1967...1968...1969....AKEVLER 40 YILDIR ÇALIŞIYOR....2004...2005...2006
GELECEĞİN II. KUR’AN - V. İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ... BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
ADİL DÜZEN 368
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 05 Ağustos 2006 Fiyatı: www.akevler.org veya www.adilduzen.com’a tıklamak!
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 368. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Hedefimiz; “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, Reşat EROL
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ
İSTANBUL ULAŞIM SORUNUNUN ÇÖZÜMÜ
FİLİSTİN SORUNUNU NASIL ÇÖZELİM?
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 30. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَقُولُوا رَاعِنَا وَقُولُوا انظُرْنَا وَاسْمَعُوا وَلِلْكَافِرِينَ عَذَابٌ أَلِيمٌ(104)
مَا يَوَدُّ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ وَلَا الْمُشْرِكِينَ أَنْ يُنَزَّلَ عَلَيْكُمْ مِنْ خَيْرٍ مِنْ رَبِّكُمْ
وَاللَّهُ يَخْتَصُّ بِرَحْمَتِهِ مَنْ يَشَاءُ وَاللَّهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظِيمِ (105)
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا (YAv EayYuHav elLaÜIyNa EaMaNUv) “Ey iman edenler!”
Allah Kâinatı melek, cin, ruh ve ins için yaratmıştır. Onlarla var olmak istemiş ve onları muhatap almıştır. Allah’ın hâlik sıfatı bunu gerektirir. Bilinçsiz varlıkların bir mânâsı yoktur. Bilinçsizler bilinçliler içindir. Melek ve ruhlar bâtın (imajiner) âlemde varlar, dalgaları bu âlemde, cin ve insanlar zâhir (reel) âlemde varlar, dalgaları o (bâtın) âlemdedir. Cinler zâhir âlemin sıcak yerlerinde, güneş ve yıldızlarda bulunmakta, insanlar ise soğuk âlemde ve gezegenlerde yaşamaktadır.
Yıldızların çevrelerinde gezegenler vardır. Oralarda da insanlar yaşamaktadır. Güneş sistemindeki tek canlı gezegen olan Dünya’da ise Adem oğlu yaşamaktadır. Yani, Güneş sisteminin tamamı bizim mülkümüzdür.
Hazreti Adem’in oğulları çoğalınca, birbirlerinden ayrılıp ayrı ayrı ‘aşiretler’ olarak yaşamaya başladılar. Avcılık döneminde avlanabilmek için ‘kabileler’ hâlinde birleştiler. Çobanlık dönemine geçince, güvenlik amacıyla ‘şa’bler’ (iller) hâline geldiler. Tarım döneminde toprak mülkiyeti ortaya çıktı ve toprakları savunmak için ‘ordular’ oluştu, ‘devletler’ kuruldu. Fırat ve Dicle kenarlarında büyük sulama alanları ortaya çıkınca, halk buraya göç etmeye başladı ve ‘kentler’ oluştu. İşte o dönemde Hazreti Nuh’un getirdiği şeriat ile ‘kent devletleri’ ve ‘yazılı hukuk’ ortaya çıktı. Dünyada ‘uygarlıklar’ oluşmaya ve yayılmaya başladı…
Hazreti İbrahim peygamber dünyanın tek topluluk olarak barış içinde yönetilmesini ele aldı. Kur’an şöyle diyor: “Sizlere ‘müslimler’ (yani ‘barışçılar’) adını İbrahim verdi.” (Hac, 22/78) İnsanlık için ‘ortak şeriat’ ortaya koymaya başlayan Hazreti İbrahim peygamberdir. Kur’an ile bu görev tamamlanmış oluyor.
Hazreti İbrahim’in kendi kavminden olan eşi Sara’dan doğan oğlu Hazreti İshak’ın oğlu Hazreti Yakup (diğer adı ile İsrail), ilk olarak Tevrat şeriatı ile dünya üzerinde lâik bir düzen, ‘anayasal bir düzen’ kurdu.
‘Anayasal düzen’ demek, yöneticilerin de uymaları gereken ‘şeriat düzeni’dir. Keyfi idarenin sona ermesidir. Aslında bu demokrasidir. Yerinden yönetim ile lâikliği kabul ederseniz, bu demokrasi olur; ‘hicret demokrasisi’ olur. Tevrat böyle bir şeriatı getirdi. Hazreti Musa’dan sonra gelen peygamberler Hazreti Musa’nın soyundan değildir. Yeryüzünde yöneticilerin de uymak zorunda olduğu ilk şeriat kitabı Tevrat’tır. Tevrat’ı uygulama görevi İsrail oğullarına verilmiştir. Onun için onlar seçilmiş kavim oldular. Burada görev bir ırka verilmiştir. O gün gönüllülerden oluşan ordu ile sorunlar çözülemezdi. Çünkü o günkü dünyada sanayi ve hukuk gibi kurumlar oluşmamıştı. İnsanlar ancak aile içinde ve özel mabetlerde eğitilebiliyordu.
Uygarlık gelişip bugünkü teknolojiye ve ilmî seviyeye ulaşılınca Allah Kur’an’ı gönderdi ve ikinci şeriat kitabını bildirdi. Bu kitap içeriği Tevrat’ın devamı idi ama, Tevrat’tan önemli farklıkları vardı.
a) Tevrat’ın Allah kelamı olduğu, Hazreti Musa’nın gösterdiği asa mucizesi ile sabit olmuştur. Oysa Kur’an’ın kendisi mucizedir. Hazreti Muhammed’in resullüğü Kur’an mucizesi ile sabit olmuştur. Bu sayede kıyamete kadar bütün insanlar Kur’an’ın yeni mucizeleri ile onun ilâhi kitap olduğuna inanacaklar. Kur’an’ın en büyük mucizesi, onun tahrif edilmeden korunması ve kimsenin 1400 yıldır benzerini getirememiş olmasıdır.
b) Kur’an hükümler koymaz, hükümlerin nasıl konacağını belirler, içtihat ve icmayı öğretir. Hükümler ise halkın kendi içtihatları, sözleşmeleri, istişareleri ve hakem kararları ile oluşur. Yani, yönetim eksiksiz olarak demokratik ve lâiktir. Farklı mezhepler ve yasalar ile insanlar kendi sorunlarını kendileri çözerler. Tevrat bir kanun yani yasa ise, Kur’an yasaların dayanağı ve kaynağıdır.
c) Tevrat İsrail oğullarına verilmiştir. Oysa Kur’an’ın hükümleri mü’minlerce uygulanacaktır. Yeryüzünde kimlerden olursa olsun, gönüllülerden inanmışların yani mü’minlerin orduları oluşacak, Kur’an’ın hükümlerini kuvvetle onlar koruyup uygulayacaklardır. İsrail oğulları varlıklarını kıyamete kadar sürdürecekler, insanlığın uygarlaşmasına hizmet edecekler, ticarette ve ilimde üstünlüklerini koruyacaklardır. Ama siyasette onların görevi sona ermiştir. Bu görev gönüllülerden oluşan Kur’an ehli mü’minlere verilmiştir.
d) Yeryüzünde barışı tesis etmek işi mü’minlere aittir. Bedenle askerlik yapıp savaşacak olanlar onlardır. Tüm insanlar ise barış içinde yaşayacaklardır. Onların huzur ve saadeti mü’minler tarafından sağlanacaktır. Onlar sadece savunma bedelini ödeyeceklerdir. Burada Tevrat’tan ayrılan önemli fark şudur. Bu güvenlik gönüllülerden oluşacak ama bir kavmin gönüllülerinden oluşmayacak. Yeryüzünde yüze yakın devlet olacak. Bu devletler kendi topraklarına sahip olacaklar ve oraların savunmasını yapacaklardır. Her ülkenin kendi gönüllüleri yani mü’minleri kendi topraklarının güvenliğini sağlayacaklardır. Hakemler kararı ile tenkili gereken bir devlet olursa, onunla savaş meşru olacaktır.
İşte, İsrail oğullarını anlatırken “EY İMAN EDENLER!” deyip de Kur’an ehline hitap etmesi, bunların İsrail oğullarından iktidarı devralmakta olmalarından dolayıdır.
“EY İMAN EDENLER!” demek, ‘ey dayanışma ortaklığı kuranlar’ demektir. Buradaki muhatap Cuma cemaatidir. Cuma her kabilede kılınır. Şa’bin yani ilin merkezinde de merkez bucağı vardır, onlara hitap etmektedir. Bunlar jandarma birlikleridir. Devletlerde de merkez bucaklar vardır. Onların oluşturduğu bucaklara hitap etmektedir. O da her ulusa ait ordularının başkomutanıdır. Tüm insanlığın tek ordusu yoktur. Tüm barış devletlerinin orduları insanlığın ordularıdır. O ordular hakemlerin kararlarına başkanların izniyle uyarlar.
لَا تَقُولُوا رَاعِنَا (Lav TaQUvLUv RavGıNAv) “Râinâ diye kavletmeyiniz.”
Allah her insanı kendi iradesi ile hareket esin, kendi iradesi ile yaptıklarından dolayı sorumlu olsun diye yaratmıştır. Herkesin ayrı kişiliği vardır. İradesi ile yaptığından dolayı da sorumlu olur. Her kişi Allah’ın halifesidir. O’nun halefi olarak içtihat yapar ve O’nun halefi olarak aldığı kararı uygular. Onun içindir ki, içtihadına göre amel etmekle mükelleftir. Çünkü içtihadı Allah’ın ona emri mahiyetindedir.
Sözleşmeler de böyledir. Ortak vekil olan başkanın istişare ile aldığı kararlar da böyledir. Hakemlerin kararları da böyledir. Yani, insan demek, kendi içtihadı ile hareket etmekle yükümlü kimse demektir.
Yalnız, insan topluluk içinde yaşar ve farkında olmadan da olsa şeriat dışına çıkabilir. İşte yöneticiler bu gibi kimseleri gözetirler, şeriat dışına çıkan olursa hatırlatırlar. Kişi hatırlatanı doğru bulursa sorun çözülür. Ama hatırlatanı doğru bulmazsa, gözetleyen hakemlere gider. Bir hakemi kendisi seçer, bir hakemi de gözetleyen seçer. Hakemlerin kararları kesindir. Ancak hakemlerin aleyhlerine de hakemlere gidilebilir.
İşte bu düzen ‘hukuk düzeni’dir. Yöneticilerin emretme ve zorla bir iş yaptırma yetkileri yoktur. Düzende zorlama yoktur. Hakem kararlarına isteyerek uyma vardır. Uymayanları hukuk himaye etmez.
Yani, insanları yönetirken çobanın koyunları gütmesi gibi bir gütme yoktur. İnsanlar koyun değildir. Başkan da insanüstü değildir. Herkes eşit kişiliğe sahiptir.
“RÂİ” çoban demektir. “Reaye” ise sürüdür.
Böylece Tevrat’ta çok açık olmayan bu husus Kur’an’da ilk tâlimat olarak verilmiştir. Yani, Kur’an düzeni hukuk düzenidir.
وَقُولُوا انظُرْنَا (Va QuvLUv uNJuRNAv) “Bize nezaret ediniz diye kavlediniz.”
İnsanın kendisini hayvan yerine koyup başkalarının içtihatları ile hareket etmesi yasaklanmıştır. Herkes kendi içtihadı ile hareket edecektir. İnsan olacak ve sorumlu olacaktır. Ancak topluluk içinde olduğunu ve topluluğun kuralları içinde hür olduğunu da bilmesi gerekir. Dolayısıyla kendisini gözetleyen ve yanlış yaptığı zaman onu uyaracak birini veya birilerini de seçecektir. Topluluk kendisine başkan seçecektir. Başkan onları gütmeyecek, onlara nezaret edecektir.
Burada çok önemli bir husus sözkonusudur. Kur’an, “Sen onları ra’yetme, sen onları gözet” demiyor, “Bizi râyet demeyin, bizi gözet deyin” diyor. Yani, kişiler kendi başkanlarını ve görevlileri kendileri atayacaklardır. Söyleyecek kimseleri belirlemek kendilerine aittir. Kur’an’da demokrasi yoktur diyen kimselerin kulakları çınlasın. Eğer Kur’an’da böyle değil de, ‘Sen böyle de’ denseydi, o zaman Hazreti Muhammed hâtmü’n-nebiyyîn olmazdı. Çünkü ondan sonra başkanı kim atayacaktı? Nübüvvetin son bulması demek, demokrasinin gelmesi demektir. Bundan dolayıdır ki, ilk dört halife seçilerek gelmiştir.
وَاسْمَعُوا (Va iSMAGUv) “Ve sem’ edin.”
Evet, başkanın yani gözetleyenin söylediklerini dinleyin, kulak verin, değerlendirin. Ona göre içtihadınızı yeniden gözden geçirin.
Yine burada da çok önemli bir husus vardır. “Sem’ edin ve itaat edin” demiyor. Sadece “Sem’ edin” diyor. Allah insanlara her söze kulak vermelerini emretmiştir. Ama o sözlerin ahsenine uyacaklardır. Sözün ahsenini belirlemek kişinin kendi içtihadı ile sabit olmaktadır. Onun için yetki başkanın değil, kişinin kendisine aittir. Herkes hesabını bu dünyada hakemlere verir, âhirette de Allah’a verir.
وَلِلْكَافِرِينَ (Va LiLKAvFIRIyNa) “Ve kâfirler için”
Burada “KÂFİRLER”den bahsediyor. Herkes içtihadı ile hareket edecektir. Topluluklar kendi icmaları ile hareket edeceklerdir. Ancak burada samimi olacaklardır. Ne kendilerinin heva ve hevesleri, ne de başkalarının istekleri ile karar almayacaklardır. İşte içtihatlarında samimi olmayanlar kâfirlerdir.
Bir de nezaretin yerini râ’yete bırakırlarsa yine kâfir olurlar. Çünkü başkanlarını tanrı yapmış olurlar.
Bugünkü Batılılar meclis denetimini getirmişler, müfettiş denetimini getirmişlerdir. İslâm’da ise halk denetimi vardır. Mağdur olanlar hakemlere giderek mağduriyetlerini giderir ve bu içtihadı iptal ettirebilirler. Eğer bir zarara uğramışlarsa tazmin ettirirler. Eğer bu hatalar kasten yapılmışsa suç oluşturur.
عَذَابٌ أَلِيمٌ(104) (GaÜABun EaLIyMun)
“Elim azab vardır.”
Bu azabın nerede olduğu belirtilmiyor. Âhirette olabileceği gibi, bu dünyada da olabilir.
İçtihat yapan kimse içtihatlarında şu hususlara dikkat etmelidir:
a) İcmalara aykırı içtihatlar yapmamalıdır.
b) Başkaları adına içtihat yapmamalıdır. Ama bilmeyenler onun içtihadına uyabilirler.
c) İçtihatlarında çelişki olmamalıdır.
d) Sonuçları fesat veya zulüm olmamalıdır.
Mağdur olanlar hakemlere giderler ve cezalandırılması gerekenler cezalandırılırlar. Mesela, ehliyetleri ellerinden alınır. “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nda içtihatlara karşı yargıya gidilebileceği, karşı hakemlere gidilebileceği yazılıdır. Bu âyet onun delildir. Hüsnüniyetin asıl olduğu unutulmamalıdır. Kötü niyetli olduğunu ispat külfeti müddeiye aittir. Kimse hüsnüniyetli olduğunu ispat etmeye zorlanamaz.
***
مَا يَوَدُّ (MAv YaVadDu) “Meveddet etmezler.”
“VeDeDe” kelimesi vadi kelimesi ile akrabadır. Derelerin toplanıp aktığı saha demektir. “VEDDE” demek, insanın kendisini ona taraf koyup oraya gitmesini istemek, temenni etmek, içinden tam istekle istemek demektir.
Kâfir olanlar mü’minlerle meveddet etmezler.
Yeryüzünün barışını ve güvenini tesis emekle görevli bulunan iman etmişlerin en büyük hasmı kâfirlerdir, müşriklerdir. Çünkü onlar barışı ve güveni istemezler. Onlar bulanık suda balık avlarlar.
Doktorlar isterler ki, hasta çok olsun, para kazanalım... Avukatlar isterler ki, niza çok olsun, biz para kazanalım... Tamirciler isterler ki, arabalar çabuk bozulsun, biz para kazanalım... Silah fabrikaları da isterler ki, savaş olsun, biz silah satalım... Eczacılar isterler ki, insanlar hasta olsun, biz de çok ilaç satalım...
İşte, zinaya ve faize dayanan düzen böyle bir sömürme düzenidir.
الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ (elLaÜIyNa KaFaRUv MiN EaHLi eLKiTABi)
“Kitab ehlinden küfretmiş olanlar.”
Müminler vardır... Müslimler vardır... Münafıklar vardır… Kâfirler vardır… Müşrikler vardır...
“Adil Düzen”de bunlara yer vermemiz gerekmektedir.
Mü’minler siyasi haklara sahip vatandaşlardır.
Müslimler ilmî, dinî ve iktisadi haklara aynen sahiptirler; siyasi haklarını ise ancak kendi iç yönetimlerinde kullanabilirler. Müslimler kendi iç işlerinde de icma kararlarına uyarlar, icmanın dışına çıkmazlar. Cizye öderler.
“KÂFİRLER” ise müslimler gibi kişisel cizye vermezler, topluca savunma paylarını öderler. Buna ‘fey’ diyoruz. Kendi işlerinde icmalara da uymazlar.
Müşrikler ise savunma payını da vermeyip mü’minlerle devamlı savaşta olmayı yeğleyenlerdir. Bize saldırmadıkça biz onlara saldırmayız. Ama gerek müslimleri, gerekse kâfirleri savunuruz.
“Adil Düzen Anayasamız”da bu kâfir-müslim ayırımı net olarak ayrılmamıştır. Eklemelisiniz.
Münafıklara gelince, bunlar siyasi topluluk değildir, bunlar dini topluluktur. Dini cemaatlerin onlara karşı davranışları sözkonusudur.
Burada dikkat edeceğimiz husus, ehli kitabın hepsi kâfir olarak sayılmamıştır. “Onlardan kâfir olanlar” denmiştir. O halde ehli kitaptan kâfirler olduğu gibi, müslim ve mü’minler de vardır. Ehli kitap olanlar ile ehli Kur’an olanlar arasında bu bakımdan fark yoktur. Onlar da mü’min yani asker olabilirler. Onlarla ittifak ederek hakemlerin meşru kıldığı savaşı birlikte yürütebiliriz. Ehli kitap bütün kanun devletlerini de içerir. Kendilerine kitap verilenler ise Yahudiler, Hıristiyanlar, Müslümanlar, Hindu dininde olanlar ve Budistlerdir. Sosyalistler ve kapitalistler kendilerine kitap verilenler değildir, ama kitabı olanlardır.
وَلَا الْمُشْرِكِينَ (Va Lav eLMuŞRiKIyNa)
“Müşrikler de. Ne de müşrikler.”
“MÜŞRİKLER” kitabı olmayanlardır. Yani, devlet aşamasına ulaşmamış topluluklardır. Kabile çatışması dengesine dayanan topluluklardır. Bu döneme ‘cahiliye dönemi’ diyoruz. Cahiliye döneminde her kabilenin kendi tanrısı vardır. Hangi tanrı ve kabilesi galip gelirse hak tanrı odur.
Onlar bize saldırmadıkça, biz de onlara saldırmayız. Onlarla sözleşme de yapılmaz. Çünkü onlar sözleşmenin üzerinde durulacağına da inanmazlar. Yazılı sözleşmelere uyulmasına gerek olduğuna inandıkları takdirde, o zaman zaten ehli kitap olurlar.
Uymayacaklarını baştan beyan eden insanlarla sözleşmeler nasıl yapılabilir ki?
Bunlar müşriktir.
İşte bu gibi insanlar, yani kâfirler ve müşrikler dünyada “Adil Düzen”in tesis edilmesini istemezler ve bu konuda insanların daima başarısız olmalarını isterler.
أَنْ يُنَزَّلَ عَلَيْكُمْ خَيَْر (EaN YuNazZaLa GaLaYKuM PaYRin)
“Size hayrın inzâl edilmesini istemezler.”
Başarılarınız onları sıkıntıya sokar. İslâmiyet’te hayırda yarış meşrudur, hattâ emredilmiştir.
Hayır yapalım… Biz daha fazla hayır yapalım… Bu hayırda başkaları da olsun...
Ben zengin olayım, ama başkası da daha fazla zengin olsun. Çünkü onun zenginliği bize zarar vermez. Tam tersine onun zenginliğinin bize de hayrı olur. Mü’minler ve müslimler böyle düşünür.
Kâfirler ve müşrikler ise; onlar servetlerini başkalarını ezmek için kullanacakları için, Müslimlerin de öyle yapacaklarını sanır ve sizde olmasını istemezler.
Batılılar koydukları gümrük, vize, ağır vergiler, sigorta mecburiyetleri, bürokratik zorunluluklar ile hep ülkemizi geri bırakmak istemektedirler.
Demek ki, Türkiye’nin gelişmesini istemeyenler ya kâfirlerdir, ya da müşriklerdir.
Bunun aksi de doğrudur. Dünyada başka devletlerin, başka toplulukların da zengin olmalarını isteyen topluluklar müslimdir. Mü’min de olabilirler. Bu sebepledir ki, başka ülkelere karşı gümrükleri düşüremezsin anlaşması, başkalarının zenginliğini önlemek istemek demektir. Küfürdür.
Ama aramızda gümrükleri kaldıralım demek, hayırda birleşmedir ki, bu da emredilmiş bir şeydir.
‘Kur’an’a inanıyorsak’ dediğimiz zaman, onun dediğini yapmak zorundayız.
مِنْ رَبِّكُمْ (MiN RabBiKuM)
“Rabbinizden.”
Rabbinizden hayrın tenzil olmasını istemezler.
Bu hayır nedir?
İnsanların arasında dört çeşit hayır vardır.
Bunlar emekle elde edilmez. İnsanların bir araya gelmesi ile elde edilir.
a) Dinî Kurallar. Bunlarda zorlama yoktur. Bunlar ahlâki kurallardır. Dinler öyle kurallar koyarlar ki, insanlar o kurallarla hareket ettikleri zaman mesut ve müreffeh olurlar. Diyelim ki; içki içmezseniz, sağlığa kavuşursunuz. Zina yapmazsanız, aile müesseseniz yaşar. Yalan söylemezseniz, herkes size güvenir. Hile yapmazsanız, müşteriniz artar. İşte kâfirler ve müşrikler bunu istemezler. Sizin dinsiz ve haksız olmanızı isterler. Birileri başbakanın sofrasında rakı içerek bunun için caka satmıştır. Başörtüsü düşmanlığı buradan gelmektedir. Kur’an kurslarına ve imam hatip okullarına bundan dolayı düşmanlık yapılmaktadır. Televizyonlar bunun için et teşhiri hâline getirilmiştir. Çünkü ahlâklı olursanız Türkiye refaha ve saadete erer. O zaman bu ülkeyi sömüremezler. O halde bunları destekleyenler kâfirlerdir, müşriklerdir. Bunlar kitap ehlinden olabilir. Bunlar müşriklerden olabilir. Bu tür ahlâksızlığa karşı olanlar hangi kavimden ve hangi dinden olurlarsa olsunlar, müslim ve mü’mindirler.
b) Hukuki Kurallar. Bunlar içtihat, sözleşme, istişare ve hakem kararları ile oluşur. Dayanışma ortaklıkları tarafından teyid edilmiştir. Bir topluluk hukuku ile var olur. İnsan hakları da hukuk içinde korunur. Ama yine Türkiye düşmanları Türkiye’yi hukuk devleti olma dışında olmaya zorlamaktadırlar. Önce çok kanunlar hukuk düzenini yok eder. Çünkü bu kanunlarda çelişkiler oluşur. Sonra, bu kanunları değil halk, hakimler ve avukatlar bile bilemezler. Bu kanunlar hukuk düzeni içinde devleti oluşturmak için kullanılamaz. Aksine, zalimlerin hukuku zulüm için kullanmaları amacıyla tedvin edilir. Merkezi yönetim halkın sorunlarını çözmez, kanunlar da yönetim tekliğine götürür. Uygulanamaz ve sonunda herkes hukuk dışında iş yapmaya başlar. Çoklu hukuk sisteminin olmadığı ülkede hukuk yoktur demektir. Avukatlık merkezi yargı sistemi olmaktan çıkarır. Avukatların para kazanmak için uzattığı davalar halka adalet dağıtmaz, zalimlerin zulmetmelerine aracı hâline gelir. Pahalı paralı yargı sistemi ancak zenginlerin halka ve yönetime zulmetme aracı olur. Bu düzeni bu hâliyle savunanlar da küfür ve şirk içindedirler. Bunlar da Batı dayatması ile böyledir.
c) İlmî Kurallar. İlim, insan aklının reddedemeyeceği gerçekleri ortaya koyar. Uygarlaşma demek, ilmileşme demektir. Kararlarımızı ne kadar müsbet ilme dayandırırsak, o kadar uygarlaşmış oluruz. Müsbet ilmin göstergeleri, zamanla ve yerle değişmemesi, ölçü ve hesap içinde rakamlara dayanması, böylece daima amelî olarak kontrol edilmesidir. İlim aynı zamanda büyük bir güçtür. Müslimler herkesin daha çok âlim olmasını temenni ederler, çünkü birilerinin bilmesi bizim de bilmemizdir. Gerektiğinde sorar öğreniriz. Zaten her şeyi birimizin bilmesi imkânsızdır. Topluluk içinde birinin bilmesi herkesin bilmesi anlamına gelir. Şu şartla ki, topluluk kimin neyi bildiğini bilsin. Diploma bunun için vardır. Kâfirler, -kitab ehlinden olsun, müşriklerden olsun kâfirler,- ilmi kazanç metaı hâline getirmişlerdir. Telif hakları diye bir şey icad etmişlerdir. Fikirler eşya kabul edilmiş, alınıp satılmaktadır. Serbest eğitimi yasaklayıp insanların öğrenmelerine mâni olmuşlardır. Teorik ve uygulanamaz fikirlerle okullar işgal edilmektedir. Yahut bazı rakamları ezberletme ile insanların vakitlerini öldürürler. Ben Teknik Üniversite’de okurken çok övdükleri bir profesör vardı. Ders anlatmaz, saatleri kitapta olan cetvelleri tahtaya yazmakla geçirirdi. Bugüne kadar onun ne yaptığına aklım ermemişti. Şimdi anladım. O hoca masondu. Masonlar ise zenginler sınıfındandır. Dünyayı ve Türkiye’yi onlar yönetmektedirler. Türk halkı bir şey öğrenmesin de yarın kendi başlarına iş yapmasın diye bize rakamlar öğretiyor ve zamanımızı yiyordu. Türkiye’de meslek okulları düşmanlığı vardır. Bu düşmanlık Türkiye’nin sanayileşmesini önlemek için bilerek düzenlenmiş olan bir oyundur. İmam hatip okulu meslek okulu değildir. Önce onu meslek okulu yapıyorlar. Bunların sayısı % 1 veya 2 civarındadır. Bunlara yol açmayalım diye bütün meslek okullarının önünü tıkıyorlar. Böylece Türkiye meslek okullarını köreltiyorlar. Bunu da imam hatip okulları için yapıyor gösterip bizim ahmak lâikleri inandırıyorlar. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal bile bu oyuna geliyor. İşte, kitap ehli olsun yahut müşrik olsun, fark etmez, onlar bizim ilim ve fen sahibi olmamızı istememektedirler. Bizim hayrımızı istememektedirler. Allah Kur’an’da bunun böyle olduğunu bize bildirmektedir. Kâfirler bir şey önerdi mi, bizim hayrımıza önermediğini bilmemiz gerekir. Şüphesiz bütün ehli kitap olanlar böyle değildir. Onun için “MİN” kelimesini kullanmıştır.
d) Ekonomik Kurallar. Küfür ekonomisinde servet ilmi, dini ve idareyi hakimiyeti altına alıp sermaye sömürüsü ile dünya yönetilmektedir. Bu sebeple faizler, gelir vergisi, gümrükler ve vizeler devreye sokarak tekel oluşturulmaktadır. Başkalarının servet edinmelerine şiddetle karşıdırlar. Onlara göre servet elde etmek demek, onların hükümranlık haklarına saldırmak demektir! “Hayr” kelimesi servet anlamına gelir. Özel olarak sizin zengin olmanızı istemezler denmektedir. Türkiye’de on yılda bir askeri müdahale gerçekleştiriliyor ve böylece Türkiye geri bırakılıyordu. Ahmak lâikler de 50 seneden fazla onlara bu alanda hizmet verdiler. ‘Ahmak’ diyorum, onları ‘hain’likten kurtarmak için; yoksa hain olurlar. Dünya Bankası ve IMF dibi kurumlar, dünyayı geri halde tutmak için oluşturulmuş kurumlardır. Nitekim onlarla iş yapan hiçbir ülke iflah olmamıştır. Onlarla çalışmayan hükümetleri kendi millî ordularıyla iktidardan indirmektedirler. ‘Efendim, bunlar senaryodur, komplo teorisidir!’ diyen ahmaklar çoktur. Ama görünen köye kılavuz istemez. ‘Öyle mi?’ diyebilenlere; ‘Yönetimi bize bırakın da “Adil Düzen”i deneyelim’ diyoruz. Ağır vergiler, ezici kanunlar, bürokratik engeller bizim teşebbüslerimizi yavaşlatmaktadır, ama asla azmimiz kırılmamıştır. Sizin hasediniz istediği kadar büyük olsun; Allah’ın izni ile sizi yenecek ve Türkiye’de “Adil Düzen”i kurmuş olacağız...
Dünya mü’minleri birleşmek zorundadır. Bu kâfir ve müşriklerin zulmüne karşı “Adil Düzen”i getirmek zorundayız. Yoksa bunlar mikrop gibidirler, hastayı öldürmeye çalışırlar. Ancak hasta ölünce kendileri de yok olurlar. Dünyanın sonunu getirmeye çalışmaktadırlar. Aslında biz “Adil Düzen”i getirmekle yalnız kendimizi değil, onları da kurtarmış olmaktayız.
Kur’an ehli işin kolayını bulmuş, ‘Kur’an’a inandım’ diyenleri mü’min, diğerlerini kâfir kabul etmiş. Oysa her din ve kavimde mü’minler var, kâfirler de var.
Kimin mü’min, kimin kâfir olduğunu anlamak için Kur’an’ın koyduğu kriterlere kulak verelim.
1- Her söze kulak verirler ve sözlerin en iyisine tâbi olurlar. Herkesin serbestçe söz söylemesini, okumasını, okutmasını, öğretmesini ve yaymasını memnuniyetle karşılarlar. Fikirlere ve düşüncelere yasak koymazlar. Tevhidi tedrisatı ülkenin cehalet içinde kalması için kullanmazlar. Aksine hakkı söylemelerini isterler.
2- İyilikte yardımlaşırlar, kötülükte yardımlaşmazlar. Karşılıklı çıkar paralelliği ararlar. Çıkar çatışmasına dayanmazlar. Taraflardan birinin kaybettiği faiz ve kumardan uzak dururlar. Tarafları kazandıran ticarete yönelirler.
3- Onlar herkesi severler, herkesin iyiliğini isterler, herkes için hayır dilerler, kendilerini sevmeyenleri de severler. Onların savaşları kötülerle değil, kötülükledir.
4- Nihayet, hükmederken adaletle hükmederler. Herkes için eşit şeriat hükümleri uygulanır. Lübnan’a İsrail’in girmesi haksızlık ise, bizim de Irak’a girmemiz haksızlıktır. Herkes için adil olan kurallar konmalı ve uygulanmalıdır. İşte bu kriterlere uyanlar mü’min ve müslimdir. Çifte standart uygulayanlar kâfirdir. Bunlar hangi ırktan olursa olsun, hangi dinden olursa olsun, mü’mindir.
Dünya üzerinde barışı tesis etme görevi İsrail oğullarından alınmıştır. İsteyenin bu göreve tâlip olacağı kabul edilmiş, ancak ağır şartlar konmuştur. Onlardan kuvvetli hâle geldiğimiz zaman Yahudilerin ve Hıristiyanların “Adil Düzen”e katkıları olacaktır. Şimdi oralarda da kâfirler yönetimde oldukları için onlardan bir şey beklemememiz gerekir.
وَاللَّهُ يَخْتَصُّ بِرَحْمَتِه (Va elLAHu YaPTaöÖu Bi RaXMaTiHIy)
“Allah rahmetini tahsis eder.”
Bir tablo düşünün, onu yapan ressam onu yapmıştır. Zevk almıştır. Biz de ona bakıyoruz, zevk alıyoruz.
O resmi biri yapmasaydı, o resim kendi kendine olsaydı, biz de ona bakıp zevk almasaydık, o tablonun varlığı neyi ifade ederdi ki? Demek ki, durgun bir kâinatın anlamı yoktur. Kâinat hareketli olacaktır. Hareket de ancak farklı yer ve hâl içinde olabilir. Periyodik hareket de bir mânâ taşımaz. Durgun kâinatla periyodik kâinatın mânâları aynıdır. Gözlerimiz, kulaklarımız, dişlerimiz, ellerimiz farklı olacaktır ki biz var olalım. Farklılık olmazsa, varlık da yoktur.
Bir çuvala benzer bilyeleri doldurursanız o bir varlık oluşturmaz. Ama değişik yapı elemanları evleri oluşturur. Demek ki, var olma demek, farklı parçaların bir araya gelmesi, aralarında işbölümü yapması ve dayanışma içinde bir iş yapma demektir.
Bu genel varlık kavramını ortaya koyduktan sonra, Kâinat’a bakalım.
Kâinat’ta bilen varlıklar vardır, bilinen varlıklar vardır. Bilen bilinenden farklıdır. Dağ bilinendir, ama insan ise bilendir. Şimdi ‘Allah neden dağı dağ, insanı insan olarak yarattı?’ diyemeyiz. Çünkü dağ olmasaydı, insan bilen ve yapan varlık olmazdı, yani insan da insan olmazdı.
Bu iki büyük ayırımdan sonra, Allah eşyayı da ikiye ayırdı; varlığı ve tesiri halk etti, yani atomları ve atomların hızlarını var etti. Neden ikili yaptı? Hız ile atom aynı olsaydı diyemeyiz. O zaman durgunluk olur ve varlığın mânâsı kalmazdı.
Allah, bilen ve yapan varlığı da iki şekilde var etti; kişi ve topluluk. Kişi, bilen ve yapan varlık olarak, diğer bilen ve yapan varlıklar ile birlik içinde olmazsa, bildiği ve yaptığı ne işe yarayacaktır?
İşte bu noktaya geldiğimizde, Kâinat’ta mevcut farklılık ve işbölümünün yerini toplulukta sosyal işbölümü almaktadır. İnsanlar farklı yaratılmıştır. Herkesin farklı işleri vardır. Gerek kişiler, gerekse topluluklar birbirinden tafdil edilmiştir. Günümüze bakalım, kimler üstündür? Batılılar dünyaya üstün durumdadırlar. İlimde ve teknikte ileri gitmişlerdir. Onlara bu üstünlüklerini sağlayan Allah’tır. Bunlar bu üstünlüklerini iki-üç asır önce ele geçirdiler. Ondan önce dünyaya hâkim olanlar Müslümanlardı. Ondan önce üstünlük Bizanslıların ve Romalılarındı. Ondan önce üstünlük Yunanlıların ve Perslerindi. Ondan önce üstünlük İbranilerindi. Daha önce Mısırlılar ve onlardan önce de Sümerler hâkimdi.
Ne var ki, bugün ve bundan sonra yeryüzündeki uygarlıkları etkili olacak olan iki şeriat vardır; Tevrat ve Kur’an şeriatı. Tevrat’ın üstünlüğü ilk şeriat yasası olmasıdır. Kur’an ise son yasadır. Tevrat İsrail oğullarının kitabıdır. Kur’an tüm insanlığın kitabıdır. Tevrat’ın tarihî değeri vardır. Kur’an’ın ise geleceğe etkisi bakımından üstünlüğü vardır. Nasıl Allah bundan önce İsrail oğullarını tafdil etmişse, bundan sonra da tüm insanlardan gönüllü olarak oluşacak mü’minleri tafdil etmiştir. Kitab ehli ve müşriklerin buna haset etmeleri küfranı nimettir.
“III. Bin Yıl Medeniyeti”ni kuracak olan “Adil Düzen Çalışanları”nı Allah tafdil etmiştir.
Bunun farkı, burada kavim seçilmiyor. İsteyen herkes “Adil Düzen Çalışmaları”na katılabilir ve “Adil Düzen Çalışanı” olabilir. Malını ve canını bu çalışmalar için Allah’a satmış olan her kişi burada yer alır.
Allah’ın bunlara olan rahmetini kıskanma yerine, Allah’ın bu rahmetinin içine girmeye çalışmak gerekir. Bu anlamda şunu diyoruz:
“Adil Düzen” bir partinin veya bir grubun düzeni değil, bütün insanlığın düzenidir.
“ADİL DÜZEN”İ ŞÖYLE TANIMLAYACAĞIZ:
a) “Adil Düzen”e katılmak için herhangi bir dine veya ırka mensup olmak gerekmez. İnsan olan herkes “Adil Düzen”e katılabilir. Yedi yaşını dolduran çocuğun bile katılması kabul edilir. Ondan küçüklerin anne babasından biri katıldığında, o zaman o çocuk da katılmış olur.
b) “Adil Düzen”e katılmanın iki şartı vardır: Biri, Kâinat’ı var eden ve onu yöneten Varlık vardır. Müsbet ilimle sabit olan kuralları kabul etmek zorundayız. ‘Ben müsbet ilmin verilerini tanımam’ diyen müşriktir ve “Adil Düzen”de yeri yoktur. Biz onu kovmayız ama onun yeri yoktur. “Adil Düzen Çalışmaları”na katılmak için ikinci şart da, büyük dinlerin, Tevrat, İncil, Kur’an ve doğu dinlerinin kitaplarının hepsinin hak olduğuna inanır, onlardan yararlanırız. Onları değerlendiririz. Biz peygambere düşman değiliz, din düşmanı değiliz.
c) “Adil Düzen”e katılmak için Nazist, faşist, sosyalist, kapitalist olabilirsiniz. Kendi değerlerinizi “Adil Düzen Çalışmaları”na getirebilirsiniz. Biz nasıl Kur’an’ı getirme hakkına sahip isek, siz de kendi düşüncelerinizi getirebilirsiniz. Bu “Adil Düzen”e katkıdır. Bir şartladır ki, hiçbir görüş ve anlayış başka insanlara dayatılamaz. Herkesin kendi içtihat ve icmaları çerçevesinde eşitlik içinde yaşama hakkı vardır. Bizim üstünlüğümüz buradan gelmektedir. Bizim görevimiz tahakküm değildir, dayatma değildir. Bizim görevimiz “Adil Düzen”i kurmadır. “Adil Düzen” demokratik, lâik, liberal ve sosyal bir düzendir. Ama bu ekseriyet demokrasisi değildir. Dinleri dışlayan demokrasi değildir. Zorunlu aidatı dayatan sosyallik değildir. Faizci, zinacı, tekelci liberal değildir. Yani, kendinizi hükmetmekle üstün kılan anlayış içinde iseniz, “Adil Düzen Çalışanı” olamazsınız. Kendinizi insanlığa hizmette üstün olan kimse olarak görmelisiniz. Hükmetmek değil, insanlara kimsenin hükmetmemesini sağlamak hedefiniz olacaktır.
d) Biz sizden herhangi bir dinî ve ırkî özellik istemiyoruz. ‘Kim olursanız olun, gelin!’ diyoruz. ‘Gelin de yeryüzünde “Adil Düzen”i hâkim kılalım’ diyoruz. ‘Biz kendi değerlerimizle katılalım, siz de kendi değerlerinizle katılın’ diyoruz. Bir şartımız vardır: Aramızda çıkan ihtilafları “HAKEMLER” yoluyla çözeceğiz. Davalı bir hakem seçecek, davacı bir hakem seçecek, o hakemler de baş hakemi seçecek. Bunların baş hakemin hakemliğinde aldıkları karalara itirazsız uyacağız. Bu en ağır karar olabilir. Bunu kabul etmedikçe “Adil Düzenci” olamazsınız.
İşte, Allah böyle inanıp yapan “Adil Düzenciler”e rahmetini tahsis etmiştir.
Çünkü Allah bütün insanlardan, hattâ müslim olanlardan bu kadar büyük özveriyi istemektedir.
مَنْ يَشَاءُ (MaN YaŞAyEu) “Kim isterse” veya “Kime isterse.”
Bu âyette iki mânâ aynı derecede ortaya çıkar:
a) Birinci mânâ; ““Adil Düzen”e girmeyi kim isterse, Allah ona rahmetini tahsis eder.” demektir. Bu mânâ birinci mânâdır. Çünkü “MEN”den sonra gelen ifadede “MEN”e râci zamir olmalıdır. Eğer dileyen Allah olursa, ifadede “MEN”e râci zamir olmaz. Öyleyse hazf takdirine gerek kalmadan ‘Kim isterse ona rahmetini tahsis eder’ olur. Gönüllü “Adil Düzenci” olanlara rahmet eder ve onları yüceltir. Tıp fakültesini okuyana Allah tıp ilmini verir. “Adil Düzen” üzerinde çalışanlara da Allah “Adil Düzen” imkanlarını verir ve “Adil Düzen”i kurarlar. Bu düzeni onların içinden kimi görmeyebilir, ama onların cemaati “Adil Düzen”i kurmuş olur. Âhiretteki mükâfatlarını herkes katkıları nisbetinde fazla alırlar. Yukarıda saydığımız, kim olursan ol “Adil Düzen Çalışmaları”na katılabilirsinin delili olmaktadır. Görülüyor ki, biz genel varsayımlarla hükümler çıkarıyoruz, ama âyetler de onları teyit ediyor. Bunun anlamı, yaptığımız varsayımlarda isabet vardır.
b) İkinci mânâ ise; “Allah kime isterse ona rahmetini tahsis eder.” Burada ‘LiMeN YeŞÂU LeHu’ şeklinde anlayabiliriz. ‘LeHu’ hazfedilmişdir. Bu ikinci derecedeki mânâdır. Hazf etmemek, hazf etmekten evlâdır. Bununla beraber bu mânâ da doğrudur. Çünkü Allah dilemedikçe biz dileyemeyiz. “Adil Düzen Çalışmaları”na katılmak herkese nasip olmaz. Ancak takdir-i ilâhi onu oraya götürür. Her biriniz şöyle bir düşünün, bu çalışmalara nasıl katıldınız? Sizi bu topluluğa katan nedir? Ben bunun hikâyesini kendim anlatacak olsam, o kadar tesadüfler yani tevafuklar vardır ki, hikâyesi roman olur. Bunlardan sadece biri bile olmasaydı, ben şimdi aranızda olmazdım. Siz de düşünün, sizin için de böyle tesadüfler vardır. İşte bu tesadüfler Allah’ın sizin için var ettiği tevafuklardır. O’nun meşieti olduğu için buradasınız. Öyleyse siz de İsrail oğulları gibi seçilmiş kimselersiniz. Ona göre yerlerinizi bilin, bulunduğunuz yerin kıymetini bilin ve çalışmalarınızı ona göre yapın. İsrail oğullarını örnek alın ve asla ümitsizliğe düşmeyin. İyi biliniz ki, biz buraya olgun olduğumuz için gelmedik, olgunlaşmak için geldik. Biz yontulmuş taş değiliz. Onun için “Adil Düzen” duvarını oluşturamıyoruz. Burası taş ocağıdır. Önce yontulup oluşacağız, ondan sonra da “Adil Düzen”in yapısında yerimizi alacağız.
وَاللَّهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظِيمِ (105) (Va elLAHu Üu eLFaJLı eLGaJIyMi)
“Allah azim faziletlidir. Allah fazlından vermektedir.”
Bir işçi işverenle anlaşıyor. İşveren ona iş veriyor. Sonra ona anlaştığı ücretin on mislini veriyor. İşçiye ücretini vermezse zulüm yapmış olur. Ama ücretini fazla fazla veriyor. Sonra fazla işi var. Onu da her işçi yapamaz. Onu mesaiye bırakıyor. O özel işi ona yaptırıyor ve ona ayrıca mesai ücretini yirmi kat veriyor. Burada diğer işçilere zulmetmemiştir. Çünkü onlardan bir şey eksiltmemiştir. Kendi fazlından vermiştir. Allah bütün nimetlerini bir kimseye aktarmaz, yoksa o zaman o kimse tanrı olmuş olur. O halde herkes Allah’ın kendisine ihsan ettiği nimetlerin şükrünü yapacaktır. Diğerlerine verdiği nimetlere haset duymayacaktır.
Böylece geniş bir şekilde İsrail oğullarını anlattıktan sonra, artık onlardan halefiyet görevini devralan mü’minlerden bahsetmeye ve onlardan anlatmaya başlamıştır. Biz bunları okuduktan sonra, örnek kavim olarak İsrail oğullarını öğrenmekle kalmayacak, ilk Kur’an uygarlığını kuran mü’minlerin de hayatlarını öğrenerek yola çıkacağız. Kur’an’ı ancak öyle yaparsak doğru bir şekilde anlarız. Biz şimdilik Mekke’deki ilk devri yaşamaktayız. Biraz sonra Allah bir imkan hazırlayacak, camilere girip bağdaş kuracak ve bu dersleri oralarda okumaya başlayacağız. Ancak bunu yapabilmemiz için hepiniz “Adil Düzen Anayasası”nı öğrenmiş olmalısınız. Okullarda, televizyonlarda, gazetelerde ve diğer yerlerde görüneceğiz. O dönemde sınıfı geçenler, beklenmedik yerden dâvet alacaklar. Bu güç sahibi bir emekli general olabilir. O Hazreti Ömer’in yerine geçmiştir, Medinelilerin yerine geçmiştir. Zalimler hiçbir kanuna dayanmaksızın saldıracaklar, ama mağlup olacaklar ve cehennemde haşrolacaklardır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-368 ADİL DÜZEN DERSLERİ-198 İstanbul, 05 Ağustos 2006
İSTANBUL ULAŞIM SORUNUNUN ÇÖZÜMÜ
AKP Parti Programı’nda; “Ulaştırma sistemleri arasında optimum dengeyi sağlayacak olan kara, deniz, hava ve demiryolu ulaştırma ana planını uygulamaya koyacaktır.” deniyor.
Plan nerede? Optimum hesaplar yapılmadan yolların yıkımı ayrı yük getirecektir.
Bu sorun bu yolla çözülmez.
Bir su şebekesindeki bir yerden su az geliyorsa, oraya gelen suyu çoğaltmak için borunun çapını genişletmek gerekir. Ne var ki, eğer borular ağ şebekesi boruları şeklinde ise, ona bağlı paralel borular varsa, orasını genişlettiğiniz zaman o borudan akan sular çoğalır ve siz evinize suyu alamazsınız. Tüm İstanbul’un boruları büyütülmedikçe bunun fazla bir yararı olmaz.
Çökmekte olan bir binanın sadece bir direğini sağlamlaştırırsanız, yükü o üzerine çekebilir, ama yararı olmayabilir. Bütün direkleri sağlamlaştırmanız gerekir.
Elektrik devrelerinde de olay bundan farksızdır.
Siz İstanbul’un belli yerlerini genişletseniz de, köprüler ve alt geçitler yapsanız da, planlı bir akış şemasını çıkarıp da hesaplı yollar yapmazsanız, sorunu çözemezsiniz.
Kaldı ki, İstanbul trafiğinin sorunu fizikî değildir.
İstanbul Londra’yı Tokyo’ya bağlayan yolun geçit yeridir. Özel çözümü yoktur. Bu yetmiyormuş gibi, Anadolu’da her ailenin bura ile ilişkisi vardır, oralardan insanlar gelip gitmektedir.
Bu yoğun trafiğe on misli yük yükleyen şey, Bakırköy’de oturanın Kartal’da çalışmasıdır. Bu iç trafik dış trafikle iç içedir. Siz yol yaptıkça ve ücretleri düşürdükçe, işyerine uzak oturma iki misli artmaktadır.
İstanbullular işyerinden uzak oturmaktadır, çünkü;
a) İşi zor bulmuş, gecekondusunu koyacak yeri de uzaklarda zor bulmuştur.
b) İşyeri civarında oturma seviyesine gelebilecek gelire sahip değildir.
c) Akrabalarının veya hemşerilerinin yanında oturarak sosyal ve ekonomik dayanışma içine girmiştir. Oradan kopamamaktadır.
d) Evin taşınması büyük külfet teşkil etmektedir. Yeni yerler hakkında bilgisi yoktur.
İstanbul’un sorunlarını çözmenin yollarından biri nedir?
İşyerinden uzakta oturma sorununu çözmekle işe başlayabiliriz.
a) İstanbul nüfusu Türkiye’nin beşte biridir ve halkının % 85’i Anadolu’dan gelmedir. Demek ki, Anadolu’daki her ilçeyi burada bir bucak karşılamaktadır. İstanbul’u yeniden 10’ar bin nüfuslu beldelere ayırıyoruz ve Anadolu’daki 50 bin nüfuslu bir ilçeye burada kardeş bir belde koyuyoruz. AK Parti bir kanun çıkarıyor, o ilçeden olan bu beldeden ev aldığında belediye katkıda bulunacak. Bunu yapan, önce tapu devri harçlarından muaf olacaktır. İkincisi, bu kimseden emlak vergisi alınmayacaktır. Başka ilçeden ev alacak olandan iki misli tapu harcı alınacak ve emlak vergisi de iki kat olacaktır. Bu uygulama ile İstanbul’a hemşerilerin gelmesi kolaylaştırılacaktır.
b) Bir planlama yapılarak fabrikaların İstanbul’un hangi beldelerinden işçi alacakları tesbit edilecektir. Kendilerine işçi alma alanı olarak gösterilen yerlerden işçi alanlara bazı kolaylıklar sağlanacaktır. Mesela, işçiler vergiden muaf tutulur. İşveren işçi vergilerinin ödenmesi külfetinden kurtulur. Başka yerden işçi çalıştıranların vergi matrahları iki katına çıkarılabilir. Böylece fabrikalar tercihen o sitelerden işçi alacaklar, diğerlerini işten çıkarmaya çalışacaklardır.
c) Belediye İstanbul’daki komşu 10 kadar beldeyi birleştirerek bir ilçe belediyesini oluşturur. Bu belediyenin merkezinde siyasi partilerin atadıkları 10 kadar komisyoncu bulunur. Komisyonculara kredi verilir. Halk bu komisyonculara istediği evi serbest pazarlıkla satar. Komisyoncular % 2,5 Komisyon parasını alırlar. Buradaki evler o beldenin hemşerilerine alış fiyatı ile satılır. Komisyoncunun parasını devlet verir. O bucağın hemşerisi olmayana satılınca % 7,5 belediye kârı ve %2,5 komisyoncu kârı ile satılır. Böylece İstanbul’da evler alınıp satılmaya başlar, belli zaman sonra evler hemşeriler tarafından alınmış olur.
d) Bunun dışında, bugün internetle her türlü muamele uzaktan yapılabilmektedir. Vatandaş gerek belediye gerekse devletle ilgili bir iş için herkes bulunduğu ilçe beldesindeki takipçi ile irtibat kuracaktır. O bütün bilgileri internet aracılığı ile temin edecek ve kişi gidip-gelmeden işini halledecektir. Otomobili bile telefonla alacaktır.
Bunun matematiksel analizleri yapılabilir. Ama biz size kaba bir tahminle diyebiliriz ki, bu sayede ana kanallardaki trafik büyük oranda azalır. Yani, İstanbul’da bir veya iki yıl içinde yolları on misli geliştirmiş oluruz. Masrafımız en az beşte bire düşer.
İsterlerse, kısa yoldan bunların hesaplarını belediye mühendislerine öğretebiliriz.
Ayıp olan bilmemek değildir, öğrenmemek ayıptır…
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-368 ADİL DÜZEN DERSLERİ-198 İstanbul, 05 Ağustos 2006
FİLİSTİN SORUNUNU NASIL ÇÖZELİM?
İsrail’in Lübnan’ı işgal edeceği, Hariri’nin öldürülmesinden sonra Suriye’yi suçlayıp oradan ordusunu geri çektirmesinden belli olmuştu. O gün bunu görerek şiddetle karşı çıkmalıydık. Hattâ Suriye’yi tehdit etmeliydik. Muvazaalı olarak Halep’e girmeliydik. Eğer buralarla ilgileneceksek böyle ilgilenecektik.
Ne var ki, Mustafa Kemal devletimizin genel siyasetini çizmiştir. Devleti toprağı ile değil, uygarlığı ile büyütmeyi hedeflemiş ve hedefi muasır medeniyetin fevkine çıkmak şeklinde koymuştur. Bunun gücünü de müsbet ilimde görmüştür. Bu siyaset Kur’an’ın siyasetidir.
Dolayısıyla bizim Filistin’e uzaktan müdahale etmemiz yanlıştır. Halkını İsrail devletine karşı kışkırtmak, onların soykırımına sebep olmaktadır. Dünyadaki süper güçler susuyorlar, çünkü onlar da kendi ülkelerinde benzer zulmü yapıyorlar. AK Parti’nin susması ise beceriksizliğinden ve bilgisizliğinden ileri gelmektedir. Bu yazımızı askerlerimize ithaf ediyoruz.
Filistin sorunu nasıl çözülür?
1- Türkiye Birleşmiş Milletler’e müracaat ederek desin ki: Filistin’deki nüfusun tamamını ülkeme göç olarak kabul ediyorum. Birleşmiş Milletler girsin, Filistinlileri tahliye etsin ve bize Lübnan’da teslim etsin. Biz onları alıp ülkemize yerleştireceğiz. Bunun için kimseden bir yardım da talep etmiyoruz. Kendi imkanlarımız bize yeterlidir. Benzer başvuruyu aynı zamanda NATO’ya resmen yapmalıdır. ‘Bu teklif üzerinde Türkiye Cumhuriyeti ciddiyetle duracaktır’ diyerek, gerekirse NATO’dan çekilebileceğimizi ima edilmelidir. Avrupa Birliği’ne de aynı imada bulunmalıdır. Dışişleri Bakanımız Rusya ve Çin’e gidip doğrudan doğruya onlarla görüşme istemelidir. Çeçenlerin ve Doğu Türkistanlıların da Türk ülkelerine göç etmeleri üzerinde durulabilir.
2- Filistin halkı Türkiye’ye geldiklerinde onlar bucak sitelerinde yerleştirilmelidir. Türkiye’de dağınık bölgelerde yerleştirilmelidirler. İleride diğer İslam ülkeleri ile anlaşarak kendilerine yurt olmak üzere birlikte oturacakları bir yer ayırmalıyız. Bu bucaklar için devletin yeni finansına gerek yoktur. Verilecek krediler yeterlidir. Beş sene sonra başlamak üzere, beş yıl içinde kredilerini itfa edebilirler. Verilecek kredi aile başına 50 000 dolardır. Bir bucak 1000 hane olduğuna göre, 50 milyon dolar yetmektedir. Türkiye iflas eden bir bankaya milyar dolarlık kıyak yapmaktadır. 50 milyon dolar devletimiz için devede kulak bile değildir.
3- Kaldı ki, biz bunu nakit olarak da istememekteyiz. Türkiye 800 bin kilometrekarelik bir alandır. 80 milyon insan yaşamaktadır. Yoğunluğu azdır. 4 milyon insana 5000 kilometrekarelik yer düşecektir. Biz Akevler olarak bunları yerleştirelim. Devletten şunu isteriz. Bize her aile için on dönüm yer verilecektir. Bunun beş dönümünü parselleyip satacağız. Kalan beşer dönümü de ailelere tahsis edeceğiz. O para ile onlara işyerleri ve evler yapacağız. Kendi bucak sitelerinde böylece yerleşmiş olacaklardır. Bir de yanlarında yeni kardeş siteler de oluşacaktır.
4- Biz modern bucak siteleri için şunları düşünüyoruz.
a) Geleceğin bucak siteleri artık kentlerde değil, kırlarda oluşacaktır. Su, elektrik, yol ve telefon oralara kadar gittiğine göre, oralarda yaşamak şehirde yaşamaktan daha konforlu hâle gelecektir. Hava kirliliği olmayacak, ulaşım sorunu olmayacak, kira sorunu olmayacak, sosyal çözülme sorunu olmayacaktır.
b) Herkes hem tarımla, hem de sanayi ile uğraşacaktır. Böylece tarım için gerekli olan emek sağlanacak ve tarımda da planlı-projeli işler yapılacak, tarımdan artan zamanlar organize olmuş küçük sanayide değerlendirilecek, böylece tarımdaki maliyetler düşecektir.
c) Gelecekte ‘Genel Hizmetler’ ayağa gelecektir. Hasta doktora gitmeyecek, doktor hastaya gidecektir. Eğitim serbest olacak, köylere kadar öğrenme imkânı bugünkü haberleşme içinde sağlanacak, sadece imtihanlar devletçe resmi olarak yapılacaktır.
d) Ulaşım, haberleşme, konaklama bedelsiz olacaktır. Kentte oturma ihtiyacı ortadan kalkacaktır.
e) Herkes kendi bucak sitesinde ürettiğini satabilecek ve ham maddesini temin edecektir. İşsizlik sorunu ve açlık sorunu olmayacaktır.
İşte biz Akevler olarak Filistinlilerin sitelerini ve onların kardeş sitelerini böyle işler kentler olarak kurmuş olacağız.
Gelin, Filistin hususunda ciddi iseniz, bu konuları tartışacak bir toplantı yapalım.
Konuk olarak diğer İslâm ülkelerini de çağıralım ve hep birlikte değerlendirelim.
Sokaklarda bağırıp çağırmak acziyettir, düşmanların lehine bir propagandadır…
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL