1967...1968...1969....AKEVLER 40 YILDIR ÇALIŞIYOR....2004...2005...2006
GELECEĞİN II. KUR’AN - V. İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ... BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
ADİL DÜZEN 366
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi / 22 Temmuz 2006 / Fiyatı: www.akevler.org veya www.adilduzen.com’a tıklamak!
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 366. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Hedefimiz; “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, Reşat EROL
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ
KARANLIKLAR İÇİNDE KALDIK!
FAİZİN EKONOMİYE ETKİLERİ
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 28. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
وَلَقَدْ أَنزَلْنَا إِلَيْكَ آيَاتٍ بَيِّنَاتٍ وَمَا يَكْفُرُ بِهَا إِلَّا الْفَاسِقُونَ(99) أَوَكُلَّمَا عَاهَدُوا عَهْدًا نَبَذَهُ فَرِيقٌ مِنْهُمْ بَلْ أَكْثَرُهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ(100) وَلَمَّا جَاءَهُمْ رَسُولٌ مِنْ عِنْدِ اللَّهِ مُصَدِّقٌ لِمَا مَعَهُمْ نَبَذَ فَرِيقٌ مِنْ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ كِتَابَ اللَّهِ وَرَاءَ ظُهُورِهِمْ كَأَنَّهُمْ لَا يَعْلَمُونَ(101)
وَلَقَدْ أَنزَلْنَا إِلَيْكَ آيَاتٍ بَيِّنَاتٍ (Va LaQaD ENZeLna EiLaYKa EaYaTin BayYiNAvTin)
“Sana beyyinât olan âyâtı inzâl ettik.”
“VE LAKAD” bu sûrede bundan önce üç defa geçmiştir. Bunları birbirine bağlamaktadır.
a) Sebt gününe saldıranları bilmiştiniz.
b) Hazreti Musa’ya hitap etmiş ve onu resullerle takfiye etmiştik.
c) Hazreti Musa size beyyinât ile gelmiş, siz ondan sonra ıcli ittihaz ettiniz.
d) Sana beyyinât inzâl ettik.
Hazret Musa’ya beyyinât verdik, sana da beyyinât verdik.
Buradaki “BEYYİNÂT” nekiredir. Hazreti Musa’ya verilen de nekiredir. O halde bunlar Kur’an ve Tevrat’tan başka beyyinelerdir.
“ENZELN” denmekte, Hazreti Musa için “Size beyyinnât ile ciet etti” denmektedir.
Kur’an’dan önce gelen kitapları peygamberler açıklardı. Kur’an’dan önce gelen kitaplar âyet değildi. Âyet peygamberlerin mucizelerindendi. Kur’an ise kendisi mucizedir, yani âyettir. Ayrıca Kur’an’ın açıklanması peygambere âyet değildir. Ondan sonra gelen âlimler onu açıklayacaktır.
“Sana âyâtın beyyinâtını inzâl ettik” denmektedir.
“İLEYKE/Sana inzâl ettik” deniyor.
Hazreti Musa beyyinâtı getirdiği halde, Hazreti Muhammed beyyinâtı getirmemiştir. Allah onu inzâl etmiştir. Yani, Kur’an ve sünnet Allah tarafından inzâl edilmiştir. Hazreti Muhammed Kur’an’ı açıklamaktan men edilmiştir. Açıklama ulemaya ait bulunmaktadır.
Buradaki “Ke/Sen” kimdir? Kim kastedilmektedir. Her zaman anlattığımız gibi burada da tekrar edelim.
a) Kur’an’ı Cebrail’den ilk alan Hazreti Muhammed aleyhisselâmdır.
b) Risaletinin halifesi olanlar ümeradır; başkanlardır, cuma namazı imamlarıdır.
c) Nübüvvetinin halifesi olanlar ulemadır; müçtehitlerdir, rasihlerdir ve fakihlerdir.
d) Mü’minlerden her biridir. Çünkü bütün mü’minler müçtehittir. Çünkü herkes müçtehidini kendisi seçer. Müçtehidini seçmek de bir içtihattır. Ve bütün mü’minler bilkuvve imamdır. Çünkü tek başına kaldığı zaman bile ezanı okur, kamet getirir ve kendi kendine imam olur. İnsan Allah’ın halifesi olarak imamdır, O’nun kulu olarak da cemaattir.
“ÂYÂT” mucizelerdir. Kur’an’ın kendisi bir mucizedir.
a) Sesleri ifade eden harfler ve kelimeler 1, 3 ve 7 tabanı üzerine oturan ikili ve onlu sistemde yer almışlardır.
b) Geçmişi, geleceği, doğa kanunlarını yanlışsız bilmektedir.
c) Lafzıyla ve diliyle bozulmadan bize intikal etmiştir.
d) Bütün sosyal, ekonomik, dinî ve idarî sorunları ideal içinde çözmektedir.
İşte bunlar âyâttır, mucizelerdir.
“BEYYİNÂT”: Beyyine, ispat demektir. Mesela, tek şahidin şehadeti beyyine değildir. Hukukta iki şahidin birlikte şehadeti beyyinedir. Ceza davalarında üçün şehadeti beyyine değildir, dördü birden olursa beyyinedir. Beyyinede ispat bir bütündür. Sistem içinde desteklenirse beyyine olur. Dolayısıyla beyyinât bütünlüğü içerir. Bu sebeple dişi çoğulu kullanmıştır. Bu çoğul sistem çoğuludur. Bunun anlamı şudur ki, tüm beyyineler arasında çelişki olmamalıdır. Eğer bir beyyine diğer beyyinelerle çelişki içeriyorsa, o beyyine terk edilmedikçe diğerleri beyyinât olamaz. Bunun birtakım uygulamaları ortaya çıkar.
a) Müçtehidin içtihatları arasında çelişki olmamalıdır.
b) Bir delille hükme varılamaz, bütün deliller değerlendirilerek sonuca varılır.
c) Müçtehit aklî ve naklî delilleri değerlendirerek sonuca ulaşır.
d) Dolayısıyla, Kur’an’ın bir âyeti veya bir hadis hüküm değildir, delildir. İçtihatsız onlarla amel edilemez. İlim bir delilin bütün hükümlerini ortaya koymaya çalışır. İçtihat ise bir yere etki eden bütün delilleri birleştirerek sonuca varmaya çalışır. Mühendislik, doktorluk ve hakemlik de böyledir.
Burada âyetler de beyyineler de nekiredir. Yani, başka âyetler ve başka beyyineler de vardır demektir.
Kelamcı aklî ve naklî bütün delilleri değerlendirerek imani sahada hükme varır. Madem ki Kur’an’dan başka beyyineler ve âyetler vardır, beşeri icmanın oluşması için bütün din mensupları ile ilim mensuplarının icmada yeri vardır demektir. İşte bu âyet bizi dinler arası diyaloga ve uygarlıklar arası diyaloga çağırmaktadır. Âyât, ilimler arası diyalogu; beyyinât, dinler arası diyalogu ifade etmektedir. Bu durum Kur’an’ın ‘Her söze kulak verirler’ âyeti ile de teyit edilmektedir.
Hemen ilave edelim ki, diyalog asla taviz değildir. Diyalog, görüşmeler yapıp herkesin kendi içtihat ve icmaları ile hareket etmesidir. Taviz ise, harekette birinin diğerinin içtihatlarına ve icmalarına uymasıdır. Bu İslâmiyet’te haram kılınmıştır. Kimse başkasının içtihadı ile amel edemez. İsabet etse bile günah işlemiş olur. İçtihat ehli olanlar da başka müçtehidin içtihadı ile amel edemezler. Görüşme, hakkı bulmak içindir, yoksa haktan taviz için değildir. “ÂYÂTİN BEYYİNÂTİN”in mânâsı budur. Beyyineler arasında çelişki olmamalıdır.
Bunun için dört hüküm sayıyoruz. Bir içtihadın sahih olması için:
a) Kişinin içtihatları arasında çelişki olmamalıdır.
b) İçtihatlar icmalara muhalif olmamalıdır. Bu içtihatla amel edilmez.
c) İçtihatlar yapılabilir olmalıdır. Kişilere kaldıramayacakları yükleri yüklememelidir.
d) İçtihatların bütünü uygulandığı zaman istenen sonuç elde edilebilmelidir.
وَمَا يَكْفُرُ بِهَا إِلَّا الْفَاسِقُونَ(99) (Va MAv YaKFuRu BiHAv EilLav eLFaSiQUvNa)
“Fâsıklardan başkası onları küfretmez.”
“Âyâtin Beyyinâtin”i kanıtlanmış belgeler şeklinde anlayabiliriz. Müsbet ilmin bir metodu vardır. Bir şeyi kanıtladığınız zaman onun hatalı olması nedir, o da hesaplanır. İlkbaharda buğdayı ektiğiniz zaman sonbaharda ne kadar buğday alabileceğinizi nasıl bilebiliriz? Şimdiye kadar o tarladan alınan buğday miktarları hesaplanır. Elimizde yirmi yılın değerleri varsa, bugün ihtimaliyat hesabı ile bu yıl bu tarladan beş ton ile altı ton arasında buğday alınma ihtimali %98’dir deriz. İşte hesaplarınızı buna göre yapar ve ona göre kârlılık hesaplarını yaparız. Şimdi siz tarlanızı ekmemeniz için bu kadar buğdayı almama ihtimali kaç olursa ekmezsiniz.
İşte ‘Beyyinât’ çok yüksek isabet değeri içeren bir olasılığı taşır. ‘Âyâtin Beyyinâtin’ ise daha yüksek, mesele milyonda bir bile yanlışlık ihtimali olmayan bir nisbeti taşır. Mesela, bir gün sonra Kâinatın yok olma ihtimali vardır, 10 üzeri 20 yıldır. 2*10 üzeri 10 yıldır. 10 üzeri 3 de yılın günleri ise, Kâinatın ömrü bu olduğuna göre, 10 üzeri 13 gün yaşamıştır. Bir gün daha yaşaması bu kadar muhtemeldir.
Kimse hiçbir işini yarın Kâinat yok olacak diye ayarlamaz.
O halde bu kadar açık ve ispatlanmış bir sistemi, bir düzeni insanlar acaba neden inkâr ediyorlar?
“Adil Düzen”in getirdikleri, beyyinât ile sabit olanlardır. Eksiklikleri varsa, itiraz edenlerin katkıları ile düzelebilir. O halde insanlar neden bu kadar açık ve ispatlanmış bir şeye karşı çıkıyorlar?
Kimi diyor ki; efendim, anlaşılmıyor! Öyle ise anlaşılır hâle getirelim. Bize neresini anlamadığınızı söyleyin, onu anlatmaya çalışalım. Ama öyle değil, sadece fâsık olduklarından dolayı anlamıyorlar.
Küfredenler fâsık oldukları için küfrediyorlar. Yahut küfredenler fâsık oluyorlar.
“FISK” düzeni yarıp dışarı çıkmadır.
Suçlar iki çeşittir. Biri, suç işleyenin zararı kendisine aittir, yakınlarına aittir. Suç işlenir ve fiil etkisini yapar, cezalandırırsınız, iade edilir. Oysa öyle suçlar vardır ki, onları işleyen topluluğun düzenini bozar.
Mesela, zinayı ele alalım. Evlilik dışı ilişkide, sadece ilişkide bulunanlar arasında bir kötülük bitmez, doğacak çocuk ile bitmez. Zina yapan bir kadın birkaç erkeği cinsel ilişkide doyurur. Böylece birkaç erkek evlenme ihtiyacı hissetmez, evlilik sıkıntısına, aile külfetine katlanmak istemez. Bu sebeple birkaç kadın kocasız kalır. Bu sefer de onlar zina yapma ihtiyacını duyar. Böylece artan zinacı kadının birkaç katı zinacı erkek ortaya çıkar, birkaç katı zinacı kadın ortaya çıkar. Bunun üzerine aile düzeni ortadan kalkar. Böyle bir durum da o topluluğun soykırımı demektir. Çünkü ailesiz insanlar yaşayamamaktadır.
O halde, zina topluluğun düzenini parçalayan, topluluğun düzenini koruyan kabı çatlatan, duvarı yıkan bir suçtur. Bu tür suçlara ‘fısk’ denmektedir. Fısk öyle bir suçtur ki, suçu körükler ve sonunda düzeni alt üst eder.
Faiz de böyledir. Faiz zenginleri daha çok zengin eder ve sonunda halkın elinde satın alma gücü bırakmaz. Bu da ekonomik kriz ve çöküntü demektir.
O halde, insanlar bu tanımı yaptıktan sonra hangi fillerin fısk olduğunu tesbit ederler.
***
أَوَكُلَّمَا عَاهَدُوا عَهْدًا (Ea Va KulLaMAv GAHaDUv GAHDan)
“Her ahdi ettiklerinde onlar şöyle yapmadılar mı?”
Arapçada Türkçedeki ‘mi’ soru edatına mukabil iki edat vardır: ‘HeL’ ve ‘E’.
‘HeL’, olumlu soruyu sormak için getirilir. ‘E’ ise olumsuz soruyu sormak için kullanılır.
‘Sen de mi geliyorsun?’ dediğinde, ‘Niye geliyorsun?’ demiş olursun ‘E’ ile sorarsın.
‘Sen gelmeyecek misin?’ dediğinizde, o zaman ‘HeL’ ile kullanılır.
Arapçada da menfiler ile Türkçede olduğu gibi aksi mânâ kazandırılır. Yani, Türkçede iki şekilde soru sorabildiğiniz halde, Arapçada dört türlü sorulabilir. Türkçedeki ‘Mı’ Arapçadaki ‘E’ gibidir. ‘HeL’ ile ‘E’nin kullanılmasında fark vardır. ‘HeL’ atıf harfinden sonra gelir, ‘Fa HaL’ dersin. ‘E’ ise önce gelir, ‘E Fa’ dersin.
“Her ahdi ettiklerinde onu bozmadılar mı?” diyor. Yani, bozdular, kötü ettiler diyor.
Burada her seferinde bir fırkanın ahdi bozduğunu ifade etmektedir.
“AHD” “AKD” kelimesi ile akrabadır. “AKD” düğümlemek demektir. İki kişiyi birbirine bağlayan sözleşmedir. “AHD” ise tek taraflı yapılan söz vermedir. Ama burada kullanılan karşılıklı ahitleşmedir.
Bir parti programını yapar ve ahitlerde bulunur. Halk onu seçerse halk ile parti arasında ahit olmuş olur.
“Adil Düzen”de böyle ekseriyet seçimi yoktur. Ama ayrı site kurmak isteyenler sözleşme yaparlar ve yönetimi oluştururlar. Site için yer bulurlar ve halkı dâvet ederler. Katılanlar bir topluluk oluştururlar. İşte o sözleşmede yapılan taahhüt ahittir. Katılanlar da o ahdi kabul etmiş olurlar.
Burada ahit yapanlar çoğul olarak getirilmiştir. Karşılıklı ahitleşme yapılmaktadır.
Toplulukta halkı temsil eden dayanışma ortaklıkları bir taraftır. Başkan ve başkanın başkanlığında oluşan hükümet de karşı taraftır. Hükümet meclise taahhüt etmiş olur. Yönetici kadro şuraya taahhüt etmiş olur. Bugün bu muhalefet ve iktidar olarak anlaşılır.
Benzer şekilde bizim MİLAD MARKET’te de sermaye sahipleri vardır. Bunlar para vermişler, bilgisayar almışlar, rafları yapmışlar, dükkanı satın almışlar, sermaye koymuşlar. Bunlar bir taraftır.
Buna karşılık buraya mal alanlar ve satanlar da taahhüt eden yöneticilerdir.
Yarın çevrede “Müşteri Ortaklar” oluştuğu zaman, artık onların katkısı ile ahit alanlar olmuş olacaktır. MİLAD MARKET ve KOOPERATİF ahitleşenlerin tarafıdırlar. Ahdin akitten farkı, akitte karşılıklı imza konduğu halde, burada müşteri olma veya hisse senedi alma şeklinde ahde katılınmış olur.
Buradaki çok önemli husus, her ahd ettiklerinde bir fırkanın ahdi mutlaka bozacağıdır. Muhalefetsiz iktidar olmaz diyorlar. Sünnetullah da böyledir. Ancak, muhalefet meşruiyet kazanmaz. Allah her oluşa bir muhalif çıkarır. Onlara ortaklıkta ve ahitlerde meşruiyet vermek yanlıştır.
Demek ki, bir topluluğa katıldığımız zaman iki türlü tavır takınabiliriz. Kimimiz ahitlere riayet ederiz. Kurallar ne ise uyarız. Kurallara uymayacak olursak, o zaman ya o topluluğu terk edip ayrılırız, ya da kuralların uygulanmasında direniriz. Bırakıp gitmeyiz. İşte her oluşta bunların olacağı belirtiliyor.
MİLAD MARKET için bu çok önemlidir. Önce kurallar tesbit edilirken uyulmayacak kurallar konmamalıdır. Böyle kural konmuşsa hakemlere gidilecek ve iptal edilecektir. Ama kurallar konduktan sonra mutlaka uyulması gerekir. Uyamayacaksak ayrılıp gidilmesi gerekir. “Adil Düzen İşletmeleri”nde bu husus çok önemlidir. Bu âyetin “KÜLLEM” işaretine dikkat edilmelidir.
Her işletmenin Genel Hizmet Sorumlusu vardır. İşletme kurallarını istişareden sonra Genel Hizmet Sorumlusu karara bağlayacaktır. Kararlarına herkes kayıtsız şartsız uyacaktır. Ne var ki, Genel Hizmet Sorumlusunun aldığı kararlara karşı hakemlere gidilecek, hakemler acilen karara bağlayacaklardır. Hakemlerin verdiği karar kesindir. Başkan dahil herkes hakemlerin kararlarına uymak zorundadır.
Peki, hakem kararlarına uyulmazsa ne olur? İşte topluluğun “Adil Düzen” olup olmadığı burada anlaşılır. Hakem kararlarına uymayana karşı herkes cephe alıyorsa ve boykot yapabiliyorsa, işte o zaman o topluluk “Adil Düzen Topluğu”dur. Yok hakem kararlarının dışında, ortaklık gruba ayrılıyor ve aralarında kavgalar devam ediyorsa, o topluluk “Adil Düzen Topluluğu” değildir.
İslâmî bir topluluğun oluşması için bu şart olduğundan dolayı önemlidir. Onun için üzerinde duruyorum.
Saadet Partisi’nde ‘başkana itaat, başkana itaat’ diyorlar. Zalim düzende de itaat vardır. “Adil Düzen”de başkanın kararlarına itaat edilecektir. Ancak bu başkan aşiret ve kabile başkanı olacaktır. Yani, her gün karşılaştığımız başkana itaat edilecektir. Onun için Hazreti Peygamber’e, “Facire de itaat mı edeceğiz?” dediklerinde; “Evet, sizinle namaz kılıyorsa itaat edeceksiniz.” şeklinde cevap vermiştir.
Uzaktan kumanda yoktur. Onun dışında başkanın kararlarına da hakemler nezdinde itiraz edilebilecektir ve hakem kararlarına başkanlar da uymak zorundadır.
Hazreti Musa’ya, “Sen de zina yapsan recm edecek miyiz?” dediklerinde; “Evet, ben de zina yaparsam recmedeceksiniz.” diye cevap vermiştir. Yani, yargı kararları herkesi bağlar.
Yenibosna’da henüz örgütlenemedik. Genel Hizmet Sorumlusu ve Hakemler oluşmadı. Günlük toplantıları yapamıyoruz. İşte günlük toplantıları yapıp da sözleşmeleri yapar, muhasebeyi çalıştırır hâle geldiğimiz zaman cenin doğmuş olacaktır. Şimdilik yumurtada faal haldedir.
نَبَذَهُ فَرِيقٌ مِنْهُمْ (NaBaÜaHUv FaRİyQun MiNHuM) “Onlardan bir fırka ahdini nebz etti.”
“NABIZ” bilekte atan kan damarıdır. Vurup atmak demektir. Yani, ahde vefa göstermeyen kimseler mutlaka çıkacaktır. Mikropsuz vücut olmadığı gibi, ahde vefasızlık gösterenin olmadığı bir topluluk da “Adil Düzen” topluluğunda olmaz. Onları aramızdan uzaklaştırmayacağız. Onlar her zaman bize muhalefet etmeye devam edeceklerdir. Böylece topluluğumuz sağlığını koruyacaktır. Ancak, bizde başkanlık ve hakemlik müessesesi çalışacak ve topluluğumuz sağlığını koruyacaktır. Bu da o topluluğun başkanlarının yanında olmaları, başkanın da hakemlerin kararlarının bekçisi olması ile mümkündür.
İstişarede fikir beyan etme ayrı şeydir, başkanın kararlarına karşı hakemlere gitme ayrı şeydir. Ama, bunun dışında dışarıda başkanın aleyhinde konuşma yapılmaz. Hakem kararlarına karşı da hakemlere gidilebilir. Ancak kararlara kesin olarak uyulur. Uymayan kimse dışlanır. Onunla kimse iş yapmaz.
Burada yine önemli bir noktaya işaret edilmektedir. Bir fırka nebz edecektir; hepsi değil, bir grup. Bu grup kendilerinden olacaktır, “Adil Düzen”e katılanlar arasından olacaktır. Fikirde muhalefet serbesttir, amelde muhalefet isyandır. Önce ‘Genel Hizmet Sorumlusu’na, sonra da ‘Hakemlere’ kayıtsız şartsız itaat edilecektir. Başkana itaat etmeyenler hemen oraları terk edecek, hakemlere baş vurup iptal ettirdikten sonra döneceklerdir. Hakem kararlarına uymayanlar ise o topluluktan tamamen ayrılacaklardır. Hakem kararlarına karşı hakemlere giderler, iptal ettirebilirler.
Yaşlanmış olmama rağmen, Allah sağlık verdiği için Yenibosna’ya taşınıp bu hususta yardımcı olmak istiyorum. Bir tanesini kurduktan sonra, oradaki başarıyı yaşayarak gördükten sonra, görülecektir ki, hücrelerin çoğalması gibi bu kurallar işlemeye başlayacaktır. Adil Düzen Partisi böyle bir parti olacaktır. Programı net ve açık olacak, ne yapacağı yazılı olacaktır. Halk ona dayanarak oy verecektir. İktidar olunca da halk ondan taahhütlerini isteyebilecektir. Beş sene beklemeden, hakemlere gidip erken seçim kararını aldırabilecektir. Artık kimse çıkıp da ‘Halk seni istemiyor, seçime git!’ diyemeyecektir. Halk onunla beş senelik ahit yapmıştır. Eğer parti sözleşmesinde ahdettiklerine uyuyorsa, kimse beş seneden önce git diyemez. İktidar ahdine vefa gösterme durumundadır, ama halk da vefa gösterme durumundadır. Gösterip göstermediğine ancak hakemler karar verir.
بَلْ أَكْثَرُهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ(100) (Bal EaKÇaRuHuM Lav YuEMiNUvNa)
“Ekserisi iman etmemektedir.”
Yani, ahdi nebz edenlerin ekserisi iman etmemektedir. Muhalif olanlar çıkarları için gelmiş olabilirler. Hattâ ajan olarak da gelmiş olabilirler. Dolayısıyla bunlar “Adil Düzen”e inanarak gelmemektedirler.
Bununla beraber bize başka bir şeyi de haber veriyor. Az da olsalar, bunların bir kısmı samimi olabilir. Muhalefeti Allah rızası için olabilir. Topluluğa kötülük yapmak için değil, tam tersine topluluğu fazla sevdiği için, ona zarar gelmesin diye muhalefet etmiş olabilir. Onların içinde böyle olanlar da olduğu için, böyle davrananları dışlamamamız, onlara başka gözle bakmamamız gerekir. Çünkü kimin samimi olduğunu bilemeyiz. Demek ki, ahdi nebz edenlerin içinde inanmışlar da var olacaktır. Onlar meşru muhalefeti yüklenmiş kimselerdir. Başkanın kararlarına, sonra da hakem kararlarına uymak görevdir. Ama muhalefet hakkı tavsiyedir, ibadettir.
Hakem kararlarına karşı da hakemlere gitmek öyledir. İnsanların inanmadıkları konuları savunmaları istenmediği gibi, uymak zorunda da değildirler. Hakem kararı yanlışsa, başkanın geçici kararı yanlışsa, o kararın icrasına katılmaz, ama topluluktan ayrılıp gitmez.
Burada bir hususa dikkat etmek gerekmektedir. Böyle yapanlar hakkında, iman etmişlerse herhangi bir azaptan bahsetmemektedir. Demek ki bu meşru görülmektedir. Kur’an ne kadar büyük kitaptır. Hiçbir açık bırakmamış, her şeyin en ince hükümlerini getirmiştir. Nasıl muhalefet edileceğini de öğretmiştir.
***
َ وَلَمَّا جَاءَهُمْ رَسُولٌ مِنْ عِنْدِ اللَّهِ(Va LamMAv Cav EaHuM RaSUvLun MiN GiNdi elLAHi)
“Allah’ın indinden onlara her resul geldiğinde.”
Bundan önceki âyette İsrail oğullarının veya herhangi bir topluluğun yaptığı ahitlerden bahsetmiştir. Aşiretler ve kabileler, yani ocak ve bucaklar, kendi sözleşmelerini kendileri yapar, taahhütleri ile yönetimi oluşturur, kendilerini yönetirler.
Şimdi de “Allah’ın indinden kendilerine bir resul gelse.” denmektedir.
Burada ahitten sonra resulden bahsedilmektedir. Bunlar Hazreti Musa, Hazreti Muhammed gibi resullerdir. Halkın kendi içlerinden seçip kendi sözleşmeleri ile oluşmuş sözleşmelerin ötesinde, toplulukları daha ileriye götüren, kabile başkanlarının da üstünde resullerdir. Bunlar şa’b başkanları veya kavim başkanlarıdır. Bir site topluluğunun oluşmasının ötesinde bir il ve devlet oluşmasıdır. Yaşlanmış, dolayısıyla bozulmuş düzenin yerine yeni düzeni tesis eden başkanlardır.
Burada “RESUL” nekire gelmiş, “LEMM CÂEHUM” denmiştir. “İz Câehum” ile “Lemmâ Câehum” arasında şu fark vardır. “İz” geçmişte cereyan eden bir olayı anlatır, “Lemmâ” ise geçmişte beklenen bir olayı anlatır. Mesela, halk 2002 yılı sonunda seçimi beklemiş, yeni hükümetin gelmesini istemiştir. Seçim olmuş ve AK Parti iktidar olmuştur. İşte bu beklenen bir geliştir. Burada “LEMM” kullanılır. Bekleme devri ise çokluğu da ifade eder, “Küllemâ” mânâsını da taşır. Bekleme devri değilse, yalnız bir oluş için de söylenebilir.
“Allah’ın indinden resul gelmesi” neyi ifade eder? “Allah resulü” denmemiş, “Allah’tan resul” denmemiş de, “Allah’ın indinden resul gelse” denmiştir. Bunun anlamı şudur ki, başkan ve başbakan meclisten seçilecektir. Başka bir anlamı da şudur ki, meclis ulema sınıfından oluşacaktır. Seçilmiş ulema olacaktır. Generaller de ulema sınıfından olacaktır demektir. Çünkü “İNDİLLAH” demek meclis içinden demektir.
Birisi ortaya çıkıyor, yeni düzen getiriyor, halka anlatıyor. Önce bir aşiret ona uyuyor, sonra bir kabile oluyor, sonra şa’b oluyor, sonra kavim oluyor. Onun getirdiği düzeni kabul ediyorlar. Devlet oluşuyor. Yahut il oluşuyor, yahut bucak oluşuyor. Şimdi seçim iki türlü olmaktadır. Bir kurulmuş düzen vardır. O düzen içinde başkanlık makamı boşalıyor, halk sıralama usulü ile ehillerden birini seçiyor. Bu halifelerin seçilme biçimidir. Bir de biri çıkıyor, bir sözleşme yapıyor, o sözleşmeye birkaç arkadaşı inandırıyor. Onlar bir topluluk oluşturuyor. Bu topluluk büyüyor, büyüdüğü kadar topluluk oluyor. İşte şimdi anlatılan bu ikincisidir. İlk anlatılan birincisidir. “ADİL DÜZEN ANAYASASI”nda bu hüküm geçmektedir.
Bir apartman yapmak isteyen en az 30, en çok 100 nüfusa sahip on civarında aile anlaşır. Bunlardan dört şey istenir:
1. Bir başkanın etrafında toplanmış olmaları gerekir.
2. Bir sözleşmelerinin olması gerekir.
3. Maddi imkanlarını ortaya koymaları gerekir.
4. Çıkan nizaları çözecek hakemleri olmaları gerekir. Hakem kararlarına isteyerek uyma azmi ve inançlarının olması gerekir. Halkın o topluluğu oluşturma sosyal gücünün olması gerekir. Bu da hakem kararlarına uymayanların dışlanmasıdır.
Böylece ocak oluşmaktadır. Benzer şekilde bucak, il, hattâ devletin nasıl oluşacağı “ADİL DÜZENE GÖRE İNSANLIK ANAYASASI”nda yazılıdır.
Başkan ve arkadaşları sözleşme yapıyorlar, bir merkez seçiyorlar ve ocak için semt halkına, bucak için ilçe halkına, il için bölge halkına, devlet için kıta halkına soruluyor:
‘Filanların oluşturacağı bir ile taşınmayı kabul ediyor musunuz?’ Yahut; ‘Onların kuracakları ile taşınmayı tercih edecek misiniz?’ Yoksa; ‘Farketmez, kimin yönetiminde olsa orada kalır mısınız?’
Buna yapılan taahhütler değerlendirilir. Cevaplardan sonra kurucuların çizecekleri merkez çevresi içinde kalan kişilerin sayısına gelecekler eklenir, gidecekler çıkarılır. Kalanlar 300 binden fazla ise illerini kurmuş olurlar. İşte bundan sonra bura halkı oranın anayasasına göre hareket etmek durumundadır.
مُصَدِّقٌ لِمَا مَعَهُمْ (MuÖadDiQun LiMAv MaGaHuM)
“Kendilerinde olanları tasdik edici olmak üzere gelen resul her geldiğinde.”
Peygamberler gelmiş, dâvet etmiş ve asla zor kullanmamışlar, kimselere kendi kitaplarını zorla kabul ettirmemişlerdir. Herkes kendi dininde ve kendi inanışında serbestçe yaşamaya bırakılmıştır. Halk kendi arzuları ile getirdikleri kitabı kabul etmiştir. “ADİL DÜZEN ANAYASASI”nda da herkese soruluyor; ‘Bu yeni sözleşme ile oluşan ocağa, bucağa, ile veya ülkeye katılmak istiyor musun?’ deniyor. Kabul edenlerden oluşan kuruluş kuruluyor. Kendi istekleri ile bunu kabul etmişlerdir. Zorla kabul etmemişlerdir. Ekseriyet sistemi ile kabul edilmemiştir. Bir dikta rejimi ile kabul edilmemiştir. Demek ki kendi anlayış ve düşüncelerine uygundur ki, onu kabul etmişlerdir.
Burada önemli “Lillezîne Meahum” denmemiş de, “LiMâ Meahüm” denmiş, kastedilen sadece Tevrat veya İncil değildir.
Batı demokrasisi ekseriyet demokrasisine dayanır. Bir araya gelen topluluk ekseriyetle başkanını seçer, ekseriyetle karar alır ve diğerleri onların kararlarına uymak zorunda bırakılır. Hiçbir zaman ekseriyet temin edilemez. Çünkü sadece iki grup oluşmaz, gruplar oluşur. Beş grup oluşursa ekseriyet beşte birle sağlanır.
Kaldı ki, bu seçimler beş senede bir yapıldığı için, bir günde yapılan baskı ve zorlama ile iktidar olanlar beş sene kendilerine sağlam yer ayarlamaya çalışırlar. Kapitalistlerde sermaye ile, sosyalistlerde silahla öyle sağlam yer yaparlar ki, artık onları oradan kimse indiremez. Tehlikeyi kontrol altına almak için iki parti kurarlar. İkisi de kendi partileridir. Halk bu partilerden birini seçmek zorunda bırakılır. Yani, aynı adamın elinden tutacaksınız ama isterseniz sağ, isterseniz sol elini tutarsınız! İşte ekseriyet demokrasisi böyle kandırmacadır, böyle sahtekârlıktır.
Oysa, Kur’an’ın getirdiği demokrasi “hicret demokrasisi”dir. Yerinden yönetim ilkesi içinde her bucak kendi kanunlarını kendisi yapar ve onu kendi topraklarında uygular. İsteyenler orada kalırlar, istemeyenler o bucaktan ayrılıp başka bucağa giderler. Hattâ yeter sayı bulunca bucaklarını kendileri kurarlar.
İşte buna “hicret demokrasisi” diyoruz. İller için de, devlet için de aynı şeyler söylenebilir.
“Beraberlerinde olanı musaddık” demek, herkesin kendi isteğiyle kabul ettiği bir düzen demektir. Çünkü her zaman değiştirme hakkı ve gücü vardır. Devletin yapacağı işler bu göçleri kolaylaştırmaktır. Devlet hicret etmek isteyenlerin buradaki taşınmazlarını rayiç bedelle peşin para ödeyerek satın alacaktır. Sonra buraya göç edeceklere kârsız olarak aynı bedelle satacaktır.
نَبَذَ فَرِيقٌ مِنْ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ (NaBaÜa FaRIyQun MiNa elLAÜIyNa EUvTu eLKiTABa)
“Kitab verilenlerden bir fırka nebzetti.”
Burada “Kitap verilenlerden bir fırka” denmektedir. Kitap verilenler kimlerdir?
Bugün yeryüzünde kitap verilenler beş guruptur. Bunların hepsi Hazreti İbrahim peygamberin başladığı bütün insanlığı tek topluluk yapma girişiminin sürdürücüleridir. Hazreti İbrahim tek tanrılı dini getirmedi, o zaten Hazreti Adem’den beri vardı. Ama Hazreti İbrahim tek düzenli bir yönetim getirdi, yani tüm insanlığı bir ümmet yapmak istedi, bir millet yapmak istedi. Bunlar içinde ellerindeki Tevrat ve uygulamaları ile en etkin topluluk Yahudilerdir. Sayıları çok azdır, 10 milyon civarındadır. Diğer din mensuplarının sayıları ise milyarlarla ifade edilmektedir. Hazreti İbrahim’in Hazreti İshak oğlundan gelen peygamberlerin oluşturduğu Hıristiyanlık bugün en çok nüfusa sahiptir. Ondan sonra Hazreti İsmail’in soyundan gelen Müslümanların oluşturduğu nüfustur. Brahmancılık Hindistan’da, Budizm de Çin’de yayılmıştır. İkisi de Hazreti İbrahim’in Katura’dan doğan dört oğlundan gelen peygamberlerin eseridir. Bunlar kitap verilenlerdir.
Bir de kitap ehli vardır. Bunlar lâik düzenlerdedir. Kapitalizm ve sosyalizm bu düzenlerdendir. Günümüz dünyasında yönetime bunlar hakimdir. Ancak müntesipleri cemaatleşmemişlerdir. Hakka dayanmamaktadır. Sömürücü bir sınıfa dayanmaktadır. Onlar kitaplarını kendileri yazdılar. Kitap verilenlerin kitaplarından aşırarak, onları bozup yeni düzen kurmak istediler, ama başaramadılar. Sosyalizm yıkıldı, kapitalizm de ölüm döşeğinde kudurmuş köpekvari saldırmaktadır. Bunlar Yahudiliğe de Hıristiyanlığa da karşıdırlar. Ama zaman zaman bunları kullanmışlardır.
Buradaki “FERİKUN” kelimesi müfrettir. Bu şunu ifade eder. Sosyalistler ve kapitalistler aynıdırlar. Sadece görünüşte birbirlerine muhalefet ediyorlar. Nekire gelmesi bunların zaman zaman değişik kılığa girmiş olmasıdır. Ama bir dönemde bir fırka hakimdir.
Demek ki, ehli kitap dediğimizde dört büyük din ile Yahudiler anlaşılmaktadır. Bunlardan kopan bir fırka ise kapitalist ve sosyalistlerdir. Onlar görünürde savaş içindeler ama gerçekte Erbakan’ın dediği gibi canavarın iki çenesi mahiyetindedirler. Birbirlerine doğru giderlerken kitap verilenleri ezmektedirler.
Bunların hepsi ilâhi takdirdir. Burada da doğal muhalefet var olacaktır demektir.
كِتَابَ اللَّهِ (KiTABa elLAHi) “Allah’ın kitabını nebzettiler, fırlatıp attılar.”
Burada kitap müfrettir, tekildir. Bunun mânâsını değişik şekilde anlarız.
a) Her din mensuplarına bir kitap verilmiştir. O onların kitabıdır. Onlar kendi kitaplarını nebzettiler. Yani, Budistler ve Brahmanlar Furkan’ı, Hıristiyanlar İncil’i, Yahudiler Tevrat’ı, Müslümanlar da Kur’an’ı fırlatıp attılar. Hepsi değil, onlardan bir fırka yani sosyalistler ve kapitalistler. Biz lâikiz, düzenimize dini kuralları karıştırmayız dediler. Lâikliği böyle anlamaya çalışıyorlar. Oysa ehli hak lâikliği şöyle tanımlıyor.
1) Bir şey dinî olduğu için imtiyazlı olmaz. Suçsa suç olmaktan çıkmaz, değilse de suç olmaz.
2) Topluluk içinde bütün dinlerin yeri eşittir. Bir dinin diğer dinlere üstünlüğü yoktur. Kamu yönetimine eşit şartlarda katılırlar, kamu imkanlarından eşit şartlarla yararlanırlar.
3) Dinlerarası çıkan ihtilaflarda müsbet ilim hakemdir. Tarafların seçecekleri hakemler ve onların seçeceği baş hakem yoluyla aralarındaki ihtilafları çözerler.
4) Bir ülkede, hattâ bir ilde birden fazla dinler bir arada yaşarlar. Bir dine mensup olmak için bir arada değildirler, herkesin kendi dininde yaşayabilmesi için ortak savunmaya ve güvenliğe geçmişlerdir. Dinde baskı yok, tam tersine dini hürriyet için il ve devlet vardır.
b) Kur’an son kitaptır. Diğer bütün kitapların musaddıkıdır. Kur’an nübüvveti sona erdirmiştir. Kitap verilenler bütün kitaplara iman edip kendi kitapları ile amel etmeleri gerekirken, sadece kendi kitaplarına inandılar ve son kitap Kur’an’ı da fırlatıp attılar. O halde burada “KİTABELLAH” deyince, diğer kitaplar değil de, Kur’an kastedilmiş olur. Bu mânâsı da doğrudur.
c) “ALLAH’IN KİTABI” dediğimizde, Allah’ın halifesi olan topluluğun kitabı anlamına gelir. Ocak, bucak, il ve devlet kurucularının hazırlayıp oraya göç edenlerin kabul ettiği kitap kastedilir. Buna “Allah’ın Kitabı” denmektedir, çünkü bütün topluluk tarafından kabul edilmiş olduğundan o topluluk için icma olmuş olmaktadır. Burada kastedilen Allah’ın kitabı, kurucuların ortaya koyduğu kitaptır, ortak sözleşmedir. Önce kabul ediyor ama sonra ona uymuyorlar.
d) “ADİL DÜZEN” gibi “İNSANLIK ANAYASASI” da zamanla Allah’ın kitabı olarak oluşacaktır. Şöyle ki, burada ilmî çalışmalar vardır. Uygulayarak oluşacak bu anayasa ile müsbet ilmin rehberliğinde ittifaklara doğru gidilecektir. Öyle bir gün gelecektir ki, o gün insanlık bu ilkelere ve hükümlerine karşı çıkamayacak, kabul edecektir. Nasıl ki bugün ‘insan hakları’ kavramı geliştirilmiştir, isteyenler katılmaktadır. Ama öyle hükümler vardır ki, insanlık onu icma ile kabul etmiştir. Mesela, herkesin savunma hakkı vardır. İnsanları savaş dışı köleleştirme, kişiliğini elinden alma insanlık tarafından dışlanmıştır. Buna rağmen insanlar fikren tasdik edecekler ama onunla amel etmeyeceklerdir.
Burada siyasilere önemli ihtar vardır. Programlarını yaparlar, seçimde sözler verirler, yazılı taahhütlerde bulunurlar. İktidar olunca açıp yazdıklarını okuma ihtiyacı duymazlar.
Mustafa Kemal inkılâp programını yaptı, uyguladı, on sene sonra halkın karşısına çıktı ve “Sizlere çok şey vaat ettim, hepsini yerine getirdim.” dedi. Şimdi AK Parti de programını açmalı ve vaat ettiklerini okumalıdır. Vaat ettiklerinin yüzde kaçını yaptıysa onu halka söylemelidir. “Vaat ettiklerimin yüzde doksanını yaptım.” diyebiliyorsa, o zaman yeniden iktidara talip olmalıdır. Bülent Arınç seçim esnasında, “Başörtüsünü çözmek bizim boynumuzun borcudur.” demiştir ama, başkan ve başbakan olunca artık böyle bir sorunları kalmamıştır! Şimdi de devlet başkanlığına talip oluyorlar!..
وَرَاءَ ظُهُورِهِمْ (VaRAvEa JuHUvRiHiM) “Zahrların verasına atıyorlar.”
Gerisin geriye fırlatıyorlar. Bir daha açıp bakmıyorlar.
Türk milleti Kur’an’ı mânâsını anlamadan yalnızca okudu. Sadece mistik etkilerle yararlanacağını sandı. Mânâsını ve muhtevasını sırtlarının arkasına attı. Tabii İsrail oğulları da böyle yaptı.
Türk milleti İstiklâl Savaşı’nı kazandı. Oh, nefes aldım derken, asıl sıkıntılar ondan sonra geldi…
Demokrat Parti iktidar oldu, asıl sıkıntılar ondan sonra geldi…
Kur’an’ın mealini okumak sevap sayılmıyordu. İzmir’de Remzi Güres ve Dursun Aksoy’dan oluşan küçük grup Hasan Basri Çantay’ın mealini okuyorlardı. Ben de katıldım. Akevler Ekolü bunun üzerine kuruldu.
Yavaş yavaş diğer cemaatler de Kur’an mealini okumayı ibadet saymaya başladılar.
Bir ara mealciler ortaya çıktı. Onlar Kur’an’ın Arapçasını terk edip sadece meal okumayı ibadet saydılar, hattâ namazlarını onunla kıldılar. Bu İslâmiyet’i tahrip etmek amacıyla başlatılmıştı. O zaman herkes onlara karşı iken, ben destekledim ve ‘Kur’an sizi yola getirir’ dedim. Sonra gördüler ki değişik mealler var, birbirine uymuyor, ‘Biz tercüme edelim’ dediler, bilenleri Arapça öğrenip kendi meallerini kendileri yazmaya başladılar.
Sonuç ne oldu? Böylece ister istemez Kur’an’la, Arapçasıyla haşır neşir oldular ve bunların bu çalışmaları büyük yarar sağladı. Bugün her tarafta Kur’an mealiyle meşgul olunmaktadır. Bu büyük bir hamledir.
Türkiye bugün Mekke devrindedir. Kur’an’ı mealiyle öğrenmektedir. Beklenen, Medine dönemine geçmedir.
Yarınki hedef Kur’an’a dayanarak topluluklar kurmak ve işyerleri açmaktır. İşte şimdi onun hazırlığı yapılmaktadır. Türkiye yakında artık Kur’an’ı sadece fikrî jimnastik yapmak için okumayacak, onu uygulamak için okuyacaktır. Bu millet artık Kur’an’ı sırtlarının arkasından önüne getirecek ve onun ışığında III. Bin Yıl Uygarlığını kuracaktır.
كَأَنَّهُمْ لَا يَعْلَمُونَ(101) (Ka EanNaHuM LAy YaGLaMUvNa) “Sanki ilmetmiyorlarmış gibi.”
1900’dan beri dünyada iki düşünce çarpışmaktadır.
Bir görüşe göre, dinler artık ömürlerini doldurmuş ve işe yaramaz hâle gelmiştir. Dinler gericiliğin kaynağıdır. Yeni uygarlık müsbet ilme dayalı olarak doğacaktır. Yüzyılın başında okumuşların kahır ekseriyeti buna inanıyordu. 20. asrın sonunda dindarlar ölmüş olacak, gençler de aydın insanlar olacağı için dinler unutulup gidecektir. Ben bu anlayışımda gençliğimi yaşadım. Herkes dinlerin artık etkisiz hâle geldiğine inanıyordu. Dindarlar ise, kıyamet yaklaşmıştır, onun için din ortadan kalkacaktır diye düşünüyorlardı. Lâikler ise, din bâtıl bir şey olduğu, insanları kandırmak için uydurulan bir şey olduğu için, müsbet ilmin ve bugünkü teknolojinin karşısında yok olup gidecektir sanıyordu. Oysa asrın ikinci yarısında yapılan ilmî buluşlar sebebiyle, II. Cihan Savaşı’ndan sonra din düşmanlığı terk edilmeye başlanmıştır.
Türkiye’de bir ilim adamı olan Prof. Dr. Necmettin Erbakan bu anlayışa karşı çıktı ve bu amaçla siyasi faaliyete geçti. Akevler’in de teşviki ile giriştiği bu faaliyet çok etkin ses getirdi. O zaman Humeyni Bursa’da sürgündeydi. İlim ile dinin sentez edileceği anlayışını kafasına koydu ve solcularla işbirliği yaptı. Dindarlar İran’da dünyada bir ilki gerçekleştirdiler ve inkılâbı başardılar. Din yeniden muzaffer bir iktidar olarak ortaya çıktı. Bunu örnek alan Gorbaçov Sovyetlerdeki reformları başlattı. Sovyetler yıkıldı ve sonunda orada da din düşmanlığı sona erdi. Dünyadaki solcular Marksizmi bırakarak dine saygılı sosyalizmi geliştirdiler ve böylece iktidar oldular. Çin’de de din düşmanlığı sona erdi. Avrupa Birliği’nde Papa tek söz söyleyen kimse oldu. Ölen John Paul dinlerarası diyalogu başlattı, Türklerin Avrupa Birliği’ne girmesine fetva verdi. Avrupa Parlamentosu üçte iki ekseriyetle Türklerin Avrupa Birliği’ne girmesi lehinde oy kullandı. Papa öldüğü zaman dünyanın en görkemli dinî merasimi yapıldı. Devlet başkanları gidip cenazesine katıldı. Onun yerine Alman katolikerinden bir papa seçildi. Almanya’da doğu Almanyalı Katolik bir hanım başbakan oldu.
20. yüzyılın başında din karşıtı birkaç Türk enteli kalmıştır. 2007 yılında bunlar da teslim bayrağını çekeceklerdir.
Amerika’da da artık din düşmanlığı yapan sömürü sermayesinin gücü sona erecektir. Türkiye’de AK Parti hâlâ bile bile “Adil Düzen”i, İslâm düzenini sırtlarının arkasına atmış bulunmaktadır; sanki bilmiyorlarmış gibi!..
Yine şunu hatırlatalım ki, bütün bu olanlar Sünnetullah gereği böyledir. Geçiş döneminde böyle yapmaları da normaldir. Onun için burada da herhangi bir azaptan söz edilmemektedir.
Demek ki Adil Düzenciler bunları olağan karşılayacak, bunlardan yararlanacaklardır. Nelerden yararlanıyoruz?
a) AK Parti’nin başarısı Millî Görüşün başarısı kabul edilmektedir. Onlar istedikleri kadar bağırıp çağırsınlar, halk onlara Millî Görüşçü oldukları için oy verdi. Etkin güçler onun için iktidar olmalarına izin verdiler. Demek ki, AK Parti’nin başarısı İslâmiyet’in başarısıdır.
b) “Adil Düzen”i uygulamıyorlar, bundan dolayı sonları hüsrandır. Herkes görecek ki, insanlar iyi de olsa, eğer düzen iyi değilse başarıya ulaşılamaz. Onun için artık kişileri değil, düzeni arayacaklar, düzene sahip çıkanları seçeceklerdir. Adil Düzencilerin şansı buradadır.
c) AK Parti iktidarda olmasa biz rahat çalışamayız. İzmir Akevler’in başına gelenler, Millî Görüşün başına gelenler gibidir. AK Parti iktidarının getirdiği serbestlik Adil Düzencilerin çalışması için hazırlanan bir imkandır.
d) İnsanlık şimdi “Adil Düzen”i hazmedemez. Faizsiz ve zinasız bir düzen onlara çok zor gelir. Bizim iktidar olmamız bu sebeple doğru değildir. İktidar olsak çatışmaya giderdik. Oysa AK Parti son derece uysal davranıyor. Bununla beraber AK Parti dini inançlardan ve İslâmî ibadetlerden taviz vermiyor. Böylece dünya yavaş yavaş “Adil Düzen”i hazmedecek hâle geliyor...
Kur’an da bunları bize İsrail oğulları örneklerinde anlatıyor ve olayları normal karşılamamız gerektiğini ifade etmiş oluyor. Adil Düzenciler için AK Parti ile Saadet Partisi ve diğer partiler arasında fark yoktur. Doğru yaptıklarında ‘doğru yaptınız’ deriz, yanlış yaptıklarında ‘yanlış yaptınız’ deriz.
Adil Düzencilere tekrar Kur’an’ın lisanı ile hatırlatalım:
a) Adil Düzenciler her söze kulak verip değerlendirir, baştan bir şeyi ne kabul eder, ne de reddederler, sonra sözlerin en iyisine uyarlar. Adil Düzenciler söyleyene değil, söylenene kulak verirler.
b) Adil Düzenciler iyilikte yardımlaşmaya hazırdırlar, kötülükte de asla yardımlaşmazlar. Adil Düzenciler yapana değil, yapılana bakarlar.
c) Adil Düzenciler kendileri sevilmeseler bile, karşılarında olanları severler. Kötülerle değil, kötülükle mücadele ederler. Kötüleri yenmek değil, tam tersine onları kötülükten kurtarıp da onlarla işbirliği yapmak için çaba gösterirler.
d) Adil Düzenciler hükmettikleri zaman adaletle hükmederler. Yakınları da olsa, haksızların tarafında yer almazlar.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-366 ADİL DÜZEN DERSLERİ-196 İstanbul, 22 Temmuz 2006
KARANLIKLAR İÇİNDE KALDIK!
AKP Parti Programı’nda;
“Partimizin enerji politikasının temelinde, ulusal çıkarlarımızı koruyarak enerji arzının güvenliğini ve devamlılığını sağlamak, rekabete dayalı bir enerji piyasası oluşturmak ve duyarlı olduğumuz çevreyi ve insan sağlığını korumak bulunmaktadır.” denmektedir.
Bunun gerçekleştirilmesi, “Mevcut tesisler bir an önce özelleştirilecek… Yeni yatırımlar yap-işlet modelleri ile yaygınlaştırılacak… Hidrojen enerjisi konusunda ciddi bilimsel ve teknik projeler başlatılacak… Özelleştirme ve lisans verme usulleri tam anlamıyla şeffaf ve rekabete açık olacak… Güneş, rüzgar, jeotermal ve biomas gibi enerji türleri yanında yeni hidroelektrik santralleri ile yerli kömüre dayalı, yeni teknolojilerle donanımlı, verimi yüksek, çevreye zararı olmayacak termik santrallerin özel sektör tarafından kurulması desteklenecek… Petrol ve doğalgaz aramalarına ağırlık verilecek… Nükleer enerji santralleri kurulacak… Enerjide tek kaynağa bağımlılık ortadan kaldırılacak…” şeklinde sayılmaktadır.
Bunların hepsi ‘ne yapılacağını’ anlatır, ama ‘nasıl yapılacağı’ hususunda bir tek kelime bile yoktur.
Ayrıca ‘ucuzluk ve adil bölüşüm’ ile ilgili de tek kelime yoktur.
“Enerji arzının güvenliğini ve devamlılığını sağlamak”tan bahsedilmektedir.
Ama ne kadar güvenli iş yapıldığını, şimdiye kadar dünyada emsali görülmemiş bir şekilde karanlıklar içinde kalınca anladık!
***
İnsan da diğer canlılar gibi canlıdır. Memeli hayvanlardandır. Topluluk hâlinde yaşar.
İnsan topluluğunun diğer topluluklardan farkı vardır. Diğer canlılar aynı mekanda yerleşmiş durumdadırlar. Uzaktan haberleşme imkanına sahip değildirler.
Oysa insanlar uzaktan birbirleriyle ilişki kurabilmekte, bu sayede topluluklarını büyütebilmektedir. Bu sayede hayvan toplulukları ile insan toplulukları arasında büyük farklar vardır.
a) Hayvan toplulukları konmuş kurallara göre yaşarlar, kendileri kural koyamazlar. Oysa insan toplulukları önce kuralları kendileri koyarlar, sonra o kurallarla yaşarlar. Gerektiğinde kuralları değiştirebilirler.
b) Hayvan topluluklarında iç içe örgütlenme yoktur. Oysa insan toplulukları ocak, bucak, il, ülke ve insanlık olarak örgütlenmişlerdir. Ordular da manga, takım, bölük, tabur, alay, tugay, kolordu, ordu şeklinde iç içe örgütlenmişlerdir. Böyle bir örgütlenme olmazsa, o zaman ne devlet ne de ordu olur.
c) İç içe örgütlenmenin mânâsı şudur: Her alt topluluk kendi iç işlerinde bağımsızdır. Kendi işlerini kendisi yapar. Ortak işlerde üst kuruluşun üyesi olur. Yani, insanlarda tüzel kişilik vardır ve bu tüzel kişiler üst kuruluşların kişileridir. İnsan da kendi kişiliğini koruyarak topluluğun üyesi olur. İnsan kurallar içinde özgürdür. Özgürlerin oluşturduğu topluluk yargı üstünlüğü ile korunur. Hakemlerden oluşan yargı sayesinde üyeler kişiliklerini koruyarak topluluklarını yaşatırlar. Bu durumlar hayvanlarda yoktur.
d) İnsanlar yeryüzünü imar ederek uzak üyeler arasında birliği sağlamak için kara, deniz, demir ve hava yolları yapmışlardır. Su, pis su, gaz ve petrol boruları döşemişlerdir. Radyo, televizyon, telefon ve cep telefonu bağlantıları sağlamışlardır. Ayrıca elektrik enerjisi nakil hatları ile birbirlerine ulaşmışlardır. Kur’an buna ‘sebilüllah’, buralarda çalışanlara da ‘ibnü’s-sebil’ demektedir. Her kuruluş kendi topraklarını kendisi değerlendirir, kullanır ve yaşar. Diğer komşu kuruluşlarla ve merkezlerle alışverişte bulunur. Böylece kendi içinde bağımsız olur, ama daha geniş kuruluşun da parçası olur.
***
Elektrik keşfedildikten sonra aşağıdaki aşamaları geçirdi.
a) Her belde kendi elektriğini kendisi üretti ve halkına dağıttı. Özel firmalar üretse bile belde içinde dağıttı.
b) Elektrik önceleri sadece aydınlatma aracı iken, bugün hava gibi hayatımızın her noktasına girmiştir. Eskiden suyun bulunduğu yerde hayat vardı, şimdi elektriğin bulunduğu yerde hayat vardır, çünkü onunla su da temin edilmektedir.
c) Beldelerin üretip tükettiği elektrik artık değişik yerlerde üretiliyor, beldeler arası, bölgeler arası, uluslar arası, hattâ kıtalar arası hatlarla santraller birbirine bağlanmış durumdadır. Dayanışma içinde tek kaynaktan beslenir olmuşlardır. Henüz bu birlik sağlanamamıştır, ancak ona doğru gidilmektedir.
d) Türkiye’de 1950’den beri bu hususta çekişme vardır. Ekonomik bağımsızlıklarını kaybetmek istemeyen beldeler ve kuruluşlar, kendi elektriklerini kendileri üretip tüketmeyi istemektedirler. Sömürü sermayesi ise dünyayı tek şebekeye bağlamak istemektedir ki, böylece hem kendi tekel idaresinde istediği şekilde halkı sömürebilsin, hem de dünya devletini kurduğu zaman istediği evin, istediği semtin, istediği ilçenin, istediği bölgenin, hattâ istediği kıtanın elektriğini kesebilsin ve baskı altına alabilsin. Daha önemlisi, çok kolay olan sabotajları gerçekleştirebilsin. Mesela, İran’ın şimdi kendi enerji hatları olmasa, santralleri olmasa, bugünkü atom enerjisi direnmesini yapabilir mi? Elektrik santrallerini ve hatlarını isterse basit elektronik cihazlarla mefluç hâle getirir. İran halkı birkaç hafta içinde kırılıp helâk olur. Bu çekişmede devamlı olarak tekelci sermaye zafer kazanmaktadır. Çünkü birleşmede ucuzluk ve garanti vardır.
Henüz interkonekte şebekesini oluşturmadan, TEK ile santral ve hatları belediyelerden aldı. Dağıtımı ele geçirmek için abonelerini de belediyelerin elinden aldı. Sonra interkonekte şebekeyi oluşturdu ve belediyelerin santrallerini iptal etti. Bu uygulamayı 1950’lerde Demokrat Parti’yi yıkmak için hazırlık olsun diye yapıyordu. Elektrik Mühendisleri Odası da o dönemde buna karşı çıkması gerekirken, sırf Demokrat Parti’ye hasımlığından bu tekelleşme tarafında oldu!
Artık belediye santralleri mefluç hâle gelince, şimdi de ‘ÖZELLEŞTİRİN’ diyor!
Yerli kaynaklarla çalışan santraller yerine, gaz ile çalışan santralleri yerleştiriyor! Gazı ve elektriği önce ucuz veriyor. Sonra ülke içi üretim onun eline geçince dört katı pahalı satamaya başlıyor. Önce belediyelerden gasp ederek aldığı santral ve şebekeleri, şimdi ‘ÖZELLEŞTİRME’ adı altında zorla devletten gasp ediyor!..
Şunu söyleyelim ki, Ege Bölgesi’ni saatlerce karanlığa gömme bir deneme olayıdır.
Arıza suni idi. Tedbir alınmamıştı. Orasını tartışmayacağım…
Bugün “Adil Düzen”de bu sorun nasıl çözülüyor, ona temas edeceğim.
a) “Adil Düzen”de her bucak kendi ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde üretim yapar. Altı ay, bir yıl dışarıdan hiçbir şey almasa bile stoklarla geçinir. Kendi elektriğini kendisi üretecek imkanları ve bir yıllık yakıtı da yedek olarak bucakta bulundurur.
b) Bu şekilde elektrik temin etmek hem pahalıdır, hem de güvensizdir. Santralde bir arıza olsa bucak elektriksiz kalır. Bunun için her bucak trafosu ilçedeki il trafosuna bağlıdır. Eğer elektriği il elektriğinden ucuza mâl ediyorsa, santralını çalıştırıp elektriği satar. Pahalıya mâl ediyorsa, o zaman kendi santralı yedek olur. Bu yalnız kendi bucağı için yedek olmaz. Mevsim ve saatlere göre enerji ihtiyacı artar, o zaman yine bu santraller devreye girer. İl için de benzer düşünce geçerlidir. Kendi ihtiyacını karşılayacak yedek santralleri olur. Ülke elektriğini ucuz elde ettiği santralleri çalıştırarak karşılar. Diğerlerini yedekte tutar. Ülkede durum böyledir. Aynı zamanda insanlık elektriğine de bağlıdır; satar veya alır.
c) Elektrik üretim ve tüketimi serbesttir. Halk tarafından üretilir ve halk tarafından tüketilir. Ama dağıtım serbest değildir. Dağıtım kurulacak vakıflar eliyle alınır ve satılır. Bucaklarda, illerde, ülkelerde ve insanlıkta elektrik vakıfları kurulur. Bu vakıfların yöneticileri kamuca atanır ve denetlenir. Hatların ve santrallerin korunması silahlı kuvvetlere verilir. Onlar güvenliği sağlarlar. Eşyada demokrasi yoktur. Ne var ki her vakıf bağımsızdır.
Elektrik enerjisi hayati öneme haiz olduğu için elektrik vakıfları kâr amacı gütmezler. İşletmeler para ile elektrik satmazlar, elektrikle üretilen ürünlerden pay alırlar. Kilovat saat başına yüzde bir torba çimento örnek olarak gösterilir. Vakfa vergi verirler, vakıf belgeleri satar ve nakde çevirir. Halka tüketim enerjisi nüfus başına olmak üzere bir miktar bedava verilir, asgari ihtiyaçlar bedava karşılanır. Ondan sonrası normal fiyatla satılır, ondan daha fazla harcamalara ise iki kat fiyat uygulanır. Böylece insanlar için hayati önemi haiz elektrik enerjisi kontrol altında dengelenir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-366 ADİL DÜZEN DERSLERİ-196 İstanbul, 22 Temmuz 2006
FAİZİN EKONOMİYE ETKİLERİ
Ekonomik dengelerini kurmuşsan mesele yoktur, istikrar sürer gider, hiçbir iç veya dış etken bir şey yapamaz. Ama dengeleri kuramamışsanız olanlar olur… Nitekim ülkemizde oynanan son bir oyunla dengeler değişti, ekonomi sarsıldı ve kimi ekonomistler ‘kriz’ boyutundan bile söz etti. Sonuçta kur yükseldi, borsa düştü. Her şey yeniden dengeye gelme çabasındadır... Bu arada neler değişti?
a) Faizler resmen % 4 artırılmıştır. Nisbi olarak faizler % 30 artmıştır.
b) Borsa düşmüştür. Bu düşüş de % 30’dan az değildir.
c) Dolar yükselmiştir. Bu da % 25’ler civarındadır.
d) Merkez Bankası boşalmaya başlamıştır. Bu boşalma onda birler civarında bir boşalmadır. Bu etkiler kalıcı olacaktır.
Bu değişmelerin ülkeye nelere mâl olduğunu hesaplamak hayli zordur. Çünkü kayıt dışı ekonomi içinde yaşayan Türkiye’ye bunlar hesaplandığı nisbette ve yönde etki etmez. Nitekim doları düşürmek istemişler ama başarmamışlardır. Biz faiz üzerinde biraz duralım.
***
FAİZ ARTTIRILDIĞI ZAMAN NELER OLUR?
a) Faiz sebebiyle işletmelerde sermaye olan nakit para oralardan çekilir, faizli kuruluşlara gider. Böylece işletmeler üretimi yavaşlatır, durdurur yahut kapanırlar. Bunun sonucu olarak işsizler çoğalır, üretim düşer, mallar pahalanır, açlık ortaya çıkar.
b) Faiz sebebiyle işletmeler bankalardan krediyi daha pahalı temin eder, böylece maliyetleri artar. Dış pazarlarla rekabet edemezler. İhracat durur. İthalat patlaması olur ve bu da iç üretimi durdurur. Yani, faiz işsizliğe, enflasyona, döviz açığına iki yoldan etki eder; sermayenin bankalara kayması ve bankalardaki sermayenin kullanılmaması. Bu durum müdahale ile olduğu için katmerli etki etmektedir.
c) Faiz borçluların borçlarını artırır. Zenginleri daha çok zengin eder. Halk sefalet içinde kıvranırken, zenginler de sefahat içinde yüzerler. Gelir dağılımı gittikçe bozulur. Gelir dağılımının bozulmasıyla da pek çok şey bozulur.
d) Faiz ekonomik istikrarı bozar. Faiz arttığı zaman, devletin faizleri ödeyebilmesi için yeni paranın çıkarılması gerekir. Çünkü faiz en kolay kazanç olduğu için diğer işler ancak faizden daha kârlı ise yapılır. Dolayısıyla hesabı faizlerin herkese ana paraları ile birlikte yıl sonunda ödenecek şekilde yapılmalıdır. Bu da ancak en az faiz kadar yeni para çıkarmakla sağlanır. Bunun sonucu da faiz kadar enflasyon demektir. Enflasyon olunca gelecek sene faizler artırılmak zorunda kalınır. Yoksa kimse faizde parasını kullandırmaz. Sonunda faiz enflasyonu, enflasyon faizi körükler, faiz sarmalı ile ekonomi çöker.
Yukarıda saydığımız bu etkiler altı aydan sonra ve bir sene içinde azamiye çıkar.
AK Parti’yi Cumhurbaşkanı seçiminde kıskaca almak için birinci adımlarını attılar.
Her zaman söylediğimiz gibi, Türkiye ‘kayıt dışı ekonomi’ ile çalışır ve faizli işlemler çok azdır. Dolayısıyla faizin Türkiye’deki etkisi Batı’da olduğu kadar olmaz. Etkilemez. Nitekim kur üzerinde beklenen etkiyi yapamadı. Hazineyi boşaltarak gidişatı durdurabildiler.
AK Parti bütün bunları bizimle görüşmeme inadından dolayı görebilir. Ama devletimiz bu operasyonu hafif atlatır.
Ekonomide iki değer vardır; reel değerler ve finans değerler. Reel değerler yaşamak için gerekli bütün araçlar, finans değerler ise bunların değeri karşılığı piyasada dolaşan senet ve paralardır. Gelişmiş ekonomilerde reel değerlerin toplamı finans değerlerin toplamına eşittir. Yani mal paraya eşittir. Malı suni olarak artıramazsınız, ama parayı suni olarak artırırsınız.
Faiz paranın artırılması demektir. Faiz, reel artışı hesaba katmadan parayı artırmaktır.
***
FAİZ NASIL KARŞILANIR?
a) Artan nüfus kadar paranın artırılması gerekir. Çünkü o kadar insan daha fazla o parayı kullanacaktır. Millî hâsıladaki artıştan çok nüfusun artması sebebiyle yeni paraya gerek vardır. Çünkü millî hâsıla ile tüketimler değerlendirilir. Bu da işçilerin ücreti demektir. Ücretler artırılmıyorsa, artan işçiye ödenen para artırılmalıdır. Millî hâsıla ondan fazla artamaz. Çünkü tüketilmeyen mal mal değildir. Fiyatlar aynı bırakıldığında, artan insan kadar millî hâsılada artış olabilir. İşte artan nüfusa göre çıkarılan yeni paraları artan nüfusa dağıtacağımıza, zenginlere veririz, onlar iş kurarlar ve yeni nüfusa iş verirler. Büyüyünceye kadar da kayıt dışı gelirlerle geçinirler, yahut başka ülkeler sömürülür.
b) Dış ticaret yaparsınız ve faizleri karşılarsınız. İhracatınız çok, ithalatınız az ise, artan değerler ile zenginlerin faizlerini karşılarsınız. Gelişmiş ülkeler faizli işletmeleri böylece kayıt altında tutuyorlar. Onlar alacaklıdırlar. Geri kalmış ülkeler ise bu yolla faizi karşılama imkanına sahip değildirler.
c) Dış borçla bu faizler karşılanabilir. Ülke her yıl dışarıya borçlanır. Ülkenin zenginleri faizleri dolara çevirerek stok yaparlar. Onlar doları bankalara yatırır, faizin faizini alırlar. Devlet ise o faizleri öder; dış borçlarla öder. Biraz sonra devlet yıkılır. Osmanlıları böyle yıktılar. AK Parti iktidara gelince, faizle geri kalmış ülkelerin ekonomilerini yola koyamayacaklarını söyledim. Kulak vermediler. Şimdi toslamaya başladılar. Öğündükleri faizi düşürme bir yıl sonunda bu gidişle oraya varır.
d) Eğer devlet faizleri yukarıda sayılan yollardan biriyle karşılayamıyorsa, o zaman da ancak enflasyonla o miktar kapanır. Bunların içinde en ehveni enflasyondur. %5’in altındaki enflasyon zekât etkisi yapar, zararsızdır. %10 kadar enflasyon zararlıdır ama tehlikeli değildir. %10’dan yukarı enflasyon zararlıdır, müzmin hastalıktır. Devleti yavaş yavaş yıkar. % 100’den yukarı enflasyonda devlet komadadır demektir. Dış müdahalelerle belki hayata döndürülebilir.
***
IMF Türkiye’nin yeni para çıkarmasına izin vermeyince ne olur?
Türkiye’de Merkez Bankası’nın dışında para basan yerler vardır.
a) Hamiline yazılı halkın elinde dolaşan banka çekleri ve kredi kartları birer paradır.
b) Bankalar tarafından kırılmayan bono senetleri birer paradır.
c) Banka teminatı olmadan oluşan taksitli satışlar da bir paradır.
d) Hatır senedi, açık hesap, bakkal defterlerinin hepsi birer paradır.
Türkiye’de piyasanın ihtiyacı kadar nakit çıkarmadığınız zaman halk kendi parasını basmaya başlar. Faiz ve riziko sebebiyle fiyatlar katlanır. Onun için de Türkiye’de piyasaya nakit sürerseniz enflasyon düşer. Bunlar denenmiştir.
O halde, Merkez Bankası’nın bu politikası Hükümet ve AK Parti’ye konmuş saatli bombadır.
İhbar ediyoruz!..
Ekonomik bombaların uzmanı olarak haber veriyor ve size yardım etmek istiyoruz...
Siz ise düşmanlarınızla birleşip bize sırtınızı çeviriyorsunuz!..
Ne yapalım, siz bilirsiniz!..
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL