1967...1968...1969....AKEVLER 40 YILDIR ÇALIŞIYOR....2004...2005...2006
GELECEĞİN II. KUR’AN - V. İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ... BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
ADİL DÜZEN 372
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 02 Eylül 2006 Fiyatı: www.akevler.org veya www.adilduzen.com’a tıklamak!
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 372. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Hedefimiz; “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, Reşat EROL
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ
DEVLET, LÜBNAN, İSRAİL VE ORTADOĞU
LÜBNAN’A ASKER GÖNDERME MESELESİ
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 34. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
وَقَالُوا اتَّخَذَ اللَّهُ وَلَدًا سُبْحَانَهُ بَلْ لَهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ كُلٌّ لَهُ قَانِتُونَ(116) بَدِيعُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَإِذَا قَضَى أَمْرًا فَإِنَّمَا يَقُولُ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ(117) وَقَالَ الَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ لَوْلَا يُكَلِّمُنَا اللَّهُ أَوْ تَأْتِينَا آيَةٌ كَذَلِكَ قَالَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ مِثْلَ قَوْلِهِمْ تَشَابَهَتْ قُلُوبُهُمْ قَدْ بَيَّنَّا الْآيَاتِ لِقَوْمٍ يُوقِنُونَ(118) إِنَّا أَرْسَلْنَاكَ بِالْحَقِّ بَشِيرًا وَنَذِيرًا وَلَا تُسْأَلُ عَنْ أَصْحَابِ الْجَحِيمِ(119)
وَقَالُوا (Va QaLUv) “Ve kavlettiler.”
Buradaki “VE” harfi bu “KÂLÛ”yu bundan önceki “KÂLÛ”ya atfetmektedir. Orada Yahudi veya Nasara’dan başkalarının cennete giremeyeceklerini söylemektedirler. O “KÂLÛ” da ondan önceki “Vedde Min Ehli’l-Kitabi” âyetindeki “VEDDE”ye bağlanmaktadır. O âyetin tefsirinde, burada söyleyenler Hıristiyanlardır demiştik, çünkü Yahudiler Hıristiyanların cennete gideceklerini söylemiyorlar. Buradaki bu atıf ise bizim bu yorumumuzu teyit etmektedir. Çünkü Allah’ın bir velet ittihaz ettiğini söyleyenler Hıristiyanlardır.
“KAVL” başkasına söylendiği gibi, kendi kendine de söylenebilir. Yani, kendi nefislerine söylediler anlamı çıkabilir. Yahut çocuklarına söylediler denmiş olabilir. Ya da insanlığı Hıristiyanlığa davet ederken böyle davet ettiler. Şiiler bile bile, hiçbir aklî ve naklî delile dayanmadan onikinci imamın geleceğine öyle inanmaktadırlar ki, oralarda siz bile aksini söyleyemezsiniz! Oysa bunun mantığı var mıdır? Eğer yaşayıp sonra gelmesi söz konusu olsaydı, Hazreti Muhammed aleyhisselâm yaşar, sonra gelirdi. Çünkü son peygamberdir.
Kur’an’da, ‘Sen öleceksin de, onlar mı yaşayacak?’ deniyor.
Hıristiyanların böyle bâtıl itikatları vardır. Bu bâtıl inançlardan biri de Hazreti İsa’nın tanrılığıdır. Oysa bugün Katolik kilisesi çok iyi bilmektedir ki, Hazreti İsa ‘ben Allah’ın oğluyum’ dememiştir. Bu iddia Pavlus’un öğretileri içinde yer alır. Ama bugün yaşayan Hıristiyan mezheplerin hiçbiri bu gerçeği söyleyememektedir.
Papalık bu iddiadan vazgeçmedikçe, küçülmeye ve dağılmaya devam edecektir. Vazgeçerse, o zaman Luther’in bölücü mezhebi yerine gerçek Hıristiyanlık mezhebi ortaya çıkacak ve o Hazreti İsa’nın havarisi olacaktır. Yahudilik, Hıristiyanlık, Hinduizm ve Budizm hak dinlerdendir. Ancak bu dinler etkin hâle gelmek için müsbet ilmin verilerine göre kitaplarını yorumlayıp kendilerini bâtıl inançlardan kurtarmalıdırlar.
اتَّخَذَ اللَّهُ (itTAPaÖa elLAvHu) “Allah ittihaz etti.”
“AHZE” sopayı avuçlayan eldir. Avuç ve parmaklar dahildir. Cuma, yumruk demektir. Kef, avuç demektir. “AHZE” ise sopayı tutan eldir. İttihaz etmek, iftial bâbındandır. Kendi kendine sarılmak anlamındadır.
Bir şeyi bir şey olarak kullanmaya başlamak demektir. Evi mescit ittihaz etti demek, evi mescit olarak kullanmaya başladı demektir. Onu ona ayırdı demektir.
Onlara göre Allah Hazreti İsa’yı yaratmış, sonra da onu kendisine evlat edinmiştir! Hani çocukları olmayanlar evlat edinirler ya, işte öyle bir şey! Allah’ın misli var edilemeyeceği için evladı olmamıştır, olamaz. Yarattığı insanlardan birini kendisine evlat edinebilir; gerçek evladı değil, hükmi evladı olur diyorlar!
Bunun mantığı yoktur. Evlat, ölümlü insanın yerine bıraktığı vârisidir. Ölenler çoğalırlar. Allah’ın ölümü sözkonusu olmayınca, evlat edinmesi de sözkonusu değildir. Allah insanı kendisine halife ca’letti. Hazreti İbrahim’i de halil ittihaz etti. Halil, aracı demektir. Allah İbrahim’i insanlarla kendisi arasında aracı yaptı deniyor. İnsanlar arasında birliğin sağlanması için Hz. İbrahim’i ondan sonra gelecek peygamberlerin atası yaptı.
وَلَدًا (VaLaDan) “Bir velet ittihaz etti dediler.”
“VELED” anne babasının genlerini taşıyan canlının adıdır.
Bitki topraktan çıkar ama toprağın veledi değildir. Allah’ın bir veledi olması için O’nun genlerini taşımış olması gerekir. Oysa Allah’ın genleri yoktur. Cüzleri de yoktur. Tanrı tektir. İkinci tanrının oluşu muhaldir. Nasıl bir Tanrı’nın varlığı vacip ise, tekliği de vaciptir. Allah ikinci tanrının hâlikı olmaya muktedir değildir. Çünkü Allah mahluk olamaz. O halde Allah’ın veledi olamaz. Yani, yoktur değil, olamaz. Burada evlatlık ve babalık hilafet veya risalet anlamında mecazi olarak yorumlanabilir. O zaman teşbihte hata olmaz deriz. Nitekim rahman ve rahim de böyledir. Bütün sıfatlar mecazidir. Çünkü O’nun benzeri yoktur.
Burada “VELED” kelimesi nekire gelmiştir. Oysa Hıristiyanların veledi marifedir, Hazreti İsa’dır.
Bunu şöyle açıklayabiliriz.
a) Burada kastedilenler sadece Hıristiyanlar değildir. Eski Mısırlılar, bugünkü Japonlar, Dalaylamacılar, krallarının tanrının oğlu olduğunu iddia ediyorlar. Bu sebeple nekire gelmiştir.
b) Hıristiyanlar Allah’ın bir oğlu olduğunu, başka bir oğlunun bulunmadığını iddia ediyorlar. Burada anlatılan Hazreti İsa’nın evlatlığı değil, oğulun tek olması, bir olmasıdır. Onların bu iddialarıdır. ‘Veleden vahiden’ anlamındadır. Müfessirler bu yorumu çokça yapmaktadırlar. Biz ise burada nekirelik anlamı yitirileceği için bu tür yoruma son olarak baş vururuz. Bununla beraber nekireliği de korumak şartı ile Hıristiyanların yalnız bir evlat edindi anlayışı kurallara uygundur. ‘Bu kimin oğludur?’ diye sorulduğunda, ‘Ahmet’in’ cevabına karşılık; ‘Ahmet’in kaç oğlu var?’ sorusuna, ‘bir oğlu var’ cevabını verirsiniz. Burada bir oğul nekiredir. Ama o oğul bilinmektedir. Ne var ki, soruya cevap verilirken marifelik işe karışmadığı için nekire ile ifade edilmiş olur.
c) Marife olan kelimelerin mecaz olarak gelmesi daha yatkındır. Nekireye mâni karine bulmak daha zordur. Hıristiyanların oğuldan maksat gerçek oğul kastettiklerine işaret etmesi için nekire gelmiş olabilir. Yani, mecaziliği bertaraf etmek için nekire gelmiş olabilir.
d) Veled alem olur. Muhammed’in tenvini gibi marifeliği değil, aleniyeti ifade etmiş olabilir. Bu da çok uzak bir yorum olur.
İnsanlar kendilerini yönetenlere Tanrı’nın oğlu vasfını izafe etmişlerdir. Bu bâtıl inanç burada dile getirilmektedir. Başkanı topluluğun vârisi kabul edenler geneldir. Padişaha zıllullah (Allah’ın gölgesi) denmiştir. Krallar devletin mâliki kabul edilmiştir. Diktatörler kendilerine tanrı dememişlerse de, kendilerine taptırmışlar veya çevresi taptırmıştır. Nitekim Demokrat Parti Mustafa Kemal’in ilkelerini berhava etmiş ama halkı ona taptırmıştır. Bu tapma putperestliği hâlâ sürmektedir. Mustafa Kemal tanrılaştırılmaktadır. Böylece halkın nefretini üzerine çekerek İstiklâl Savaşı küçültülmek istenmektedir. Oysa başkanlar topluluğun oğlu değil, kendileri de değil, sadece O’nun elçisidir. Resuller de Allah’ın elçileridir, oğulları değildir.
İsrail oğulları kendilerini Tanrı’nın oğulları olarak görmektedirler!
Hıristiyanlar ise bunu reddedip O’nun tek oğlu olduğunu iddia ediyorlar!
Nekrelerin bir özelliği de kıyasa daha müsait olmalarıdır. Marifeler icaza yani mecaz olmaya daha müsaittirler. Nekreler ise kıyasa daha yatkındırlar. Dolayısıyla diğer putlar da kıyas yoluyla bu ifadenin içine girer. Bilhassa insan tanrıların hepsi rahatlıkla kıyas edilebilir.
سُبْحَانَهُ (SuBXANaHUv) “O’nun subhanı.”
Mastar failine izafe edilebilir. “Kıyamuhu” dendiği zaman, onun kıyamı, onun kalkışı anlamına gelir.
Burada da “SUBHAN” masdarı Allah’a izafe edilmiş, bir tabir ortaya çıkmıştır.
“SEBEHE” uçmak ve yüzmek anlamındadır. Çekim kuvveti suyun kaldırma kuvveti ile yenilir, havanın direnme kuvveti ile yenilir. Bir de merkezkaç kuvveti ile yenilir. Bunların hepsinde hareket vardır.
Hareketle düşme kuvvetini yenmeğe sebh etmek denir. “O’nun subhanı” demek, düşmeyendir demektir. Yani, O hiçbir zaman böyle bir duruma gelemez, O’nun evlat edinme kabiliyeti yoktur. Çünkü O Tanrı’dır, tek Tanrı’dır. O’nun benzeri yoktur ve olamaz. Çünkü tecezzi etmez, temessül edilemez.
Allah’ın şirk üzerinde bu kadar şiddetli bir şekilde uyarısı, insanı insanlıktan çıkaran bir husus olduğu içindir. İnsan irade-i cüz’iyesi ile imtihan olmak üzere var edilmiştir. Dünyaya bunun için gelmiştir. Bunu ortadan kaldırdığınız zaman insanın asıl yaratılış hikmetini yok edersiniz. İnsan kopya çeken öğrenciye döner. Allah’ın halifesi olan insan O’nun dışındakilerin esiri olur ve hilafet görevini yapmamış olur.
Batılı şarlatanlar insanın yalnız Allah’ın kulu olmasını insanı küçülttüğünü söylerler. Maksatları insanın tanrılıktan düştüğünü, başkalarına tapacağına kendisine halife yapıp bağımsız hâle geldiğini ileri sürerler.
Oysa, Kur’an hep insanın izzetini korumak için şirke şiddetle karşı çıkmaktadır.
بَلْ (BaL) “Bel. Doğrusu.”
Allah ehaddır, sameddir. Hiçbir şeye muhtaç değildir. Kendisinin var ettikleri dışında asla bir şey kullanmaz, çünkü yoktur. Kendisi var eder ve o var ettikleri üzerinde tasarruf yapar. Bu var ettiklerini de şuurlu varlıkları için var etmiştir. Bunlar melek, ruh ve insandır. Bunlar kâinatta O’nun halifeleridir. O’nun adına O’nun var ettiklerinden yararlanarak yaşarlar. Eğer bunlar olmasa, İlâhlığını yapmamış olurdu. Hilkat İlâhlığın ayrılmaz bir vasfıdır. Eskiden Yunanlılar, kâinat sonradan yaratılmış değildir, hep vardır diyorlardı. Çünkü Allah o zaman hâlik olmaz durumda olurdu diyorlar. Oysa Tevrat ve İncil bunu reddediyor. Bugün bu sorun çözülmüştür. Üç boyutlu kâinat bizim için sonradan var edilmiştir. Ama beş boyut içinde dört boyutlu uzay hep vardır.
Sonra Allah’ın bizim arştan başka arşları ve bu arş ve diğer arşlar içinde pek çok semâvât ve zemini olabilir. Dolayısıyla Allah her zaman haliktır. Zaman sonradan var olduğu için zaman dışı olan zaman içindekilere kıyas edilemez.
لَهُ (LaHUv) “O’nundur.”
Yer ve göklerin mülkü O’nundur. Kimse O’nun ortağı değildir, şeriki yoktur. Yer ve gökleri bölüştürmüş, onları kendi halifelerine yani görevlilerine vermiştir. Temlik etmemiştir; vermiştir. O’nun adına onu idare ederler. Yani, onun tâbi olduğu doğal ve sosyal kanunları değiştiremezler, ama o kanunlara göre oraları yönetirler. Bugünkü ilim kesin olarak ispat etmiştir ki, insanlar doğal kanunları değiştiremezler, sadece o doğa kanunlarını kullanarak yararlanırlar. Siz uçak yapabilirsiniz ama yerin çekim kuvvetini yok edemezsiniz. Havanın sürtünme kuvvetini yok edemezsiniz. Uçağın öz titreşimlerini kaldıramazsınız. Çünkü siz kâinatın mâliki değil, Malik’in halifesisiniz, görevlisisiniz. Kamu görevlisi nasıl kamunun koyduğu kurallar içinde görevini yapar, nasıl kural koyamaz veya kuralı değiştiremezse, insan da böyledir.
Tanrı ile mahluk arasındaki fark budur. Tanrı kural koyandır. Pozitif elektrik yükü ile negatif elektrik yükü arasında uzaklığın karesiyle ters orantılı çekme kuvveti koymuştur. Bunu istediği kadar büyük, istediği kadar küçük yapabilirdi. Ama o birini seçmiş, kimse bunu değiştiremez. Çünkü kâinatın mülkü O’nundur.
Ama bundan yararlanarak elektrik motoru ile treni yürütebilir. Biz hiçbir şeye mâlik değiliz. Biz sadece Allah’ın mülkü içinde onun kurallarına uyarak yararlanırız. Devlet içinde halk da böyledir. Memur-halk ayırımı yoktur. Yönetici-yönetilen yoktur. Herkes içtihadına göre amel eder, sonunda hesabını hakemlere verir.
İnsanlık bu ideale yaklaşmaktadır. Çocukluk döneminde nasıl rüşt yoksa, insanlık da yeni rüşte ermektedir. Ama Kur’an insanlığın rüştüne ait hükümleri de içerdiği için biz şimdi o mânâları kolayca anlıyoruz.
مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْض (MAv FIy elSaMAvVAvTı Va eLEaRDı)
“Semâvât ve arzda olanlar O’nundur.”
“Semâvât ve Arz” içinde yaşadığımız kâinatın adıdır. Dört boyutlu uzay yuvarlağının üç boyutlu yüzeyidir. Çapı 13.7 miyar ışık yılı kadardır. Işık hızına yakın hızla genişlemektedir. Öbek öbek yıldız kümeleri vardır. Yıldız kümeleri arası mesafe 2 milyon ışık yılı kadardır. Yıldız yığını hâlinde olan galaksimizin içinde bütün yıldızlar güneş gibidir. Yüz milyarla ifade edilen rakamlar kadar güneşler vardır. Bizim güneşimiz onlardan bir yıldızdır. Bizim gezegenimiz güneşin çevresindeki tek canlı gezgendir. Kâinat ve gezegenimiz yüze yakın elementten oluşmaktadır. Bunların birleşmesinden moleküller oluşur. Dağlar, dereler, göller, kayalar hep bunlardan oluşmuştur. İlk elementlerin dizileri ile canlının bedenine varılır. DNA’lar zincirinden oluşmuştur. Bunlar bitkiler âlemini oluşturur. Ayrıca elektriğin 01 devreleri ile sinir sistemi oluşmuştur. Bizim kullandığımız bilgisayarlar türündendir. Bunlar da hayvanlar âlemini oluşturuyorlar.
İşte bütün bunlar, kâinatın içinde mevcut olanlar “M”ı oluşturur. Galaksilerde, yıldızlarda ve güneşte mevcut sıcak yerlerde cinler, soğuk yerlerde insanlar olmak üzere bunlar üzerinde Allah’ın görevlileri vardır. Bâtın âlemde ise melek ve ruhlar vardır. Bunlar da Allah’ın halifesi olarak bu kâinatta olanları kullanarak yaşamaktadırlar. Böylece Allah’ın hâlıkiyetini ortaya koymaktadırlar.
Burada sorulacak bir sual vardır. “Mâ Fi’s-Semâvâti” demiş de, “Mâ Fi’s-Semâvâti Ve’l-Erdi Ve Men Fîhimâ” dememiş. Yani, insanları, melekleri, cinleri ve ruhları katmamış. Sadece “M” ile yetinmiş.
Bunun iki şekilde yorumu yapılabilir.
Biri, “M” “MEN”leri de içerir. Ama “MEN” “M”ları içermez. Yani “M” aklı olmayan varlıkları anlatır, “MEN” akıllı olan varlıkları anlatır. Ancak, eğer ikisi birden ifade edilecekse, “MEN” değil “M” kullanılır. O halde buradaki “M” insanları, cinleri, melekleri ve ruhları da içermektedir. Kur’an’ın başka yerlerinde bu nedenle Allah’tan bahsederken “MEN” yerine “M” ile de ifade etmektedir. “Vessemâi Ve Mâ Benahâ”daki “Mâ “MEN” anlamındadır. Allah ne “MEN”dir, ne de “M”dır. Allah bunların dışında bir şeydir. Dolayısıyla “MEN” ile de “M” ile de ifade edilebilmektedir. Mecazi ifadedir.
İkinci anlamı da; melek, ruh, insan ve cin memluk değildir. Yani, Allah’ın mülkü içinde değildir. Mâliki de değildir; halifesidir. Diğer yandan da ibadıdır. Abd eşya değildir. Kişiliği vardır. Dolaysıyla mülk yalnız Allah’ındır. Ama Allah’ın memluk dışında ibadı vardır. Onlardan burada bahsetmemektedir. Mülk sadece Allah’ın olunca ibadın da mülkü olmamış olur. Hazreti İsa mâlik değildir ki veled olsun. Veled olmak için vâris olmak gerekir.
ِ كُلٌّ لَهُ قَانِتُونَ(116) (KulLun LaHUv QAvNıTUvNa) “Hepsi O’nun için kânıttırlar.”
Buradaki “KÜLLÜN” kelimesi artık yalnız akıllı olmayan varlıkları içermez. Çünkü bundan sonra akıllı varlıklar için gelen erkek kurallı cem gelmiştir. “Küllün” kelimesinin sonundaki “NUN” hazfedilmiş bir kelimenin yerine geçmiştir. Yani, “M” ile kastedilen tümü anlamına gelir. O halde yukarıdaki “M” kelimesi insanları, melekleri ve ruhları da içermektedir. Onlar da Allah mülkünün içindedirler. Yahut zımnen akıllılar da akılsızlar da anlamındadır. “Küllün Min Gayri Zi Ukul Ve Zi Ukul” demek olur. O zaman “M” insanları ve diğerlerini içermez.
“LEHU”nun iki mânâsı vardır, O’na demek olur. Yani, kâinatta ne varsa, akıllı olmayanlar veya akıllı olanlar ve olmayanlar hepsi O’na kunut etmektedir. Yüzünüzü konuşana doğru çevirip onu dikkatlice dinlemek, kulak kesilmek demektir. Bu anlamıyla kâinatta mevcut her şey O’nun kanunları içinde hareket eder, kimse onların tâbi olduğu kuralları değiştiremez demektir. Doğa kanunlarını, sosyal kanunları kimse değiştiremez. Sadece onlardan yararlanılarak işler yapılır.
Bu şekilde anladığımız zaman insanlar ve eşyalar “M” içinde toplanmıştır. Ama çoğul yapılırken şuurlu varlıklar galip getirilmiştir. Şuursuz varlıklar, şuurlu varlıklar aracılığı ile emir alır ve hareket ederler.
Topluluk içinde düşündüğümüzde halk kamuya ait görevlerini devlet görevlilerinden öğrenir. Böylece devlet görevlilerinin emretme yetkileri yoktur, ama insanlara görevlerini hatırlatma görevleri vardır.
Polis ‘kırmızı ışıkta geçme’ der, ama geçenin geçmesine mâni olmaz, silahını ve copunu kullanmaz. O kimse kırmızıda geçer. Cezası ne ise onu kendi arzusu ile öder. Ödemezse, yargı önünde hesap verir.
Demek ki, bizdeki trafik şöyle çalışacak. Trafik işaretleri olacak. Trafik polisi bulunacak. Ama trafik işaretleri gibi trafik polisi de sürücüye müdahale edemeyecek, cezayı yazıp tebliğ etmeyecektir. Kırmızıda geçen kişi gidecek ve trafik vakfına cezası ne ise yatıracaktır. Yatırmazsa, polis bunu mahkemede ispat ederse, sürücüye ağır ceza verilebilir. Çünkü herkes kamuya hesap vermekle yükümlüdür, görevliye değil.
Kamu da hakemlerden oluşan tarafsız, bağımsız, etkin ve saygın yargıdır.
“Adil Düzen”in bel kemiği budur. Her Adil Düzen Çalışanı bunu iyi kavramalıdır.
Allah Kur’an’da, bir taraftan kendisinin kâinatı nasıl tedvir ettiğini öğretmekte, diğer taraftan da kıyas yoluyla bizim devleti nasıl yönetmemiz gerektiğini öğretmektedir. Hazreti Peygamber’in bu konuda bize sözü rivayet edilir: Allah’ın hilkati ile tahalluk ediniz. Biz her söze kulak verdiğimiz gibi hadislere de kulak veririz. Kur’an’la uyuşanı alırız, uyuşmayanı reddederiz. Hazreti Peygamber’in bunu emreden hadisi vardır.
***
بَدِيعُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ (BaDIyGu elSaMAvTı Va eL ErWı) “Semâvât ve arzın bedîidir.”
“Allah bir veled ittihaz etti” dedikten sonra, Allah’ın sıfatlarını saymaktadır. Önce sübhandır denmiş. Semâvât ve arzın mülkü O’nundur denmiş. Herkesin O’na kunut ettiğini belirtmiş.
Şimdi de “Semâvât ve arzın bedîidir” denmiştir.
Bunlar arasına “Va” harfi koymamıştır. Cümleler nekire olduğundan Allah’ın sıfatları olmazlar. Bunların hepsi hâl olabilirken, Allah böyle birisi iken, “Allah bir veled ittihaz etti” denmiş olur.
Yahut, bunlar haberdir. Mübtedaları mahzuftur. Hangisini kabul edersek edelim, doğrudur.
Allah böyle birisidir anlamı çıktığı gibi; Allah böyle iken onlar ‘veled ittihaz etti’ diyorlar!
“BEDEA” “BEDEE” ile akrabadır, “BEDEE” de “BEDEYE” ile akrabadır. “BADİYE” ucu görünmeyen düzlük, ova veya çöl demektir. “BED” demek, çöl göründü, ortaya çıktı demektir. “BEDİR” kelimesi de buradan oluşmuştur. “BED’ET” çölün başladığı yer demektir. Bir şeye başlamak anlamında mastardır. “BEDEA” ise bir şeyi yeniden icad etmek demektir.
Allah kâinatı yoktan var etmiştir. Kâinatı var ederken başka malzeme kullanmamıştır anlamı çıkar. Semâvât ve arz için bu söylenmektedir. Bununla beraber, malzeme kullansanız da, eğer mekanizması yeni ise o da bidattır. İcadın Kur’an’daki adı bidattır.
Kâinatın yaratılışı çok büyük bir olaydır. Allah önce dört çeşit madde var etmiştir. Pozitif ve negatif yüklü pozitif madde, pozitif ve negatif yüklü negatif madde. Birincisi bizim zahiri âlemi, insan ve cinlerin yaşadığı âlemi; ikincisi melek v e ruhların yaşadığı bâtıni âlemi oluşturur. Elektromanyetik çekme, itme, atalet ve hızların oluşturduğu kuvvetler konmuştur. Birkaç kanun ile kâinatı oluşturmuştur.
Bu kadar basit ilkelerle işte bu karmakarışık kâinat oluşmuştur.
Bunların hepsi matematik kanunlarına uygun olarak çoğalmış, mantık içinde çoğalmıştır. Elinizde kaç bilinmeyen varsa, o kadar da denkleminiz varsa, bütün bilinmeyenleri çözersiniz. Çözümler sayılıdır.
Kâinatın her atomu için bir denklem yazılmıştır. Zaman değişkeni konmuştur. Zerreler kanunlara tâbidir. Ama o kanunlarla birbirine bağlanan zerreler, tek çözümlü sonuçlar vermektedir. Yani, zerre kadar da denklem vardır. İstenen kâinat bu denklemlerin zamanla çözümü ile oluşmaktadır. İşte zerre kadar matematik denklemi yazıp kaderi çizdikten sonra, zerreleri var edip düğmeye basması ile kâinat çarkı dönmektedir. Biz bugün ancak bir bilinmeyenli üçüncü ve dördüncü dereceye kadar denklemleri çözebiliyoruz. Kuantum sayısı kadar, belki de o kadar derecede bir denklemler takımını yazmak, sonra da onları fizikman realize etmek.
İşte Allah’ın matematiksel tanımı.
Bunları yapanın oğula ihtiyacı yoktur. Hele insan gibi basit bir varlık O’na nasıl evlatlık yapacaktır?
Biz hayatımızda küsûrları atarak hesap yaparız. Mesela doktorlar yüzde birden küçük olanları yok sayarlar. Mühendisler de binde birden daha ileri gitmezler. Daha ince hesap yapabilsek bile onu gerçekleştiremeyiz. Zerre sayısınca denklemlere ayrı çözümlere varabilmek için belki de zerre kadar küsûrlara gitmemiz gerekir. Bunun başka ifadesi sonsuz kavramıdır. Üç beşe eşit değildir. Ama sonsuzun yanında bunların hepsi sıfır olur, dolayısıyla eşitleşir. Allah sayıların yanında sonsuz demektir. Hiçbir sayı sonsuzla kıyaslanamaz.
Sonsuz + İstediğin Sayı = Sonsuzdur. Sonsuz * İstediğin Sayı = Sonsuzdur.
Sonsuza sayı ekledim deseniz neyi ifade eder? Allah’a oğul izafe etmek, sonsuza sayı eklemektir.
وَإِذَا قَضَى أَمْرًا (Va EiÜAv QaWAy EaMRan) “Bir emri kaza ettiğinde.”
Yukarıda subhan, mülkiyet, kunut, bedî’ olmak üzere dört hâl veya vasıf haber olarak bildirilmiştir. Aralarında “VE” harfi yoktur. Şimdi “VE” harfi ile atfetti. “İZ” getirdi. Yukarıda anlatılanlar hep kaderdi, proje idi. Kader yani proje şimdi yürümektedir. Projenin uygulaması yapılmaktadır. İşte bu nasıl olmaktadır?
Kader film şeridi gibidir. Tüm senaryolar filme çekilmiş durumdadır. Filimden farklıdır. Film iki boyutludur, yüzeyseldir. Kâinatın filmi ise hacimseldir. Üç boyutludur. Bu filim ekrana aksettirilmemektedir. İnsanlar filme doğrudan gözleri ile bakmaktadırlar. Seyretmenin yerini onu yaşama almıştır.
Başka bir özelliği de, filimler alternatifsizdir. Tek düze oynanır. Oysa kâinat filmi alternatiflidir. İnsan istediği varyantı seyreder.
Burada önemli bir husus ortaya çıkmıştır. O da 20. yüzyılda ispatlanan zamanın da kuantumlu yani parçacıklardan oluştuğudur. Yani, kâinat yanıp sönmektedir. Tıpkı film gibi atlaya atlaya gidilmektedir. Sürekli değildir. Parçalanmaz cüzlerden oluşur. Her zaman içine girme bir oluştur. Yani, kâinat saniyenin milyonda biri kadar zaman içinde yok olup var olmaktadır. Başka bir ifade ile, biz bir sahneden ikinci sahneye geçmekteyiz. İşte bu geçişlerden her biri için Allah emir vermektedir. Geç diyor, geç diyor. Yani, filmi elle çevirdiğimizi düşünün, Allah kâinatın filmini kendisi çevirmektedir. Zaman geçen film sayısı ile ölçüldüğü için yavaş veya hızlı çevirmesi bize etki etmez.
“Emri kaza etmesi” demek, senaryosu ve filmi hazır kâinatın her filmine geçerken O’nun emri gerekmektedir. 20. yüzyılın matematiği, geometrisi ve fiziği bunun böyle olduğunu ispatlamıştır. Teknik uygulamalar da bunun böyle olduğunu kolay açıklamaktadır.
Biz bu açıklamaları “kaza” kelimesine dayanarak yapıyoruz. Kader projedir, kaza da uygulamadır. Kader dört ve beş boyutlu uzayı düzenleme, yani kâinatımızın senaryosunu yazıp filmini çekmedir. Kaza ise o filmin oynaması, seyredilmesidir. Kâinat için yaşanmasıdır. İnsanın duyma araçları ile onları idrak etmesidir.
فَإِنَّمَا يَقُولُ لَهُ كُنْ (Fa EinNa MAv YaQUvLu La HUv KuN) “Ona sadece kün diye kavleder.”
Filmin kolunu oynatır. Bir filmi atlatarak gösterir. İnsanlar için, cinler için, melekler için ve ruhlar için yeni filmin karesi gelir ve kâinatta değişmeler olmuş olur. Ne var ki, Allah bunu kol kuvveti ile yapmamaktadır. Çünkü O’nun buna ihtiyacı yoktur. Sadece otomatik sesten anlayan filim makinesi gibi biri başına geçse, ‘dön, dön’ komutları verse ve o da dönse. Allah da bu kâinata işte bu komutları vermektedir.
Buradaki “KÜN” sözü, o filmin çarkının anlayacağı dildir. Arapça olması gerekmez. Rakamsal da olabilir. Bizim bilmediğimiz bir anlaşma aracı olabilir.
فَيَكُونُ(117) (FaYyKUuNu) “Olur.”
Emir hep böyle gerçekleşir. Burada insan iradesi de sözkonusudur. İnsan iradesi nasıl devreye girer?
İnsan cüzi iradesi ile alternatif filmlerden istediğine işaret eder. Planda belirsiz bırakılmış alternatifler belirli hâle getirilmiştir. Bunu başka şekilde şöyle ifade ederiz. Allah’ın kaderi hazırdır. İnsan, cin, melek ve ruh müdahale etmezse o plan geçerlidir ve her seferinde Allah’ın “kün” emriyle yeni kâinat var olmaktadır. Ama eğer insan, melek, cin ve ruhların bir isteği olursa, Allah da onu dilerse, kaderde yani planda değişiklik yapılır. Allah o yeni plana “kün” der ve o da “feyekûn/olur”. Burada “emr”in nekire olması her “kün”den sonra başka bir oluş olacağındandır. Yahut alternatif planlardan birisinin uygulanması nedeniyledir.
Eskiden savaşlar cephe savaşları ve günlük savaşlar şeklinde olurdu. O anda komutanın aklına ne gelirse onu emreder, ordu da onu yapardı. Şimdiki savaşlar ise planlı-projeli yapılmaktadır. Ne var ki, düşman eğer planı bilirse savunma planını hazırlar. Savunma da saldırıdan daha kolay olduğu için başarı şansını yok eder. Gizlenme de mümkün değildir. Onun için alternatif planlar hazırlanır ve komutanın onayı ile arşivlenir. Savaşa girişileceği zaman komutan o planlardan birini seçer. Dolayısıyla düşmanın tedbir almasına imkan vermez. Böylece savaş planlı-projeli ama alternatifli yapılmaktadır.
Allah da her şeyi takdir etmiştir. Kullar da bunları bilebilmektedir. Ancak günü geldiğinde halefleri hangi planı seçeceğini insanlar ve cinler, melekler ve ruhlar bilmedikleri için kader ile kaza bizim için ayrılmaktadır. Allah için gelecek olmadığından O her şeyi bilmektedir.
***
وَقَالَ الَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ (Va QAvLa elLaÜIyNa LA YaGLaMUvNa) “Bilmeyen kimseler kavlettiler.”
Burada harfi tarif gelmiştir. Oysa bundan önceki haberler hep harfi tarifsiz gelmişti. Sadece “Subhanehu”nun sonuna “Bel” getirilmiştir.
Kur’an’ı yorumlamada karşılaşılan sorunların başında harfi tariflerin neleri belirlediğidir. İki üç âyet önce aynı deyim geçmişti. Bilmeyen kimseler de böyle söylemişlerdi. Yani, Yahudiler bir şey üzerinde değildir, yahut Hıristiyanlar bir şey üzerinde değildir. Onların söylediklerine benzer sözler söylediler denmişti.
Şimdi de aynı ifade tekrar kullanılıyor. Demek ki bu “VE” harfi bu cümleyi oraya atfetmektedir. Söyleyenler aynı kimselerdir. Burada ellezîne âmenû, ellezîne keferû, ellezîne eşrakû gibi bir gruptan daha bahsetmektedir ki; onlar da “ELLEZÎNE LÂ YA’LEMÛNE”dir. Yani, mü’min insanlar vardır, kâfir insanlar vardır, müşrik insanlar vardır; bir de “bilmeyen insanlar” vardır.
Burada dikkat edilecek husus, diğerleri hakkında fiili mâzi kullanmış olduğu halde, burada fiili muzari kullanmıştır. Bu aynı zamanda istitaa mânâsını taşır. Bilmeyenler değil de, bilemeyenler böyle söylediler mânâsındadır. Muzari kullanılması buna işarettir.
Diğerleri müsbet fiillerle tanımlandığı halde, bunlar menfi fiillerle tanımlanmaktadır. Bunlar kendilerine mukni delil ulaşmamış kimselerdir. Mukni delillerle karşılaşmadıkları için bilememekte olan kimseler böyle söylerler diyor. “ELLEZÎNE” ile geldiği için bunlar da kişilikleri olan cemaatlerdir. Buradaki harf-i tarif ahd için değil de, cins için gelmiştir. Bu tip insanlar böyle demektedirler.
“KÂLE” mâzi fiil ise de, Kur’an şimdi de yeniden nâzil olmakta olduğu için bundan önce diyen kimselerin hepsini içermektedir. Bunların ortak özellikleri nedir? Başta orada onların içinde ümmiler vardır, kitabı ilmetmezler diyor. İnsan ne kadar cahil olursa o kadar kendisini dünyanın en akıllı insanı zanneder. İlmi arttıkça, kendisinin çözemediği problemleri başkalarının çözdüğünü gördükçe, başkalarını küçümsemez, onlar bir şey değildir demez. Başkalarının bir şey üzerinde olmadığını iddia edenler, bilmeyen kimselerdir.
Kendimiz böyle bir hastalığa düşmemeliyiz. Bilmeliyiz ki, her ilim sahibinin üstünde bir alim vardır. Bizim böyle bir enenin küfrü içine düşmememiz için bize muhalif olan, bizimle tartışan kimselerle tartışmayı büyük ibadet sayıyoruz. Hattâ bize hakaret etseler bile biz tahammül ediyoruz. Tartışmada hemen kendilerini methedip bizi zemme kalkışıyorlar. Biz zaten iyi insan olduğumuzu iddia etmiyoruz. Hattâ fikirlerimizin doğru olduğunu da iddia etmiyoruz. Biz böyle sanıyoruz. Sizinle tartışarak hatamızı düzeltmek istiyoruz. İyi insan değiliz ama iyi insan olmak için çabalıyoruz. Tartışanlar meseleyi kişiliğe döküyor, benim kötü olmamla fikirlerimin yanlış olduğu meselesini birlikte götürüyorlar. İşte böylelerinin düşünceleri ehli kitap olmayanların düşünceleridir.
لَوْلَا يُكَلِّمُنَا اللَّهُ (LaV YuKalLiMuNav elLAHu) “Allah bizimle tekellüm etmeliydi.”
İbranilere kitap geldi, Araplara kitap geldi de, bize niye gelmedi derler.
Bir defa Allah geçmişte bütün topluluklara peygamberler gönderdi. Göktürk kitabelerini okuduğunuz zaman onları Tevrat’tan daha çok Kur’an’a yakın görürsünüz. Şamanizm inanışını tetkik edin, hemen orada da Allah’ın vahyini görürsünüz. Kitapların tekleştirilmesi ise insanların bir inanış etrafında toplanıp tek millet olmaları içindir. Hazreti İbrahim ilmi lâikleştirdi. Hazreti Musa şeriatı lâikleştirdi. Hazreti Davut ekonomiyi lâikleştirdi. Hazreti İsa peygamber ise dini lâikleştirdi. Lâikleştirdi demek, vahiysiz yani vahiy almadan, eski vahye dayanan kitaplarla işleri yapabilme demektir. Hazreti Muhammed aleyhisselâm ise bunların dördünü bir araya getirdi ve hepsini bir düzen olarak sundu. Yani, Allah ne İsrail oğullarına, ne de Araplara iltimas etmedi. Sadece görev birisine verileceği için onları görevlendirdi.
Herkes ‘ben neden cumhurbaşkanı değilim’ diyemez ve bu mantıkla devlete itaatten kaçınamaz. Herkes imam olamaz. Cemaatten biri imam olmalıdır. Allah herkesle ayrı ayrı tekellüm etseydi, o zaman ona söylenen her söz “Kün” olurdu ve kişinin iradesi kalmaksızın “Fe Yekünü” olurdu. Biz Allah bunu niçin böyle yaptı deyip sorgulayamayız, O’nun avukatlığını yapamayız. Allah böyle istedi, böyle yaptı diyeceğiz. Biz ne yaptığını ve ne yapmak istediğini öğrenme durumundayız. Biz tanrı değiliz ki O’nunla tartışalım. Sen bizi niye var ettin de diyebiliriz. Ama bunu da söyleyecek yetkimiz yoktur. O fe’aalun limâ yüriddir.
Sovyetler’de tanrısızlığa inandırmak için her çareye başvurmuşlar, madem görmüyoruz o halde tanrı yoktur demişlerdir. Bir odaya birkaç örenci toplamışlar. Öbür odadan filanı çağırın denmiş, çocuk cevap vermiş. Sonra filanı çağırın denmiş, o da cevap vermiş. Böylece olanların isimlerini saydırmış, hepsi cevap vermiş. Sonra olmayanları çağırtmışlar, cevap verilmemiş. Niçin? Çünkü yok idiler. Şimdi de tanrıyı çağırın denmiş, cevap yok! O halde tanrı da yoktur diye ispat etmişler! Allah’a dua edin de ekmek göndersin demişler; ekmek gelmemiş. Lenin’e dua edin dendiğinde ekmekler yağmış! Bunların hepsi hokkabazlıktır.
Devlet cevap veriyor mu? Ama vardır. Yirmi yaşına gelen delikanlıyı askere çağırırlar, itirazsız gider. Kim çağırıyor? Cumhurbaşkanı mı? Hayır. Falan mı? Hayır. Kim çağırıyor? Devlet çağırıyor. Bir düzen var, o düzen çağırıyor. Hakim idam kararını verir. Kişi idam edilir. İdam eden kim? Cellat mı? Elbette değil.
Her adımımızı attığımızda bizi zorlayan bir kuvvet vardır. Bu kuvvet bizim her yaptığımızı görmektedir. Ama bizim o kuvveti görmemiz mümkün değildir. Direkt onunla konuşmamız da mümkün değildir. Ama biz onunla konuşuyoruz. Savcı ifade alırken o alıyor, hakim soru sorarken o soruyor, karar alırken o alıyor. Devlet her yerde vardır ama hiçbir yerde doğrudan bizimle konuşmaz. Allah devlet gibi bir güçtür.
Kendilerine kitap verilmeyenlere de kitap gelmiştir. Kur’an bütün insanlığa gönderilmiştir. Diğer dört dinin kitaplarını da Kur’an teyit edip beşerileştirmiştir. Böylece hiçbir kavim bize kitap gelmedi diyemez.
Biz Adil Düzencilere düşen bu kitabı dünyanın bütün dillerine ulaştırmadır. Yeryüzünde iki bine yakın dil tesbit edilmiştir. Bunların çoğu aynı dildir. Biz bin dil varsayıyoruz.
On aile bir dili rahatlıkla yaşatır. On hane on aile demektir. Demek ki, on bin evlik bir site dünyanın bütün dillerini bir araya getirir ve öğretir. Buraya gelenlere işyerlerini de kurmalıyız. Gelenler burada Kur’an’ı mânâsıyla öğrenecek ve tefsir edecek seviyeye yükselecekler. Sonra birer meslek de edinmiş, hattâ sermayelerini de biriktirmiş olarak memleketlerine döneceklerdir. İşte onların kendi dillerine çevrilmiş Kur’an mealleri onlara Allah’ın gönderdiği kitap olacak, onlarla böyle konuşmuş olacaktır.
أَوْ تَأْتِينَا آيَةٌ (EaV TaETIyNAv AYaTun) “Veya bize bir âyet ita edilmeli idi.”
Kur’an’ın Allah sözü olduğu ve kâinatın bir tek var edicisinin eseri bulunduğu, yaratıcının her şeyi eksiksiz yarattığı, bizim O’na karşı sorumlu olduğumuz, insanın ve dolayısıyla topluluğun Allah’ın halifesi olduğu gibi hususlar, bugün iki yoldan bilinmektedir. Ya gelen peygamberler mucize göstererek söylediklerine inandırdılar veya müsbet ilmin verileri ile bunlar tesbit edilmiş bulunuyor.
Onların ‘Allah bizimle konuşmalı’ veya “Allah bize Musa’ya verilen mucize gibi mucize vermeli’ deme hakları vardır. Çünkü bilmiyorlar. Ama ister nakil ister akıl yoluyla olsun, bilen ilim sahiplerinin böyle bir söz söyleme hakları yoktur. Onlar ilimlerinin gereği olarak inanacaklar ve ona göre amel edecekler, bilmeyen cemaatlere bildirecekler ve öğreteceklerdir.
Bunu bir misalle açıklamaya çalışalım. 33 kilo patates aldınız; kilosu 17 liradan. Siz çarpmayı biliyorsanız, çarparsınız; 561 lira eder. Onu ödersiniz. Sizin buna itiraz etmenize imkan yoktur. Ama çarpmayı bilmiyorsanız, ne yaparsınız? Ya itimat ettiğiniz bir kimseye başvurursunuz, o size kaç lira vereceğinizi söyler, ona inanırsınız. Bu tekellümdür. Ya da her kilo için ayrı ayrı 17’şer lira ödersiniz, sonra onları sayarsınız ve onun da 561 lira olduğunu görürsünüz. Bu ikinci yol âyettir, kanıttır. Ama onun anlayacağı türden bir kanıttır.
Bu âyet bize şunu bildirmektedir. Bilmeyen kimselerin ya Allah’ın kelamı ile karşı karşıya gelme, ya da kanıt isteme yetkileri vardır. Bilememek mazerettir. Bilmemek mazeret değildir. Bu sebepledir ki peygamberler tebliğlerini namazla yani toplanıp öğrenmekle işe başlamışlardır. Biz de hep şunu iddia ediyoruz. Kimse bizim sözlerimizi kabul etmek zorunda, hatta yetkisinde değildir. Bir araya geleceğiz, birbirimize hakkı tavsiye edeceğiz. Birbirimize sabrı tavsiye edeceğiz. İşte o toplantılarda Allah hem insanlarla konuşmuş olur, hem de onlara âyetini gösterecektir. Çünkü ilim onların yerine geçecektir. Kur’an’dan sonra ne vahiy vardır, ne de mucize. Kur’an’dan sonra bunların yerini ilim almıştır. Bunları biz değil, Kur’an söylemektedir.
كَذَلِكَ قَالَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ (KaÜAvLiKa QAvLa elLaÜIyNa MiN QaBLiHiM)
“Onlardan öncekiler de böyle dediler.”
Kur’an gelmeden önce de peygamberler geldiler. İnsanlar onlara ‘Allah bizimle konuşsun’ yani vahiy bize gelsin demişler, ya da mucize istemişler. Bunu istemek insanların doğal haklarıdır. Mucize görmeden onların inanmasını istemek elbette doğru olmaz. Kur’an’dan sonra artık vahyin ve mucizenin yerini ilim almıştır.
“Adil Düzen”in görevi “Adil Düzen” ile insanlığa Allah’ın mucizesini göstermektir. İnsanlığın saplandığı çıkmazdan insanlık çıktığı zaman Kur’an’ın İlâhi bir kitap olduğunu herkes görmüş olacaktır. Sorunları çözen düzen “Adil Düzen”dir. “Adil Düzende İnsanlık Anayasası”nı okuyanlar âyeti orada görecekler, Allah’ın sözlerinin aktarımlarını orada bulacaklar. Kur’an hem Allah’ın kelamıdır, hem de O’nun âyetidir.
مِثْلَ قَوْلِهِمْ (MiÇLa QAVLiHiM) “Kavillerinin mislini kavlettiler.”
İnsanın yaradılışı budur. Bir şeye inanması için aklî veya naklî delil ister. İnsanlar delilsiz ikna olmazlar. İnsanlık büyük zulümatın içindedir, karanlıklarda nereye gideceğini bilmiyor.
Madem ki Allah Kur’an’ı bize nasip etti, madem ki Kur’an’ı asrımızın ilimleri ile yorumlamayı bize öğretti; bizim bunları insanlığa sunmamız ve onları bilmeyenler güruhundan çıkarmamız gerekir. Biz çıkarmayacağız, Allah çıkaracaktır. Biz görevimizi yapmazsak, o başka görevliler atar. Olan bize olur.
تَشَابَهَتْ قُلُوبُهُم (TaŞABaHaT QuLUvBuHuM)
“Kalbleri teşabuh etti. Beyinleri birbirine benzedi.”
İnsanın fıtrî yaratılışı vardır. İnsanın bu yapısını değiştiremezsiniz. İnsanın beyni aynı genleri taşımaktadır. Olanı olduğu gibi kabul etmek gerekir. Kur’an bize sosyoloji dersi vermektedir.
Allah’tan bize yeni kitap nâzil olmamaktadır. Elimizde mucize de yoktur. O halde tek silahımız kalmıştır, o da ilimdir. İlmin gerçek ilim olduğunu kanıtlayan da uygulamadır.
Önce Adil Düzen apartmanını oluşturacaksınız. Orada şeriat hükümlerini uygulayacaksınız. Şeriat hükümlerine uymak istemeyenler apartmandan ayrılıp gitmelidir. Onun maddi hakkı sizde kalmamalıdır. Giden de memnun kalan da memnun olmalıdır. Burada oluşturacağınız düzenden yararlanarak sonra bin hanelik bir site kurmalısınız. Orada Adil Düzenin hükümleri uygulanmalıdır. Örnek bir site olacaktır. İnsanlığın dört dörtlük âfetlerine karşı tedbirler alınmış olacaktır. Adil Düzen Çalışanları bundan sonra on bin hanelik dil siteleri kuracaklardır. İşte burada ilim her kavme kendi dilleri ile öğretilecektir. Yoksa insanın beyni aynı beyindir.
III. bin yıl uygarlığına bunları yapan kanallardan gidilecektir.
ْ قَدْ بَيَّنَّا الْآيَاتِ(QaD BayYaNa eLEAvYATı) “Âyetleri beyan etmekteyiz.”
“QAD” maziyi hâle kadar getirir. Sadece “Beyyennâ el-Âyâti” demiş olsaydı, geçmişte beyan ettik mânâsı çıkar. “Qad” başa gelince, geçmişte âyetleri beyan ettik, şimdi de etmeye devam ediyoruz anlamı çıkar.
Türkler hâli geleceğin başlangıcı olarak gösterirler. Araplar ise geçmişin hâlen sürmekte olduğu ile ifade ederler. Kur’an âyetleri Kur’an nâzil olduğu zaman beyan edilmemiştir. Oysa şimdi Kur’an ayetleri dağlar kadar ilmi eserlerle yorumlanmış bulunmaktadır. Son yorum ise Akevler ekolünün yorumudur, “Adil Düzen” yorumudur. İlim sahipleri bunu kolayca bilebilmektedir.
Görülüyor ki, Kur’an bilmeyenlerin sözlerine bir azaptan bahsetmemektedir. Âyetlerini beyan ettiğini bildirmektedir. İşte âyetlerin beyanı Adil Düzencilerin anlatmasıdır. Birkaç sene sonra insanlık “Adil Düzen”i anlayacak ve bunun savaşını vermeye başlayacaktır. Dinleri topluluk dışına bırakan Batı anlayışı lâikliğin yerini, dini baskıyı kaldırıp dinleri uzlaştıran bir lâikliği insanlık benimseyecektir. Ekseriyet demokrasisinin yerini hicret demokrasisi alacaktır. Aidatlı sigortanın yerine zarara iştirakli dayanışma güvenliği gelecektir. İlim ise sermayenin veya siyasetin emrinde olmayacak, ilim bütün bunların yollarını aydınlatacaktır.
لِقَوْمٍ يُوقِنُونَ(118) (Lı QaVMin YUvQıNUNa) “Ikan eden bir kavme beyan etmekteyiz.”
Burada kavim nekiredir. Yakın getiren kavme ıkan ediyoruz.
Bir problemin çözümünü isterseniz o problemi çözersiniz, ama o problemi çözmeye çalışmazsanız hiçbir problem kendiliğinden çözülmez. Kur’an’ın âyetlerini anlayabilmek için bir cemaatin bunun üzerinde çalışması gerekmektedir. Bir kavmin bine yakın rasihi olacaktır. Bu rasih cemaatin her şeyden önce problemin çözüleceğine inanması gerekir. Sonra da madem ki ben varım, benimle beraber problemler de gelecektir. Ama beni var eden bu problemlerin çözümünü de var etmiştir. Sorun onu okuyup öğrenmedir. İşte yakın getiren topluluğa Allah âyetlerini açıklatır; İslâm deyip padişahlara tapan, İslâm deyip şeyhlere tapan topluluklara değil.
Yakın getiren kavim için âyetlerimizi açıklamış oluyoruz. Yakın getiren topluluk önce hakkın var olduğuna inanmakta, hakkın ne olduğunu aramaktadır.
Yer altında maden var bilirsiniz, ama nerede olduğunu bilmezsiniz, onu ararsınız. Hakkın var olduğunu kabul edip o hakkı arayan kavme âyetlerimizi açıklıyoruz denmektedir.
Başka bir tesbitte her kavim için âyetler farklı açıklanmıştır. Âyetler marifedir ama kavim nekiredir.
***
إِنَّا أَرْسَلْنَاكَ بِالْحَقِّ (EinNAv EaRSaLNAvKa BiLXaqQı) “Seni hak ile irsal ettik.”
Burada irsal olunan başta Hazreti Muhammed aleyhisselâmdır. Ondan sonra o hakkı tebliğ ile yükümlü olan bütün mü’minlerdir; nebilerin vârisi olan âlimlerdir; resulün vârisi başkanlardır. Beyanla mükellef olan Adil Düzen Çalışanlarıdır. Diğer İslâm cemaatleridir.
Buradaki “HAK” nedir? Hak, Kur’an’dır ve onun beyanıdır. Yani, müsbet ilmin verileridir. Gerek hak olsun, gerek müsbet ilim olsun, icma ile kesinlik kazanır. Kur’an’ın kati beyanları ile ilmin kati sonuçları arasında tearuz yoktur. Yani, Kur’an’ın bildirdiği hak ile müsbet ilmin bildirdiği hak arasında ayrılık yoktur. Ortak taraflarını anlatırlar. Hakkın bazı taraflarını Kur’an anlatır, müsbet ilimde bulamayız. Hakkın bazı taraflarını müsbet ilim anlatır, biz onu Kur’an’dan anlamamış oluruz. Kur’an’da her şey vardır.
بَشِيرًا وَنَذِيرًا (BaŞOIyRan Va NaZIyRan) “Beşir ve nezir olarak irsal ettik.”
İyilikler yaparsanız karşılığını bulursunuz. Kötülükler yaparsanız yine karşılığını bulursunuz.
Sadece haber vericidir. İyilik veya kötülük yapacak olan Allah’tır. İnsan kendi elleri ile yaptığının cezasın çeker. Peki, başkanların cezalandırma yetkileri yok mudur? Kol kesmiyor mu?
Bu anlayış ilkel anlayıştır. Bugün cumhurbaşkanı gardiyanlık yapmakta mıdır, hakimlik yapmakta mıdır? Ne başkanın ne de alimin ceza uygulama yetkisi yoktur. Ceza hakemlerden oluşan yargı tarafından verilmekte, infaz dayanışma birliklerinin oluşturduğu akileler tarafından yapılmaktadır. Askeri güç infazı yerine getirmektedir. Kaldı ki, iktidar olmadan önce görevin tamamı beşir ve nezir olmaktan ibarettir.
Kur’an’daki bu âyetlerin nesh olduğunu ileri süren, bunların Mekke emirleri olduğunu söyleyenler vardır. Oysa, işte size Medine’de inmiş sûredeki ifadesi bu. Dinde ikrah yoktur, sadece dine şamil değildir. Düzende ikrah yoktur. Nefsi müdafaa vardır. Kısas hükümleri vardır. Bu konuda dayanışma vardır. Yoksa hakem kararları olmadan insanların diğer insanlara hükmetmeleri yoktur. Sadece uyarma ve sevindirme vardır.
وَلَا تُسْأَلُ عَنْ أَصْحَابِ الْجَحِيمِ(119) (Va Lav TuSEaLu GaN EaÖXABı elCaXIyMı)
“Cehim ashabından sen sual olunmayacaksın. Onlardan sen sorumlu değilsin.”
“ASHAB-I CEHİM” kimlerdir? Ashab-ı cehennem değil, Ashab-ı nâr denmeyip “ASHAB-I el-CEHİM” deniyor. “Cehennem” de fırındır, “CEHİM” de fırındır. Birinde ekmek pişirilir, ona tandır diyoruz. Diğerinde madenler paslarından ayrılır. Bu kelimelerin kökleri de birbirine yakındır. Cehim, tabandır demektir.
Bunlar bir cehennemin adıdır. Yoksa ayrı ayrı cehennemdir.
Kur’an’daki bu kelimeler ele alınmalı ve kimler için hangisi kullanılmıştır, karşılaştırılmalıdır.
Nâr, Cehennem, Cehim, Sa’îr adları aynı yerin değişik özellikleri midir, yoksa değişik yerler midir? Bu bir doktora tezi olabilir. Ama sizlere bunları araştırmada vakit kaybetmenizi tavsiye etmem. Oralara gitmeyi aklınızdan bile geçirmeyin. Ne yapın edin, kendinizi cennetin kapısının eşiğinden içeri atmaya çalışın.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-372 ADİL DÜZEN DERSLERİ-202 İstanbul, 02 Eylül 2006
DEVLET, LÜBNAN, İSRAİL VE ORTADOĞU
Kur’an’da AŞİRET (ocak), KABİLE (bucak) ŞA’B (il), KAVM (ülke=devlet), MİLLET (insanlık) olarak yeryüzünün siyasi bölünmeleri belirtilmekte, bunlarla yeryüzünü bölüştürmektedir. Ayrıca yine Kur’an’da toplulukların onluk sisteme göre şekillendiklerini belirtmektedir. 10 aile bir aşiret olmakta, bir aile de 3 ile 10 arasında nüfusa sahip bulunmaktadır. Bu verilerle örgütlenme yapacak olursak, bir devletin nüfusu 30 milyon ile 100 milyon arasında olmalıdır. Bu bölünmelere göre yeryüzü yaklaşık 100 devletten oluşacaktır. 50 ile 200 arası devlet olması normaldir.
Her devlet 10’a yakın bölgeye ayrılacaktır. Bölgeler merkezî yönetimle, iller ise yerinden yönetimle yönetilecektir. Kur’an bunları da KARYE, BELDE, MEDİNE ve MISR olarak adlandırmaktadır. Bunlar hizmet kuruluşlarıdır. Tüzel kişilikleri yoktur. Yer adlarıdır. Dolayısıyla merkezî yönetimle yönetileceklerdir.
Ocak birlikte yaşama, bucak birlikte çalışma, il iç güvenliği sağlama, ülke dışa karşı savunma, insanlık ise birlikte uygarlaşma birimleridir. Demek ki devletin esas görevi dış savunmadır.
Devlet her bölgede bir ordu bulundurur. Bu ordu o bölgeden olmayan ülkenin diğer bölgelerinden gelen askerlik hizmeti yapanlarla o bölgenin dış savunmasını yapar. Oranın valisi aynı zamanda oranın ordu komutanıdır. İller bağımsız oldukları için illerin içine karışamaz, izinsiz giremez bile.
Her bölge öyle oluşmuştur ki, yarın abluka edilse, vatanından kopsa, tek başına kalsa bile, kendi iç üretimi ve öz savunması ile kendisini koruyabilmeli, ekonomi bakımından çökmemeli, ordu savaş dışı olmamalıdır. Ana vatandan kopma tehlikesi yoktur, çünkü oranın savunan ordusunu oluşturan askerler ülkenin diğer bölgelerinden gelmedir.
Bir devlete ancak komşuları saldırabilir. Komşuların sayısı da 10 civarındadır. Savunmadaki bir ordu 10 orduyu yenebilir. O halde ‘devlet’ demek, tüm komşuları saldırsalar bile ülkesini savunabilen bir sosyal kuruluştur.
***
Şimdi biraz daha bir devletin 30 milyon nüfustan az olamayacağını, 100 milyondan da fazla olamayacağını açıklamaya çalışalım.
Bir devletin nüfusu 30 milyon ile 100 milyon arasında olmalıdır. Ayrıca toprakları da ne çok büyük, ne de çok küçük olmalıdır. Çok büyük olursa orasını savunamaz ve imar edemez, çok küçük olursa da sığamaz ve ekonomide de yetersiz olur. Yüzölçümü ne kadar olmalıdır? Yeryüzü karalarının yüzde biri civarında olmalıdır demektir. Çünkü Allah her şeyi dengeli var etmiştir.
Yeryüzü karaları yaklaşık 150 milyon kilometrekaredir. Ortalama 100 devlet kabul edersek, bir devlete 1,5 milyon kilometrekare düşmektedir. 100 milyonu 1,5’e bölersek, demek yoğunluk 70-80 civarındadır. Yoğunluğu 200’ü geçmemelidir, 50’den aşağı düşmemelidir. İklim farklarını göz önüne alarak 400 ile 25 arasında da düşünebiliriz.
Şimdi Kur’an’dan istihraç ettiğimiz bu büyüklüklere neden gerek olduğunu daha derinlemesine ele alalım.
***
Askeri teşkilatlanmayı ele alalım. Manga bir nöbet birliğidir, 10 erden oluşur. Bölük bir birlikte beslenme birliğidir, 100 kişiden oluşur. Alay savaş birliğidir. Alaylar karşı karşıya gelirler. 1000’er kişiden oluşur. Tümen ikmal birimidir. Alayın gerek beslenme gerekse silah ikmalini yapar. 10 000 kişiden oluşur. Bir ordu tedarik birliğidir. Yani, ordunun ikmalini tedarik eder ve tümenlerine bölüştürür. Barışta 100 000 kişiden oluşur. Demek ki 100 000 kişiden az olan bir askeri birlik bağımsız savunma birliği olamaz. Bir ülkede 10 ordu olacağına göre, devlet bir milyon askerden oluşan ordularını hazır bulundurmalıdır. Onda biri askerlik yapıyorsa, ülkenin 10 milyon savaşçı erkeği olmalıdır. Bu da en az 30 milyon, en çok 100 milyon nüfus edecektir. Bir ülkenin çevresi 5000 kilometre olursa, bu da 5 milyon metre eder ve bir ere beş metrelik bir hududu savunma düşer. Bundan çok az olursa o ülke başarı bekleyemez. Bundan çok olursa da israf olur. Zaten bir orduya 500 km, bir tümene 50 kilometre düşmektedir. Bunlar da ideal savunma alanlarıdır. Bundan fazla olursa düşmanın kurşunları altında ezilip gider. Bundan az olursa da savunamaz.
Görülüyor ki, devlet olabilmenin şartı 30 ile 100 milyon arasında nüfusa sahip olmaktan geçiyor. Nüfus yoğunluğun da 100 kadar olması gerekmektedir.
İlim bakımından ele alırsak, 25 Genel Hizmet karşılığı 25 ilim vardır. Her ilmin nazarî, tabiî, amelî ve hikemî olmak üzere dört ilmi vardır. Toplam 100 ilim eder. Her ilimden 10 profesörü ele alırsak, demek ki bin profesörü olmayan bir ülke devlet olamaz. Çünkü kendi dillerinden bu ilimleri üretmelidirler. 10 bin kadar yüksek tahsilli olacaktır. 100 bin kadar orta öğretimli olacaktır. 1 milyon kadar ilk öğrenimi tamamlamış olacaktır. Bir usta başının verimli olması için 10 işçi çalıştırmalıdır. Bu da 10 milyon eder; bu da 10 milyon aile eder. Demek ki ilmî bütünlük içinde bir devletin nüfusu 30 milyon ile 100 milyon arasında olmalıdır.
Ekonomi bakımından temel ilke şudur. Her bölge kendi ihtiyaçlarını karşılayacak üretimi yapabilmelidir. Ana vatandan kopsa, ablukaya alınsa bile, kendi başına yaşayabilecek şekilde olmalıdır. Bu da ancak 3 ile 10 milyon arasında nüfusu ve yeterli toprağı olan bir büyüklükle karşılanabilir. Serbest pazar ekonomisi içinde de bunların yararlanabilmesi için 10 civarında olmalıdır. Demek ki bu da bize devletin nüfusunun 30 milyon ile 100 milyon arasında olması gerektiğini söylemektedir.
Dini bakımdan da; dinde zorlamanın olmaması ve lâikliğin olabilmesi için bir ülkede en az 10 mezhep olmalıdır. Bir mezhebin 100 kadar yüksek din adamı olmalıdır. Bunların her ilde birer temsilcisi, her bucakta da birer cemaati olmalıdır. Bir milyon eder. 10 mezhep olursa 10 milyon eder. Bu da 30 milyon ile 100 milyon arasında etmektedir.
Görülüyor ki, biz devlet olmak için 30 milyon nüfusa sahip olunması gerekir derken, hem Kur’an’ın öğretilerine, hem de bugün insanlığın seviye olarak ulaştığı tabiî ve sosyal ilimlere dayanarak söylüyoruz.
Meydan okuyoruz! Söyledikleriniz Kur’an’ın öğretilerine uymuyor diyen varsa, internet sahifelerimiz açıktır. Buyurun, yazılarınızı gönderin, yayınlayalım. Tabiî ve sosyal ilimlere aykırıdır diyen varsa, yine sahifelerimiz açıktır. Nerede sizde o bilgi ve cesaret; istihza etmeyi, hümeze ve lümeze yapmayı bilirsiniz sadece, siz.
***
Şimdi bu bilgilerin ışığında ve aydınlığında, elbette sadece aydınlanmış olanlara söylüyoruz; kör, dilsiz ve sağır olanlara ise söyleyeceğimiz bir söz yoktur.
a) Lübnan hiçbir zaman bir devlet olamaz. Ne yeri ne de nüfusu devlet olmaya müsait değildir. Ancak adil düzen devletinin içinde bağımsız iki veya daha fazla il olabilir. Güvenliğini o devlet korur. Bu durumda Lübnan kimin olsun? Bunun için değişik kriterler vardır.
b) Her il iç işlerinde tamamen bağımsız olacağı için din ve ırk farklılıkları artık sorun yaratmayacaktır. Huzur içinde yaşayan iller olacaktır. Bunlar o devlete fey verecek, halkı askere alınmayacaktır. Dolayısıyla buralar emin iller hâline gelecektir. Kim galip gelirse o il onun olacaktır.
c) Lübnan geçici olarak uluslararası güvenliğe alınabilir. Yani buralar İsrail veya Suriye’nin olabilir; ancak, bunlar da devlet değildirler. Dolayısıyla buralar devlet oluncaya kadar, geçici olarak o devletlerin ittifakla kabul edebileceği devletler buraya barış gücü gönderebilirler. Her devlete ayrı bölge verilir. Kendi devletlerine bağlı olur. Ortak yönetim oluşturulmaz. Masraflarını bu devletler karşılarlar.
d) Bundan sonra burada “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası” esaslarına yani Tevrat, İncil ve Kur’an hükümlerine göre bir devlet oluşur. Bu devlet Suriye, Ürdün, İsrail ve Lübnan illerinden oluşur. 10 kadar bölgeye ayrılır.
Ortadoğu’nun geleceği hakkında çözümler üzerinde ilim adamları olarak anlaşmalıyız. Bu da tartışmadan geçer. Buyurun, internet sahifelerimiz açıktır. Biz çözümler üretelim. Sonra o çözümleri uygulayacak siyasiler bir gün gelirler. Siyasiler ise çözüm üretmezler, çünkü bilgileri yeterli değildir. Olsa bile, çözüm araştırma ister, onların buna vakitleri yoktur.
Biz her zaman katkıda bulunmaya hazırız...
Gerçekleri görmeye ve göstermeye hazırız...
Bildiklerimizi de isteyenlerle paylaşmaya hazırız...
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-372 ADİL DÜZEN DERSLERİ-202 İstanbul, 02 Eylül 2006
LÜBNAN’A ASKER GÖNDERME MESELESİ
Hukuk düzeninde hakem kararlarının uygulanması gönül rızası ile olur. Bucaklarda vatandaşlara karşı silah kullanılamaz. Yargılanmaya ve infaza davet edilir. Gelmezse askeri infaza havale edilir. Askeri infaz ordu tarafından değil, jandarma tarafından gerçekleştirilir. Ordu cephe savaşı yapar. Aralarında büyük fark vardır. İç güvenlik sağlanırken cepheye saldırılamaz. Kişi hakkında mahkeme karar alır. Teslim olmayana karşı silah kullanılır ve etkisiz hâle getirilir. Cephede ise savaş birlikler arasında olur. Karşı tarafta çocuklar, kadınlar, zayıflar, hastalar, rahipler de olsa saldırılabilir. Onlar hedef alınamaz, ama onlar da muharipler arasında ölebilir.
İç güvenliğin sağlanmasında ise sadece ve sadece mahkum olup firar eden hedef alınabilir. Onun dışında kimseye saldırılamaz, zarar verilemez. Bu temel ayırdedici hüküm iyice bilinmelidir. Biz PKK’lıları hiçbir zaman cephe olarak ele almadık, onları hep münferiden takip ettik. Ordunun başarısızlığı buradan geliyor. Cephe eğitimi almış olan asker, kişiyi etkisiz hâle getirmede başarısız oluyor. Bir devlet meşru olmayan yollardan iktidar olsa bile, halkın ona isyan etme hakları yoktur. Ancak hicret edebilir. O nedenledir ki Türk halkı Türkiye’deki askeri müdahalelerle gelen hükümetlere hep itaat etmiştir. İç güvenliği sağlarken halk haklı da olsa yöneticilere karşı çıkamaz.
Bunun iki istisnası vardır.
1. Eğer iktidar güvenliği sağlayamıyor, eşkıya iktidarı eline geçirmişse, o zaman halkın o iktidara itaat etme yükümlülüğü kalmaz. Nefsi müdafaa sadedinde kendisini korumaya geçer ve silahını kullanır. Bu durumda o halk terörist veya asi addedilemez.
2. İkincisi ise, iktidar eğer halkın üzerine cephe savaşı açmışsa yani suçlulara da saldırıyorsa, o iktidara karşı halkın savunmaya geçmesi, silahlı mukabelede bulunması meşru hâle gelir. Türkler yirmi yıldır PKK ile çatıştılar, ama hiçbir zaman cephe saldırısında bulunmadılar. İşte bir silahlı grubun eşkıya olup olmadığı bu kriterlerle anlaşılır.
PKK ile Hizbullah birbirleri ile karşılaştırılamaz.
a) PKK kendilerine ait olmayan bir toprağa dışarıdan sızma yaparak terör olaylarını gerçekleştirmektedir. Cephe savaşı ile üzerimize gelmemektedir. Onun için terör örgütüdür. Oysa Hizbullah cephe kurmuş, savaş yapmaktadır. Savaşın meşru olarak başlayıp başlamaması ayrıdır. O bütün savaşlar için sözkonusudur. Hizbullah terör örgütü değildir, savaş cephesini oluşturmuştur.
b) PKK Türkiye devletinin güçlerine saldırmaktadır. Oysa Hizbullah Lübnan devletine değil, Lübnan’a saldıran devlete karşı kendisini savunmaktadır.
c) PKK Türklerin cephe saldırısına uğramamıştır. İsyan hakkı yoktur. Oysa Hizbullah’a karşı hava saldırıları tertiplenmektedir. Yani karşıdaki devlet cephe savaşını başlatmıştır. O halde artık isyan değil, savaş sözkonusudur.
d) PKK’nın savunduğunu iddia ettiği Kürt hakları zaten mevcuttur. Türkiye’de Kürtlerle Lazlar arasında ve bunlarla Türkler arasında hiçbir hukuki ayrımcılık yoktur. Ne resmen ne de fiilen böyle bir ayrımcılık görülmez. Oysa Hizbullah dini devlet olan İsrail’in saldırısına uğramıştır. İsrail işgal ederek onların vatanlarına savaş yoluyla yerleşmektedir. Savaşın meşruluğu tartışmalı olabilir. Ama İsrail ile Hizbullah arasında savaş vardır. İsyan ile isyanın bastırılması sözkonusu değildir.
Sömürü sermayesinin oyunu buradadır. Savaşı isyana çevirmiş, cephe gücünü isyan gücüne dönüştürmüştür. Rüşvetleyerek dünyayı arkasına almıştır.
Şunu açıkça belirtmeliyiz ki, bir iktidar halkının üzerine silahlı saldırıda bulunur, asilerin yanında siviller de olursa, o artık terör olayı olmaktan çıkar, savaş durumuna dönüşmüş olur. Irak’ta isyan varsa, Afganistan’da isyan varsa, bu isyan değildir. Cephe savaşıdır. ABD askeri saldırıda bulunmuş ve savaş devam etmektedir. ABD buralara askerini yerleştirir, ancak tesbit ettiği suçluları yakalayıp cezalandırır duruma geçerse, havadan veya uzaktan saldırıda bulunmazsa, o zaman Irak ve Afgan halkına itaat etmek düşer. İtaat etmeyenler ülkeyi terk edip giderler. Orada cephe kurup savaşabilirler. Irak’ı işgal nasıl gayri meşru ise o da gayrimeşru olabilir. Ama savaş hükümleri geçerli olur. İsrail ve Lübnan’da anarşi hakimdir. Mademki bombalar kullanılmadan suçlular bertaraf edilemiyor, artık orada hukuk düzeni yoktur demektir. Biz ne yapmalıyız? Kur’an çok açık bir şekilde bize ne yapacağımızı söylemektedir.
Önce aralarını ıslah etmeliyiz. Yani, ülkelerinde “Adil Düzen”i tesis etmeleri için onları ikna etmeye çalışmalıyız. Bu durumda ne ile karşılaşırız? İki taraf da “Adil Düzen”i benimser. Sorun biter. Hakemler yoluyla sorunlar çözülür Taraflardan biri “Adil Düzen”i yani hakemleri kabul eder, diğer taraf reddederse, biz kabul edenin yanında olacağız, etmeyenle savaşacağız. Her ikisi de reddedebilir. Ki büyük ihtimal budur. O zaman bizim için rahatlık vardır. Zulümleri içinde birbirlerini kırsınlar, bize ne!..
Birleşmiş Milletler kararı ile Lübnan’da Barış Gücü yerleştirilecekse biz asker gönderebilir miyiz?
Bunun için aşağıdaki şartlar gerçekleşmelidir.
a) Askerimiz Lübnan topraklarında yerleşecekse, Lübnan hükümetinin davetini almalıyız. Gidiniz dediği zaman da hemen boşaltıp gelmeliyiz.
b) Eğer Barış Gücü İsrail devletinin sınırları civarında ise o devletin de olurunu almalıyız. Yoksa Lübnan tarafı olmuş ve onunla savaş durumuna düşmüş oluruz.
c) Görev kesin olarak belirtilmeli, ona göre yetkilerle donatılmalı, sorumlu da kendisi olmalıdır. Birliğe görevine karşılık ödenecek haklar da belli olmalıdır. Türk birliği ülke dışında bir komutanın emrine verilemez. Ulusların orduları birbirleriyle savaşmak için vardır. Geçici de olsa birlikte savaşamazlar. Bu sebepledir ki cephe savaşlarında bütün yetkiler cephe komutanına aittir. Galip gelirse barışı o tesis eder. Askerle savaşsın, siviller masa başlarında ahkam kessin! Bu sömürü sermayesinin oyunudur.
d) Oraya gideceklerin oradaki masrafları orada karşılanacaktır. Vergisiz her askerin evine ayda bin dolar karşılık verilmelidir. Ayrıca eğer orada öldürülürse, bir milyon dolar da şehitlik tazminatı verilmelidir. Bunu kimin karşılayacağı çok açık olarak bilinmelidir. Sömürü sermayesi silah satsın diye savaş çıkarılamaz, onu durdurmak için de Türkler de ayrıca ölemez.
e) Önemli bir husus da şudur. Ülke savunmasında bütün vatandaşlar savaşa katılmak zorundadırlar. Kaçanlar öldürülür. Ama ülke dışında bir savaşa veya nöbete vatandaş zorlanıp gönderilemez. Türkiye’de en az altı ay askeri eğitim almış kimselerden isteyenler, istedikleri komutanın emrinde birlik oluştururlar. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden de izin çıkarsa, o zaman onlar oraya giderler. Hiçbir vatandaş zorlanarak oraya gönderilemez.
Yukarıda koyduğumuz maddeler “Adil Düzen”in doğal maddeleridir.
Kur’an’ın insanlara emrettiği dört ilişki maddesini hatırlatarak yazımıza son verelim.
1- Mü’minler her söze kulak verirler, en iyisine uyarlar. Söyleyene değil, söylenene kulak verirler. Kendi akılları ile seçtikleri sözlerin en iyisine uyarlar.
2- Mü’minler iyilikte ve yararlılıkta yardımlaşır, kötülükte ve zararda yardımlaşmazlar. İyilerle değil, iyilikte yardımlaşırlar. Kişileri değil, işleri ayırt ederler.
3- Mü’minler kendilerini sevmeyenleri severler. Kötülerle değil, kötülükle mücadele ederler. Kötüleri yok etmek için çalışırlar. Kötüleri de insan olarak sevdikleri için onları kurtarma uğraşı verirler.
4- Mü’minler insanlar arasında hükmettiklerinde adaletle hükmederler. Yakınları da olsa haksızlık yapmazlar. Lübnan’a böyleleri gitmelidir. Komutan böyle biri ise izin verilmelidir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL