1967...1968...1969....AKEVLER 40 YILDIR ÇALIŞIYOR....2004...2005...2006
GELECEĞİN II. KUR’AN - V. İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ... BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
ADİL DÜZEN 367
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 29 Temmuz 2006 Fiyatı: www.akevler.org veya www.adilduzen.com’a tıklamak!
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 367. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Hedefimiz; “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, Reşat EROL
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ
‘ULUSLARARASI İSTANBUL İMAR VAKFI’
İSRAİL SALDIRISI, FİLİSTİN VE LÜBNAN
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 29. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
وَاتَّبَعُوا مَا تَتْلُو الشَّيَاطِينُ عَلَى مُلْكِ سُلَيْمَانَ وَمَا كَفَرَ سُلَيْمَانُ وَلَكِنَّ الشَّيَاطِينَ كَفَرُوا يُعَلِّمُونَ النَّاسَ السِّحْرَ وَمَا أُنزِلَ عَلَى الْمَلَكَيْنِ بِبَابِلَ هَارُوتَ وَمَارُوتَ وَمَا يُعَلِّمَانِ مِنْ أَحَدٍ حَتَّى يَقُولَا إِنَّمَا نَحْنُ فِتْنَةٌ فَلَا تَكْفُرْ فَيَتَعَلَّمُونَ مِنْهُمَا مَا يُفَرِّقُونَ بِهِ بَيْنَ الْمَرْءِ وَزَوْجِهِ وَمَا هُمْ بِضَارِّينَ بِهِ مِنْ أَحَدٍ إِلَّا بِإِذْنِ اللَّهِ وَيَتَعَلَّمُونَ مَا يَضُرُّهُمْ وَلَا يَنفَعُهُمْ وَلَقَدْ عَلِمُوا لَمَنْ اشْتَرَاهُ مَا لَهُ فِي الْآخِرَةِ مِنْ خَلَاقٍ وَلَبِئْسَ مَا شَرَوْا بِهِ أَنفُسَهُمْ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ(102)
وَلَوْ أَنَّهُمْ آمَنُوا وَاتَّقَوْا لَمَثُوبَةٌ مِنْ عِنْدِ اللَّهِ خَيْرٌ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ(103)
وَاتَّبَعُوا مَا تَتْلُو الشَّيَاطِينُ (Va itTaBaGUv MAv TaTLUv elŞaYAOıNu)
“Şeytanların onlara aktardığına tâbi oldular.”
Bundan önce, İsrail oğullarından bir fırkanın Allah’ın Kitabı’nı arkalarına attıklarından bahsedilmişti.
İsrail oğulları Hazreti Süleyman peygamberden sonra ikiye ayrılmışlar, Yahuda ve İsrail devletlerini oluşturmuşlardır. O zaman Irak’ta Babilliler yaşıyordu. Babilliler Yahudilerin ülkelerini istila etmiş ve onları Babil’e götürmüşlerdi. Bunda iki maksat vardı. Biri, devletin sınırlarını genişletmek, diğeri de kendilerinden daha uygar olan İsrail oğullarının uygarlıklarından yararlanmaktı. Nitekim Babil’e sürgün ile hem Babillilerin daha çok gelişmelerine imkan vermiş, hem de kendileri yararlanmışlardır. Önce Yahuda ve İsrail devletlerinden dolayı ortaya çıkan ayrılık son bulmuştur. Bu iki grup arasındaki düşmanlık İsrail oğullarında o kerteye varmıştır ki, Tevratlarını bile ayırmışlardı! Babil’e gelince bunlar barıştılar ve iki Tevrat’ı uzlaşarak birleştirip yazdılar. Bugünkü Tevrat’ta bu sebeple tekrarlar vardır ve içinde çelişkili ifadeler bulunmaktadır.
Bir fırkanın Allah’ın Kitabı’nı arkalarına atmaları Hazreti Davut ve Hazreti Süleyman peygamberlerden sonra olmuştur. Buna işaret etmek için burada bu âyeti getirmiştir. Bir taraftan Allah’ın Kitabı’nı arkaya atmak, bir de böyle Hazreti Süleyman hakkında açıkladıkları rivayetler olmuştur.
“Şeytanların tilâvet ettiğine tâbi oldular.” denmektedir.
Şeytan nasıl tilâvet etmektedir?
İnsan beyni bir bilgisayardır. Nasıl ben tuşlara basarak bilgisayara giriyorsam, ekrana, tuşlara basarak görebiliyorsam, insan ruhu da beyne birtakım girdiler yazabilmektedir. İnsan bedenini işte bu sayede kullanabilmektedir.
İnsanın kendi kendine istediği kararı alabilmesi için insan beynine ruhtan başka iki varlık daha girebilmekte ve ruh gibi beyne etki etmektedir. Ama insan beynine emir vermemekte, bedeni emrine almamaktadır. Bunlardan biri melektir, insana doğru yolu gösterir. Diğeri de şeytandır, yanlış yolu gösterir.
Ruh bu iki kılavuzdan gelen şeyleri düşünmeye başlar, bu sayede şeytanın vesvesesi topluluğun kamuoyunu oluşturur.
Burada çok önemli bir hususa işaret vardır. ‘Şeytanın aktardığına’ denmiyor da ‘ŞEYTANLARIN AKTARDIĞINA’ deniyor. Çünkü bir şeytan topluluğa aktarmıyor, şeytan ordusu kişilere aktarıyor ve kişiler şeytanların öğrettikleri ile birleşip dedikodu yapmaya başlıyorlar. Şeytan bir de görünmeyen insan örgütüdür.
CIA gibi gizli örgüt de insanların şeytanıdır. Görünmeden insanlara ayrı ayrı duyurmalar yaparlar: Bu duyumları alanlar onu çevrelerine yayarlar. Bu sayede siyasi partilerin iktidarları değişir, bu sayede savaşlar kaybedilir. Gizli adı ‘istihbarat örgütü’ olan, ama provake eden teşkilat şeytanlar teşkilatıdır. Bundan dolayıdır ki Kur’an casusluğu yasaklamıştır. Savaş hâli dışında gizli istihbarat da yasaklanmıştır. Nerede gizlilik varsa orada şeytan hazırdır. ‘Müslümanın işi aşikâredir’ diye atasözümüz oluşmuştur. Bu tür gizli örgütlerin aktardıklarına tâbi olunmayacaktır. Mü’minler davranışlarını gizli dedikodulara değil, açık ispatlara dayandırırlar.
عَلَى مُلْكِ سُلَيْمَانَ (GaLAy MüLKi SüLeYMANa) “Süleyman’ın mülkü üzerinde.”
Şeytan ne yapmıştır? Hazreti Süleyman’ın mülkü üzerinde yanlış aktarmalar yapılmıştır.
İktidarda olanlara karşı insanların hasedi vardır. Şeytanlar insanların bu zayıf noktasından girerler.
Türkiye’de böyle yapılmaktadır. Önce Mustafa Kemal’in iktidarına karşı çeşitli dedikodular çıkarılıyor, diğer taraftan da o adeta tanrılaştırılıyor. Böylece Mustafa Kemal düşmanlığı insanlar arasında yayılıyor. Sonra Mustafa Kemal düşmanlığı devlet düşmanlığına dönüştürülüyor. İstiklâl Savaşı’ndaki Allah’ın Türklere olan rahmeti de unutuluyor. İstiklâl Savaşı sadece Mustafa Kemal’in başarısıdır telkini nasıl küfürse, buna inanarak cumhuriyet düşmanlığı yapmak da küfürdür. Biz, kim olursa olsun, herkesin ne yaptığına bakarız. Kimseyi ne cennete, ne de cehenneme göndermeyiz. Herkesin iyi ve kötü tarafı vardır. Biz kimsenin şahsına değil, İstiklâl Savaşı Başkomutanına ve devletimizin kurucusuna saygılıyız. Kendi şahsını yargılamak bize düşmez.
Görülüyor ki, Kur’an’ın Hazreti Süleyman peygamberi örnek getirmesi, aynı zamanda bugün olan olayları da aydınlatmak içindir.
“SÜLEYMAN” ‘SİLM’ ve ‘İSLÂM’ kelimesinden gelmektedir. Küçük barışçı denmiş olmasının nedeni, Hazreti Süleyman peygamberin, Hazreti Davud’un oğlu ve veziri olmasıdır. Gençken peygamber olmuştur. İbrani devletini geliştirmeye çalışmış, genişletme siyasetinde babası kadar aktif olmamıştır. İç güvenliği sağlayarak Akdeniz uygarlığının oluşmasında etkin olmuştur.
وَمَا كَفَرَ سُلَيْمَانُ (Va MAv KaFaRa SuLaYMANu) “Süleyman küfretmedi.”
“KÜFÜR” iki mânâda kullanılır. Biri, bir gerçeği bile bile kapatmaktır. Diğeri de küfranı nimettir, nankörlüktür, iyilikleri görmemezlik ve unutmadır.
Göz göre göre gerçekleri kapatmakta kullanılırken daha çok “Bi” ile kullanırlar. “Yakfurûne Bi Âyâtillâhi” denmektedir. Mutlak olarak kullanıldığında daha çok nankörlüktür.
Anlaşılan, İsrail oğulları Hazreti Süleyman’ın cimri olduğunu ve kendisine verilen nimetlere şükretmediğini yaymışlardır. Hazreti Süleyman hakkında ne tür dedikodular yaydıkları hakkında bilgi edinmek için eski Mukaddes Kitap’ta yer alan mülük ve tarih bölümlerinin okunması gerekir. 20. yüzyılı geçmişiz, bizim bundan haberimiz yok da, Hazreti Muhammed aleyhisselâm o zaman bu incelikleri nasıl bilecektir?
وَلَكِنَّ الشَّيَاطِينَ كَفَرُوا (Va LavKiNi elŞaYaOıYNu KaFaRUv) “Lâkin şeytanlar küfretti.”
Burada bahsedilenler hangi şeytanlardır? İnsanlardan şeytanlar mı, yoksa cinlerden olan şeytanlar mı?
Cin şeytanlar için nankörlük ettiler denebilirdi. Gelenekte anlatılan, iblisin âbid kimse olduğudur. İblis sonradan küfretti yani küfranı nimet oldu. Ancak bu ‘şeytanlar’ ifadesine uymuyor. Onun taifesi ise zaten kâfir idiler. Dolayısıyla buradaki şeytanlardan kasıt insan şeytanlardır.
Kimdir bu insan şeytanlar?
Bunlar gizli teşkilatlardır, ajan teşkilatlarıdır ve nankörlük yapmışlardır.
Burayı biraz açarsak, çağımızdaki zalim sömürü sermayesi iki gizli teşkilat kurdu; bunlardan biri CIA, diğeri mafyadır. Bunlardan biri el altından desteklenir, diğeri de bütçeden karşılık alır. 20. yüzyılın sonunda bu iki teşkilat yeraltında anlaşmış ve birlikte kendilerini finanse eden sermayeye ihanet etmeye başlamışlardır. Bu olay gittikçe gelişecektir. Devlet bunların üzerine yürüdükçe daha da işbirliği hâline geçeceklerdir.
İnsanlık için bugün olduğundan çok daha korkunç olan, gizli istihbarat örgütleri ile mafya arasında kurulacak birlik olacaktır. CIA mafyayı finanse edecek, mafya terör estirecek, devlet bütçelerinden CIA tenkil karşılığı pay alacaktır. Artık halk, yerel yönetimler ve devletler haraca bağlanacaktır. CIA’dan bunalacaklardır. El altından onları ortak edecek, mafyadan bizar olanlar CIA’ya haraç verecek ve kurtulmaya çalışacaklardır. Bunlara karşı yerel mafyalar oluşacak ve kendilerini savunacaklardır...
Şeytanların nankörlük etmeleri budur.
Baştan kendilerini finanse eden meşru güç olan devlete nankörlük edeceklerdir. Onlar insanları öldürecek, onların emrinde olacak, basın ise iktidarı suçlayacaktır!..
Türkiye’de bugün cereyan eden olay budur. Yargı bağımsızdır, Merkez Bankası bağımsızdır ve bunlar keyfî kararlar almakta; suçlanan ise hep hükümet olmaktadır! Yetkileri elinden alınan iktidar suçlanmaktadır!
Bu âyet işte bu sosyal olayı anlatmaktadır.
يُعَلِّمُونَ النَّاسَ السِّحْرَ (YüGalLiMUvNa elNAvaSa eLSiHRa) “İnsanlara sihri talim ediyorlardı.”
“SİHİR” var mıdır? Önce sihri iki kısma ayırmamız gerekir.
Sihir, bilmediğimiz doğa kanunlarını kullanarak, halkın yapamayacağı işleri yapmaktır.
Bugün Amerika ile cep telefonu ile görüşüyoruz. Eğer bu tekniği 200 sene önce birisi bulabilseydi, bize sihir yapmış olurdu. Bunlara ‘hokkabaz’ da diyorlar. Doğa kanunları ile insanların gözlerini yanıltma bir sihirdir.
Cinler vardır. Bunlar çekirdek bağları ile birbirlerine bağlı yapıdadırlar. Bize görünmezler ama onlar bizi görmektedir. Bizi görmekte ama bedenlerimize etki edememektedirler. Bununla beraber etki edebildikleri sahalar da olabilir. Peygamberlerin mucizeleri de böyledir.
Peygamberlerde melekler işleri yapmakta, büyücülere ise cinler yardım etmiş olur.
Büyücülük tüm ilmî gelişmelere rağmen ortadan kalkmamıştır. Allah’a zor inananlar, büyüye inanmaktadırlar! Peygamberler ‘ben yapıyorum’ demiyor, ‘Allah yapıyor’ diyorlardı. Sihirbazlar ise kendilerini diğer insanlardan daha üstün varlıklar olarak takdim etmişlerdir. Bu sihirbazlar krallar tarafından himaye edilir, onlar da bunun karşılığında kralları tanrılaştırırlardı.
وَمَا أُنزِلَ عَلَى الْمَلَكَيْنِ بِبَابِلَ هَارُوتَ وَمَارُوتَ
(Va MAv EuNZiLa GaLay eLMaLaKaYNi BiBAvBiLa HAvRUTa Va MarUTa)
“Bir de Babil’de iki meleğe, Harut ve Marut’a inzâl olunana tâbi oldular.”
Yani, İsrail oğulları mülk-i Süleyman üzerinde şeytanlara tâbi oldular, nankörlük ettiler. Bir de Bâbil’de Harut ve Marut’un dediklerine tâbi oldular.
“BABİL” Kuzey Irak’ta meşhur bir kenttir. Hazreti İbrahim peygamberden sonra hakimiyet Sümerlerin elinden çıkmış, Asurlulara ve Babillilere geçmiştir. Babil Kulesi meşhurdur. “BABİL” kapılı demektir. Kentte değişik kapıların olması sebebiyle bu adı almıştır. Babil’in en önemli özelliği, değişik dilleri konuşan kimselerin buralarda yerleşmiş olmalarıdır. Kur’an’da önemli tarihi kavimlerin ve kentlerin adları geçmektedir.
‘Mısır’ karşılığı ‘Babil’ kelimesi geçmektedir. O çağın iki süper merkezi ifade edilmektedir.
İsrail oğulları buraya sürülmüşlerdir. Burada değişik kavimlerle tanıştılar. Sonra Persler kendilerini serbest bırakınca, oradaki Yahudilerin çoğu İsrail’e dönmediler, oradan dünyaya dağıldılar. Babil sürgünü ve oradan da sürülmeleri, onların dünyayı tanımalarına sebep olmuştur. Gittikleri yerlerde çobanlık yapamazdılar, çünkü kentlerde yaşıyorlardı. Sanatları yoktu. Çiftçiliği bilmiyorlardı, zaten tarlaları da yoktu. Ticaretle meşgul oldular. Ortak dile ve Tevrat’a sahip olmaları nedeniyle birbirleriyle ilişki kurdular. O tarihlerden beri dünya ticareti onların elindedir. Romalıların ikinci tehciri de onları yine uluslararası ticaretin hakimi hâline getirdi.
Tarım döneminde ticaret aşağı seviyede bir meslek sayılıyordu. 1500’lerde sanayi dönemine doğru gidildiğinde ticaret en önemli mesleklerden biri oldu. Bugünkü Amerikan sermayesi böyle oluştu. Sermaye terakümü yani birikimi gerçekleşti. Müsbet ilimle dayanışma içine giren sermaye bugünkü uygarlığı oluşturdu.
Babil, işte bu sebeple insanlık tarihinde önemli bir yer tutar.
İsrail oğullarının artık dağınık olmalarına gerek olmadığı için şimdi İsrail’de toplanacaklardır. Kur’an’da bunun böyle olacağı bildirilmiştir. İsrâ Sûresi’nin bazı âyetlerini tefsir ederken bunu anlatmıştık. [Bak: 133, 204 ve 265. Kur’an ve İlim Seminerleri ve Adil Düzen Dersleri Yorumlar.]
Bugün Yahudiler arasında değişik gruplar ve bu grupların değişik görüşleri vardır:
a) Birinci görüşe göre, ABD merkez olarak devam etsin, İsrail ise savaşın merkezi olsun. Bugünkü İsrail devletinin siyaseti budur.
b) Merkez Avrupa’ya veya Hindistan’a taşınsın, sermaye oradan hakimiyetini sürdürsün, İsrail yine kan gölü olmaya devam etsin.
c) Merkez İsrail devleti olsun, ama bu arada ‘BOP’ adı altında ‘Ortadoğu Birleşik Devletleri’ kurulsun. Dünyaya o güçle hakim olunsun.
d) İsrail barış devleti olsun, merkez İsrail’e taşınsın. Şaron’un siyaseti bu olmuştu. Ama o bu siyaseti güttüğü için bertaraf edildi.
BİZİM TAVSİYEMİZ ŞUDUR:
a) ABD sömürü sermayesi sömürgecilik siyasetini bıraksın. Faizi, zinayı, mafyayı, CIA’yı, fitne ve savaşı bıraksın. Barışçı olarak İsrail’e taşınsın. Bütün Yahudilerin İsrail’e gelmesi için öncülük etsin.
b) İlimde ve ticarette yine başa güreşsin ve olabildiğince etkin olsun. Ama siyasette etkin olmaktan ve dinsizlik yapmaktan vazgeçsin.
c) Müslümanlarla uzlaşsın, Hıristiyanlarla barışsın. Sermaye faize değil, kâr-zarar ortaklıklarına dayansın. “Adil Düzen”in öğrettiği para çıkarılsın.
d) Nihayet, “Adil Düzen”in yeryüzüne gelmesi ve hakim olması için katkıda bulunsunlar.
Sümer kitabeleri okundukça bu iki melek ortaya çıkacak demektir.
“MELEKLER” Allah’ın görevli kıldığı kimselerdir. Onlar Kâinatı yönetmektedirler.
Devlet içinde de kamu görevlileri melektirler.
İki melek marife olarak gelmiştir. Sümer kitabelerinde ileride bulunacaklar demektir.
“HARUT ve MARUT”, görevlilerin özel adları olabileceği gibi, görev adı da olabilir. Bunlar eğitimci olmalıdırlar. Meslekî öğretmen veya siyasî öğretmen değil de, din adamı ve ilim adamı olabilirler.
“HAR” uçurum demektir.
“MAR” da sarsıntı demektir.
Bunlar soruşturmacı olabilirler. Polis görevlileri olabilirler. Halka korunma taktikleri öğretenler olabilir. Bugün, doğal ve sosyal âfetlerde nasıl karşı konacağını ve neler yapılacağını öğreten kimselerdir.
Bunlar iki bakan olabilirler. Biri karşı tarafın nasıl saldıracağını öğretir. Diğeri ise nasıl korunacaklarını öğretir. Buna benzer bir ikiliktir. Yahut, tek öğretmenli sistem yerine çift öğretmenli sistem olabilir.
Bugün bu konuda yeteri derecede faaliyet olmadığı için tam düşünemiyoruz.
Bu iki görevli vahiy almıştır. Halk bunlardan sihre karşı nasıl korunacaklarını öğreniyordu. Sihre karşı korunma ilmini ve eğitimini veriyorlardı. Allah bir taraftan şeytanlara yapacaklarını yaptırmış, diğer taraftan karşı savunmayı da peygamberler aracılığı ile öğretmiştir.
Önce zalimlere izin verip zulüm yaptırır, sonra mü’minler zulmü ortadan kaldırırlar ve böylece ilerleme olur. Bunlar sayesinde insanlık cennette yaşayacak şekilde eğitilmiş ve hazırlanmış olur. Sermaye zulmü ve sömürüsü olmasa, “Adil Düzen”e ne gerek vardır? Mesela, atom bombasını yapıp atmak kötüdür, ama atom bombasını her devlet bilmelidir. Çünkü bir şeyin zararından korunmak için onun ne olduğunu bilmek gerekir.
وَمَا يُعَلِّمَانِ مِنْ أَحَدٍ (Va MAv YuGalLiMAvNı MiN EaXaDin)
“Kimseye tâlim etmiyorlardı.”
Burada çok önemli bir kural ortadadır. İlmin zararı yoktur. Kötü olan, zararlı olan da öğrenilecektir.
Her şeyin iyi tarafları vardır, kötü tarafları vardır. İyi tarafından yararlanmak, kötü tarafından korunmak için onu bilmek gerekir. Biz atomu bileceğiz ki onun enerjisinden yararlanalım, bombasından da korunalım.
Sihir de insanlara öğretiliyordu. Sihirbazların nasıl sihir yaptıkları öğretiliyordu.
Sihir bir örnektir.
İnsanlara zarar veren bilmedikleri her şey sihirdir.
Düşmanlarımızın bize neler yapabileceklerini bilmemiz gerekmektedir. Yoksa onlara karşı neler yapacağımızı, neler yapmamız gerektiğini bilemeyiz. Mesela, düşman atom bombasını attığı zaman radyasyon tesiri yapar. Ondan korunmamız için atom bombasını ve etkilerini bilmemiz gerekir.
‘Atom enerjisini öğrenmeyin, düşmanın dikkatini çekmeyin, kendinizi savunmayın!’ diyorlar.
Bunlar safsatadır. Tarihte böyle tedbirler hiçbir zaman başarılı olmamıştır.
Bu gibi düşünceleri savunanlar, bu nevi saçmalıkları savunmamalıdırlar.
Atom bombasını yapmayı herkes bilecektir. Ancak bomba imali uluslararası denetimde olacak, herkes için olacaktır. Bombanın kullanılması ise ancak hakem kararları ile meşru olabilir.
حَتَّى يَقُولَا إِنَّمَا نَحْنُ فِتْنَةٌ (XatTAv YaQUvLAv EinNaMAv NaXNu FiTNaTun)
“Biz sadece fitneyiz demedikçe kimseye bir şey öğretmezlerdi.”
“BİZ FİTNEYİZ” ne demektir? Onlar nasıl fitne olmaktadır?
“FİTNE” imtihan demektir. Altın ve gümüşü kir ve pastan ayırmak için yapılan ısıtmadır, eritmedir.
“BİZ FİTNEYİZ” demek, sizlerden iyi olanlarla kötü olanları ayıran fitnedir demektir.
Kur’an’da, “Fitne katilden eşeddir.” denmektedir. Fitneyiz demek, şu kadar kötüyüz anlamında değildir. Biz size bilgi veriyoruz. Atom bombasının yapılmasını öğretiyoruz. Sizi güçlü kılıyoruz. Sonra siz ya imtihanı kazanıp kurtulacak veya atom bombasını insanlığın aleyhinde kullanacaksınız ve sonunda helâk olacaksınız.
Japonya’ya atılan atom bombası Japonları helâk etmemiştir. Aksine, Japonya’yı dünyanın ekonomik güçlerinden biri yapmıştır.
Bunlardan biz de imtihan olunuyoruz anlamı da çıkabilir. Yani, ‘Allah bize bunları öğretti, bunları kullanıp başkalarına zarar vermemek üzere bilgiliyiz, bunun imtihanı içindeyiz’ diyorlar.
Her ne olursa olsun, insanlara her türlü ilmi öğretmemiz gerekir. Ancak bu bilgilerin kötüye kullanılmaması gerekir. Hiçbir bilgi edinme yasaklanamaz, men edilemez.
Türkiye’de Kur’an’ın sadece okunması bile yasaklanıyor!
İşte, şeriat ile bu asrın sakat anlayışını böylece karşılaştırabiliriz.
Bunlar sihir öğretmiyorlardı, sihirden nasıl korunacağını öğretiyorlardı.
فَلَا تَكْفُرْ (Fa Lav TaKFuR) “Küfretme. Nankörlük yapma.”
Sihir ancak tanıdık kimselere karşı kullanılır. ABD bunu yapmaktadır. Önemli kişilerin sicillerini tutmakta, onların karakterlerini ve çevrelerini öğrenmekte ve ne zaman nasıl davranacaklarını bilmektedir. Sonra onlara veya onlar gibi olan kimselere karşı nasıl bir taktik uygulayacaklarını ortaya koymaktadırlar.
‘Devletler Oyunu’ diye bir kitap okumuştum.
Amerika’da önemli kişilere birer adam görevlendirilmektedir. Sen Recep Tayyip Erdoğan’sın, sen Abdullah Gül’sün denmekte, onlar ona ait tüm bilgileri toplamakta ve onun gibi düşünmeye başlamaktadır. Herhangi bir konu olduğu zaman o devreye girmektedir. Böylece operasyonu o varsayımlarla yapmaktadırlar.
Bu sebepledir ki, onlar adam değiştirmek istemezler, hep aynı adamların iktidarda kalmasını isterler. Yoksa masrafları çok olur ve yeni araştırma yapmak da zaman ister. Ben bunu bildiğim için hep onların hesap edemeyecekleri davranışlar yaparak onların başarı şanslarını düşürürüm.
İşte, bir yere gidip ondan görünüp onun dostluğundan ve işinden yararlanıp sonra başka türlü davranmak ona ihanettir, nankörlüktür, küfürdür diyorlar.
Allah Adil Düzencilere böyle casusluk yapmayı ve ihanet etmeyi yasaklıyor.
Tedbir olarak da şeriat önemlidir.
Şeriata göre hareket ederseniz, onların buna aklı ermediği için başaramazlar.
AK Parti’ye oynanan pek çok oyun AK Parti’nin lehine olmuştur.
Mesela, son kriz oyununa bakalım. Ne yaptılar? Faizleri yükselttirdiler. Bu mü’minlerin işine yaradı. Faizle çalışanlar devre dışı oldular. Piyasa faizsiz çalışanlara kaldı. Piyasaya doları sürdüler, dolar ucuzlamadı. Ama yabancı sermaye Merkez Bankası’nın paralarını alarak yurt dışına gitti. Pahalı dolar sayesinde ihracat patlaması oldu, ama bundan yabancı sermaye değil, yerli sermaye yararlandı.
Mü’minlerin yapacakları tek iş var, şeriata göre hareket etmek. Ondan sonrasındaki Allah kendisi her şeyi düzenler. Yapacağın şey; nankörlük etmemek, bulunduğun ülkeye ihanet etmemektir.
فَيَتَعَلَّمُونَ مِنْهُمَا (Fa YaTaGalLaMUvNa MinHuMAv) “Onlardan taallüm ediyorlardı.”
Onlar görevli iki öğretmendi. Halk onlardan ders alıyordu, kurs alıyordu.
Sihir demek, insanları kandırmak ve aldatmak demekti. Basını ve yayını ellerine geçiren şeytan taifesi, insanları göz göre göre kandırmakta ve yanıltmaktadır. Bu sayede birçok fitneler ve krizler olmaktadır.
Savaşlar ve terör olayları olmaktadır.
Önce Filistin’de askeri kaçırtır…
Sonra onu bahane ederek orasını işgal etmekle kalmaz, Lübnan da işgal et!..
Kur’an bize işte bu gibi oyunlara karşı çareler öğretmektedir. Sivil Savunma Bakanlığı bunların bu fiillerine ve büyülerine nasıl karşı konacağını öğretmektedir. Basın-Yayın Bakanlığı da bunlara karşı rakip basının nasıl oluşturulacağını öğretmektedir. Sihre karşı saldırı ile değil, yasak ile değil de; karşı sihir ile mukabele edilecektir. Teröre karşı mücadelede, silah yasağı ile değil de; aksine herkesi silahlandırma ve herkese kendilerini savunma yetkisi ve gücü verilerek sağlanır. Saldırgan silah taşımayı değil, adam kaldırmayı göze almıştır; silah mı taşımayacak? Silah yasağı, terörün yayılmasını isteyenler tarafından empoze edilmektedir.
Bunlara karşı alınacak en iyi tedbir, halkı bilinçlendirmek, halka bunları anlatmak ve halkın bu tür tuzaklara düşmesini önlemektir.
مَا يُفَرِّقُونَ بِهِ بَيْنَ الْمَرْءِ وَزَوْجِهِ (MAv YuFarRiQUvNa BiHi BaYNa eLMaREi Va ZaVCiHi)
“Mer’ ve zevci arasını tefrik etmeyi öğreniyorlardı.”
İnsan çocukken anne babasını sevmeye başlar. Erginlik çağına geldiğinde, karı koca birbirlerini anne babalarından çok severler. Çocukları olunca onları severler. Çocuklar büyüdüğünde yine eşler birbirlerine son derece bağlı hâle gelirler. Sihir yani kötü propaganda öyle hızla yayılır ki, bu bağları bile koparır.
Kur’an bir konuda daima sadece bir örnek verir. En kuvvetlisini yahut en zayıfını verir.
Burada da karı-koca örnek olarak verilmiştir. Çünkü onların bile arasını açarlar.
Batı’da ‘kadın hakları’ diye bir şey geliştirilmiştir. Güya ezilen kadın kurtarılmıştır.
Evine bağlı ve çocuklarını yetiştiren kadının yerini, erkekleşen kadın almaya başlamıştır...
Sonunda ne olmuştur? Kadın erkeleşmiş ve erkeğin işlerini de yapmaya başlamış, ama kadınlıktan da kurtarılamamış; hâlâ doğurmakta, hâlâ çocuklarını emzirmekte ve büyütmektedir. Erkek ise haylaz haylaz dolaşıp meyhanelerde gününü gün etmekte, içki parasını da karısından zorla istemektedir!..
Ben bu anlattıklarımı Kırgızistan’da yaşadığım yıllarda yaygın olarak gördüm. Kadınlar sadece çocuk yapmak için evlenmekte, ondan sonra kocasını evden kovarak nefes alabilmektedir. Türk televizyon kanallarını açınız; kadın hakları, çocuk hakları diyerek çocukları ve kadınları aileye karşı isyan ettirmektedirler!..
Bunların hepsi sihirdir. Bu fitne yalnız karı-koca ve çocukları arasına sokulmamakta; işçi ile patronu arasına, görevli ile vatandaş arasına da sokulmaktadır…
Hâsılı, öyle anlaşılıyor ki, o zamanlar tüm sosyal bağlara karşı sihirle nasıl saldırıya geçildiğini görevli öğretmenler halka öğretiyorlardı.
وَمَا هُمْ بِضَارِّينَ بِهِ مِنْ أَحَدٍ (Va MAv HuM BiWavrRIyNa BiHIy MiN EaXaDin)
“Halbuki onlar onunla kimseye zarar veremezlerdi.”
Demek ki sihir sosyal bir olaydır. İnsanların beyinlerinde etki etmektedir. Fiziki bir etkisi yoktur.
Sünnetullah içinde bir şey olsaydı, Allah’ın iznine gerek olmazdı.
Burada doğa olayları hakkında yeni bir bilgi edinmiş oluyoruz. Doğa kanunları ilâhi kanunlardır, Allah onları değiştirmez. Ama doğa kanunlarını insanlar kullanır ve iş yapar. Bunu kullanmak için de yapılacak şeyin önce beyinde tasarlanması gerekmektedir. İşte burada ilâhi denetim vardır.
Birçok olaylar vardır ki, Allah izin vermedikçe o işi yapamazsın.
Mesela, silahı atamazsın. Atsan bile yanlış atarsın.
Nitekim Mustafa Kemal’e kurşun değmiş ama saatine rastlamış ve kurtulmuştur...
Başbakan Turgut Özal’a kurşun atılmış ama mikrofona değmiş ve kendisi kurtulmuştur...
Genel Kurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu’na kurşun atılmış ama kendisi değil yaveri ölmüştür...
إِلَّا بِإِذْنِ اللَّهِ (EilLAv Bi EiZNi elLAHi) “Ancak Allah’ın izniyle zarar verebilirler.”
Allah’ın izni olmasıydı, ne Balkan Savaşı’nda ne de I. Cihan Savaşı’nda yenilmezdik... Allah’ın izni olmasaydı, Anadolu işgal edilmezdi... Allah’ın izni olmasaydı, inkılâplar olmazdı... Allah’ın izni olmasaydı, Müslümanlar seksen sene zulüm görmezlerdi... Allah’ın izni olmasaydı, ne Irak ne de Filistin’deki vahşet olurdu... Allah’ın izni olmasaydı, Millî Görüş partileri kapanmazdı…
Hâsılı, ne olmuşsa hepsi Allah’ın izniyle olmuştur.
Neden olmuştur, Allah insanlara neden azab eder?
a) Günahlarımız olur, Allah bize merhamet eder, azabı âhirete bırakmaz, dünyada çektirir, keffaret olur.
b) Hatamız olur, hatamızı bize bildirmek için bizi başarısızlığa uğratır.
c) Küçük başarısızlıkta bizi eğitir. İleride büyük zorluklar ortaya çıkınca hazırlıklı oluruz ve o zorlukları nasıl def edeceğimizi biliriz.
d) Bizi bu yolda dener, sabrımızı ve imanımızı ölçer ve derecelerimizi yükseltir. Öğretmenin imtihanda sorduğu soru gibi bir başarısızlıktır bu.
Allah bunu bildirmekle bize neyi öğretiyor?
Size gelen kötülükler Allah’ın izniyledir. Siz karşı tarafla uğraşmayın, kendinizi düzeltin.
Bakınız, ben sadece iki partiden bahsederim: AK Parti ve Saadet Partisi. Çünkü onları bizden sayıyor ve hakkı tavsiye mahiyetinde yazıyorum. Diğer partilerden bahsetmiyorum, çünkü onlar lâiktirler.
Bir düzenin lâik olması başkadır, bir kişinin veya bir partinin lâik olması başkadır.
Kişi lâik olursa dinsiz olur. Parti lâik olursa dinsizlerden oluşan parti olur. Ama düzen lâik olmalıdır.
Yani, bütün dinler devlet içinde eşitlik içinde yer almalıdır. Bütün sosyal grupların üstünde müsbet ilim olmalıdır. Tarafsız, bağımsız, etkin ve saygın olan bir yargı bunlar arasındaki dengeyi korumalıdır. Devlet yönetiminde bir dinin doğmaları değil, müsbet ilim hakim olmalıdır. İşte görüyorsunuz, diğer partiler lâik düzeni savunmuyorlar, kendileri lâik oluyorlar ve dindarlara zulmediyorlar. Saadet Partisi ve AK Parti ise, kendileri Kur’an’a inanıyorlar. Kendileri lâik değildirler ama devlet düzeninin lâik olmasını savunuyorlar.
Onun için benim muhatabım bu iki partidir. Yoksa ben lâiklerle uğraşmıyorum. Çünkü onların hesabını Allah görecektir. Onlarla cidal yapma görevi bize verilmemiştir. Adil Düzenciler bu ehli kitap partilerle de fazla uğraşmamalıdırlar. “Adil Düzen”i kendi içlerinde getirmeğe çalışmalıdırlar...
وَيَتَعَلَّمُونَ مَا يَضُرُّهُمْ وَلَا يَنفَعُهُمْ (VaYaTaGalLaMUvNa May YaWurRuHUM Va LAy YaNFaGuHuM)
“Kendilerinin zararına olan şeyleri taallüm ediyorlardı, menfaat vereni değil.”
İslâmiyet’te eğitim müesseseleri vardır.
a) İlmî eğitim müesseseleri medreselerdir. Namaz içinde bunu çözmektedirler.
b) Ahlâkî eğitim müesseseleri tekkelerdir. Özel ibadetlerle bunu çözmektedirler.
c) Meslekî eğitim müesseseleri lonca teşkilâtlarıdır; usta-çırak ilişkileri içinde meseleyi çözüyorlar.
d) Askerî eğitim meselesini de askerlik hizmeti içinde çözüyorlar.
Bunlar hep yararlı işleri öğretirler, zararlı işleri öğretmezler.
İşte bunların dışında iki öğretim müessesesi daha vardır.
Bunlardan birincisi, sivil savunmayı öğretirler. Doğal ve tabiî âfetlere karşı savunmayı öğretirler. Daha çok isteklilere öğretirler. Diğeri de, kötü propagandaya karşı halkı uyarırlar, basın-yayın araçlarını kullanırlar.
Örgün eğitim bu sorunları çözmez. Bunlara karşı benzer silahlarla mukabele etmek gerekir.
Demek ki, normal eğitim müesseseleri kendilerine yararlı şeyleri öğretiyordu, zararlı olanları değil.
Bununla diploma alıyor ve istihdam ediliyorlardı. Ücretleri ve makamları bununla alıyorlardı.
Oysa iki bakanlığın veya görevlinin öğrettikleri, kendilerine yararlı olanları değil de, zararlı olan şeylerdi. Bunlardan korunmaları böylece sağlanıyordu. Şeytanların yaptıklarına karşı savunma oluşturulmuştu. Bu sadece kendileri için olduğundan dolayı bunun için diploma verilmiyor, maaşlarına zam yapılmıyordu.
وَلَقَدْ عَلِمُوا (Va LaQaD GaLKiMUv) “Böylece öğrenmiş oldular ki.”
Böylece öğrenmiş oldular ki, bu kötülükleri yapanların âhirette bir halâkları yoktur.
“Fa Taallamû” demiyor, “VE LEKAD ALİMÛ” diyor. Yani, bunu taallüm etmeden önce biliyorlardı. Bunları öğrenmeye başladıkları zaman zaten öğrendiklerinin kendileri için yararlı bir şey olmadığını baştan biliyorlar, kim ondan korunmayı bırakıp da ondan yararlanmaya başlarsa, bunun kötü olduğunu biliyorlardı.
لَمَنْ اشْتَرَاهُ مَا لَهُ فِي الْآخِرَةِ مِنْ خَلَاقٍ (La MaN iŞTaRAyHu Mav LaHUv Fıy eLEaPıRaTi MiN PaLAQın)
“Kim onu iştira ederse âhirette bir halâkı olmaz, bunu biliyorlardı.”
Daha baştan, öğrenmeye başlamadan önce biliyorlardı.
Demek ki, bu eğitime insanları alabilmemiz için onların belli seviyeye gelmiş ve bunu bilmiş hâle ulaşmış olmaları gerekir. Bu dersler herkese verilmez. Nasıl herkese mayın patlatma tekniği öğretilmezse, herkese sihir de öğretilmez. Bunların mü’min olmaları ve yeter ilmi almış bulunmaları gerekir.
Bedelli olanların silah taşıyamaması bu âyetin hükmünden istidlâl edilebilir.
Burada anlatılan Babil’deki iki melek değildir. Bütün bu hükümler anlatılmaktadır.
-Kur’an’ı böyle yorumlarsanız, işte o zaman o sizin hayatınıza girer ve sizi yücelere çıkarır.
-Kur’an’ı tarihî vakaların ve hikâyelerin seviyesine indirirseniz, ondan bir yarar sağlayamazsınız.
وَلَبِئْسَ مَا شَرَوْا بِهِ أَنفُسَهُمْ (Va La BiESa Mav ŞaRaV BiyHi EaNFuSaHuM)
“Nefislerine iştira ettikleri ne kadar beistir.”
Bunu da biliyorlardı. Taallüm edenler, ellerindeki silahları kötüye kullanırlarsa, ne kadar kötü işler yaptıklarını biliyorlardı. Burada tek kişiden bahsetmemekte, topluluktan bahsetmektedir. Bunların öğrendikleri kişisel savunmaya dayanır. Örgütsel savunma açık örgüt içinde olmaktadır. Ama yeraltı örgütleri ise bu sihrî kötülükleri örgüt şeklinde yapıyorlar.
Yukarıda “Lâ Tekfur” demiştir. Burada “Nefislerine iştira”dan bahsediyor.
لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ(102) (Lav KavNUv YaGLaMUvNa) “Bir bilseler.”
Yukarıda ‘BİLDİLER’ diyor, burada da ‘BİLSELERDİ’ diyor.
Yani, yaptıklarının kötülüğü bildiklerinden çok daha fazladır.
Mesela, zina yapmak zararlıdır, bunu herkes bilir. Çünkü kadını mağdur eder, erkeği de belki hasta eder. Nesep ihtilatı yani karışması olur. Bu görünürdeki zarardır. Ama zinanın asıl zararı, aile müessesesini çökertmesidir. Zina yapan kimseler evlenme ihtiyacını duymaz ve evlenmezler. Zina yapan kadınla da kimse evlenmez. Bu arada zina yapan bir kadın birkaç erkeğin evlenmesini önler, böylece birkaç kadın eşsiz kalır. Sonra eşsiz kalan o kadınlar da zina yapmağa başlar ve evlilik müessesesi çöker. Halk zinanın sonucunun böyle olduğunu ilk anda bilemez ama, zinanın kötülüğünü bilir. İçkinin ve kumarın zararları da böyledir.
***
وَلَوْ أَنَّهُمْ آمَنُوا وَاتَّقَوْا (Va LaV EanNaHuM EavMaNUv Va itTaQaV)
“İman edip ittika etselerdi.”
İman edecek ve sihir ile ilgili bilgileri kötüye kullanmayacaklardır.
O bilgilerden yararlanmaktan kendilerini koruyacaklardır.
Demek ki, biz her şeyi öğreneceğiz. Her türlü kötü propagandayı, atom bombasını, biyolojik silahı, kimyasal silahı öğreneceğiz, onları yapabilecek seviyede olacağız. İmal edebileceğiz, ama onları kullanmayacağız, sadece savunma amacıyla onlardan yararlanacağız. Bunların imali uluslararası denetime açık olur, ama bunların bilgisi ve becerisi uluslararası izne tâbi olmaz. Kimseye bunların imali ve bilgisi imtiyazı verilemez.
Kur’an ne kadar adil hükümler koyuyor, değil mi? Avrupa insan hakları mı, zulmü mü?!.
Kur’an’dan daha adil bir düzen getiren varsa, buyursunlar görelim ve biz de onlara uyalım...
لَمَثُوبَةٌ مِنْ عِنْدِ اللَّهِ خَيْرٌ (La MaÇUvBaTün MiN GiNDi elLAHi PaYRun)
“Allah’ın indinden onlara hayır isabet edecektir.”
Burada “ALLAH’IN İNDİNDEN” denmektedir. Çünkü Kur’an’ın emrettiklerinin bugün görünmeyen ve bilinmeyen hayrı vardır. Onun için “MİN İNDİLLAH” denmektedir. Yani, bizim bilemediğimiz ve hesap edemediğimiz hayır vardır. ‘İTTİKA’ başlangıçta zarar gibi gelir.
Mesela, MİLAD MARKET sigara ve içki satmamaktadır. Bu durum ilk anda marketin müşterisini azaltmaktadır. Zamanla görülecektir ki, bu tutumundan dolayı Allah ona birçok hayırlar verecektir.
Evlenmek başlangıçta zordur. Ama sonra çocuklar ve torunlar olunca insanda büyük başarı hissini ortaya koyar. İnsan, ‘artık ölsem de olur’ der. Bu dünyada bundan daha büyük hayır ne olabilir ki? Âhiretteki başarı da ayrıdır. ‘İttika etmek’ yani kötülüklerden korunmak, insanı birçok beklenmedik hayırlara ulaştırır.
لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ(103) (Lav KavNUv YaGLaMUvNa) “Bir bilseler.”
‘İŞTİRA EDENLER’ ile ‘İTTİKA EDENLER’i aynı cümle ile sonlandırdı. “BİR BİLSELER.”
Bilemezler ama, görürler.
Oturup aklınızla bir proje yaparsınız. Kur’an’a danışmazsınız. Yaptığınız başlangıçta çok da yararlı görünür. Ama zamanla kötülükleri ortaya çıkar. Bu ilaçla tedaviye benzer. Kur’an’a danışırsanız, size bal ve süt tavsiye eder. Onunla tedavi olursunuz. Baştan tesiri görülmez ama, zamanla sizi öyle bir kurtarır ki, o vesileyle başka hastalıklardan da korur. Batı kanunları ile İslâm fıkhı arasındaki fark işte budur. Aklın hayır zannettiği çoğu zaman şer olur, aklın şer zannettiği çoğu zaman hayır olur. Bir fizik profesörü bize şöyle demiştir: Aklı selime inanmak cinayettir. İnsanlar aklı selime uyarak dünya yuvarlıktır diyen kimseyi yalanladılar!
Böylece Kur’an’ın en çok tartışılan sihir âyetini de sizlerle beraber değerlendirmiş oluyoruz. Ben bu âyeti daha önce de yorumlamış ve hayli zorlanmıştım. Şimdiki yorumumda, o zaman hiç düşünmediğim mânâlar ile karşılaştım. Sizler ileride okuyacak ve daha pek çok yeni ve ileri mânâları bulacaksınız. Bu sebepledir ki Kur’an’ı elinizden hiç bırakmayacaksınız. Kur’an’a sarılmayanlar bir yol bulamazlar.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-367 ADİL DÜZEN DERSLERİ-197 İstanbul, 29 Temmuz 2006
‘ULUSLARARASI İSTANBUL İMAR VAKFI’
AKP Parti Programında; “Büyük şehirlerin ulaşım sorunlarının çözümü için yeraltı ulaşım projeleri desteklenecektir. Ayrıca deniz yolları ve raylı sistem uygulaması yaygınlaştırılacaktır. Kentlerde yaşam kalitesini yükseltecek uygulamalarla öncelikli bölgeler göz önünde bulundurularak yaygınlaştırılacaktır.” deniyor.
1950’den önce İstanbul Belediyesi Avrupa’dan meşhur uzmanlar getirmiş, onlar bu tür tavsiyelerde bulunmuşlardır. Ne var ki bu tavsiyeler lafta kalmış, bir sonuç alınamamıştır. Onların, o sözde uzmanların tavsiyeleri, 1 milyon nüfuslu İstanbul’u, tarihî yapısı ve estetiği ile dünyanın merkezi konumundaki İstanbul’u, 15 milyonluk gecekonduya çevirmiştir...
Recep Tayyip Erdoğan İstanbul belediye başkanı olunca, ‘İstanbul’un çöp ve su sorunlarını’ çözmüş’ ama ‘imar ve trafik sorunları’ o zaman olduğu gibi, günümüzde de bütün hızıyla büyüyerek varlıklarını devam ettirmektedir. ‘Gecekondu yapılar’ın yanında ‘gecekondu yollar ve raylar’ alabildiğine yer almaktadır. Parti programında ‘deniz yolları ve raylı sistemler’den bahsedilmekte, ‘hava ulaşımı’nın ise adı bile geçmemektedir.
***
“Yaşam kalitesi” ne demektir? Bilinmemektedir...
“Öncelikli bölgeler”den kasıt nedir, nasıl tesbit edilecektir? Tek söz yok!
Biz, kuru temennilerden oluşan bu ifadeleri bir yana bırakalım ve
“Adil Düzen”e göre çözüm yolunu ortaya koyalım.
a) İstanbul uluslararası şehirdir, bu amaçla “ULUSLARARASI İSTANBUL VAKFI” kurulacaktır. Bu vakfa katılanların parası ile İstanbul çağın ilerisinde bir şehir hâline getirilecektir. Bu vakıftan pay alanlar, buradaki imkanlardan yararlanma hakkına sahip olacaklardır. Bu vakfa kişiler ve yerli-yabancı firmalar katılabilecektir. Dinî, ilmî, meslekî, sivil kuruluşlar ve devletler de katılabileceklerdir. ‘İstanbul Vakfı’nı beş kişi yönetecektir. Bu üyelerden ikisini İstanbul Büyükşehir Belediyesi atayacak, ikisini de buraya sermeye koyanların temsilcileri atayacaklardır. Dört yönetici ittifakla kendilerine bir ‘Türk Başkan’ seçeceklerdir. Bu başkana karşı veto hakkı kullanma yetkisi başbakanın olacaktır. Hükümet her zaman bu başkanı görevden alabilecektir.
b) İstanbul’un öncelikle ve acilen hâlihazır haritası çıkarılacaktır. Bunun için harita çıkarmayı bilen herkes, seçtiği sokağın haritasını çıkaracak ve ‘Vakıf Pay Belgesi’ni alacaktır. Sermaye yatıranlar gibi onlar da emekleri ile bu çalışmaya katılmış olacaklardır. İstanbul’un fiziki yapısı böyle öğrenilecektir. Bunun kısa zamanda yapılması gerekir. Yoksa İstanbul süratle değişmekte olduğu için bir müddet sonra bir işe yaramayacaktır.
c) İstanbul’da yaşayan bütün vatandaşlar üzerinde geniş anketler yapılacaktır. İstanbullulara geldikleri, gittikleri, yaptıkları, istekleri vs. sorulacak, bu bilgiler ışığında İstanbul’un sosyal yapısı ve hareketliliği öğrenilecektir. Bunun için de yine halk istihdam edilecektir. Öğretmenler, din adamları, emekliler ve öğrenciler seferber edilecek, bu çalışmaları karşılığında kendilerine ‘Vakıf Ortaklık Belgesi’ verilecektir.
d) Bütün bunlar bilgisayarlara geçirilerek bir İstanbul envanteri ve internet siteleri oluşturulacaktır. Yapılan programlarla isteyen istediği bilgilere ulaşabilecektir. Program kayıtlarına girenlere de, program yapanlara da ‘Vakıf Ortaklık Belgesi’ verilecektir.
e) İstanbul’un dünyadaki konumu göz önüne alınarak bir ‘İSTANBUL GENEL NAZIM PLANI’ hazırlanacaktır. Bu planda batıdan gelen yollar İstanbul’daki durakları ile doğuya uğurlanacaktır. Bu yol kara ve demir yollarını içerecektir. Yeraltı ve yerüstü seyri orada planlanacaktır. Bu yol üzerinde uygun yerlerde uçak ve helikopter alanları olacaktır. Ayrıca, kuzeyden gelen vapurlar Boğaz’dan ve Sapanca Kanalı üzerinden geçirilerek Marmara’da uğurlanacaktır. İzmit Körfezi gibi yerlerdeki limanları belirlenecektir.
f) Serbest bölgeler belirlenerek buradan gelip geçenlerden pasaport, vize ve gümrük sorulmayacaktır. Diğer alanlar da vilayetlere ayrılacaktır. Bir ilin nüfusu 300 binden aşağı olmayacak, 1 milyondan yukarı da olmayacaktır. İller bağımsız olacak, kendi planlarını kendileri yapacaklardır. İstanbul Büyükşehir Belediyesi ancak merkezi iki ilin planlamasını yapacaktır. Uluslararası alanlar da bu illerde olacaktır.
Gerek İstanbul’un genel planlaması, gerekse illerin kendi içlerinde planlama yapma usûlü aşağıdaki şekilde belirlenecektir.
a) Siyasi partilerin yetki belgesini verdiği herkes ön planlama yarışmasına girebilecektir. Yukarıda anlatılan planlamayı yapıp katılabilecektir.
b) Katılanların projelerini belediye çoğaltıp katılanlara ulaştıracak veya internette yayınlayacaktır.
c) Katılanlar diğerlerinin projelerini inceleyip soracaklar. Bir projenin aldığı sıraların terslerinin toplamı o projenin derecesini verir. Projeye konan ödülün beşte ikisini bunlar aralarında bölüşürler. Buna ‘Telif Derecesi’ diyoruz.
d) Bir kimsenin değerlendirmelerindeki sapma hesabı yapılır, negatif üssü alınır. Takdir derecesini verir. Konan ödülün beşte ikisini de bunlar paylaşırlar.
e) Telifte birinci gelen ile takdirde birinci gelen kendilerine bir baş planlamacı seçerlşer. Üçü birlikte çalışarak bütün yarış projelerini değerlendirip bir “İstanbul Ön İmar Planlaması” getirirler. Bunlar da konan ödülün beşte birini eşit olarak bölüşürler.
Böylece oluşmuş ön proje imar projesinin projesidir. İstanbul Büyükşehir Belediyesi onaylarsa o ön planlamaya girer.
Ön planlamada mümkün olduğu kadar küçük ihale üniteleri seçilir. Oradaki projeler metre metre ihale edilmiş olur. Yine siyasi partilerin yetki belgesi verdiği kimselerden kim önce gelirse ona ihale edilmiş olur.
Bütün bu ihaleler hep ‘İstanbul İmar Belgesi’ ile değerlenir.
Belge karşılığı neler satılmaya başlanır?
a) Vakfa intikal etmiş tüm yapılar ve arsalar imara uygun hâle getirilir ve satılığa çıkarılır. ‘Vakıf İmar Belgesi’ sahipleri bu belgeleri vererek istedikleri yapı ve arsayı alabilirler.
b) Ortak işletmelerin hisse senetleri çıkarılır. Bunlar su taşıma gibi işletmelerin payları olduğu gibi, fabrikaların hisse senetleri de olabilir. Arz ve talebe göre değerleri yükselir ve düşer. Onlara kira payı verilerek devamlı olarak reel değerleri yükseltilir.
c) Vakfa sermaye koyanların nakitleri kuyumculara verilerek altına çevrilir. ‘İstanbul İmar Vakfı Senedi’ altına kote edilir. İsteyen kuyumculara giderek ‘İstanbul İmar Vakfı Senedi’ni altınla değiştirebilir. Altın karşılığı artıp eksilmeyecektir.
d) Ayrıca borsalarda ‘İstanbul İmar Vakıf Senetleri’ Türk Lirası ile alınıp satılacaktır. Kote edilen altın değerinden fazla tutulacağı için kimse altınla değiştirmeye kalkışmayacaktır.
Bu sayede neler olacaktır?
Halk İstanbul’daki taşınmazlarını belediyeye satacak ve belediyeden imara uygun olanı alacaktır. Vakıf aldığı bu taşınmazı imara uygun hâle getirebilir. İmar içinde bırakır. Kısmen yıkabilir. Tamamen yıkıp yenisini yapabilir. Ancak bu İstanbul’un planlamasında yer alacaktır.
İşte görüyorsunuz, “Adil Düzen” yuvarlak laflar söylemez. Ne yapılacağına bile kendisi karar vermez. Onu ilim adamlarına bırakır, kararı da demokratik olarak tüm siyasi yetkililere verdirir. “Adil Düzen” bu mekanizmanın nasıl işleyeceğini ortaya koyar.
İktidardaki sağır ve körleri bırakın, onlar kendi bataklıklarında debelenip dursunlar!..
Geleceğin iktidarı olan sizler, bunlar üzerinde düşünmeye ve öğrenmeye başlayın...
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-367 ADİL DÜZEN DERSLERİ-197 İstanbul, 29 Temmuz 2006
İSRAİL SALDIRISI, FİLİSTİN VE LÜBNAN
Allah İsrail oğullarını seçmiştir. Tarihte ilk şeriat uygarlığını onlar kurup uygulamışlardır.
Kur’an geldikten sonra Allah, yeni şeriat medeniyetlerini kurma görevini Kur’an ehli mü’minlere verilmiştir. Kur’an ehli olmak da her insanın hakkıdır. Kur’an ehli olanlar İsrail oğullarından daha üstün olarak seçilmişlerdir. Şu farkla ki; herkes İsrail oğlu olamaz ama, herkes Kur’an ehli olabilir.
Mü’minlerin yeni medeniyetleri kurup geliştirmesinde diğer dinlerin de katkıları olacaktır. Tevrat ehli hep var olacaklardır. İncil ehli de var olacaklardır. Mü’minler şeriatı tedvin edecekler, Hıristiyanlar da teknik gelişmeleri sağlayacaklardır.
Kur’an’a göre Tevrat ehli iki defa yeryüzüne hâkim olmuştur.
Birincisi, Hazreti Davut ve Hazreti Süleyman peygamberler zamanında hâkim olmuşlardır.
İkincisi ise, bugün dünyaya hâkimdirler.
Kur’an bunu haber verdikten sonra; bu hâkimiyetlerine son verileceği, buna mü’minlerin son vereceği Kur’an’da yazılıdır. Ne var ki, bu hâkimiyete savaşla değil, Hazreti Ömer zamanında olduğu gibi barışla son vereceklerdir. Yahudiler Filistin’den çıkarılmayacaklardır; yine Kur’an’a göre bütün Yahudiler Filistin’de toplanacaklardır. İsrail devleti kendisini bu yola doğru götürmektedir.
Bizim yapacaklarımız nelerdir? Kur’an’ın genel hükümlerini uygulamaktır.
a) Bir kadının iki kocası olamayacağı gibi, bir toprağın da iki sahibi olamaz. İktidar tecezzi etmez. Vahdet-i kuvva budur. Dolayısıyla, İsrail oğulları bizim iç işlerimize karışamaz, biz de onların iç işlerine karışamayız. Uzaktan Filistinlileri desteklemek, Filistinlileri ateşe atmaktır, İsrail oğullarının başına da dertler açmadır. Bu söz aynen Çeçenler için de, Doğu Türkistan için de söylenir.
b) Zulme uğrayan halk bize hicret ettiği zaman, bunların sayısı yedi milyar da olsa, görevimiz onları kabul etmektir. Yeryüzü bütün insanların ortak malıdır. Kimse iltica edenleri geri çeviremez. Ülkemize gelen muhacirlere ensar olmak durumundayız. Bütün Filistinliler gelsin, bütün Iraklılar, oradaki Kürtler ve Türkmenler gelsin, Çeçenler gelsin, Uygurlar gelsin, Arnavutlar gelsin... Kapımız herkese açıktır. Bu siyaset Mustafa Kemal’in ‘muhaceret’ siyasetidir. Bizim görevimiz gelenleri barındırmaktır, oraya gidip de onları korumak değildir. Hattâ oraya yiyecek ve diğer imkânları ancak onların bize gelebilmeleri için göndeririz. Çünkü biz Filistinlileri buradan beslersek, Amerikalılar da İsrail oğullarını beslerse, onlar oradaki savaşları bitirmezler. Bu herkes için doğrudur. Çeçenler için de doğrudur; Azeriler için de, Uygurlar için de, bu durumda olan diğerleri için de…
c) Eğer Türkiye’ye iltica edenler çok olur de onları barındıramayacak hâle düşersek, göç aldığımız ülkelerden çıkmak üzere komşularımızdan toprak isteme hakkımız olabilir. O sonraki durumdur. Mesela, geçici olarak Suriye’den, Irak’tan, Mısır’dan toprak isteyebiliriz. Çölleri bize verirler, biz oraya suyu götürürüz ve orada yeni Filistin devletini kurabiliriz. Kazakistan’da da Uygur ve Çeçen devletlerini kurabiliriz.
d) Muhacirleri kabul edip yerleştirmek Türkler için zor olabilir. Bu amaçla vakıf kurarız v önce İslâm ülkelerini buraya katılmaya dâvet ederiz. Sonra bütün demokratik ülkelere çağrıda bulunuruz. Göç veren ülkelere karşı hakemlere gider, tazminat talep ederiz. Mahkum olur da vermezlerse, işte o zaman onlarla savaşırız…
İsrail’de iki görüş savaşmaktadır.
Biri, Şaron’un temsil ettiği görüştür. Filistinlilerle barışalım, komşularla iyi olalım... Kendimiz siyaseten değil, ekonomik olarak çevremizde etkin olalım...
Diğeri ise, şimdiki hükümetin görüş ve siyasetidir. Amerikan Yahudileri bunları desteklemektedir. Hamas’ı iktidara getirenler de onlardır, Yahudi askeri kaçıranlar da onlardır.
Bunlar bahane edilerek Filistin ortadan kaldırılacak, Lübnan da işgal edilecektir.
Bizim yapacağımız iş, göç kabul etmek. İsrail’in genişlemesine izin vermek ve çözümler üretmektir…
Bu kukla kapitalist devletler ortadan kalksın. İran ve Türkiye şimdilik beklesinler. Suriye işgal edilsin. Irak zaten işgalde. Bunlar Baasçı yönetimlerdir. Dinsizdirler ve bize karşı onlarla işbirliği yapmışlardır. Bu ülkelerdeki bu yönetimler hele bir gitsin. İsrail de beş milyon nüfusu ile bunları yönetmeye başlasın. Sonra Allah bir yol açar, Mekke’nin fethi gibi fetih müyesser olur...
Filistinliler İngilizlerle bir olup Osmanlı askerlerini şehit etmediler mi?!. Çağımızdaki Filistin yöneticileri yıllarca solcu değil miydiler?!. Bizdeki her türlü anarşistler oralarda eğitim görmediler mi?!.
Diyeceksiniz ki; halkın ne günahı var? Filistin halkının günahı, oralardan göç etmemektir. Çıksınlar, çöllerde dağılsınlar, orada yeni bir ülke ve devlet kursunlar. O zaman tüm varlığımızla onları destekleyelim.
Hiç kuşkunuz olmasın, yakında bunların hepsi olacaktır.
Yahudiler İsrail’de kalacaklar ve kendi kendilerini yönetecekler. Ama artık Ortadoğu’nun ve dünyanın fesat kaynağı olamayacaklar. Amerika’daki sömürü sermayesi de ABD’de dışlanacaktır. Tüm gelişmeler bu yöndedir.
Bu fitne ve fesatları havraların yaptığını zannetmeyin. Onlarda da bizde olduğu gibi dinsiz lâikler iktidarda, dünyayı fesada vermeye devam ediyorlar. Bu arada hiç haya etmeden dünyadaki zulmün kaynağı olarak dinleri göstermektedirler. Ama sonunda yenileceklerdir...
Dünyaya yine cami, havra, kilise ve diğer mabetler hâkim olacaktır; silahla değil, imanla ve adaletle...
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL