
c) Faizler düşürülmeli, % 5’lere indirilmelidir. Bu takdirde dolar dışarı gidemeyecektir. Çünkü çok pahalıdır. Faize de yatırılamayacaktır, çünkü faiz düşüktür, enflasyondan aşağıdadır. Bunun sonucunda dolar faizli kredi yerine, iştirakli yatırımlara dönüşecektir. Bu da işsizlik sebebiyle boşa akıp giden emek enerjisini dolara dönüştürecektir. Ülkemizde boş duran üretim imkanları faaliyete geçecektir.
d) Merkez Bankası bağımsız hâle gelmeli, 10 kişilik “Merkez Bankası Yüksek Kurulu” kurulmalıdır. Bu kurul üyelerinin 3’ünü AKP, 2’sini CHP, diğer beş parti de 1’er üye seçsin; DYP, MHP, ANAP, GP, HADEP birer üye versin. Başkanını da Devlet Başkanı atasın. Atayan değiştirebilsin. Başkan veya Yüksek Kurul kararlarına karşı yüksek kurul üyeleri hakemlere gidebilsin.
Şunun iyi bilinmesi gerekir ki, bir devletin iki gücü vardır. Bu güçlerden biri yok olduğu zaman diğeri de hemen yok olur; bunlar ‘para’ ve ‘ordu’dur.
Parası olmayan devlet ordusunu besleyemez, ordusu olmayan devlet de para çıkaramaz.
Merkez Bankası’nı düşmana teslim etmek demek, orduyu düşmana teslim etmek demektir.
Orduyu düşmana teslim etmek zordur ama bankayı Türkiye düşmanlarına teslim bir gecelik iştir.
Bizim yazdıklarımızda yanlışlar varsa gelin tartışalım ve yanlışlarımızı düzeltelim. Ama ne mümkün?!.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-362 ADİL DÜZEN DERSLERİ-192 İstanbul, 24 Haziran 2006
AKP Programı – 1 SANAYİ MÜLKİYETİ!?!
[PATENT, MARKA, ENDÜSTRİYEL TASARIM]
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, geçenlerde; “Kimse Millî Görüş veya Adil Düzen gömleğini giyemez, partimizin programı var!” demişti. Ben de partinin programını okuyup değerlendirmek istedim.
Acaba bunların programında “Millî Görüş ve Adil Düzen”in dışında ne var, görmek istedim.
AK Parti programda sadece neler yapılacağı yazılmış! Oysa programda neler yapılacağı yazılmaz, bunu Anayasa yazar. Parti programı nasıl yapacağını yazar.
Selahattin Öztürk ve Üsküdar için yazıyordum. O Üsküdar’a gelmediği için oradaki çalışmalar durdu. Bunun sorumluluğu ona aittir. Tekrar faaliyete geçmesini istiyorum.
Siyaset sahnesi boştur. Sizin sırtınıza biner, yukarıya çıkar, sonra da sizi itiverirler.
Siyasetteki başarı seraptır. İlme ve halk sanayisine dönmemiz gerekir. AK Parti aldığı oyu “Adil Düzen”e borçludur. Halk size bunun için oy verdi. Bir gün sizin oyunuz da DSP’nin oyu gibi yüzde birlerin altına düştüğü zaman ben hayatta olamayabilirim. O zaman bu sözlerimi hatırlayın...
Bundan sonra her hafta “AK Parti Programı” ile “Adil Düzen” arasındaki ilişkiyi anlatmaya çalışacağım.
AK Parti Programı’nda şöyle bir başlık vardır: SANAYİ MÜLKİYETİ!?!
Bu başlık altında neler yazılıdır? “Patent, marka ve endüstriyel tasarımların korunması ve sanayi mülkiyeti alanında yapılacak yatırımların desteklenmesi…”
“Patent” kavramı hukuk literatüründe bilinen hukuki bir kavramdır. Bilhassa sanayi keşiflerinin uygarlığa katkısı ortaya çıkınca “patent hakkı” denen bir kavram geliştirilmiştir.
Büyük sermaye bu buluşları satın almış ve buluşlar üzerinde tekel oluşturarak günümüze kadar sanayi sömürüsünü sürdürmüştür.
AK Parti’nin burada desteği nasıl olacaktır? Sanayi buluşlarını satın alan büyük sanayinin hukukunu korumak, yani halk sanayisinin oluşmasını önlemek şeklinde mi olacaktır? Başka türlü küçük müteşebbislerin patentlerini nasıl destekleyecektir? İşte bu partinin programında bunun cevabı yoktur.
“Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası” çalışmamızın ilgili maddelerinde bu konu çözülmüştür. Bütün sanayiciler her türlü patentleri karşılıksız kullanabilir ve üretim yaparlar. Sadece her sanayici ürettiği malların % 1 kadar veya daha fazla bir patent payını öder. Böylece patent payları birikmeye başlar. Diğer taraftan buluş yapan insanların patentleri satın alınır ve bu biriken fondan onlara ödeme yapılmış olur.
“Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nda buluşlar kademe kademe değerlendirilmiştir. Fikrî buluşlar, ön proje buluşları, proje ihaleleri ve örnek uygulama buluşlar. Patent bu suretle tamamlanmış olur. Bu patentten doğan haklar bunlar arasında bölüştürülür.
Sayın AK Partili Bakanlar! Sayın Atilla Koç! Sayın Abdüllatif Şener! Sayın danışmanlar!
Sizin herhangi birinizin herhangi bir çözümü var mı?.. Varsa, açıklayın da biz de öğrenelim…
Kur’an’da “patent” ile ilgili hükümler şöyle ifade edilmiştir. İnsan için çalışmasından başkası yoktur. Çalışması yukarıda açıklandığı gibi değerlendirilecektir. Başka bir âyette de, Allah yani devlet kimsenin amelinin ecrini çürütmez. Yani, devlet herkese emeğinin karşılığını vermelidir.
“Marka” kavramı da yine tekel sermayenin tüm pazara sahip olup yalnız onların mallarının satılması, halkın ise sadece onların işçisi olması için geliştirilmiş bir mekanizmadır. AK Parti bunu destekleyeceğim demekle; marka dışı imalat ve ticareti yasaklayacağım, ağır cezalar koyacağım, kredi vermeyeceğim şeklinde mi ifade ediyor?!. Belli değil!..
Yok, hedefi halkın üretimini standart içinde ve markalaşarak üretim yapmasını sağlamak ise; bu mesele de yine “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nda çok açık olarak yer alır. Nasıl?
Bir kimse bir malı ürettiği zaman kontrolöre götürür ve o malın özelliklerini tesbit ettirir. Bunun için kontrole bir ücret ödemez. Kontrol, özellikleri tesbit edilen mala etiket yapıştırır ve mühürler. Malın üzerinde üreticinin ünvanı yazılıdır. Mühürlenmiş malı ambara teslim eden üreticiye bir belge verilir. Bundan sonra o malın korunması ve nakli kamuya ait olup, üretici tamamen sorumsuzdur. Üretici eline verilen belgeyi serbest piyasada satar ve karşılığa malik olur. Bundan sonra sorumluluk kontrole kalmıştır. Eğer belli kaliteyi tutmuyorsa ‘Kontrol Dayanışma Ortaklığı’ bedelini öder. Kontrolün bir görevi de etikette üreticinin doğru olarak ünvanının yazılmasıdır. Üretici kontrol ettirmediği malı ambara veremez. Nakliye de karşılıksız yapılmaktadır. Üretici bütün kamu ve genel hizmet paylarını ürün cinsinden öder. Ambara 10 kaşık teslim eder, kendisine 6 kaşıklık belge verilir. Vergi, kontrol, nakliye ve sigortanın hepsi onun içindedir. Kimse başkasının markasını kullanma imkanını bulamaz. Kontrollerde anlaşır da sahtelik yaparlarsa, kontrolün dayanışma ortaklığı öder.
İşte “Adil Düzen” markayı böyle desteklemektedir. Söyleyin bakalım, Sayın Atilla Koç ve Sayın Abdüllatif Şener, sizin çözümünüz nedir, nasıl destekleyeceksiniz? Sayın Başbakan Erdoğan, “Adil Düzen”i reddettiğin zaman senin programının sadece halkı kandırma ve oy alma ninnilerinden başka ne mânâsı vardır?..
“Endüstriyel tasarım” kavramını yeni duyuyorum. Hukuk dilinde böyle bir kavramı bilmiyorum. Bundan kasıt ‘endüstriyel projeler’ olmalıdır. Böyle bir hakkın tanınması israfa zorlama demektir. Mesela, bir elektrik motorunu yaparken en iyi çözüm bakırla demir arasında eşitlik sağlamadır. Standart motor imal etmek gerekmektedir. Buluş dışında mühendislikte daima ideal değer vardır. Mühendis o değeri hesaplar ve ona göre proje çizer. Biri benden önce hesapladı diye ben onu projemde kullanamazsam, benim projem ekonomik ölçüler içinde üretilmemiş olur. “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nda bu sorun çözülmüştür. ‘Ön Proje Yarışmaları’ ile proje ihaleleri hazırlanmaktadır. Proje ihale edilip ideal ölçülere dayanan ‘Tip Projeler’ geliştirilmektedir. İsteyen bu projeleri kullanıp sanayi üretimi yapar. Ancak patent hakkının belki iki katı proje bedelini üreticiden veri. Bu suretle toplanan fondan ön proje ve üretim projeleri, hattâ örnek uygulamaları yapılır. Böylece proje üretenler paylarını alırlar. Ama projeyi kullananlar ise bedeli üretimden pay olarak öderler.
Sayın Erdoğan! Bunlar senin programında olmayınca, “Adil Düzen”in desteği olmadan nasıl yapacak, nasıl olacak da bu desteği sağlayacaksınız? Sayın Şener ve Sayın Koç! Buyurun söyleyin! “Adil Düzen” gömleğini giymediniz, baş(ba)kanınız yasakladı! Çıplak nasıl dolaşacaksınız, ayıp değil mi?!.
“Sanayi mülkiyeti” terimi de nevzuhur bir terimdir. Hukukta yeri yoktur, tanımlanmamıştır.
Olsa, olsa kasıt şudur: Tekel sermayenin tekellik mülkiyetine ‘sanayi mülkiyeti’ denir! Mesela, atom enerjisini üretip yararlanma hakkı sadece sömürü sermayesine aittir, onun hakkıdır! Bir başka ülke atom enerjisinden yararlanamaz! Niçin? Olur ya, belki atom silahına dönüştürür. Ee, bu niye suç olsun? Çünkü ben güçlüyüm, ben ne dersem o olacak! Sadece atom değil, petrol de öyledir, çünkü petrolle de kimyasal silah imal edilebilmektedir! O da yetmez, tarım ürünlerini işlemek de ancak tekel sermayeye aittir, çünkü onunla biyolojik silah imal edilmektedir! Tüm teknolojik buluşlar ve uygulamalar tekel sermayenin hakkıdır, AK Parti programında bunu onlara taahhüt etmektedir.
“Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nda bu sorun da çözülmüştür.
Patent ve marka hakları korunduktan sonra, yetkili herhangi birisi yoktur. Rekabet piyasasını zedelemeden tekeli önlemek devletin temel hakkıdır. Evet, ticaret serbesttir. Rekabet içinde ekonomi söz olacaktır. Kapitalizme karşı korunmuş liberalizm “Adil Düzen”dir. Bunun için şunlar yapılmaktadır.
a) Faiz meşru değildir. Hukuk onu korumaz.
b) Gelir vergisi yerine, ticarette sermaye vergisi konmuştur. Azalan verim kanununa göre sermayeye müdahale edilmeden sınırlanmıştır. Bu sınır sektöre, yere ve işletmenin başarısına göre artabilmektedir. Sermayenin korunması için işletme var gücüyle çalışmak zorundadır.
c) Genel hizmet serbest meslek erbabı tarafından yapılmaktadır. İşletmelerin sabit giderleri yoktur. İşçiler ücretlerini, mülk sahipleri kiralarını, sermaye sahipleri kârlarını, devlet kamu ve genel hizmet payını cirodan pay olarak alırlar. Böylece büyük sermaye ile küçük sermaye birbirleriyle yarışabilirler ve tekel oluşmaz.
d) Altyapı ve sosyal güvenlik vergi karşılığı sağlanmış olup, halka karşılıksız sunulur. Kredi çalışana verilir, çalışan hangi işverenin yanında çalışırsa işveren borçlu olur. Faizli kredi yoktur. Ham madde kredisi de ancak işçi çalıştırılıyorsa verilebilir. İşverenle işçi arasına girilmez. Küçük ve orta müteşebbislerin sigorta, vergi, sosyal haklar, çevre kirliliğini önleme gibi yükümlülüklerle tekel olmayan sermaye çökertilmez.
Evet, Sayın Başbakan! Sizin kendi programınızı okuyacak vakit bulmanız zor! Ama, emir verin de ilim adamlarınız programınızı şerh edip nasıl yapacağınızı size ve bize bildirsinler. Görelim bakalım, “Adil Düzen” dışında hangi gömleği giyiyorsunuz? Bakalım Kur’an ve müsbet ilmin öğrettikleri dışında bir yolunuz var mı?!.
Muhterem okuyucularımızdan bir ricamız vardır: Dün bizimle çalışan bu arkadaşlarımız fazla oy aldılar, büyüdüler, biz onların yanında yerdeki karıncalar gibi kaldık, başımızı kaldırıp onlara bakacak kadar bile bir güç bulamıyoruz!..
Sizler bir yol arayın da, belki bu sözlerimizi duyuracak bir kulak bulabilirisiniz...
Yoksa…
Bâki selâm ve duâlar...
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL