1967...1968...1969....AKEVLER 40 YILDIR ÇALIŞIYOR....2004...2005...2006
GELECEĞİN II. KUR’AN - V. İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ... BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
ADİL DÜZEN 365
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi / 15 Temmuz 2006 / Fiyatı: www.akevler.org veya www.adilduzen.com’a tıklamak!
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 365. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Hedefimiz; “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, Reşat EROL
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ
MERKEZ BANKASI’NIN GÖREVİ VE İŞLEYİŞİ
TASARRUF VE DIŞ SERMAYEYİ TEŞVİK
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 27. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
قُلْ إِنْ كَانَتْ لَكُمْ الدَّارُ الْآخِرَةُ عِنْدَ اللَّهِ خَالِصَةً مِنْ دُونِ النَّاسِ فَتَمَنَّوْا الْمَوْتَ إِنْ كُنتُمْ صَادِقِينَ(94) وَلَنْ يَتَمَنَّوْهُ أَبَدًا بِمَا قَدَّمَتْ أَيْدِيهِمْ وَاللَّهُ عَلِيمٌ بِالظَّالِمِينَ(95) وَلَتَجِدَنَّهُمْ أَحْرَصَ النَّاسِ عَلَى حَيَاةٍ وَمِنْ الَّذِينَ أَشْرَكُوا يَوَدُّ أَحَدُهُمْ لَوْ يُعَمَّرُ أَلْفَ سَنَةٍ وَمَا هُوَ بِمُزَحْزِحِهِ مِنْ الْعَذَابِ أَنْ يُعَمَّرَ وَاللَّهُ بَصِيرٌ بِمَا يَعْمَلُونَ(96) قُلْ مَنْ كَانَ عَدُوًّا لِجِبْرِيلَ فَإِنَّهُ نَزَّلَهُ عَلَى قَلْبِكَ بِإِذْنِ اللَّهِ مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ وَهُدًى وَبُشْرَى لِلْمُؤْمِنِينَ(97) مَنْ كَانَ عَدُوًّا لِلَّهِ وَمَلَائِكَتِهِ وَرُسُلِهِ وَجِبْرِيلَ وَمِيكَالَ فَإِنَّ اللَّهَ عَدُوٌّ لِلْكَافِرِينَ(98)
قُلْ (QuL) “Kavlet/Söyle”
Kur’an Bakara Sûresi’nde Adem oğullarına hitap etmiştir. Bu hitap insanlığadır, Hz. Adem’den kıyamete kadar gelmiş ve gelecek insanları içermektedir. Sonra ‘Ey nâs’ diye insanlara hitap etmiştir, bu hitap da bugün yaşayan insanlaradır, beş vakit namaz kılan aşiretleredir. Sonra Cuma namazı kılan kabileleredir. Sonra Ramazan Bayramı Namazı’nı temsilen kılan şa’bleredir. Sonra Kurban Bayramı Namazı’nı temsilen kılan kavimleredir ve temsilen hac yapan bütün yaşayan insanlaradır.
“KUL/Söyle” emri de adım adım bunların fertlerine ve başkanlarına emirdir.
“KUL/Söyle” sen ey inanmış insan, Kur’an’ı Allah’ın sözü olarak kabul eden ey mü’min; Allah’ın halifesi olarak İsrail oğullarına, onlar gibi düşünen diğer kavimlere söyle. Aşiret başkanına söyle, Allah’ın halifesi olan aşiret adına aşiretin elçisi olarak söyle; sonra Allah’ın halifesi olan kabilenin elçisi olarak kabile adına söyle, şa’b adına söyle, kavmin elçisi olarak kavmin adına söyle...
O halde burada emredilenler, mü’minlerin her biri ve özellikle başkanlara emrolunmaktadır. Kur’an İsrail oğullarına doğrudan hitap ettikten sonra, artık mü’minler aracılığı ile de tebliği ulaştırmaktadır.
إِنْ كَانَتْ لَكُمْ الدَّارُ الْآخِرَةُ (EiN KAvNaT DAvRu eLEaPiRaTi) “Âhiret dârı sizin ise.”
Tevrat’ta âhiretten bahsetmemektedir. Ancak Yahudilikte de cennet ve cehennem anlayışı, âhiret ve dünya kavramı, farksız olarak Hıristiyanlıkta ve Kur’an’da olduğu gibidir. Hattâ Hazreti İsa’ya Tevrat âhiretten bahsetmiyor diye söylemişler, Hazreti İsa da âlimâne cevap vermiştir: “Musa çalıda Rabbi ile konuşurken Allah ona ne demiştir? Ataların İbrahim, İshak ve Yakub’un Rabbidir demiştir. Rabbi idi dememiştir. Öyleyse İbrahim ve oğulları yok olmamıştır. Onlar hâlâ vardırlar ki, O onların hâlâ Rabbidir.” demiştir.
Usûlde buna ‘dâllun bi’l-işareti’ (işaret ile delâlet) denmektedir. Gerçekten de onlar ‘Âhiret yurdu yalnız bizimdir’ dediklerine göre, o zaman âhirete inanmaktadırlar demektir.
“Ahir” son demektir. Bir tavuk karnında yumurta yapar, onu önce dışarıya çıkarır ve bekletir. Yeterli sayıya ulaşınca onların hepsi üzerinde kuluçkaya oturur ve birden çıkarır, sonra yurda, yani dünyaya bırakır.
Allah da bu dünyayı anne karnı gibi yaratmıştır. Buraya getirmektedir. Bu yumurtanın anne karnında var edilişi gibidir. Ölüm ise yumurtanın dışarıya çıkarılmasıdır. Sonra, kıyamet tavuğun kuluçkaya yatması gibidir. İşte ondan sonra civcivlerin birden yumurtalarından çıkması gibi bütün insanların âhiret yurdunda toplanmalarıdır. Nasıl yumurtada gaye civcivden oluşacak tavuk ise, bu dünya hayatı da âhiretteki olgunlaşmış insanları oluşturmadır. Bu anlayış Hazreti Adem’den beri insanların inandıkları bir anlayıştır.
Yirminci asrın son yarısında keşfedilenler bütün bunları kanıtlamaktadır.
a) Önce dört ve beş boyutlu uzay bulunmuş, hiçbir şey var olmamakta ve yok olmamaktadır. Sadece biz beş boyutlu uzay içinde seyahat etmekteyiz. Yolumuz çok kolaylıkla cennet ve cehennem ayırımına gelebilir. Sol cehenneme, sağ da cennete giden kavşak olacaktır. Bileti dünyada almış olanlar sağdan cennete gidebilirler. Yani, dört ve beş boyutlu uzayın varlığı cennet ve cehennemin imkanını ispatlamıştır.
b) Bundan 15 milyar yıl önce Kâinat yoktu, zaman yoktu, mekân yoktu. Kâinat büyük patlama ile oluştu ve şimdi genişlemektedir. Sonra hiç olmazsa galaksilerde bir daha toplanma olacak ve bir daha patlama olacaktır. Bu da bize bu fani dünyadan sonra da yeniden bir Kâinat oluşmasını haber vermektedir. Bu durum fiziki bakımdan da kendisini belli etmektedir.
c) Kâinatta evrim kanunları geçerlidir. Ölüm evrim içindir. Sonbaharda yapraklar dökülür ki ilkbaharda tazeleri çıksın. Yaşlanan insan gençlere yer açmak için ölür. Gençler ölenlerden daha ileri bir hayata kavuşurlar. Evrimin olması için hayatın yenilenmesi gerekir. İşte Kâinat da ölüme gidiyor, o halde bu âlemden daha ileri hayat gelecektir demektir. Her gece bir gündüzü, her akşam bir sabahı müjdeler.
d) İnsanlar ilk yaratılıştan beri hep yaşamak istemektedirler ve bunların hepsinde öldükten sonra yaşama duyguları vardır. Algılar yalancı değildir. Eğer bir duygu ve inanışı telkin ediyorsa onda gerçeklik vardır. İnsanlar sebepsiz bir şeyin varolacağına inanmamışlar, dolayısıyla her zaman Allah’a inanma ihtiyacını duymuşlardır. Allah’ın da abesle iştigal etmeyeceğini ve kendi yarattığı bu varlıkları yok etmeyeceğini kabul etmişlerdir.
e) Bunların dışında tarihte peygamberler gelmişler ve mucizeler göstermişler, insanlar da onların Allah’ın elçileri olduklarına inanmışlardır. Bugün yeryüzünde yedi milyar insan vardır. Bunların yüzde doksan dokuzu bu peygamberlere inanmakta, yüzde biri de moda olsun diye inanmamaktadır.
Kırgızistan Bişkek’te bir küçük şehir belediye başkanının evine misafir gitmiştim. Evdekilerden herkesin İslâmiyet’e yakınlığı vardı. Sadece belediye başkanı ateist olduğunu söylüyordu. Sohbet esnasında, ‘Sen Allah’a inanmıyor musun?’ diye sordum. ‘İnanıyorum!’ dedi. ‘Öyleyse nasıl ateistsin?’ dedim. Sustu! Moda olsun diye veya bazı mecburiyetlerden ‘inanmıyorum’ diyor, çünkü başkandır.
Son olarak Kur’an gelmiş ve kendisinin ilâhi söz olduğunu ispat etmiştir.
Kur’an ilâhi söz olduğunu ispatlamak için şu delilleri getirmiştir.
1- Her varlığın kendi matematiği vardır. Onunla diğerlerinden ayrılır. Kâinatın matematiği ile Kur’an’ın matematiği aynıdır. 1, 3 ve 7 tabanlarına dayanan 2’li ve 10’lu sistemdir. Kâinatın matematiği budur, Kur’an’ın matematiği de budur.
2- Kur’an geçmişi doğru olarak anlatmıştır. Tabiat kanunlarından doğru olarak haber vermiştir. Verilen bilgiler arasında bir hataya rastlanmamıştır. Müsbet ilim geliştikçe, tarih aydınlandıkça, Kur’an’ın bildirdiklerinin doğru oldukları ortaya çıkmaktadır. Mesela Kâinatın büyümesi, mesela Mezopotamya tarihi.
3- Kur’an gelecekten haber vermiştir ve haberler bir bir gerçekleşmektedir. Mesela, Perslerin yenileceği, Rumların galip geleceği bildirilmiş, bu gerçekleşmiştir. Bugün de bunu yaşayarak görüyoruz. Mesela Kâinatın fâni olduğunu bildirmiş, entropinin büyümesiyle bu ispatlanmıştır.
4- Kur’an sosyal düzen getirmiştir. O düzene uyanlar binlerce yıl yaşamışlar, uymayanlar helâk olmuşlardır. Mesela, Osmanlılar 700 sene yaşadılar, Sovyetler 70 sene yaşadılar.
İşte bu Kitap da diğer peygamberler gibi âhiretten haber vermektedir. Kur’an’ın ilâhi söz olduğu sabit olduğuna göre, âhiretin varlığı ve biçimi de müsbet ilimle sabit olmuş olur. Biz hiçbir zaman İstanbul’u Fatih’in fethettiğini görme imkânına sahip değiliz, ama belgelere dayanarak inanıyoruz, şüphesiz inanıyoruz. Diğer dinler ve Kur’an da kesin doğru belge olarak bize âhireti haber veriyor, o halde ona da inanmak zorundayız.
İsrail oğulları her ne kadar dünyaya ‘âhiret yoktur’ diye telkin edip insanları dinsizleştirmek için çaba gösteriyorlarsa da, kendi aralarında oldukları zaman onlar da âhirete inanıyor ama, âhiretin yalnız kendilerine ait olduğunu söylüyorlar. Kur’an da bizden onları uyarmamızı istemektedir.
عِنْدَ اللَّهِ (GıNDa elLAHi) “Allah’ın indinde.”
Olan âhiret yurdu sadece onların ise bir diyeceğimiz yoktur!
Burada bu vasfın zikredilmesi, cennetin kastedilmiş olmasıdır. Cehennem veya âraf da olabilir.
Diğer insanlar oralarda yerlerini alabilir. Ama Allah’ın indinde olan, onun makbulü olan cennet ise onlara göre sadece İsrail oğullarına aittir.
Allah mekândan münezzehtir, ama cennette Allah doğrudan mü’minlere muhatap olacaktır.
İnsanlar nasıl bu dünyada peygamberlerle muhatap ise orada Allah doğrudan mü’minlerin hepsi ile peygamber imişler gibi muhatap olacaktır. Sadece bu hâl bile mü’minlere yapılan ikram için yeterlidir.
Orası ne İsrail oğullarına mahsustur, ne de ‘Ben Müslümanım’ diyenlere mahsustur; oraya lâyık olanlara mahsustur, kalbi selim ile gelenlere mahsustur.
خَالِصَةً مِنْ دُونِ النَّاسِ (PAvLiÖaTan MiN DUvNı elNAvSi) “Nâsın dununda onlara hâlis ise”
“HALAS” kurtulmak demektir. Hâlis, su demek, içinde toz toprak olmayan, içine başka şey karışmamış su demektir. ‘Halasü neciyya’, neciyyen hâlis oldular, yani yanlarında kimse yoktu demektir.
Cennet de onlara göre yalnız kendilerinin olacak, diğer insanlardan kimse orada olmayacaktır.
Bu inanç bugün de bütün dinlerde yaygındır. Eskiden kabilelerden her biri kendine ayrı tanrı kabul eder, tanrıları savaştırır, kendilerini de kendi tanrılarının askerleri kabul ederlerdi. Büyük peygamberlerin dinleri çok tanrıyı iddia etmeyince kendi tanrılarını savaştırmadılar. Bu sefer inandıkları tek tanrıyı kendi tanrıları olarak kabul ettiler, diğer din mensuplarını Allah’ın düşmanları olarak görmeye başladılar. Hattâ mezhepler arasında bile din savaşları olmuştur. Bu savaşların temeli, insanların Allah’ı sadece kendilerinin tanrısı olarak görmeleri ve cenneti de sadece kendilerine tahsis etmeleridir. Dinler arasındaki diyalog ancak Kur’an’ın bu hükümlerini doğru olarak insanlığa anlatmakla sağlanabilir.
فَتَمَنَّوْا الْمَوْتَ (Fa TaManNAVuv eLMaVTa) “Ölümü temenni ediniz.”
‘Cennet bizimdir, biz kötü olsak da iyi olsak da cennete gideceğiz!’ diye inanıyorsak, o zaman burada ne işimiz var? ‘Allah’ım, bu sıkıntılı dünyadan bizi kurtar’ diye dua ve temenni ederiz.
Oysa herkes ölümden korkmakta ve ömrünü uzatmak için uğraşmaktadır. Bu hastahaneler ve sigorta müesseseleri hep ölümü biraz olsun geciktirmek için değil midir? Mü’minlere verilen vazife yaşamaya çalışmak, kendi ellerimizle kendimizi tehlikeye atmamaktır. Bunu duygularımız bize emrettiği kadar, dinimiz de bize bunu emreder. Bir devlet ne kadar zalim olursa olsun, biz onu yıkmaya çalışmayız.
Bizim görevimiz canımız pahasına da olsa onu yaşatmaktır. Ama zalim devleti Allah belki de başka zalimlerin eliyle yıkar. Bizim görevimiz devletimizi yaşatmak ve düzeltmektir. Devletimizi savunurken, onu zalim olmaktan kurtarırken ölebiliriz, ama biz ölümü isteyemeyiz. Çünkü Allah ona ruhsat vermemiştir. Ama eğer Allah bize verilen bir görevi yerine getirmek için bu dünyaya gelmeseydik, burada kalmamızın mânâsı olmazdı. İsrail oğullarının veya müslimlerin düştükleri hata burasıdır. Burası orasını kazanmamız için var edilmiştir. Ne kadar çok yaşarsak o kadar çok kazanırız demektir. Günahlarımızın da tevbesi mümkün olur.
Onlar da ölümü istemediklerine göre, onlar da cennetin kendilerine has olmadığını bilmektedirler.
إِنْ كُنتُمْ صَادِقِينَ(94) (EiN KuNtUM ÖaDıQIyNa) “Sadık iseniz ölümü temenni ediniz.”
Sadık değilsiniz. Yani, onlar da çok iyi bilmektedirler ki, cennet onlara halis değildir.
Bunu Hıristiyanlar da, Budistler de, Hindular da bilmektedirler ama, birbirlerini kandırarak diğer dinlere karşı nefret ve savaş aşılamaktadırlar. Ne yazık ki Kur’an’ın bu kadar açık ifadelerine rağmen, Kur’an ehlinin çoğu da hâlâ buna inanmaktadır: Allah’a ve Hazreti Muhammed’e inanmış kimse, ameli kötü olsa da azabını çeker ve cennete gider, buna inanmayan kimse ise cehenneme gider ve ebediyen orada kalır.
Bu saçma ve bâtıl inanç nereden gelmiştir? Bu emperyalist devletlere asker hazırlamak için uydurulmuş bir hikâyedir. Bunu insanların beyninden söküp atmak mümkün olamamaktadır. III. Bin Yıl Uygarlığı eğer din savaşlarına dayanmayacaksa, bu bâtıl inanışın insanlığın beyninden uzaklaştırılması gerekir.
Bugün İsrail oğulları Kur’an’ın bu açıklamalarına karşı sadece kendi halkı ile ilgili anlayışı değiştirdiği için karşı çıkmamaktadırlar. 7 milyon civarında olan İsrail oğulları 7 milyar yani kendilerinin bin katı olan insanlığı yönetmek için böl, çatıştır ve yönet düsturundan olacaklarından dolayı istememektedirler. Ne yazık ki, insanlığın bu bâtıl inanışı içinde dinlerarası diyaloga bile hâlâ karşı çıkmaktadırlar. Adil Düzen Çalışanları içinde bile hâlâ bilmeden sömürü sermayesinin askerliğini yapmakta olanlar vardır. Dinleri ve ırkları ne olursa olsun, iyi olanlar cennete, kötü olanlar cehenneme gideceklerdir. İyi olan insanlar kimlerdir?
a) İyi insan kendisini diğer insanlardan farklı kabul etmeyen kimsedir. Kendilerini üstün görenler, kendilerini tanrı yapmış olurlar. Başkalarını üstün kabul edenler, onları tanrı yapmış olurlar. O halde iyi insan, Kâinatı var eden ve bizi yaşatan kimseye şerik yani ortak koşmamakta, şirkten uzak durmaktadır.
b) İyi insan, kendisi başkasına ne yapmayı uygun görüyorsa, benzerinin kendisine yapılmasına da razı olandır. Böylece diğer insanlarla birlikte barış içinde yaşamayı benimseyen kimsedir.
c) İyi insan topluluk içinde yaşar, diğer insanlarla ilişkilerini sözleşmelerle düzenler ve o sözleşmelerde yazılı olanlara riayet eder. O halde, iyi insan sözünde duran kimsedir.
d) İyi insan, kendi hak ve hürriyetlerinin sınırının, başkalarının hak ve hürriyetlerinin sınırı olduğunu bilen kimsedir. Bu sınırı belirleyenler de hakemlerdir. Ben kendimi haklı göreceğim değil, iki kişi beni haklı görürse haklıyım diyecektir. Hakem kararlarını kabul eden kimse iyi insandır.
Görüyorsunuz ki, iyi insan olmak için ne bir ırka, ne de bir dine mensup olmak yetmez.
Dinler ve devletler bu iyilikleri içlerinde yaşatan müesseselerdir. Ne din ne de devlet gaye değildir. Gaye insanın kendisidir. Hepsi insana hizmet etmek için vardır. Savaşmak için değil, savaşları önlemek için vardırlar. Savaş ancak barışın korunması için olursa meşrudur.
***
وَلَنْ يَتَمَنَّوْهُ أَبَدًا (Va Lan YaTaManNaVHu EaBaDan) “Ebeden onu temenni edemezler.”
Kur’an başka yerde insanların cehennemde ölümü temenni edeceklerini söylemektedir. Onlar cehennemlik olduklarını bildikleri halde orada ölümü temenni etmeyecekleri anlamı çıkmaz. O halde buradaki “EBEDEN” sözü âhireti içermemektedir. İster cennetlik ister cehennemlik olsunlar, ebedi kılma demek, cennet ve cehennem durdukça ebedilik demektir. Burada da ebedilik demek, kıyamete kadar veya ölünceye kadar ebedilik demektir. Çünkü âhirette yeni zaman başlayacak, yeni mekân ortaya çıkacaktır. Onun da sonu olacak, âhiretin âhireti daha evrimleşmiş bir hayat olacaktır. İnsan Allah’ına biraz daha yaklaşacak ama hiçbir zaman varamayacaktır. Yeryüzünden bir taş atsak, hızı küçükse taş biraz sonra yeryüzüne döner, fazla ise yerçekiminden kurtulur ve bir daha yeryüzü ile ilişkisi kalmaz. Ama öyle bir hızı vardır ki, ne yeryüzünden kurtulabilir, ne de geri dönebilir. Daima uzaklaşır, ama hiçbir zaman kopma sınırına varamaz.
Allah’a yaklaşmak da böyledir. Âhiretlerin âhiretleri de böyledir. Hint felsefesindeki tenasuh bu anlayışı dile getirmektedir, ancak bunu bu kâinatımıza çevirmişlerdir, onun için yanlıştır.
Demek ki, bu âyet göstermektedir ki ebedden kasıt sadece kendi zamanı içinde ebedidir.
بِمَا قَدَّمَتْ أَيْدِيهِمْ (BiMAv QadDaMaT EaYDiHiM)
“Yedlerinin takdim etmiş olmaları nedeniyle.”
Burada “BİLLEZΔ değil de, “BİM” getirilmiştir.
Yapılan bir kötülük değil, nekire olarak yapılan kötülüklerden her biri. Burada klasik Müslümanların anlayışlarına da cevap vermektedir. “Bimâ Taammedet Kulubuhum” dememekte, yani imandan bahsetmemekte, “Bimâ Kaddemet Eydîhim” demektedir. Beyinlerinin düşündüğü değil de, ellerinin yaptığı.
“Takdim etmek” ilerisi için hazırlamak demektir. İsrail oğulları 500 yıldır insanlığa kan kusturmaktadır. İnsanları birbirleriye savaştırmakta, aralarında ticaret yapmalarını engellemekte, dinsizliği ve ahlâksızlığı telkin etmekte, karşılığı olmayan para ile insanları sömürmektedir. Elleri ile takdim ettikleri bunlardır. Tabi ki günahkâr olma bakımından yalnız İsrail oğulları değildir. Hiçbirimiz ölümü temenni edemediğimize göre, hepimiz ölümü temenni edemeyen kötü işler yapmışız demektir. Osmanlı sarayı aynı zamanda katl ve zulüm sarayı değil midir? Fitneyi sokan sömürü sermayesi ama, bunlara âlet olan tüm insanlar.
وَاللَّهُ عَلِيمٌ بِالظَّالِمِينَ(95) (VaelLAHU GaLİyMun Bi elJAvLiMIyNa)
“Allah zalimleri bilmektedir.”
Burada “ALÎMÜN” kelimesi nekire gelmiştir. Dolayısıyla Allah’tan kasıt yalnız Kâinatı halk eden Allah bildiği gibi, onun halifesi olan nâs da yani insanlar da bunların yaptığı zulmü bilmektedir.
İsrail oğullarının bir kısmı, hakim olan kısmı zalimdir. Bu zalimlikler de insanlık tarafından, tarih tarafından bilinmektedir. Gerçekten de bunlar çok açık olarak insanlık tarafından bilinmektedir.
***
وَلَتَجِدَنَّهُمْ (Va La TaCiDanNaHuM) “Onları bulursun.”
“Sen onları bulursun.” Kimdir bu sen? “Kul/Söyle” emrini alan kimsedir.
Onlarla işbirliği yapsak, birlikte savaşa gitsek, bizim askerlerimiz ölmeyi şehadet mertebesine yükselme olarak görürler. Onlar ise ölmeyi yok olma şeklinde görürler.
Onlar için âhiret hayatından ziyade dünya hayatı önemlidir. Gerek Müslümanlar, gerek Hıristiyanlar, gerekse diğer din mensupları yaşamak isterler, ama şunu bilirler ki, bu hayatın sonu ölümdür ve ölümden sonra da hayat vardır. Bir an önce veya bir an sonra, gitmenin fazla önemi yoktur. Bazı işleri görmek, hizmet yapabilmek, âhiret hayatına daha yüklü gitmek için hayat istenir, yoksa elden gideceği kesin olan bir hayatın gitmesine çokça üzülmek gerekmez. İsrail oğullarındaki böyle bir korku diğer nâstan daha fazladır.
أَحْرَصَ النَّاسِ عَلَى حَيَاةٍ (aPRaÖa elnNAvSı GaLay XaYAyTin) “Hayat için nâsın en harisi.”
Kendileri nâs içinde seçilmiş kavimdir. Görevleri büyüktür. Sayıları da çok azdır. Bu sebeple Allah onlara daha çok yaşama hırsı vermiştir. Onlar bilmektedirler ki, o sayıları ile cihad yapıp ölmeye gitseler, başaracakları bir şey yoktur. Dolayısıyla kendileri savaşıp ölmekten ziyade, başkalarını savaştırıp birbirlerine öldürterek kendi üstünlüklerini korumaktadırlar. Bunun için İsrail oğullarını korkak olarak biliriz.
Onlara göre maşa varken neden ellerini yakacaklar. Bugün Filistin’de cereyan eden olay da aslında budur. Bir Yahudi ölüyorsa, on tane de Filistinli ölmektedir. II. Cihan Savaşı’nda Yahudilerin katliamı iddia edilmiştir. Avrupa kaç milyon insan kaybetti, onlar kaç kişi kaybettiler? Katliama uğradılarsa, bugünkü İsrail nüfusu nereden geldi? Dünyada da sayıları azalmamıştır. Allah bu yönü ile de onları korumaktadır.
وَمِنْ الَّذِينَ أَشْرَكُوا (VaMİNa elLaÜIyNa EaŞRaKUv) “İşrak edenlerden de.”
Burada “MİN” getirilmiştir. Yukarıya atfedecek olursak işrak edenlerden de nâsın ahrasını/hırslısını bulursun mânâsı çıkar. Onların hepsini hayata ahras/hırslı bulursun. Müşriklerden de kimilerini öyle bulursun demektedir. Âhirete inanmayan kimselerin dünya hayatına haris olmaları gerekir. Bu da normaldir. İsrail oğulları da onlar gibi haris durumdadır. Kur’an başka bir yerde de İsrail oğulları ile müşrikleri birbirine yakın gruplar olarak zikretmektedir. Son 500 yıldır onlar şirkin ve ateizmin şampiyonluğunu yapmaktadırlar.
Müslümanlar, Hıristiyanlar, Budistler ve Hindular hep zulme uğramış, mağlup olmuşlardır.
Dünyayı saran kapitalizm ve sosyalizm hep İsrail oğullarının yanında olmuştur. Sovyetler sermaye düşmanı değil midir? O halde en çok zulmü orada görmüş olmalıdırlar. Ama hayır! Öyle olmamıştır. Tam tersine, tüm Sovyet yönetiminde en seçkin kavim olmuşlardır. Tüm Sovyetlerin kasa ve ambar anahtarlarını kendileri taşımış, çalmayı meşru saymışlardır. Gerek kapitalist ülkelerde, gerekse sosyalist ülkelerde müşriklerle bir olarak, yani komünistlerle bir olarak ateizmi yani dinsizliği onlar yaymışlardır.
Burada “Ve Tecidenne” hazf olmuş olur. Çünkü izafetle gelmemiş, teb’iz “MİN”i ile gelmiştir. Yahut ‘Vellezine Eşrekû’nun başına ‘Hum Ve Min Ellezîne Eşrekû’ şeklinde de düşünebiliriz. O zaman hazf baştandır. Bundan sonra gelen haberdir.
يَوَدُّ أَحَدُهُمْ لَوْ يُعَمَّرُ أَلْفَ سَنَةٍ (YaVadDu EaXaDAHuM LaV YuGamMaRu EaLFa SaNaTin)
“Onlardan biri elf/bin sene muammer olmayı meveddet eder.”
Bu cümle İsrail oğullarının ve bazı müşriklerin hâli olabilir. Onları bu halde bulursun anlamında olur. Yahut da haberi olabilir. Onlar yani müşrikler böyle uzun yaşamak isteyenlerdir anlamı çıkar. Burada “EHEDUHUM” ‘onlardan her biri değil’ de ‘birisi elf sene muammer olmayı meveddet ediyor’ şeklindedir. Buradaki “EHAD” kişiye işaret ettiği gibi, onların topluluğuna da işaret edebilir. Yani tüzel kişiliği de ifade edebilir.
20. yüzyılın tarihi yazılırken bu âyet daha iyi anlaşılacaktır. 20. yüzyılın iki kanlı savaşı ile ondan sonraki soğuk savaşı, ihtilalleri ve isyanları bir araya getirdiğimizde, bu kanlı asrın içinde inanmış insanların durumları ne olmuş, İsrail oğulları ile ateistlerin yani o zamanın solcularının durumu ne olmuştur?
Savaşa katılmışlar ve basit çıkarları için ülkeleri yıkmışlardır. Kendilerinden ölecek bir kişiye karşılık kitleleri imha etmişlerdir. Bu fitne hâlâ durmamakta, Irak’ta ve Filistin’de devam etmektedir. Günümüzde İran’a karşı da benzer davranışlar içine gidilmektedir.
وَمَا هُوَ بِمُزَحْزِحِهِ مِنْ الْعَذَابِ (Va MAv HuVa BiMUZaXZiXiHIı MiNa ElGaÜABi)
“O kendisini azaptan zihzah edecek değildir.”
“O kendisini kurtaracak değildir” demektir.
“ZAHZAHA” kelimesi bir ses taklidi değildir. Bir hayvana seslenme kelimesi de değildir. İkili sesin tekrarıdır. Deve sürüsünden bir deveyi ayırıp çıkarmak demektir. Belki de deveye ‘gel gel’ deyip sürüden uzaklaştırma anlamında kullanılan sestir. Çekip çıkarmak demektir. Oynatarak sıkışmış bir kazığı çıkarmak gibi, bir kimseyi zaman içinde oynatarak ateşten çıkarmaktır. O kendisini azaptan zihzah edecek değildir.
İnsan yaşayarak kendisini azaptan kurtarabilir mi? Amel-i sâlih kurtarır. Ama yaşanan uzun ömür aksini de yapar. Eğer hep kötülük işliyorsa daha çok günahla âhirete gitmiş olur. Dolayısıyla uzun ömür istemek de yanlıştır, kısa ömür istemek de yanlıştır. Allah’tan hayırlı ömür istemek gerekir. Allah’ın uzun ömür vermesinden ziyade, hayırlı ömür vermesini istemek gerekir. Onun için onların tahiyyeleri selâmdır denmektedir. Tahiyye, yaşmayı dilemek ama selâmet içinde yaşamayı dilemek gerekir.
أَنْ يُعَمَّرَ (EaN YuGamMaRa) “Tamir olunması onu azaptan zihzah edecek değildir.”
Ömür, iyi kötü geçen zamandır. Hayat ise sağlıklı olma çabasıdır. Selamlı hayat ise iyi hayattır.
Buradaki ömür sadece kişilerin ömrü değildir. Bir bakarsınız ki, bir vakıf gayesine göre hareket etmemeye başlar, sebebini sorarsanız; ‘Efendim, kapanırız!’ derler! Hele siyasi partiler hep kapanırız bahanesiyle kendilerine düşen vazifeleri yapmamaktadırlar. Mazeretleri neymiş? Kapanırız!..
Dernek böyle söyler, vakıf böyle söyler, parti böyle söyler... Oysa, o hizmetleri görmeyeceklerse partilerin, derneklerin, vakıfların varlıklarına ne gerek kalır? Asker savaşmıyor! Niçin savaşmıyor; ölürüm diye! Peki, savaşıp ölmeyeceksen, o zaman ne diye asker oldun? Oysa yaşamaları onları kapanmaktan kurtaramaz. Nitekim böyle kapanmayalım diyen partiler de kapanmış, vakıflar da tasfiye edilmiştir.
Burada ‘azap’ kelimesi kullanılmıştır. Bu azabın âhiret hayatında olması gerekmez.
وَاللَّهُ بَصِيرٌ بِمَا يَعْمَلُونَ(96) (VaelLAHu BaÖIyRun Bi MAv YaGMaLUvNa)
“Allah amel ettiklerine basirdir.”
Allah hiçbir şeyi boş yere yaratmamıştır. Taç yapraklarının görevi böcekleri çiçeğe çekmek, bu sayede döllenmenin olmasını sağlamaktır. Döllenme olduğu zaman işleri bittiği için dökülürler. Çünkü artık görevleri bitmiştir. Her insanın bir görevi vardır. Görevini yaptıkça varlığını sürdürür. Görevi bittiğinde âhirete intikal eder. Toplulukların da görevleri vardır. Şeytanın da görevi vardır.
Mü’minler kendi görevlerini bilmeli ve yapmalıdırlar. Zaten iman etmek demek, görevini canından aziz tutmak demektir. Askerlik bu demektir. Görevi için ölümü göze alan kimse demektir.
Cephede bir asker nasıl vatan için ölmeyi göze almak zorundaysa, bir hakim de karar verirken ölümü göze alarak karar almalıdır. Bunu yapamayan asker olmamalı, hakim de olmamalıdır.
Partililer idam iplerini kollarına dolayarak gezmelidirler. Bunu yapamayacaklar siyaset yapmamalıdırlar. Yapılması gerekenleri yapmayıp ‘yapamayız, çünkü kapanırız’ diyorsa, onunla siyasi arkadaşlığı ayırmalısınız. Allah onların bütün yaptıklarını bilmektedir. Gözetlemektedir. Görevini yapmayanları kendisi yok eder.
İsrail oğulları da ölümden korkmadan “Adil Düzen”in yanında yer almalıdırlar. Almazlarsa kendilerini kurtaramazlar. Belki yaşarlar ve varlıklarını sürdürürler ama azap içinde yaşarlar.
Allah İsrail oğullarından ve mü’minlerden cennet karşılığı mallarını ve canlarını satın almıştır. Onlar yaşamak için değil, insanlığın saadetini ve güvenini sağlamak için varedilmişlerdir. Mü’minler kendi istekleri ile bu göreve talip olmuşlardır. Onlar ise misak sebebiyle o görevi yüklenmişlerdir.
Ama Allah bugünkü İsrail oğullarından ağır yükü kaldırmış, yükün ağırını Kur’an ehline vermiştir. Onlara verilen görev ise ilimde ve ticarette Allah’ın emirlerine göre hareket etmeleridir. Aleyhlerine olsa dahi, ilmî gerçekleri gizlememelidirler. Zarar etseler bile, faize tevessül etmemelidirler. Ölüm korkusuyla tavizler verilmeyecek. Sorunları zamanla çözmek, Tevrat’ın ve Kur’an’ın verdiği ruhsatlar içinde geri çekilmek, korkudan değil, Allah’ın öyle emretmiş olmasından dolayıdır.
Kur’an’da İsrail oğullarından ve Hıristiyanlardan bu kadar çok bahsedilmiş olmasının hikmeti, dünyayı onlarla beraber güvene kavuşturacağımız içindir. III. Bin Yıl Uygarlığında bu din mensuplarının büyük katkıları olacaktır. Bir gün göreceksiniz ki “Adil Düzen”in bu yanları Hıristiyanlar ve Yahudiler tarafından tartışılmaya başlanmıştır ve katkıları olmaktadır. Belki de bu gelişme Adil Düzenci olmayan Müslümanlardan, tarikat ehlinden, Nurculardan önce gerçekleşecektir. Ne zaman ve nasıl olacağını Allah bilmektedir. Bizim görevimiz “Adil Düzen”in mahiyetini ortaya koymak ve gücümüzün yettiği uygulamalarla onlara gösterebilmektir.
***
قُلْ (QuL) “Kavlet/Söyle.”
“KUL/Söyle” sözünü tekrar etti. Muhatapların aynı ise ve zaman da aynı ise, yeniden ‘kul’ söylemene gerek olmaksızın devam edilir. Konu değişiyorsa ‘kul’ dersin. Ama muhatap veya zaman farklı olacaksa, başka yerde başka kimselere söylenecekse, arada ‘Va’ harfi koymadan ‘KUL’ denir ve kemal-i infisal olduğu anlaşılır.
Burada da İsrail oğullarına yapılan hitap genelleştirilmiş, herekse söyle, bu arada onlara da söyle anlamında ‘Kul/Kavlet/Söyle’ denmiştir.
مَنْ كَانَ عَدُوًّا لِجِبْرِيلَ (MaN KAvNa GaDuvVan Li CiBRIyLe) “Kim Cibril’e aduv olur.”
“CİBRİL”e düşman olmamak gerekir. “ADUV” olmak, cephe kurmak demektir. Cephe savaşlarında bütün yollar meşrudur. Karşı tarafı yenmek zorundasın. Nasıl yenersen yenersin. Bir defa galip geldin mi onun işi biter, bir daha onunla karşılaşmazsın. Mağlup oldun mu da senin işin biter.
Muhalefet böyle değildir. Muhalifler birbirlerine halef olmaya çalışırlar. Futboldaki oyuna benzer. Galip gelen zafer elde eder ama karşı tarafı ortadan kaldırmaz. Kur’an’da buna hayırda yarış denmektedir, müsabaka denmektedir. Cebrail’e aduv olmamak demek, düşman olmamak demektir.
Uzun zaman bu âyetin mânâsını anlamamıştım. Sonra çok açık olarak anladım.
Cibril ne yapıyor?
Allah’tan haber getiriyor, kitap getiriyor, uygulamaya karışmıyor. Uygulamayı resul yapıyor.
İlim adamları da böyledir. Müsbet ilmin verilerini ve münzel kitapların söylediklerini sadece tebliğ ediyorlar. İş adamlarından, siyaset adamlarından ve din adamlarından bir şey istemiyorlar. Onların makamlarını da talep etmiyorlar. Sokrat hiçbir şeye talip değildi ama zehirlediler. Ebu Hanife kadılığı kabul etmediği için döverek öldürdüler. Batı’da ‘dünya dönüyor’ dediği için diri diri yakılanlar olmuştur. Bediüzzaman hangi servete veya hangi makama talip olmuştu? Hiçbirine talip olmamıştı ama hayatı hapishanelerde geçmişti.
Adil Düzen Çalışanları kendileri veya yakınları için hiçbir zaman bir kuruşluk çıkar istememişlerdir. Akevler ne devletten ne de zenginlerden kredi veya yardım almıyor. İnanan vasatın altındaki insanları ortak etmiştir. Getirdiği ilkelerden hemen herkes yararlanmıştır. Bu İslâmiyet’in demokratik, lâik, sosyal ve liberal bir düzen olduğu teorisi idi. Böylece ilim ile din arasındaki çatışma dünyada son bulmuştur. Rejimlerarası diyalog, dinlerarası diyalog Akevler’de başlamıştır. Necmettin Erbakan ve Fethullah Gülen bu ekolün mensubu olarak bu başarılara ulaştılar. Turgut Özal da, hattâ onun kanalıyla Süleyman Demirel de Akevler kanalıyla bu yeni dünya görüşüne ulaştılar. Akevler yeni bir keşif yapmadı, sadece Cibril gibi Kur’an’da olanları aktardı.
Akevler’in Cibril’den farkı, o hata yapmıyordu, tercümede ise pek çok hatalar vardır.
Ne oldu? Bir de bakmışsınız ki, dost düşman bir olmuş Akevler’e karşı cephe almıştır.
Akevler’in getirdiğine vâris olup anayasa ekseriyetine ulaştılar, şimdi ise ona muhalefeti ve onu dışlamayı kendilerine şiar edindiler. Siyonistlerle görüşüyorlar, PKK ile görüşüyorlar, Kıbrıs Rumları ile görüşüyorlar, hortumcularla görüşüyorlar ama bizimle görüşmüyorlar!..
Kimler görüşmüyor?
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş ve Başbakan Recep Tayip Erdoğan.
Akevler’in anlattıkları ile orada oturuyorlar ama aracıya düşman oluyorlar!..
İşte buradaki Cibril bu ulaştırıcıları temsil ediyor.
“CİBRİL” kelimesi cebirden gelmektedir. Çıkık veya kırık bir kemiği yerleştirdikten sonra onu sallanmaz hâle getirmek, alçılamaktır. İkrah, tehdit etmek suretiyle zorlamaktır. Emir ve nehiylerde durum böyle değildir. İnzâr ederler, cebretmezler.
Cebr ise zorla yaptırmadır. İkrahta yalnız rıza kalkar, cebrde irade de kalkar.
Cebir kelimesi de buradan gelir. Çünkü cebirde serbestlik yoktur. Bilinmeyenler sıkışmıştır. Yerlerinden kendilerinin ne olduğunu biliriz.
“CİBRİL” demek, sıkışmaktan dolayı zorunlu hareketler yapan kimse demektir. Allah’ın risaletini nebilere ulaştırırken sadece söylenenleri getirir ve söyler. Kendisinin herhangi bir şey katma hakkı yoktur.
Biz “Adil Düzen”i anlatırken kendiliğimizden bir şey söylemiyoruz, Kur’an’dan anladıklarımızı aktarıyoruz ve diyoruz ki; Bunlar bizim anladıklarımızdır. Bizlere ve başkalarına kulak verin ve dinleyin, kendi aklınızla en iyi olan ne ise ona uyup onunla amel edin. Kendi içtihadınızla amel edin.
Ama hayır! ‘Sizinle görüşmeyeceğiz’ diyorlar. Niye görüşmüyorlar? Çünkü onlar biliyorlar ki, Adil Düzencilerin söyleyeceklerini bir duydular mı, artık onları reddetmek mümkün değildir.
‘Onları duyarsak yapmaya kalkışırız. O zaman da ABD’dekilerin veya AB’dekilerin dediklerini yapamayız! Mahvoluruz!’ Onun için söylenenleri işitmek istemiyorlar...
Allah bu gibilere işte bu âyetle Cebrail’e düşman olanları örnek vererek hitap ediyor.
فَإِنَّهُ نَزَّلَهُ عَلَى قَلْبِكَ بِإِذْنِ اللَّهِ (Fa EinNAHUv NazZaLa GALAy QaLBiKa Bi EiÜNi elLAHi)
“Allah’ın izni ile senin kalbine o tenzil etti.”
Burada vahyin mahiyetini anlatmaktadır. Bunu anlayabilmek için önce insanın kendisini tanımamız gerekir. İnsan beden ve ruhtan oluşur. Beden zâhir âlemdedir, ruh ise bâtın âlemdedir. Batılıların imajiner dedikleri uzay içindedir. Bize görünmez ama o da vardır. Bedende ruh ile irtibat kuracak düzen vardır, buna hayat denmektedir. Hayat DNA’ların birleşmesinden oluşan kromozom ve aminoasitlerden oluşur.
Ruhta bedenle irtibat kuracak özellik vardır, buna nefis diyoruz. Ruhun insanın bedeni ile irtibatı beyin yoluyla sağlanmaktadır. Beyinde iki türlü olaylar olmaktadır. Bedene ya dışarıdan gelen veya içeride oluşan etkiler beyine intikal etmekte, beyin onu ruhun anlayacağı şekle sokmaktadır. Ayrıca beyin de beden aracılığı olmaksızın ruhun verdiği komutla iç işlemleri yapar ve sonunda çıkan sonuçları yine beyine bildirir veya o komutları bedene iletir ve beden de iş yapar.
İşte, şeytan ve melek beyinde devreye girerler, bedende girmezler. Cin çarpar ama bedende değil, beyin içindeki elektriki devreleri bozar. Bilgisayarın virüsü gibi olur. Melek de virüsü düzelten program gibidir.
İnsan rüya görürken sadece beyinde olan olayları görmektedir.
Bu âyette kalbe tenzil etmiş olduğu bildirilmektedir. Vahiy uyanıkken olmaktadır, ancak rüyada olduğu gibi bedenle ilgisi olmadan sadece beyinde olmaktadır. Bu sebepledir ki yanındakiler Cebrail’i görmemektedirler. Savaşlarda da meleklerin yardımı böyle olmaktadır. Melek bunu Allah’ın izni ile yapmaktadır. Melek istediği zaman gelip istediği gibi de görüşmemektedir. Rüya veya ilham gibi olmaktadır.
Şimdi Kur’an’ın Hazreti Muhammed aleyhisselâma rüyada veya sezi ile bildirildiğini kabul edelim. Bunun gerçekten Cebrail tarafından olup olmadığını ancak onun getirdiği ile biliriz. Kur’an elimizdedir. Buyursunlar, ilim adamları müsbet ilmin metodu ile bunun 23 senelik rüya olduğunu söyleyebilirler mi? Kur’an’ın 1400 senelik etkisi onun rüya olmadığını gösterir. Varsayalım ki tanrı yoktur, doğal kanunlar vardır. Rüya da o doğal kanunların gereği değil midir? O halde Kur’an da o doğal kanunların sonucu olacaktır. İnsanı var eden doğa Kur’an’ı da var edebilmektedir.
Hangi felsefe ile gidersek gidelim, Kur’an’ın insan üstü olduğu çok açık bir şekilde anlaşılmaktadır.
Burada “SENİN KALBİNE” diyor. Hazreti Muhammed’in kalbine indirmiştir. Kur’an’ın metni bize öyle gelmiştir. Ondan sonra bu Kur’an’ı bize ulaştıranlar da Cibril’dirler. Çünkü onlar metne bir şey ilave etmediler. Kur’an’ın metnini bozmadan, değiştirmeden bize ulaştırdılar. Cebri hareket ettiler, yahut böyle mecbur oldular. İşte fukahaya, sahabelere, eski âlimlere düşman olanlar da Cibril’e düşman olanlar gibidir.
Adil Düzenciler de o halkadan birileridir. Kur’an’ın yalnız lafzını değil, mânâsını da aktarıyorlar. Kurallar içinde yapılan içtihat ve icmalar cebridir. İçtihatlarda alternatifler var, hatalar var; icmalarda yok. İcmalar Cibril’e geldiği gibidir. Bize karşı cephe kuranlar, Cibril’e karşı cephe kuranlardır.
Allah her şeyi herkese ilham etmemektedir. Nasıl matematikte ve ilimde ilk bulana ilham ediyor ama sonra onu herkes anlıyorsa, Kur’an’ın dedikleri de böyledir. Bize ilham ettikleri var, size ilham ettikleri vardır. Birbirimizi dinlemek zorundayız. Görüşmeden kaçma, Cebrail’den kaçmadır.
مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ (MuÖaDIQan LiMa BaYNa YaDAYHi)
“İki yedinin beyninde olanları musaddık olarak gelmiştir.”
Kur’an kendisinden önce gelen kitapları ve peygamberleri tasdik edicidir.
Biz de bizden önce gelen ulemayı ve fukahayı tasdik ediciyiz. Ehli sünnetten olma demek bu demektir, eskilerin icmalarına uyma demektir. Biz fukahanın icmalarına muhalefet etmiyoruz. Bizim muhalefetimiz, içtihadın kapısını kapatıp şeriata kendi heva ve heveslerini katanların bu katkılarına muhalefettir. Bu sebepledir ki biz Risale-i Nurları tasdik ediyoruz. Süleymanilerin medreselerini tasdik ediyoruz. Biz ehli sünnetin yolunda olanlara muhalefet etmiyoruz. İçtihatta hataları olsa da onlar için o şeriattır. İçtihatta ihtilaf tekzib değildir. Aksine, sen senin içtihadınla, ben de benim içtihadımla amel edeyim derken, onları tasdik etmiş oluyoruz.
Hattâ bu kâfirlere bile söylenmektedir. Müşrikleri tanımıyoruz, ama kâfirleri tanıyoruz.
Batıcılara da diyoruz ki, elinizdeki müsbet ilmin musaddıkıyız. Batı’nın doğrularını kabul ediyoruz. Sizin gibi düşündüğümüz halde bize karşı cephe kurmanızın sebebi nedir? İsrail oğullarına da aynı sözleri söyleyebiliriz. Demokratız, lâikiz, sosyal ve liberaliz. Hukuk düzenine inanıyoruz. Bizden daha ne istiyorsunuz? Neden bize düşman olup otel odalarında aleyhimizde necvalar yapıyorsunuz?!.
وَهُدًى وَبُشْرَى لِلْمُؤْمِنِينَ(97) (HuDan Va BUŞRay Li eLMuEMiNIyNa)
“Mü’minlere hidayet ve büşradır.”
Buradaki mü’minler sadece Kur’an ehli mü’minler değildir. Sadece “Adil Düzen” mü’minleri değildir.
Irkı ve dini ne olursa olsun, bütün insanlardan kendi istekleri ile “Adil Düzen”i tesis etmek için malını ve canını Allah’ın halifesi olan insanlık için, onların güven ve selameti için feda edecek olanlar mü’mindir.
İşte onlara büşradır, onlara müjdedir.
***
مَنْ كَانَ عَدُوًّا لِلَّهِ (MaN KAvNa GaDuvVan LilLAHi)
“Kim Allah’a aduv olursa, kim Allah’a cephe kurarsa.”
Peygamberler arasında ayrılık yapıp onlardan birine cephe alan hepsine cephe almıştır.
Biz mü’minler olarak namaz kılanları bizim cephede sayarız. İçkiyi, kumarı, zinayı, adam öldürmeyi meşru saymayanı bizim cephede sayarız. Bize cephe almadıkça da biz karşımızdakine cephe almayız. Ama şeytanla bir olup bize cephe alanlara karşı da biz yek vücut olup cephe oluruz. Bu sebepledir ki bize cephe almamış kimseler kötü de olsalar onlara cephe almayız. Onları düzeltmeye çalışırız ama onlara karşı olmayız.
وَمَلَائِكَتِهِ وَرُسُلِهِ (Va MaLAvEıKaTiHIy Ve RuSUvLiHIı) “Meleklerine ve resullerine.”
Meleklerine ve resullerine cephe kuranlar denmektedir. Melekler Allah’ın görevlileridir, O’nun bürokratlarıdır. Kâinatı onlarla tedvir etmektedir. İnsanlar içinde kamu görevlileri onların yerini almaktadır. Allah’ın sünneti bir tanedir. Kâinatı O nasıl idare ediyorsa, bizi de öyle yaratmıştır ki, O’nun gibi O’nun adına yöneteceklerdir. Resuller de O’nun elçileridir, başkanlardır. Başkanlar topluluğun elçileridir, halifeleri değildir.
وَجِبْرِيلَ وَمِيكَالَ (Va CiBRIyLa Va MIyKALa) “Cebrail’e ve Mikail’e aduv olan.”
Bu ikisi iki melektir. Bunlar Tevrat’ta dört melek olarak zikredilmektedir. Kur’an’da ölüm meleği olan Azrail’in ismi yoktur, ama ona ‘melekü’l-mevt’ denmektedir. İsrafil ismi de yoktur, ama sura üfürme, kıyamet borazanını çalma görevi vardır.
“MÎKÂL” vekilden gelen bir kelimedir. Âlemin dayandığı sünnetullahla görevli melek demektir. Allah Kâinatı insanların dünyayı idare ettiği gibi idare eder.
Bizim anayasada dört başbakan yardımcılığı vardır.
Cebrail, ilmî dayanışma hizmetlerinin başbakan yardımcısıdır.
Azrail, dinî dayanışma hizmetlerinin başbakan yardımcısıdır.
Mikail, siyasî dayanışma ortaklıklarının başbakan yardımcısıdır.
İsrafil, meslekî dayanışma ortaklıklarının başbakan yardımcısıdır.
Yani; Allah insanların kurduğu devlet gibi devlet kurmuştur. Kâinatı öyle idare ediyor. Çünkü Kâinatı onlar için yaratmıştır. Yeryüzünde de benzer teşkilatı teşri etmiştir. Buna karşılık insanlarda karşı cephe oluşturmuş ve şeytanı başa geçirmiştir. Kâinatta da böyle bir kuvvet vardır. Entropinin büyümesi böyle bir kuvvetin eseridir. Allah bize bu tarafta görev vermiş ve bizi kendi cephesinde toplamıştır. Karşı cepheyi de onlara bırakmıştır. Bu cephede veya karşı cephede olmayı da bizim irademize terk etmiştir. O sebeple mükâfat ve mücazat ile karşılanmaktayız. Böyle yapmıştır. Neden böyle yaptın diye sorma yetkisini bize vermemiştir.
فَإِنَّ اللَّهَ عَدُوٌّ لِلْكَافِرِينَ(98) (Fa EinNa ElLAHa GaDuvVun Li eLKAvFiRIyNa)
“Allah kâfirlerin aduvvudur.”
Allah burada melekleri, resulleri, Cebrail’i ve Mikail’i hep “VE” harfi ile birbirine bağlamış, onlar bir olarak ele alınmıştır. Düşmanlık sistemedir. Sistemin bir parçasına düşmanlık bütününe düşmanlıktır. Demokrasi bir bütündür. Halkı temsil eden partiler demokraside yer alırlar. Bir partiyi dışlıyorsanız, tümünü dışlamış olursunuz. Halkın tamamının temsil edilmediği bir yönetim demokratik yönetim olamaz.
Anayasa ekseriyetini almış bir partinin cumhurbaşkanını seçemeyeceğini iddia etmek, ekseriyet sistemini dışlamak demektir. “Adil Düzen” iktidar olduğunda hiçbir oy zayi edilmeyecektir. %5 oyu toplayan orgeneral aday olabilecektir. Milletvekillerinin sıralaması ile birinci olan cumhurbaşkanı olacak, diğerleri de eğer yüzde olarak ilk sıraları almışlarsa, askeri şurayı oluşturacaklardır. Askeri şura askerlerden oluşacak, ama kendi kendilerini seçmeyeceklerdir. Korgeneralliğe kadar askeri sistem, atama sistemi olacak, ama orgeneral olma demokratik usulle ve korgenerallerden seçilme şeklinde olacaktır.
Buradaki önemli husus, bunlara düşman olanlar kâfir olarak nitelendirilmektedir.
Batı’nın ilmini alacağız, ama Batı’ya düşman olacağız. Bu mantık yanlış mantıktır. Adil Düzenciler 1950 kadarki Osmanlıların ve CHP’nin sistemini bunun için kabul etmezler; ama 1950’den sonraki teslimiyetçi sistemi de kabul etmezler. Biz eşitlik içinde bütün insanlıkla uzlaşma içinde olmanın yollarını ararız.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-365 ADİL DÜZEN DERSLERİ-195 İstanbul, 15 Temmuz 2006
MERKEZ BANKASI’NIN GÖREVİ VE İŞLEYİŞİ
AKP Parti Programı’nda, “Hazine, Merkez Bankası, Maliye Bakanlığı ve ekonomi ile ilgili diğer birimleri etkin bir koordinasyona kavuşturacaktır.” (s. 22) deniyor.
Anayasal kurum olmayan Merkez Bankası’nı bağımsız hâle getirirseniz ve onu da IMF’ye teslim ederseniz, programınızdaki bu maddeyi nasıl gerçekleştireceksiniz?
Oysa, ekonomik koordinasyonu sağlayan Merkez Bankası’dır.
Hükümet kredi politikasını Merkez Bankası aracılığı ile yürütür, diğer hizmetleri ise bütçe aracılığı ile yapar. Bütçe paraya dayanır. İslâm dünyasında bağımsızlığı ilân etmenin iki aracı vardır, para çıkarmak ve adına hutbe okutmak. Parti programında koordinasyonu sağlayacak ama ‘nasıl’ sağlayacak, yazılı değildir.
Biz Merkez Bankası’nın bu koordinasyonu nasıl yapması gerektiğini anlatacağız.
Bunu ilkokul çocukları bile anlayabilir ama AK Partililerin anlayacağını sanmıyorum.
Gelişmiş ekonomilerin kanı paradır, kalbi de Merkez Bankası’dır. Merkez Bankası o ülkenin parasını çıkarır veya piyasaya sürer.
a) Merkez Bankası hükümete borç para verir, o da cari harcamaları yapar ve topladığı vergilerle borcunu kapatır. Sonra yeniden borçlanır.
b) Merkez Bankası bankalara yatırım kredisi vermeleri için kredi açar. Onlar da müteahhitlere inşaat kredisi açarlar. Sonra gelen kiralarla itfa ederler.
c) Merkez Bankası Bankaların bonolarını kırar ve bu yolla piyasaya para sürmüş olur. Bonolar ödenince itfa edilir.
d) Merkez Bankası ortaklarına kâr karşılığı para verir ve bu yolla verdiği kredilerin faizlerini geri alabilme imkanını elde eder.
Kapitalist ülkelerde Merkez Bankası sermaye sahiplerinindir. Faiz onlara gitmektedir. Hiçbir yatırımları olmadığı halde ülkelerinden, hattâ dünyadan faiz alma imkânına sahiptirler. Sosyalist ülkelerde faiz yoktur. Merkez Bankası devlete aittir. Liberal ülkelerde de Merkez Bankası devlete aittir. Merkez Bankası faiz gelirleri devletindir. Ancak burada enflasyon etkisi giderilemez.
Türkiye liberal bir ülkedir. Ülkemizde Merkez Bankası devletindir. Faiz gelirlerinin de devlete ait olması gerekir. Ancak, bu konuda IMF ile yaptıkları gizli anlaşmalarla neler döndüğünü bilmiyoruz.
Merkez Bankası’nın elinde ne gibi araçlar vardır?
a) Merkez Bankası YTL çıkarır. YTL bankanın temel aracıdır.
b) Merkez Bankası faizleri düşürür, kredi ucuzlayınca işletmeler onu kullanmaya başlar, piyasaya para girer. Böylece işsizlik önlenir. İşsizlik varsa faiz düşürülür. Açık iş varsa yani işçi bulunamıyorsa piyasadan parayı çeker. Bunu gerçekleştirmek için de faizi yükseltir. Merkez Bankası böylece işsizlik ile enflasyonu dengede tutar. Piyasada para çoksa, o zaman işçi açığı vardır, faizleri yükseltilir.
c) Mevsimlik üretimler vardır. Üretildiği mevsimde çok bol olur ve ucuzlar. Sonra, mesela mart ayında çok az olur ve o zaman da aşırı pahalılaşır. Merkez Bankası bu dalgalanmayı azaltmak için darlık mevsiminde tahvil çıkarıp satar ve parayı piyasadan çeker. Böylece fiyatların artmasını önler. Bolluk zamanında tahvilleri itfa eder, faizle beraber parayı piyasaya sürer ve böylece fiyatların düşmesini önler. Bu yolla her yıl fazla parayı piyasaya sürmüş olur. Bu da millî hâsıladaki artış kadar paranın da artmasını sağlar. Ayrıca, % 2,5 kadar bir enflasyona da izin verir, böylece piyasayı hareketlendirir.
d) Mevsimi dışında mesela fazla balığın çıkması hâlinde balık satılamaz ve fiyatlar düşer. Gecelik kredilerle bu dalgalanmalar önlenir. Repo bazen yıllık faizlerin çok üstünde olabilir, bazen de yıllık faizlerin altına düşer. Hattâ bazen de negatif olur, bankalar koruma parasını isterler. Burada Merkez Bankası’nın fazla müdahalesi olmaz. Ancak piyasaya sürdüğü paranın bir kısmı buralarda yuvalanır.
e) Merkez Bankası mevduat faizleri ile kredi faizleri arasında bir açıklık koyar. İşletmeler borsa senedini çıkarırlar. Banka aracılığını kaldırarak mevduat ile kredi faizi arasında kâr dağıtırlar. Bu hem işletmeler için yararlıdır, çünkü daha ucuz kredi bulmuş olurlar, hem de nakit sahipleri için yararlıdır, çünkü onlar da mevduat faizinden fazlasına sahip olurlar.
İşte Merkez Bankası’nın görevi ve işleyişi budur.
Oysa, adı üstünde, “Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası/ TCMB” [dikkat edilsin, “Cumhuriyeti” değil] anayasal kuruluş değildir. Tamamen hükümetin elindedir ve o istediği gibi kullanır. Ekonomiden sorumlu olan da hükümettir.
Merkez Bankası’nın bu fonksiyonları için bazı şartlar vardır.
a) Ekonominin banka ekonomisine girmiş olması gerekir. Piyasada bankanın kontrol edemediği para olmamalıdır. Oysa Türkiye gibi gelişmemiş ülkelerde piyasa dışı mal ve banka dışı para vardır. Tüccarca satılmayan mal piyasa dışıdır. Müteahhitlerin kredi sermayeleri ile yaptıkları inşaatlar piyasa dışıdır. Bakkal defteri banka dışı paradır. Bankada kırılmayan senet banka dışıdır. Çek banka dışı paradır. Bu sebepledir ki Türkiye’de Merkez Bankası yukarıda sayılan işlemlerden yalnız para basmayı yapabilmekte ve o işlem de IMF kontrolünden ibaret olduğu için Türk ekonomisi rotu çıkmış bir araba şeklindedir.
b) Türkiye borçlandırılmış ve Merkez Bankası esir alınmıştır. Merkez Bankası Türk ekonomisini düzeltmek yerine, çökertmekle uğraşmaktadır; ama etkin olmadığı için çökertemiyor.
c) Türk halkı Müslümandır, faizli işlemlere girmek istememektedir. Faizsiz işlemler piyasada hâlâ varlıklarını sürdürüyor ve bunlar giderek canlanıyor. Dolayısıyla faizli Merkez Bankası Türkiye’de etkin olamamakta, bu sayede halk krizlere dayanabilmektedir.
d) Faizler çok yüksek olduğu için işletmeler kredi yoluyla elde ettikleri sermaye ile işlerini yapmamaktadırlar. Dolayısıyla Türkiye’de işler veresiye alış ve satışla sağlanmaktadır. Kişiler banklarla değil, aralarında kredileşmektedirler.
Böylece Merkez Bankası Türkiye’de sadece ekonomik zararlar vermek işinde kullanılmaktadır.
“Adil Düzen”e göre Merkez Bankası ne yapacaktır? Bu konuda birkaç kelime söylemezsek biz de sadece muhalif oluruz ve devleti yıkmaya çalışmış oluruz.
Merkez Bankası dört çeşit para çıkaracaktır.
a) Altın Para. Bu cumhuriyet altını ile tanımlanmış bir paradır. Bunları kuyumculara faizsiz kredi olmak üzere verecektir. Böylece piyasaya altın para girecek, kuyumcular bunu altınla değiştirmek zorunda olacaklar. Kârlarını altın alırken yapacaklar.
b) Demir Parası. Piyasaya çıkan altın paraya denk demir parayı devlet çıkaracak, bunu inşaat depolarına kredi olarak verecektir. Demirin satış fiyatı bu para ile bir olacak, diğer malzemelerin alış ve satışları serbest olacaktır.
c) Buğday Parası. Buğday parasını çıkaracak, halka nüfus başına kredi olarak verecektir. Halk bununla mağazalara ön ödemeli sipariş verecektir. Mağaza sahipleri tüccarlara, onlar da işyerlerine sipariş vereceklerdir. Faiz yerine indirim farkı sözkonusu olacaktır.
d) Toprak Parası. Toprak parasını çıkaracak, komisyonculara kredi olarak verecek, onlar bununla taşınmazları peşin para ile alıp satacaklardır. Komisyonculara sadece belirlenmiş komisyon payı verilecektir. Ayrıca işçilere çalışma kredisi verilecek, müteahhitlerin yanında çalışacak işçiler ücretlerini bankalardan alacaklardır. Böylece piyasaya dengeli para sürülecektir. Devlet inşaattan % 20 alacak, bu gelirlerle altyapı yapacaktır. Sanayi üretiminden de beşte bir alacak ve bu gelirlerle de cari harcamaları yapacaktır.
En önemlisi, devlet verdiği kredi karşılığı vergi alacak, faiz almayacaktır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-365 ADİL DÜZEN DERSLERİ-195 İstanbul, 15 Temmuz 2006
TASARRUF VE DIŞ SERMAYEYİ TEŞVİK
Elinizde 100 dolarınız vardır. Kapitalizm düzeninde bunu değerlendirmek istiyorsunuz.
Bu paraya nasıl para kazandırabilirsiniz?
a) Devlet vadeli tahvil çıkarır. Sizin paranızı devlet alır, onunla borcunu öder. Günü gelince faizinizle birlikte paranızı öder. Devletin elinde zaten YTL vardır. Size neden faiz öder? Batı’da bunun mânâsı vardır. Bizde ise devleti borçlandırıp iflas ettirmek için yapılır.
b) Repo diye bir şey geliştirilmiştir. Bu akşam paranızı repoya yatırırsınız ve gecelik faiz kazanırsınız. Beklemenize gerek yoktur. Batı’da bu paradan işletmeler yararlanır. Çünkü faizler %5’lerin altında, kâr ise %5’lerin üstündedir. Oysa Türkiye’de işletmeler bundan yararlanamazlar. Çünkü faizler yüksektir. Kimse o kadar para kazanamaz. Bunları da yine devlet alır ve size faizinizi öder. Devlet bununla ne yapar? Faiz borçlarını ödemeye devam eder. Sonunda devletin borçları artar ve koca Osmanlı devletinin yıkılması gibi Cumhuriyet devleti de yakılır. Devletin elinde zaten YTL vardır. Halka durmadan faiz ödemenin ve artırmanın ne mânâsı vardır.
c) İşletmeler hisse senetleri çıkarırlar. Nakdinizle bunların hisse senetlerini alırsınız. İşletmeler bu parayı çalıştırır ve sizlere kârından ödeme yaparlar. Kayıtlı ekonomide bu uygulama çalışır. Kayıtlı olmayan ekonomilerde bu uygulama vatandaşlar için sadece bir kumar aracıdır. Çocukken oynamışsınızdır, hep al hep ver gibi. Herkes birer lira koyar, bir zar atar. Hepsini alır veya bir daha koyar. İşte Türkiye’de yapılmakta olan da aynen böyle bir şeydir. Çünkü Türkiye’de işletmeler kayıtlı ekonomi içinde değildir. Kârınızı hesaplayamazsınız. On sene sonra sosyal sigorta gelir, bir borç tahakkuk ettirir ve siz iflas edersiniz. Bugünlerde Uzanlar’a yapılan budur.
d) Bankalara paranızı vadeli yatırırsınız, size kanuni faiz öderler. Onlar da işletmelere kredi açarlar. Siz böylece yararlanırsınız. Türkiye’de bu da ancak devlet ihalelerinde kullanılırsa bir işe yarar. Ama o da bir işe yaramaz, çünkü devlet vaktinde istihkakları ödemez ve firma batar.
Sonuç olarak Türkiye’de herhangi bir tasarruf ancak devletten alınan faizle mümkün olmaktadır. Devlet tamamen gereksiz faizleri öder ve borçlanır. Faiz artar-borç artar; borç artar-faiz artar. Kısır bir döngü. Su alan devlet gemisi sonunda batar gider. Osmanlı imparatorluğumuz işte böyle battı. Şimdi sıra Türkiye’de…
Dışarıdan gelen dövizle de dış borçlar artırılır. Her yıl borç gittikçe artmaktadır. Yıllık faizler artmaktadır. Devlet artık borçlarının sadece faizlerini bile ödeyemez hâle gelmektedir. Sonunda teslim olunacaktır…
Türkiye kayıt dışı ekonomi ile çalıştığı için devlet yıkılsa bile halk ekonomisini sürdürmekte, Türkiye batmamaktadır. Osmanlılar battı ama yerine Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Şimdi de Cumhuriyet yıkılsa bile bu halk yeni devlet kuracak güçtedir. Bunu bilen Batılılar 28 Şubat’la bir deneme yaptılar ama başaramadılar. Şimdi AK Parti ile birlikte denemektedirler ama yine batıramıyorlar.
Dengeli serbest piyasada arz ve talebin eşitlendiği fiyatta denge oluşur. Bunu üreticiler değiştiremezler, tüketiciler değiştiremezler. Üreticiler ucuza mâl ederek piyasa fiyatında satarlar. İstikrarlı bir piyasada ham madde fiyatları eşit ve dengededir. Dolayısıyla bütün işletmeler için aynıdır. Ucuz ham madde bulmak mümkün değildir. Ham madde fiyatları ve mamul fiyatları bellidir ve dengededir. Üretici bunlar üzerinde oynayamaz.
Üretimi ucuza mâl etme yarışı ham madde dışında dört girdi ile sağlanır.
a) İşçilik ucuz yapılır ve bu suretle piyasaya girilir. Pahalı işçilik yapanlar elenirler.
b) Kiralar ucuz sağlanır. Böylece maliyet düşürülür ve serbest piyasada rekabet sağlanır.
c) Faizlerin düşük olması. Faizler düşükse maliyet düşük olur ve sonunda rakiplerle yarışılabilir.
d) Vergi nisbetlerinin az olması. Bu uygulama sayesinde maliyetlere daha az vergi biner.
İşte dış sermaye normal ekonomide bu yollarla sağlanabilir.
***
Dış sermayenin ülkemize gelmesi için neler yapılması gerekir?
a) Bunu sağlamak için tam istihdamın, verimli istihdamın sağlanması gerekir. İşsizlik sorununu çözmeden dış sermayeyi Türkiye’de tutamazsınız.
b) Dış sermayenin Türkiye’ye gelebilmesi için kiralar ucuz olmalıdır. Oysa bir sene içinde kiraları yüzde yüz artırdılar. Dış sermayeyi Türkiye’den kaçırıp ülkeyi yıkmak için bunu yaptılar.
c) Faizlerin düşük olması gerekir. Ülke dışında reel faizler %5’i geçmezken, bizde % 20’lere varırsa, maliyetler dış piyasaya göre % 10-15 fazla olur. Hiçbir piyasa % 10 kazanmaz. Dolayısıyla ihraç etme imkanınız kalmaz. İthal malları ile rekabet etme imkanı kalmaz. O halde dış sermayenin Türkiye’de kalmasını istiyorsak faizleri düşürmemiz gerekir.
d) Dış sermayenin Türkiye’de kalabilmesi için vergilerin düşürülmesi gerekir. Yalnız vergi nisbetlerini düşürmek yetmez, vergiler basit ve sade olmalı, kolay hesaplanmalıdır. Vergiler sonradan ortaya çıkmamalıdır. Defterler kapandı mı vergi davaları da bitmelidir. Vergiler bürokratların keyfî takdirlerine bırakılmamalıdır. Dava açma külfeti mükellefe değil kamuya yüklenmelidir. Genel hukuk kuralına istisna yapılmamalıdır. İspat iddia edene düşer. Hukukun temel kuralları sosyal kurallardır. Değiştirmeye kalkıştığınızda ekonominiz çöker ve devletiniz yıkılır.
Elbette bu kurallar Türkiye gibi kumar ekonomisinde değil, istikrarlı bir ekonomide geçerlidir.
“Merkez Bankası AK Parti’ye dinamit koyuyor!” dediğimizde, işte bunu kastettik.
Nitekim söylediğimizin doğruluğunu ekonomi piyasaları kanıtladı.
Biz gerçekleri yazmaya, ilgililer ilgilenmemeye devam ediyor…
Bakalım ne güne ve nereye kadar? hep beraber göreceğiz…
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL