1967...1968...1969....AKEVLER 40 YILDIR ÇALIŞIYOR....2004...2005...2006
GELECEĞİN II. KUR’AN - V. İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ... BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
ADİL DÜZEN 373
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 09 Eylül 2006 Fiyatı: www.akevler.org veya www.adilduzen.com’a tıklamak!
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 373. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır... Hedefimiz; “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, R. N. EROL
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ
KUR’AN VE CUMHURBAŞKANI SEÇİMİ
YENİ PARTİ KURMA MESELESİ VE …
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 35. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
وَلَنْ تَرْضَى عَنْكَ الْيَهُودُ وَلَا النَّصَارَى حَتَّى تَتَّبِعَ مِلَّتَهُمْ قُلْ إِنَّ هُدَى اللَّهِ هُوَ الْهُدَى وَلَئِنْ اتَّبَعْتَ أَهْوَاءَهُمْ بَعْدَ الَّذِي جَاءَكَ مِنْ الْعِلْمِ مَا لَكَ مِنْ اللَّهِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَصِيرٍ(120) الَّذِينَ آتَيْنَاهُمْ الْكِتَابَ يَتْلُونَهُ حَقَّ تِلَاوَتِهِ أُوْلَئِكَ يُؤْمِنُونَ بِهِ وَمَنْ يَكْفُرْ بِهِ فَأُوْلَئِكَ هُمْ الْخَاسِرُونَ(121) يَابَنِي إِسْرَائِيلَ اذْكُرُوا نِعْمَتِي الَّتِي أَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ وَأَنِّي فَضَّلْتُكُمْ عَلَى الْعَالَمِينَ(122) وَاتَّقُوا يَوْمًا لَا تَجْزِي نَفْسٌ عَنْ نَفْسٍ شَيْئًا وَلَا يُقْبَلُ مِنْهَا عَدْلٌ وَلَا تَنفَعُهَا شَفَاعَةٌ وَلَا هُمْ يُنصَرُونَ(123)
وَلَنْ تَرْضَى عَنْكَ (Va LaN TaRWa GaNKa) “Senden razı olacak değildirler.”
Bundan önceki âyette “Seni beşir ve nezir olarak irsal ettik, cehîm halkından sen sorumlu değilsin.” denmişti. Oradaki cehim halkı ehli kitap olamayanlardır. Şimdi ehli kitap olanlardan bahsetmektedir. Kur’an diğer kitaplar gibi bir kitaptır. Diğer kitaplardan önemli farkı, içtihat ve icma sistemini getirerek nübüvvete son vermiş ve kendisi son kitap olmuştur. İçtihat ve icma sistemi ile her devre ve her kavme hitap eder olmuştur. Kendisinden önce gelen kitapları nesh etmemiş, onların Kur’an dinine gelmelerini caiz görmüş, tafdil etmiş ama, mutlak olarak onlara böyle bir şey emretmemiştir. Kur’an’dan yararlanırlar, ama kendi dinlerine devam ederler. Nasıl demokraside çok partili sistem zorunlu ise, insanlıkta da çoklu şeriat zorunludur. Her din mensubu olanlar kendi dinlerinde kalacaklar, diğer dinlerle diyalog içinde olacaklar, onlardan yararlanacaklar, ama kendi dinlerinde kalacaklar, hayırda yarışa devam edecekler. Onların şeriatlarında bir kavim bir dinden oluşuyordu.
Yeryüzünde lâikliği ilk tedvin eden, akılcılığı getirmek suretiyle teoride Hazreti İbrahim peygamber olmuştur. Düşüncede mistisizmin yerine muhakemeyi ikame etmiştir. Sonra lâiklikte ikinci adımı Hazreti Musa peygamber atmıştır. Tevrat yalnız İsrail oğullarına hitap ettiği için diğer kavimler Yahudi olamıyor. Böylece kavimler arası lâiklik başlamıştır. Üçüncü adım ise Hazreti İsa peygamber tarafından atılmış, o tarikat ile şeriatı birbirinden ayırmış, ‘kralınkini krala verin’ demiştir. Bununla beraber lâiklik ancak Kur’an ile tedvin edilmiştir.
Dinde zorlama yoktur ilkesiyle tüm insanları kendi yaşayışlarında serbest bırakmıştır. Kur’an ile insanlık buluğa ermiştir. Kur’an’dan sonradır ki aynı topluluk içinde değişik mezhep ve sistemler bir arada yaşama imkanını bulmuştur. Aynı sofrada yemek yiyor, değişik din mensupları evlenebiliyor ve bir yatakta yatabiliyordu. İçtihat ve icma sistemi geldiğinden artık yönetim yerinden yönetime dönüşmüş ve tamamen lâikleşmişti. Kişiler dindar, hem de koyu dindar idiler. Ama düzen lâik idi. Çünkü hakemlerden oluşan yargı önünde Adem oğulları eşit kişiliğe sahip idiler; tarağın dişleri gibi birbirlerine eşit olmuşlardı.
Lâikliğin ilkelerini şöyle sıralayabiliriz:
a) İlmi, inanışın önünde tutmak; ilmin verilerine iman etmek.
b) Başkalarının yaptıklarına kişilerin karışmaması, sadece hakemlerden oluşan yargıya karşı sorumlu olmak.
c) Yargı önünde bütün Hazreti Adem soyundan gelenlerin eşit olması.
d) Yönetimde yerinden yönetim yani içtihat ve icmaları uygulamak.
İşte Kur’an’ın getirdiği bu düzen mü’minler tarafından teyit edilir. Kur’an ehli tüm insanları sever, onların kötülükleri ile cihad yapar ama onlarla cidal yapmaz. Bu insanlık sevgisidir ki onları seçilmiş millet yapmış ve insanlığı yönetme görevi ve yetkisini vermiştir. Bu sebepledir ki Kur’an ehli olabilmek için insan olmak yeterlidir. Burada muhatap olan kimdir? Sadece resuldür demek çok hatalı olur. Çünkü aşağıda milletlerine tabi oluncaya dek denmektedir. Demek ki Kur’an’ın bu hükmü Hazreti Muhammed aleyhisselâmın ölümü ile bitmiş olur, Kur’an sadece bir tarih kitabı olurdu. Buradaki “sen” sadece mü’minler bile değildir, bütün Kur’an okuyan insanlardır.
“RIZA” “RIDA’” ile akrabadır. Anne sütünü emen çocuğun duyduğu zevke rıza denir. Memnun olmak, hoşuna gitmek demek olur.
الْيَهُودُ (el YahUvDu) “Yahudiler senden razı olmayacaklar.”
“YAHUDİLİK” Tevrat’ın getirdiği dindir. İsrail oğullarına emredilmiş dindir. Diğer insanlar Yahudi olmakla mükellef kılınmamış, ama Yahudi olanların Yahudiliği de Allah indinde kabul edilmiştir.
“Ellezîne Hâdû” olarak adlandırılan Hazreti Hud peygamberin adı ile aynı kökten gelen bu kelimede muzari sigasıyla isim yapılmıştır. “Yahud” “Yakub” sigasındadır. “Havd” kelimesi “Hady” kelimesi ile akrabadır. “Hadi” kılavuz demektir. “Hayd” veya “Havd” da öncü demektir. Kumlu veya karlı sahalarda kafileye yol açmak için öncü bir grup çıkar. Bunlar teenni ile yavaş yavaş ilerler, yol açarlar. Karı berkerler yahut kürerler. Benzer işlem kumlarda da yapılır. Hazreti Nuh peygamberden sonra gelen Hud, ondan sonra gelen uygarlıklara yol açmıştır. Hazreti Nuh helâk olan kavmin yerine yeni kavim tesis etti. Ondan sonra Akatlar geldi. Akatlar Sümerler’den sonradır. Sami asıllı kavimlerdir. Sonra Semud kavmi geldi. Uygarlık Sümer dilinde gelişti ama Sami kavminden olan Ad kavmi uygarlığa yol açtı. İsrail oğulları da hak uygarlıklara öncülük etmişledir. Onlar yol açtılar, arkasından asıl kafile olan Kur’an ehli geldi. Yahudiler uygarlık yolunu açtılar ama, ondan sonra gelen kafileden hoşlanmadılar. Yol hep kendilerine kalsın istediler.
وَلَا النَّصَارَى (Va Lav elNaÖARAy) “Ne de Nasara senden razı olur.”
“VeLâ el-Nasârâ” değil de “Ve el-Nasârâ” demiş olsaydı, Nasârâ ile Yehud birlikte razı olmamış olurdu. “Lâ” harfi ile Nasârâ da razı olmaz demektir. “Lâ”dan sonra “Len Tardâ” tekrar edilmiş olur.
Hıristiyanların “NASÂR” adını almış olması, Hazreti İsa’nın ‘Bana yardımcı yok mu?’ demesi üzerine ‘Biz Allah’ın yardımcılarıyız.’ demiş olmalarından ileri gelmektedir. Hazreti İsa’nın bunu sorması, onların da ‘Biz Allah’ın ensarıyız, senin değil’ demiş olmaları, Hıristiyanların “en-Nasârâ” olacakları haberidir.
Hıristiyanlar iki bakımdan ensardırlar. Allah’ın yani insanlığın ensarıdırlar. Tevrat hükümlerini tüm dünyaya yayma hizmetinde insanlığa hizmet etmiş oldular. Bir de Kur’an düzenine onlar yol açtılar. Papalık büyük gayret göstererek Hıristiyanlığı insanlığa tanıttı. Onlar sayesinde İbrahimî din her tarafta duyuldu.
Hıristiyanlık bir şeriat getirmedi. Halk şeriat olarak Tevrat’ı veya Kur’an’ı seçmek zorundadır. Kur’an icma ve içtihadı getirdiği için her yere ve zamana uyma bakımından Tevrat’tan çok ileridedir. Bunun sonucu kilisenin öğretileri sonunda halk Hıristiyanlığı değil, İslâmiyet’i seçmektedir. Bu bakımdan da Hıristiyanlar uygarlıkta yardımcı olmuşlardır. 20. yüzyıl uygarlığı Avrupa’nın eseridir. Burada Yahudiler ve Hıristiyanlar görev aldılar. Ama Hıristiyanlar yardımcı olmuşlardır. Sömürü sermayesi kara Avrupa’sında dinsizliği yerleştirmeye çalışmış, saltanatı ve kiliseyi yıkmıştır. İngiltere’de krallık hâlâ yaşıyor, din düşmanlığı da yapılmamıştır. Sömürü sermayesi bunun böyle olmasını istemiştir. Denizaşırı ülkeleri fethederken oraya Tevrat’ı götüremiyordu. Ne yapması gerekirdi? Bir başka dinden yararlanması gerekirdi. Onu da Hıristiyanlık olarak seçti. Böylece 20. yüzyıl uygarlığının beyni Yahudiler olmuşlardır, ama bedeni ve gücü de Hıristiyanlar olmuşlardır. Bu bakımdan da ensardırlar. Gelecekte İslâmiyet’in yayılmasında onların payları büyük olacaktır. Kilise sayesinde Kur’an şeriatı tüm dünyaya kısa zamanda yayılacak, “Adil Düzen” gelecektir.
Ne var ki, Hıristiyanlar da sana tâbi olmak istemezler. Kendi dinlerinde kalmayı ve başka dinde olanların onlara hizmet etmesini isterler. Kur’an ehline karşı bir olurlar. “VeLâ el-Nasârâ” denmiş olması, onların bir olacaklarını gösterir. Irak Savaşı’nda Ankara’da savaş tezkeresi geçmeyince dünya cesaretlenmiş ve Almanlar, Fransızlar, Ruslar ve Çinliler bir olmuş, Türkiye’nin yanında yer almışlardı. Ama ne oldu? Sonra İsrail’in Lübnan’a saldırısında bütün devletler İsrail tarafı oldular, yek vücut olup saldırıyı desteklediler. Çünkü Fransa’da, Almanya’da, Rusya’da ve Çin’de Müslümanlar vardır. Bu Müslümanları sömürü sermayesi kışkırtmakta, Müslümanları devletlerine sorun yapmaktadır. Akılsız Müslümanlar da maddeten ve mânen bu isyanı desteklemektedirler. Sonra da dünya devletlerini birleştirip Müslümanlığa saldırtmaktadırlar.
İşte bugün yaşadığımız, dünyanın ağız birliği edip kapatmalarını bize haber vermektedir. Olayların kendi kendilerine cereyan ettiği sanılmasın. Hepsi Allah’ın bilgisi ve takdiri içinde cereyan etmektedir. Bunların böyle yapmaları gerekir ki, dünyayı yönetme yetkileri olmasın. Biz ise bu devletlere Müslümanların sorun teşkil etmelerine karşıyız. Sıkıntı içinde iseler hicret etsinler, ama orada kaldıkları müddetçe, zalim de olsalar onlara itaat etsinler. Bu bakımdan bu tür provokasyonlara Müslümanların alet olmalarına şiddetle karşıyız.
Ama öbür taraftan da milyarları yöneten bu ahmak yöneticiler de, sömürü sermayesinin bu basit oyununu nasıl bilmez de saldırıyı desteklerler?! Bilirler, bilirler de, karşı çıkmaya güçleri yetmez.
İşte, tüm terör ve isyanların çözüm devası “Adil Düzen”den geçer. Bunların hepsi “Adil Düzen”in gelmesi için gerekli olaylardır. Duamız Hizbullah’ın birkaç Yahudi’yi öldürmesi değil, tüm dünyanın “Adil Düzen”i öğrenmesi ve gereksiz kan akmasının durması için olmalıdır. Abdullah Gül endam göstermek için gezmemelidir, “Adil Düzen”i anlatmak için gezmelidir. Bunun için de Gül ve Tayyip tevbe edip “Adil Düzen”e ve onun ehline dönmelidirler.
حَتَّى تَتَّبِعَ مِلَّتَهُمْ (XatTAy TatTabıGa MilLaTaHuM)
“Milletlerine tâbi oluncaya dek senden razı olmazlar.”
Milletlerine tâbi olmak, dinlerine girmek demek değildir. “Mülle” ağzı dikilmiş dolu çuval demektir. “İmla etmek” çuvalı doldurmak, “imlâl etmek” çuvalı ağzına kadar doldurmak demektir. Topluluklar için kullanıldığında en büyük topluluk demektir. Aşiret, kabile, şa’b ve kavimden sonra en üst kuruluş millettir.
“MİLLET” örgütlenmiş nâs, yani insanlıktır. “İbrahim milleti” dediğimiz zaman, örgütlenmiş insanlığı kastetmiş oluyoruz. Bugünkü deyimle süper güç demektir.
Onların süper güçlülüğünü kabul etmedikçe senden razı olmazlar.
20. yüzyılda Hıristiyanlarla Yahudiler bir olmuş, dünyayı emirlerine almış, süper güç olmuşlardır. İkinci Cihan Savaşı’ndan sonra yeryüzünde bu ikilinin dışında süper güç kalmamıştır. Şimdi onlar hep bunu istemektedirler. Keşke adil bir düzenleri olsa, keşke insanlığa saadet getirse de biz de onların süper güçlülüğünü kabul etsek. Bugün bu süper güç ABD’deki sömürü sermayesi olarak görülmektedir. Dünyayı tek güç etrafında toplayıp sömürmek istemektedirler. Bunun için yapmak istedikleri şunlardır:
a) Karşılıksız banka parasını tanrı hâline getirmişlerdir. Her şey para ile alınır-satılır olmuştur. Paranın açmayacağı kapı bırakmamışlardır. Şimdi de dünyayı tek para ile idare etmeye çalışıyorlar. IMF aracılığı ile dünyadaki bütün bankalar ABD Merkez Bankası’nın emrine girmiştir. Oysa ABD Merkez Bankası ABD’nin değil, sömürü sermayesinindir. Böylece dünyayı tek para ile yönetmek istiyorlar.
b) Dünyadaki bütün okulları ve üniversiteleri tek standarda sokmuşlardır. Medreseleri kapattırmış, ilkeldir diye unutturmaya çalışmışlardır. Dünya üniversitelerinde İslâm uygarlığının hakim olduğu dönemi karanlık çağ diye okutmaktadırlar. Tarih İslâm uygarlığının yayıldığı sekizinci asırdan sonra durdurulur, milattan sonra 1500’lerde yeniden başlatılır. Otel odalarında aldıkları kararlarla köydeki Kur’an kursunu bile kapattırır, çocukları Kur’an öğrenemez hâle getirirler.
c) Ordular NATO ve Varşova Paktı gibi gruplara ayrılır. İki tarafı da kendisi finanse eder. İstediğini istediği tarafa saldırtır. Halkı silahtan tecrit eder, eşkıyaları silahlandırır. Hapishaneleri lüks otellere çevirtir. İdam cezasını kaldırtarak katillerin öldürülmesini yasaklatır.
d) Gümrüklerle ve vizelerle insanları birbirinden uzaklaştırır. Ülkelerin sınırlarını savaşla değil, masa başlarında kendileri çizerler.
İşte siz onların hakimiyetini bilâ kaydu şart kabul ederseniz sizden razı olurlar. Yoksa Menderes’te olduğu gibi sizi kullanır, kullanır, sonra asarlar. Mustafa Kemal’i kullandılar, sonra yok etmek için onu tanrılaştırdılar. Adına zulümler yaptılar. Ama Mustafa Kemal onları öyle oyuna getirdi ki, tarihte unutulmayacaktır. Yeni Anadolu’yu 70 milyonluk saf Müslüman halktan oluşturdu.
Şimdi Erdoğan ve Gül ikilisi sömürü sermayesinin güdümünde olan ABD ve Avrupa Birliği’ne yaranacaklarını sanırlar. Onların milletlerine hizmet ettiğiniz müddetçe yaşatırlar, yoksa çukura iterler.
Burada dinlerine girmezsen demiyor, “milletlerine tâbi oluncaya dek senden razı olmazlar” diyor.
II. Abdülhamit onlarla sulh yaptı. İstedikleri toprakları verdi. Batı üniversitelerini Türkiye’ye getirdi ama yaranamadı, Kızıl Sultan oldu! Dinsizlik modası 1900’larda onun zamanında başladı, bize yaradı, içtihat müessesesi ortaya çıktı. Jön Türkler onların has adamları idiler. Meşrutiyeti ilan ettiler. 600 senelik imparatorluğu on senede yıktılar. Ama yine yaranamadılar. Biz kazandık, Kuvva-yı Milliye doğdu. Cumhuriyeti kuranlar her türlü inkılapları onların hatırı için yaptılar, ama yaranamadılar. Bize yaradı, saflaşmış genç bir İslâm devleti doğdu. Celal Bayar bankacılığı, faizciliği getirdi, ama yaranamadı. Biz yararlandık. Muasır medeniyetin fevkine doğru yöneldik. İnönü demokrasiyi getirdi, yaranamadı. Biz yararlandık, demokrasiye kavuştuk. Demokrat Parti her dediklerini yaptı, yaranamadı. Biz yararlandık, Türkiye Müslümanlığını tescil etti. Türkiye’de on yılda bir askeri müdahaleler oldu. Hepsi de yaranamadı. Ama Türkiye gelişti ve bugünkü güçlü devlet oldu. Şimdi de AK Parti el etek öpmekte, ayaklarına kapanmakta, onlara yaranacağını sanmakta. Hayır, onlar intikam alacaklar. Ama bizim lehimize olacak, “Adil Düzen” dışında çıkar yol olmadığını öğreneceğiz.
Hâsılı, Yahudi ve Hıristiyan işbirliğine dayanan bugünkü sömürü sermayesi kimseden razı olmayacak, sonunda yıkılıp gidecektir. Hıristiyanlık değil, Yahudilik değil, sermayenin sömürüsü yıkılıp gidecektir. Belki de sermaye varlığını sürdürecektir.
قُلْ (QuL) “Kavlet.”
Sen ey insan, sen söyle; seni süper güçlerinin hakimiyetine uşaklık etmek için çağıranlara sen söyle, ‘Avrupa müktesebatı’ deyip insanlığı helâke götürenlere sen söyle, inananlara ‘gerici’ deyip dinsizliği ilerilik sayanlara sen söyle. Sen ey Kur’an’a inanmış kimse, sen, özellikle sen söyle…
Çünkü süper güç olma hakkı ve yetkisi demokratik, lâik, liberal ve sosyal bir hukuk düzenine inananların hakkı ve işidir, zalimlerin ve cahillerin işi değildir. Şeriatçı olanların, müslim olanların, hakkı üstün tutanların ve adil olanların kurduğu hükümlerle yönetenlerin hakkıdır. Çoğunlukçu olanların, dinsizlerin, sömürücülerin ve zorbaların hakkı değil. Onun için onlara söyle ve gerçeği anlat.
إِنَّ هُدَى اللَّهِ هُوَ الْهُدَى “Allah’ın hidayeti hidayettir. Başka hidayet yoktur.”
Şöyle de: Biz sizin milletinize tâbi olalım. Ancak o eğer Allah’ın hidayeti ise, O’nun halifesi olan insanlığa yararlı ise destekleyelim. Bunu nasıl bileceğiz? Elimizde bunu bilmek için iki yol vardır. Biri peygamberlerin öğrettiği yol. Kitapların yolu. İnsanlığı beş bin yıldır yöneten ve bugünkü uygarlığa ulaştıran şeriatı inkar ediyorsunuz. Onu siz öğrenmiyorsunuz, başkalarının öğretmesini de yasaklıyorsunuz. Elinize güç geçti diye kendinizi tanrı sanıyorsunuz. İnsanlığın onlarca bin yıl içinde biriktirdiği uygarlığı, iki asrın meyvesi olarak takdim ediyorsunuz. İkinci yol ise, yine Sümerler’den beri başlayıp çağımıza kadar gelişmiş müsbet ilmin verilerine göre değerlendirelim. İnsanlığın tek dayanağı var, o da insanın insan olarak eşit olması. Dünyanın bütün hukuk kitaplarında çocuk öldürenle büyük öldüren arasında ceza farkı gözetmez. Çünkü insanlar kişi olarak eşittir. Eşitliğin sonucu kısas hakkı doğar. Sen bana tokat atarsan, benim de sana tokat atma hakkım doğar. Kısas dışında adaletin bir mânâsı var mıdır? Sizin varsayımınız nedir? Bizim hukukun temel dayanağı kısastır. Karşılıklı eşit hak ve görevlere sahip olmadır. İnsanlığın çıkarı bundadır. O 30 bin kişi öldürecek ama sen hapishanede eziyet bile yapamayacaksın. Bunu hangi mantıkla izah edebiliriz? Biz falanın veya filanın kadı olmasını değil, kadının adaletle hükmetmesini istiyoruz. Kim arabayı iyi sürecekse o şoför olsun. Bunu Sovyetler yapıyorsa o yapsın, bunu Çinliler yapıyorsa onlar yapsın, zenciler yapıyorsa onlar yapsın. Kim yaparsa yapsın. Bizi ilgilendiren yapan değil, yapılandır. Evet, bunu tesbit edecek olan da ilimdir. Hakemlerin ilme dayanan hükmüdür. Siz kendinizi tanrı koltuğundan aşağı indirin, ondan sonrası kolaydır.
Bu âyet çok önemli bir âyettir. Biz onların süper güç olmasına değil, onların zulmetmesine karşıyız.
وَلَئِنْ اتَّبَعْتَ أَهْوَاءَهُمْ (Va LaEiN itTaBaGTa EaHVAEaHuM) “Onların hevalarına tâbi olursan.”
Yukarıdan beri onları topluluk olarak ele alıyor, muhatap tek kişidir. Çünkü onlar, kişileri iğfal etmeye, onları kullanmaya çalışırlar. İnsanlarla ayrı ayrı görüşürler. Kendilerini merkez yapıp birbirleri ile irtibat kurdurmazlar. İnsanlığa hizmet vermenin bir şartı da açıklıktır. Kur’an hakkın cemaatçe tavsiyeleşmesini emretmiştir. Sabrın cemaatçe tavsiyeleşmesini emretmiştir. Kapalı toplantıları yasaklamış, danışmayı topluca yapmayı emretmiştir. Yani, kişilerle ayrı ayrı değil, birlikte meşveret yapılmalıdır. Şura beynehüm olmalıdır.
Halbuki onlar kişileri parça parça muhatap almak isterler. Onun için burada her birimize ayrı ayrı nasıl davranmamız gerektiğini öğretir. Burada önemli bir husus vardır. “Onların hevalarına tâbi olursanız” deniyor, “onlara tâbi olursanız” denmiyor. İyi iş yapsınlar, biz onlara tâbi olalım. Birr ve takvada herkesin yanındayız, ism ve udvanda uzaktayız. Onların isteklerine tâbi olma yasaklanmıştır. Yoksa onların yaptıkları işlerde onlara tâbi olmayacağız diye bir şey yok. AB süper güç olmak istiyorsa, kendi sözleşmesini hazırlar. Şartlarını ortaya koyar. Ondan sonra o şartları kabul eden herkes bir günde kabul sözleşmesine imza koymakla onlardan olmalıdır. Eksiklikler içeride birlikte tamamlanır. Birisi Müslüman olmak istediği zaman içkiyi bırak, ondan sonra Müslüman ol demiyoruz, Müslüman olduktan sonra şunu yapman gerek diyoruz. Yapmazsa da çıkarmıyoruz. Düzen varsayımlarla oluşur. Varsayımlar ispatsız kabul edilir. Eğer varsayımlara çoğunlukla uyuluyorsa o varsayımlara dayanan sistem kabul edilmiş olur. Çok sistemler varsa, hangisinin varsayımları az ama çözdüğü problemler çoksa, o düzene uyulur. Bu sistem ilmî sistemdir.
Varsayımlara dayanmadan aklına geldiği gibi yazmak, heva ile hareket etmektir. Bizim ceza hukukunun temeli kısastır. Kısas afv ile, hata ile, başka sebeplerle diyete dönüşür. Diyetin miktarını bir insanın ortalama çalışma yıllarında alacağı ücretle tesbit ediyoruz. Kasten öldürmede 66, hataen öldürmede 33 yıllık ortalama ücret diyoruz. Siz ise adam öldürene 18 sene hapis. Niçin? Hevaları öyle istiyor.
بَعْدَ الَّذِي جَاءَكَ مِنْ الْعِلْمِ (BaDa elLaÜIy CAEaKa MiNa eLGiLMi) “İlim sana ciet ettikten sonra.”
Dikkat edilsin, burada ‘sana kitap geldikten sonra’ yahut ‘resul geldikten sonra’ denmiyor. Yine ilim gelmeden önce hevalarına uyulmasını yasaklamıyor, ilim geldikten sonra yasaklıyor.
“Adil Düzen”i öğrenmemiş olanların “Adil Düzen”e karşı olmaları mazur görülebilir. Deniz Baykal’a, sen niçin “Adil Düzen”e inanmıyorsun denemez. AK Parti içinde de “Adil Düzen”i bilmeyenler olabilir. Onlar mazurdurlar. Ama Erdoğan, Gül ve Arınç “Adil Düzen” gölünde doğup büyüdüler Gerek Akevler, gerekse Millî Görüş ile yakın ilişkileri olmuştur. Bunlara ilim geldiği halde, hâla Yahudi ve Hıristiyanların hevalarına uyuyorlar. Dinlerine uyuyorlar demiyoruz, ilimlerine uyuyorlar demiyoruz; hevalarına uyuyorlar. İşte bunlar için mazeret yoktur. Tabii bu ifade AK Partililerin bir kısmı için doğrudur. ANAP’tan gelenlerin bazıları bilmeyebilir. Ama ANAP’tan gelip şimdi bakanlar koltuğunda oturan bakanlar vardır ve onlar Akevler ile ilişkilidirler. Mazeretleri yoktur. Başka kimin mazereti yoktur. Saadet Partililerin asla ve asla mazeretleri yoktur. Partimiz kapanır deyip “Adil Düzen”i bırakanlar bu âyeti ezberlesinler ve her gün vird yapsınlar, uçurumdan kurtulabilirler. Biz kimseye kendi görüşlerimizi empoze etmiyoruz. Bizim istediğimiz, bizim gibi her söze kulak verip ondan sonra ahsenini ilim yoluyla bulup ona tâbi olmalarıdır. Bu husus Akevler’de Adil Düzen Çalışanlarını ilgilendirir. Siz diğerleri gibi değilsiniz. Allah size bu ilimleri vermekle sizi seçmiş bulunuyor. Onların heva ve heveslerine uyamazsınız. Özel hayatınızı da “Adil Düzen”e göre ayarlamanız gerekmektedir.
Bugün kendi işyerimizi kuramamış bulunuyoruz. Dışarıda iş yapmak zorundayız. Ama Adil Düzene göre aşiretimizi oluşturmak durumundayız. Adil Düzene göre işyerimizi oluşturmak durumundayız. Yapmazsak sorumluyuz. Başkalarından farklı olarak sorumluyuz. Çatalca’daki sitemizi Adil Düzen içinde oluşturmalıyız.
Bunların hepsi Adil Düzen muhasebesini kurmamıza bağlıdır. Sorumluluğumuz büyüktür.
Bu sorumluluk şimdilik üçümüzün; Süleyman Karagülle, M. Lütfi Hocaoğlu ve Taha Özket üzerindedir. Süleyman Akdemir de mâli bakımdan ortaklar bularak desteklemekle yükümlüdür. Yenibosna’daki arkadaşlar bunları desteklemelidirler. Yoksa Allah hepimize ayrı ayrı hitab ederek diyor ki;
مَا لَكَ مِنْ اللَّه (MaV LaKa MiNa elLAHi) “Allah’a karşı senin yoktur, olmayacaktır.”
Demek ki, Allah bize ilim vermiştir, muhasebe ilmini vermiştir. Artık heva ve hevesçilerin uydurma kayıtlarıyla, sahte rakamlarla yaşayamayız. Muhasebemiz bizim hayatımızı artık denetim altına almalıdır. Aldığımız maaşlar, yaptığımız masraflar Adil Düzen muhasebesinde yer almalıdır. Allah’ın bize verdiği bu nimeti değerlendirmek bize farzdır. Bunun dışında Yasin, Selim, Hikmet, Zübeyr, Kübra, Ayşenur, hattâ Tarık da artık öğrenme sorumluluğundadırlar. Allah verdiği nimetlerden hepimizi sorumlu tutmaktadır.
Hakan da artık ahşap evin sorumluluğunu yüklenmelidir. Yaşar Gönül altı aydan fazladır bizimle beraber oldu, vâdi bu kadardı, doldu; ama yeni vaatte bulunmalıdır. Haftada bir gününü, eli kanda da olsa bu çalışmalara vermelidir. Çünkü onsuz yapamayacağımız işler vardır. Bu bir gün ona zekat olacaktır. Yani, haftanın altı gününde faizli, rüşvetli iş dünyasında yaptığı işlerindeki kirliliği giderecektir.
Hâsılı, her birimiz bize düşeni yapmak zorundayız. Bir şeye başlamadan önce o sünnet olur, nafile olur. Ama başladıktan sonra artık o farz olur. Şuru’ nezir gibidir, ikmal edilmesi gerekir. Mesela, Yasin’e doktora yapmak farzdır. Özket ailesine marketi işletmek farzdır. Çalışır hâle geldikten sonra devredebilirler. Reşat Erol ve ailesine bu notları tashih edip yayınlamak farzdır; tâ ki bunları yapan başkalarını yetiştirsinler…
مِنْ وَلِيٍّ (Min VaLiyYin) “Velilerden birini bulamazsın.”
Allah her birimize ayrı ayrı hitap edip demektedir. Bana demektedir. Sana ilim geldikten sonra, Yahudilerin ve Hıristiyanların milletine tâbi kılmak isteyenlerin heveslerine uyarsan kendine bir veli bulamazsın.
“VELİ” arka demektir. Seni çöküşten koruyacak birini bulamazsın. Yani, onların milletlerine tâbi olsan da kurtulamazsın. Batı uygarlığı nedir ki? Anayasamızın teminatı olan İstiklâl Marşı’mızda dendiği gibi ‘medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar.’ Âkif bu sözü İstiklâl Savaşı kazanılmadan önce yazdı, Meclis kabul etti. Ayrıca ‘Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklâl’ dedi. Onlara tâbi olanlar göçüp gitti, ama Müslümanlar vardır.
Sovyetler’de camiler kapatılmış, ezanlar susturulmuş. Her gün her araçla dinsizlik empoze ediliyordu. Ne oldu? Şimdi sadece Kırgızistan’da yeni inşa edilen 2000 cami vardır. Sosyalizm ise çöküp gitti. Kapitalizmin adı var, kendisi yok. Kapitalizmde merkez bankaları sermayenin elindedir. Sosyalizmde devletin elindedir. Kapitalizmde kamu payı yüzde elliden aşağıda, sosyalizmde yukarıdadır. ABD artık kapitalist bir ülke değil, sosyalist bir ülkedir. Sadece devletin patronu ordu değil de, sermayedir. Ama o sır da çözülüyor. Ordu ile sermaye arasına kara kediler girmiştir. Bunların arkasından gidenler serabın peşinde koşuyorlar. ABD’nin süper güç olması 11 Mart tezkeresi ile bitti. Hâlâ onları memnun etmek isteyenlerin aklına şaşmak gerekir…
وَلَا نَصِيرٍ(120) (Va LAv NaÖIyRın) “Ne de bir nâsır bulamazsın.”
“NÂSIR” düşmana karşı yardımdır. “Avn” işlere karşı yardımdır. “Velayet” her hususta koruyucu ve yardımcı olmaktır. Onlara söyleyeceklerimiz şunlardır:
a) İlimde her söze kulak vereceğiz, sonra aklımızla en iyisini bulup ona tâbi olacağız. Herkes kendi içtihadına uyacak, yerel yönetimler kendi içtihatları ile amel edecektir.
b) Dinde bizi sevmeseler de, biz herkesi seveceğiz. Din muhabbete dayanır. Dinde zorlama olmaz.
c) Ekonomide iyilikte birbirimizle yardımlaşacağız, kötülükte yardımlaşmayacağız. Çıkar paralelliği olan işleri yapacağız. Çıkar çatışmasından kaçınacağız.
d) Yönetimde adil olacağız. Yakınımız da olsa, dindaşımız da olsa, taraf tutup zulüm yapmayacağız.
Bunlarda varsanız, önemli değil, iktidarda siz olun. Ama yoksanız, sizin heva ve heveslerinize biz tâbi olamayız. Daha doğrusu her birimiz böyle demeliyiz.
الَّذِينَ آتَيْنَاهُمْ الْكِتَابَ (elLaÜIyNa EAvTaYNaHuMu elKiTABa) “Kitabı ita ettiğimiz kimseler.”
“KİTAB” yazı demek değil, yazılı hukuki bağlayıcılığı olan belgedir. Siz oturup bir tarih yazsanız ve tarih kitabında filandan şu kadar lira borç aldım deseniz, o sizi mahkemeye verip borç verdim diye isteyemez. Ama ona mektup yazarak, ‘sizden aldığım bin liralık borcu ödemeyeceğim’ deseniz, bunun hukuki geçerliliği vardır. İşte bu mektup kitaptır. Bütün yazılı sözleşmeler kitaptır. Kanunlar da bu sebeple kitaptır.
Kendi topluluklarını yazılı sözleşmelere dayandıran topluluklar ehli kitaptır. Bunun dışında Allah’ın inzâl ettiği kitaba sahip olanlara kitap verilmiştir (Kitap ita ettiğimiz kimseler). Onu Allah kelamı kabul ettikten sonra, o da Allah ile yapılmış sözleşmedir. Bundan dolayıdır ki, her dine mensup olanlar kendilerine verilenen kitabı okumakla yükümlüdür.
Buradaki “el” ahd için olabilir. O zaman kastedilen sizlersiniz, “Adil Düzen” sahipleridir. Kur’an’ı kendilerine nâzil olmuş kabul edip okuyanlardır. Tabii ki o zaman herkes kendilerini muhatap kabul ederek kendilerine kitap verilenleri kendileri kastetmiş olur. Nasıl ‘sen’ zamiri hâstır, istiğrak için değildir, ama değişik kimseler için söylenirse; harfi tarifte de böyle özellik vardır. Hâssaten Kur’an bu şekilde anlaşılmalıdır. Herkes Kur’an’ı şimdi kendilerine nâzil oluyormuş gibi kabul etmelidirler.
“Ellezine” istiğrak için de olabilir. Yalnız buradaki istiğrak cemaatlerin istiğrakıdır, kişilerin istiğrakı değildir. “El-Alîmun” dediğimiz zaman, âlimler topluluğu anlaşılır, âlimler çokluğu anlaşılmaz. Bütün fertleri ayrı ayrı içermez. Bu takdirde tarif lamı ahd içindir. Belli bir âlimler topluluğu kastedilmiş olur. “El” istiğrak için gelmişse, bütün âlimler topluluğunu içerir, âlimleri içermez. “el-Ulemâ” dediğimiz zaman bütün âlimleri ayrı ayrı kastetmiş oluruz. Yani, cem’in istiğrakı müfredin istiğrakından daha az kişileri kapsamış olur. Yani, kendilerine kitap verilenlerin hepsi kendilerine verilen kitapları hakkın tilavetiyle tilavet ederler. Bunun için cemaate mensup olanların hepsinin okumaları gerekmez. Tilavet farzı kifaye olabilir.
يَتْلُونَهُ (YaTLUvNaHUv) “Onu tilavet ederler. Kendilerine kitap verdiklerimiz onu okurlar.”
Bu bir haberdir. Sadece emir değildir. Allah öyle bir kitabı göndermiştir ki kimse okumasın. O’nun cemaati olmuşlarsa onu okumuşlardır. Öyle peygamber gelmiştir ki, kimse ona inanmamıştır. Tebliğ vazifesini yapmış ve gitmiştir. Ama öyle bir kitap nâzil olmamıştır ki, cemaati olmasın ve o cemaat onu okumasın.
İlk defa kitaba inananlar ona sarılmışlardır. Allah bir kitabı gönderiyorsa, aynı zamanda onu okutacaktır da. Bu ifade Kur’an için çok önemlidir. Allah madem ki Kur’an’ı her asır yeniden inzâl ediyor, onun mü’minleri onu hakkıyla okuyacaklardır demektir. Kur’an değişik safhalar geçirerek bugünkü duruma gelmiştir.
Kur’an Mekke’de okundu, Medine’de yazıldı, halifeler zamanında toplandı. Emeviler zamanında harekelendi. Kıraat ilmi doğdu. Abbasiler döneminde fıkıh yönüyle yorumlandı. Türklerin hakim olduğu zamanda kelama göre yorumlandı. Selçuklular zamanında tasavvufa göre yorumlandı. Kur’an her çağda uygarlığın gelişme dönemlerindeki yönüyle ele alındı. Bugün de Adil Düzenciler onu müsbet ilim yönüyle yorumlamaya başlamışlardır. Yani, Kur’an 1400 kusur senedir hakkıyla tilavet edilmektedir.
Burada fiil muzaridir. ‘Okudular’ demiyor, “okuyacaklar” diyor. Bu haber 1400 yıldır doğru çıktı. Bugün de ilme göre tilavet edilmektedir. Gelecek çağlarda da tilavet edilemeye devam edecektir. Hiçbir baskı ve oyun onun tilavetini durdurmayacaktır. Onlar Kur’an’ın okunmaması için ne gibi tedbirler almaktadırlar?
Küçük çocukların aklını bozar, dolayısıyla okunmasın! Amerika’daki otel odalarında Türk çocuklarının zekasını düşünüyorlar da, Kur’an okumayı yasaklıyorlar. Alfabeyi değiştirirler, medreseleri ve tekkeleri kapatırlar. Sonra ne olur? Bu zulümleri rahmet olur. Önceleri Kur’an’ı yalnız sevap olsun diye mânâsını anlamadan Arapça okuyup geçiyorlardı; şimdi mealsiz Kur’an basılmaz oldu. Türkiye’de bugün Kur’an mealli tefsir ile okunuyor mu? Okunduğuna göre, bu demektir ki, Kur’an’ın bir mucizesi daha ortaya çıkmıştır.
حَقَّ تِلَاوَتِهِ (XaqQa TiLAvVaTiHi) “Tilavetin hakkı ile tilavet ediyorlar, edecekler.”
“TİLÂVET” kıraatten farklıdır. Kıraat, daha çok ezbere okumadır. Kendi kendine okuma da kıraattir. “TİLÂVET” ise kitaptan okuma ve başkalarına okumadır.
“HAKKIYLA TİLÂVET” demek, gereği gibi okumadır. Hakkıyla tilâvet için şu yollar izlenir:
a) Önce kitabın yazısını, kıraatini, dilini ve tefsir kurallarını öğrenirler. İlk dört asırda bunların tamamı hakkıyla yapılmıştır. Kur’an değişmeden bize ulaşmıştır. Şimdi bizim için hakkıyla kıraat etmek demek, Kur’an’ı bütün sünneti, fıkhı ve tarihi ile öğrenmektir. Bize bu düşer. Hakkıyla tilavet budur.
b) İkinci görevimiz, Kur’an’dan çağımızın sorunlarını çözecek hükümleri istidlâl etmek, içtihat yapmaktır. Hakkıyla tilâvet demek, Kur’an’ın bugün bize ne yapmamızı emrettiğini ele almak demektir. Kur’an’a sormalıyız: Ne yapalım? Yenibosna’da ne yapalım? Marketi ne yapalım? O bize cevap verir.
c) Üçüncü görevimiz, Kur’an’dan yaptığımız içtihatları amelî hâle getirmektir. Onu yaparsak hakkıyla tilavet etmiş oluruz. İlim amel içindir. Kur’an’ın dedikleriyle amel etmeyenler onu hakkıyla tilâvet etmiş olmazlar. Biz Akevler Ekolü olarak hem tilâvet etmeye, hem de amel etmeye çalışıyoruz.
d) Dördüncüsü ise, Kur’an’ın mucizelerini ortaya koyup insanlığa mucizeleri ile birlikte onu ulaştırmak. Bunu nasıl yapacağız? Para kazanmak için ilim yapılmaz. Ama ilim yapanları desteklemek gerekir.
Bütün bunları yapabilmemiz için Kur’an’ın emrettiği namazlara başlamamız gerekir.
أُوْلَئِكَ يُؤْمِنُونَ بِهِ (EuLAEiKa YuEMiNUvNa BiHiy) “İşte onlar onunla iman ederler.”
“İman etmek” güven altına almak demektir. Kendinizi onunla güven altına alırsınız, başkalarını onunla güven altına alırlar. Mü’min İslâm’ın polisidir. Tüm insanlığı güven altına almıştır. Peygamber çok açık olarak ifade etmiştir: ‘Müslim kimdir?’ demişler, o da cevap vermiş; “Müslimlerin elinden ve dilinden selamette olduğu kimsedir.” Yani, barışçı kimselerdir. Hakemlerden oluşan yargı kararlarının infazı dışında kimseye zarar vermezler, kendileri de yargı kararlarına uyarlar. Yine, ‘Mü’min kimdir?’ diye sormuşlar, o da cevap vermiş;
“Nâsın malları ve canları kendisine emanet edilen kimse mü’mindir.” Yani, askerlik görevi gören, jandarmalık görevi gören kimsedir. Peki, insanlığın güvenini nasıl sağlarlar, silahları nedir, güçleri nedir?
Güçleri Kur’an’dır. Kur’an’la elde ettikleri güçle yeryüzünün güvenini sağlarlar.
Zamir hakkı ile tilâvete de gidebilir. Yani, Kur’an’ın kendisi değil de, onun hakkıyla tilâveti, yani uygulaması onlara güç verir ve onunla güvenliği kurarlar. Bunu hep hatalı yorumlamaktadırlar. “Bi”yi zaid kabul edip Kur’an’ın güvenliğini sağlarlar diyorlar. Oysa, “Kur’an’ı biz indirdik, onu biz koruyacağız.” âyetiyle, böyle bir görev mü’minlere verilmemiştir. Mü’minlerin görevi silahla Kur’an’ın güvenini temin etmek değil, Kur’an’la insanlığın güvenini temin etmektir. Kur’an’ı hakkıyla okuyanlar bu güce erişirler. Kendilerinin silah kullanmasına gerek kalmaz.
Adil yargılama sistemi güvenlik için yeterlidir. Eğer halk mahkemelerin verdiği kararların adil olduğuna inanmışlarsa, yüzde doksan dokuzu ona itiraz etmez, idam sehpasına bile kendi isteğiyle gider. Yüzde biri yargı kararlarına karşı çıkmak istese bile, buna cesaret edemez. Silah kullanmaya gerek kalmaz.
Hükmetmek, sadece hakkı beyan etmek demektir. Hakemler uygulamaya karışmazlar. Bugün hakimler de karışmıyorlar. İnfaz yargının işi değildir. Demek ki, kitabı hakkıyla okuyanlar sorunlarını silahsız çözerler.
Kitapların öyle bir gücü vardır ki, tarihte hep peygamberler galip geldiler, ve onların silahları yoktu. Sadece kitap onların silahı olmuştur. Hakkıyla okudular ve o sayede galip geldiler. Galibiyetleri on binlerce yıl sürmektedir. Silah zoruyla galip gelenler 70 yıl içinde bittiler. Bunun en yakın örneği Bediüzzaman’dır. Risaleleri okuyanlar Kur’an’ın sesini dünyaya ulaştırıyorlar. Kur’an’ın hakkıyla tilâvetinin bir mucizesidir bu.
Şimdi Adil Düzen Çalışanları bu tefsir dersleri üzerinde duracaklar, hakkıyla Kur’an’ı okuyacaklar ve bu sayede dünyanın güvenliğini sağlayan “Adil Düzen”i kurmuş olacaklardır. Bazı farkları belirtmek gerekir.
Ben bunları yazdığımda bir daha okumuyorum. Benim yazdıklarımı ben bile okuyamıyorum. Reşat ve ailesinin çalışmaları, Özket ailesi ve diğer arkadaşların katkıları ile bu şeklini alıyor. Benden sonra ne olacaktır?
Âyetler bu minval üzere yorumlanacaktır. Benim yazdıklarımdan yararlanacaklar ama, onlar kendileri yazacaklardır. Yani, siz kendiniz yazacaksınız. Kur’an her gün yeniden insanlara hitap edecektir. Eskilerin söyledikleri nakildir. Bizim yaptıklarımız bizim için içtihattır. Bizden sonra gelenler için ise nakildir. Onlar bizim içtihatlarımızla amel edemezler. Biz de geçmişlerin içtihatları ile amel edemeyiz.
Siz Yenibosna’nın müdavimleri! Eğer bu anlayışı yerleştirirseniz, size yeter de, artar da...
Belki hareket başarısızlığa ulaşacaktır… Belki muhasebe kurulamayacaktır… Belki ahşap evler kalacaktır... Belki akbesi sitesini yapamayacaksınız... Ama ben inanıyorum ki; sizler bu anlayış yani metodolojide başarılı olacak ve kendi içtihadınızla amel etmeyi başaracak, yani, Kur’an’ın hakkıyla tilâvetini başlatmış olacaksınız. Bu başarı size de yeter, bize de yeter. Ancak, bunları başarmamız için; market için, ahşap evler için, Çatalca için; en önemlisi, muhasebe için var gücünüzle çalışmalısınız…
وَمَنْ يَكْفُرْ بِهِ (Va MaN YaKFuRu BiHIy) “Kim onunla küfrederse.”
Kur’an nâzil olduğu zaman Araplar dilde hiçbir rekaket bulamadılar. Bu yanlıştır, şu eksiktir diyemediler. Ama birçok kavramları kendilerine göre anladılar. Mesela, kitap ve küfür kelimeleri yan yana gelince, keferahu, onu gömdü demektir. “Kefera’l-hıntata” demek, buğdayı toprağa gömdü demek olur. Hintayı sabanla toprağa küfretti demek, buğdayı sabanla ekti demek olur. Âhireti ile güvene almanın mânâsı vardır. Âhiretin teminatı insanları dünyada güven altına alır. Âhiret ile küfretmeyi nasıl yorumlayabiliriz?
Âhiret yoktur demek, onun yokluğu ile gerçekleri kapatmak da âhiret ile küfürdür. Allah yok deyip hakikatleri ortadan kaldırmak, Allah ile küfür olur. Burada Kur’an ile küfürden bahsedilmektedir. Kur’an Allah’ın kitabı değildir deyip insanları saptırmak, Kur’an ile küfür olduğu gibi, onu tahrif ederek müteşabihleri ayrı, muhkemleri ayrı yorumlamak da Kur’an ile küfür olur. Mealleri Kur’an yerine ikame etmek, meallerle Kur’an’ı örtmek demek olur. Kendisiyle kendisini örtmek olur. Küfür nankörlük şeklinde de anlaşılabilir. Onun nimetlerini inkar demek, kötüye kullanmak, onu hakkıyla tilâvet etmemek, ona tekfir etmektir. Yani, kimler Kur’an’ı hakkıyla okumazlarsa, onların akıbetleri kötüdür. İşte onlar hasîr olmaktadırlar.
فَأُوْلَئِكَ هُمْ الْخَاسِرُونَ(121) (Fa EuLAeiKa HuMu elPavSirUNa) “İşte onlar hasîrdirler.”
Kendilerine kitap verildiği halde onu hakkıyla tilâvet etmeyenler hüsrana uğramışlardır.
Birinci Kur’an uygarlığı 1400 yıl sürmüştür Bunun ilk 400 yılı gelişme dönemi, içtihat dönemidir. Sonra gelen 600 yıl da duraklama dönemidir. Yeni içtihatlar yapmadılar, ama yine şeriata göre amel ettiler. Uygarlığı o 400 yıllık oluşum üzerinde kurdular. Günleri Kur’an’ı anlama ile değil de, uygulama ile geçmiştir. Büyük başarılara ulaştılar. Ama yeni hamle yapamadılar. Son 400 yıl da gerileme dönemidir. Bu dönemde içtihadı bırakıp kanunlar yapmaya başladılar. Bizanslıları taklit ettiler ve tarih oldular.
Bununla beraber 20. yüzyıl kıpırdanma yüzyılıdır. Hele 1950’den sonra Müslümanlar artık Kur’an’a sarılmaya başladılar. Yasaklar ve baskılar onları yıldırmadı. 28 Şubatçıların etkisi oldu ise de, o da bize anayasa ekseriyetini kazandırdı. Mü’minler gevşediler ama, bu sefer de, iktidarın heybeti müslim olmayanları da Kur’an’a yöneltti. Açık kadınlar bile Allah’tan ve âhiretten söz etmeye başladılar. Hüsran böylece sona erecektir.
Not:Her hafta yarım sahife yorumluyoruz. Bu haftanın istiabında iki âyet daha vardır. Bu iki âyete çok benzeyen iki âyet bundan önce de geçmişti. Şimdi hiç yorumlamasak da olur. Yahut ikinci defa gelmiş olması önemine binaendir. Bir hafta onun üzerinde durabiliriz. Âyetler böyle yazılı kalsın, gelecek hafta tamamlamış olalım.
يَابَنِي إِسْرَائِيلَ اذْكُرُوا نِعْمَتِي الَّتِي أَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ وَأَنِّي فَضَّلْتُكُمْ عَلَى الْعَالَمِينَ(122) وَاتَّقُوا يَوْمًا لَا تَجْزِي نَفْسٌ عَنْ نَفْسٍ شَيْئًا وَلَا يُقْبَلُ مِنْهَا عَدْلٌ وَلَا تَنفَعُهَا شَفَاعَةٌ وَلَا هُمْ يُنصَرُونَ(123)
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-372 ADİL DÜZEN DERSLERİ-202 İstanbul, 02 Eylül 2006
KUR’AN VE CUMHURBAŞKANI SEÇİMİ
Allah insanı yaratmış ve hayvanlardan farklı olarak ona ilim vermiştir. İlim insandaki fikrî melekeye dayanır; doğruyu yanlıştan ayıran bir melekedir. İnsan doğruyu bulduktan sonra da; isterse iyilik yapar ve ileride karşılığını alır, isterse kötülük yapar ve ileride cezasını çeker. İnsan bunun bilincindedir. Hayvan ise ancak o andaki duygularıyla hareket eder. Demek ki hayvan hisleriyle, insan ise hisleriyle elde ettiği verileri fikir yoluyla değerlendirerek geleceğini düşünür ve ona göre davranır. İnsana bu imkanı veren müesseseye ‘ilim’ diyoruz.
İlmin iki kaynağı vardır; biri akıl, diğeri nakildir. İnsan bir sorunla karşılaştığı zaman onu akıl ve nakil ile değerlendirerek sorunu çözer ve nasıl hareket edeceğine karar verir. İnsan olan böyle yapar.
Henüz insanlık mertebesine ulaşamamış, hayvan seviyesinde kalan, hattâ ondan da aşağıda olan kimseler ise ilimle değil, hislerle hareket ederler. Sosyal baskı da insanlara mahsus bir tür hisler gibidir. Mesela, moda sosyal baskı aracıdır. İlim, insanı o günkü sosyal baskı ve modaların etkilerinden kurtarıp geleceğini güven altına aldıran bir müessesedir.
Bugünkü Türkiye’nin en önemli sorunu, geleceğin cumhurbaşkanını seçmedir: -Kimi cumhurbaşkanı olarak seçelim?
Cumhurbaşkanını milletvekilleri seçer. Parti grubu aday gösteremediğine göre partiler seçmez. Milletvekillerinin üçte iki ekseriyeti seçer. Seçemezse, ekseriyeti seçer. O halde cumhurbaşkanı seçimi sorumluluğu her milletvekilinin omuzuna yüklenmiş bir yüktür. Her milletvekilinin tek tek hesap vereceği yerler şunlardır:
a) Önce seçmenine hesap verecektir. İlimle değil de, elbise beğenir gibi moda usulüyle cumhurbaşkanını seçerseniz, halk sizi tasfiye eder, bir daha seçilemezsiniz.
b) Tarih önünde hesap verirsiniz. Uygun kimseleri cumhurbaşkanı yapmayan meclisler sonra evlerinden hapishanelere, hattâ idam sehpalarına gittiler. Sosyal kanunlar vardır, sizi cezalandırır.
c) Ulusa karşı sorumluluğunuz vardır. Siz bir ulusun çocuklarısınız, bu ülkeyi atalarınızdan devraldınız ve onu geliştirerek çocuklarınıza devredeceksiniz. Bu işi başaran bir başkanı seçmezseniz gelecekte çocuklarınız sizi lânetler.
d) Öldükten sonra Allah’ın huzuruna çıkacağız ve orada zerre miskalince hayır yapmışsak göreceğiz, zerre miskalince şer yapmışsak onu da göreceğiz. ‘Ne yapayım, benim parti başkanın böyle istedi!’ deyip kendinizi kurtarmazsınız. Hesabınızı tek tek ve satır satır vereceksiniz.
Sayın Milletvekilleri! Sizin omuzlarınıza yüklenmiş bu büyük görevi ilmin ışığında çözmeniz için bu satırlarımla sizlere yardımcı olmaya çalışacağım.
Adil Düzen Çalışanları da bu görevimi yaparken bana yardım etsinler. Tanıdıkları milletvekillerine ulaştırsınlar. Onlar da diğer milletvekillerine ulaştırırlarsa, biz tebliğ görevimizi yapmış oluruz.
-Akıl yoluyla elde edilen ilme göre cumhurbaşkanı kim olmalıdır?
Bu sorunun çözülebilmesi için önce devlet başkanının görevlerini göz önüne getirelim. Devlet başkanının ana görevi kurumlar arası dengeyi sağlamaktır. Anayasamız devleti yönetme görevini kurumlara vermiştir. Devlet başkanının doğrudan yerine getirdiği bir kamu görevi yoktur. Devlet başkanı bu kamu kurumları arasında birliği sağlar, çıkan ihtilafları geçici olarak çözer, son çözüm yine kurumlar tarafından yapılır. Kurumlardan birinde bir çökme varsa yine kurumlar eliyle onu yeniden tesis eder.
Şimdi kaç çeşit kurum vardır, onlara bakalım.
İki tane temel kurum vardır; (1) Biri silahlı kuvvetler, (2) diğeri ise kamu kuruluşları. Geçmişte yani Osmanlı döneminde bunlara ‘kılıç’ ve ‘kalem’ denmiştir. Bu ayırımın yapılmasındaki zorunluluk, her iki kurumun tamamen zıt varsayımlara dayanmış olmalarıdır. Mesela, üniversite ile yargı ayrı ayrı kurumlardır. Ancak onların dayandığı kurallar hukuk kurallarıdır, aynı mantık içinde çalışırlar. Oysa silahlı kuvvetlerin dayandığı hukuk kuralları değil, askeri kurallardır. Bunlar dört tanedir:
a) Hukuk düzeninde haklı kim ise kuvvetli odur. Devlet haklıyı kuvvetli yapan kurumdur. Askerlikte ise kuvvetli kim ise haklı odur. Devlet kuvvetli olmalıdır ki haklıyı kuvvetli kılsın. Ne var ki, kuvvetli olmak hukuk kuralları içinde mümkün değildir. O halde önce askeri kurallar içinde kuvvetli olacağız, sonra o kuvvetle haklıyı kuvvetli kılacağız. Bu sebeple devlet askeri kurallarla kurulur ve korunur, hukuk kuralları içinde yaşar ve gelişir. İşte, devlet başkanının birinci vazifesi, askeri kurallarla faaliyet gösteren silahlı kuvvetleri ülke hukuk kuralları içinde var olan devleti korumasını sağlamak. Devletin hukuk düzeninde kuvvetini taşırmamaktır. Bu görev devlet başkanına verilmiştir.
b) Hukuk düzeninde yargı üstünlüğü vardır. Herkes kendi anlayışına göre hareket eder ve hesabını amirine değil, yargıya verir. Hukuk düzeninde yerinden yönetim sistemi vardır. Kişi kanunları uygulamakla yükümlüdür. Amirin emri bu sorumluluğu değiştirmez. Oysa askerlikte emir-komuta zinciri esastır, herkes üstüne karşı sorumludur. Askerlikteki yargı üstlerin güçlerini koruması içindir. Bunun için YAŞ kararlarına itiraz edilemez. Üstün emrini yerine getiren ast sorumlu değildir. Sorumlu olan üsttür. Mesela, bir ere yüzbaşı filanı öldür diye emretse, o da onu öldürse, sorumlu olan er değil, yüzbaşıdır. Oysa sivilde sorumlu tetiği çekendir.
c) Hukuk düzeninde insanlar kurallara göre hareket etmekle yükümlüdür. Sonuçlardan sorumlu değildirler. Sonuç düzenle ilgilidir. Herkes kurallara ayrı ayrı uyarsa sonuca varılır. Kişi kendi görevini yapmışsa sonuç onu ilgilendirmez. Mesela, bir mal bozuk çıksa, bozuk olmasına kim sebebiyet vermişse o tazmin eder. Mesela, nakliyeci yolda hasara uğratmışsa o tazmin eder. Askerlikte ise sonuç önemlidir. Çünkü savaş bir defa yapılır; ya kazanılır, ya kaybedilir. Askerlikte kaybedenlerin bir daha kazanma şansları yoktur. Sonuç alınırsa görevi yapmış olursun. Savaşta bir tepe işgal edilecektir. İşgal edilince başarıya ulaşılmıştır. Askerlikte takip edilen yolun meşru olması şart değildir, her türlü hile mübahtır.
d) Hukuk düzeninde sorumluluk şahsidir. Herkes kendi davranışından dolayı mükâfatlanır veya mücazat görür. Baba oğlunun, oğul babanın yaptığından sorumlu değildir. Ortak ortağın, arkadaş arkadaşın, karı kocanın, koca karının yaptığından sorumlu değildir. Askerlikte ise sorumluluk kollektiftir. Savaş kazanılırsa içindeki hainler de kazanmış olurlar, kaybedilirse içindeki en samimiler de kaybetmiş olur ve suçlu olurlar. Askerlikte cephe savaşı vardır, kişilerle savaş yoktur. Sivillerde yüz zanlıdan birisi suçsuzsa hiçbirisine ceza uygulanmaz. Oysa askerlikte savaşı kazanmak için yüz kişiden biri casus ise hepsi öldürülebilir.
İşte birbirine zıt ana kuralları olan hukuk ve askerlik arasında denge kurmak çok zordur. Askerlik sanattır. Reflekslerle savaşılır. Devlet başkanı bu iki zıt düşünce ve alışkanlık arasında denge kuran kişidir.
Şimdi şu soru sorulabilir:
-Devlet başkanı asker mi olsun, sivil mi olsun?
Bu sorunun cevabını vermemiz için yukarıdaki kurallar üzerinde durmalıyız.
a) Devlet başkanı hem devletin korunmasını hem de devletin yaşamasını sağlayan kurallar arasında denge kuracaktır. Hukuk kuralları ihlal edildiği zaman telafisi mümkündür. Çünkü sonra açılacak davalarla haksızlıklar giderilir. Oysa askerlikte savaş kaybedildiği zaman onun telafisi mümkün değildir. O halde, zorunlu olduğu zaman askeri kurallar hukuk kurallarından öncedir. Zorunlu olmadığı zaman da askeri kurallar uygulanmaz. Devlet başkanı asker olursa hukuk düzeninde yapacağı hataları sonradan giderir. Ama sivil olur da askeri hata yaparsa devlet yok olur. O halde devlet başkanı asker olmalıdır.
b) Dünyada haklı olup zayıf olmaktansa, kuvvetli olup zalim olmak yeğdir. Çünkü zayıf diğer zalimler tarafından ortadan kaldırılır. Kuvvetli ise kendisi diğerlerini ortadan kaldırır. O halde devlet başkanı kuvvetli ve adil olmalıdır. Ama olamıyorsa kuvvetli olan tercih edilir. Türkiye’deki askeri darbeler bunun için muvaffak olmuş, Türk milleti benimsemiştir. Adnan Menderes 1960’ta haklı idi, ama zayıftı. Necmettin Erbakan 28 Şubat’ta haklı idi, ama zayıftı. Varlığın sürmesi için önce kuvvetli olmak, sonra haklı olmak gerekir. Âhirette ise kuvvet işe yaramaz. Biz devlet başkanını tarikat şeyhi olarak seçmiyoruz, dünyamızı yönetmek için seçiyoruz.
c) Askerler asker olanları dinlerler. Çünkü kendi canları tehlikededir. Sivili dinlemezler. Dolayısıyla devlet başkanı asker olmalıdır. Yoksa on senede bir askeri darbe ile karşılaşırsın. Halbuki hukuk yönetiminde zaten kimse üstünü dinlemek zorunda değildir. Dolayısıyla siviller askerleri dinlemezler, ama istenen zaten budur. Çünkü devlet başkanının sivil halka emretme yetkisi yoktur. Bu sebeple başbakan da asker olmamalıdır.
d) En önemlisi, askerlikte emir-komuta zinciri olduğu için devlet başkanı askeri birlikleri yönetir. Askeriliği bilmesi gerekir. Oysa hukuk düzeninde herkes yargıya karşı sorumlu olduğu için orada zaten yönetme yoktur. O halde asker bir cumhurbaşkanı belki başbakana emreder ama ondan sonra etkisizdir.
Şimdi bu yazdıklarımıza moda fikirlerle, geleneklerle, söylentilerle, ilmî olmayan kriterlerle cevap verilebilir.
1. Asker devlet başkanı seçmek sivillere haksızlık değil midir, sivilleri neden böyle bir haktan mahrum edelim?..
2. Asker devlet başkanı seçmek demokrasiye aykırı değil midir?..
3. Asker cumhurbaşkanı seçersek dünya ne der, bizi dışlamazlar mı?..
4. Asker cumhurbaşkanı diktatörlük yaparsa ne yapalım?..
Bu soruların cevaplarını da teker teker verelim.
1. Türkiye’nin 70 milyon nüfusundan biri cumhurbaşkanı olur. Diğerlerine haksızlık değil midir? Bu durumda, gelin sıra ile cumhurbaşkanlığı yapalım mı diyeceğiz? Devlet başkanlığı hak değil, görevdir. Görev verilirken ona ehil olan aranır. Devlet başkanlığı ganimet değildir ki eşit bölüşelim. Sonra, Türkiye’de herkes asker olabilir, herkes orgeneral olabilir. Biz cumhurbaşkanı için kırk yaşı şart koşuyoruz, yüksek tahsili şart koşuyoruz. Onların gerekçesi yok. Ama askerliğin gerekçesi vardır.
2. Avrupa’da bir çok krallıklar vardır ki, yönetimleri demokratiktir. Biz kral gelsin demiyoruz, seçilmeden gelsin demiyoruz; ehil olan seçilsin diyoruz.
3. Dünya, zayıf hâle gelirsek bizi dışlamaz, yutar. Güçlü olunca herkes ayağımıza kapanır.
4. ‘Asker cumhurbaşkanı ya diktatörlük yaparsa?’ sorusu abestir. Anayasaya saygılı devlet başkanı diktatör olamaz. Meclis seçecektir. Başbakan sivil olacaktır. Türkiye’de askeri darbeler yapıldı. Ama hiçbir orgeneral diktatörlüğe heveslenmedi. Diktatör olan İnönü bile demokrasiyi kurup yönetimi halkın iradesine devretti. Devletin kuruluşu sırasında askeri yöntemler uygulanabilir.
İşte, ilmin verileri içinde devlet başkanının asker olması gerektiği hususunda deliller ortaya koydum. Tartışabiliriz.
Ben asker olsam, yahut asker birini desteklesem, sözlerimde gayri ilmilik olabilir. Mesela, ben namaz kılmayan birisinin devlet başkanı olmasını istemem. Namaz kılan bir orgenerali de tanımıyorum. Şayet hislerimle hareket etsem, aksini savunurum.
Bir örnek vereyim: Bir tarikat ekibi zikir için Konya’ya gidiyor. İki şoför var. Biri çok iyi kimse, tarikatta ileri makamlarda, herkes onun için canını verir, ama ehliyeti yeni almış, henüz hiç araba kullanmamış, kaza yapma ihtimali yüzde seksen, doksan. Çok iyi ehliyetli tarikata yeni katılmış bir mürit var ama, onun ajan olması ihtimali var, Konya’ya götüreceğine kasten Ankara’ya götürebilir. Ne yaparsınız, arabayı kim verirsiniz? Öleceğinize, Ankara’ya gitmeyi göze alırsınız. Biz namaz kılan general getirmeye çalışalım, onu seçmeye çalışalım ama; bulamıyorsak, zındık bile olsa, askeri cumhurbaşkanı yapalım. Türk ulusu ve askerler Mustafa Kemal’i iyi şoför olduğu için başlarına geçirdiler. Şimdi 70 milyonluk Türkiye var. İçki içiyor diye onu değil de, bir sivili başkan yapsalardı, şimdi Türkiye’deki 70 milyon karşı taraf olacaktı.
AK Parti milletvekillerine hitap ediyorum. CHP milletvekilleri içinde de beni dinleyenler olacaktır, ama onlar biz lâikiz deyip şer’î hükümlerden hoşlanmadıkları için onlardan bu satırlarımı okumalarını beklemiyorum.
Naklî deliller yani Kur’an kimin başkan olacağını şu âyetlerle bildiriyor.
a) İlmin olmadığı konularda başkanlık etme. Başkan olmak için o konuda ilmin olmalıdır. Askerlere emretmek için askerliği bilmen gerekir. Hakimler bağımsız olduğu için onların başkanı zaten değildir. Yani, sivil bir kimseyi cumhurbaşkanı adaylığına koymak haramdır. Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil cumhurbaşkanı olmayı denedi, soluğu İstanbul’da aldı. Türkiye’de ne zaman siviller cumhurbaşkanı oldularsa hep askeri müdahaleler oldu.
b) Allah size emanetleri ehline vermenizi ve hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder. Buradaki emanet iktidardır, Kamu görevidir. Bu âyet seçme hakkını halka yani Meclis’e vermiştir. Ama seçilenin ehil olması gerektiğini ifade etmektedir. O halde milletvekillerinin görevi ehil olanı, yani, askerlerden ehil olan birini seçmeleri gerekir. Bu Allah’ın emridir. Bakınız, Allah emaneti muttaki adamlara verin demiyor, emaneti ehline verin diyor.
c) Allah’a itaat edin, resule ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin deniyor. Allah’a itaati ayrı itaat kelimesiyle, resul ve emir sahiplerine itaati ise ayrı itaat kelimesiyle belirledi. Buradaki ‘emir’ komutandır. Resulü de emir saymıştır demektir. Demek ki resul asker olmalıdır.
d) Başkan ilim ve cisim sahibi olmalıdır. Kur’an iki vasıf arıyor. Biri ilim, diğeri cisim, yani güçtür. Yani; kuvvet ile hak birleşmelidir. Başkan hem asker olmalıdır, hem de askerler içinden alim olan olmalıdır. Bu da günümüzde kurmay okulunu bitirmiş ve orgeneralliğe yükselmiş kimsedir.
Bunlar da naklî delillerdir. Kur’an oradadır. Usûl-ü Fıkhı bilen alimleri bulun ve götürüp siz de yorumlatın.
Sizlere aklen ve naklen devlet başkanlığı sorununu ilmen çözmüş bulunuyorum. Herkesi bu delillere karşı delil getirmeye davet ediyorum.Yahut, eğer bu milletvekilleri askeri devlet başkanı yapamazlarsa, gelecek seçimde Meclis’teki iki partinin oyunu %1’e düşürmenizi öneriyorum; aksi halde onların günahlarına siz de ortak olursunuz... Vesselâm…
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-373 ADİL DÜZEN DERSLERİ-203 İstanbul, 09 Eylül 2006
YENİ PARTİ KURMA MESELESİ VE …
Konuşamadığım toplantılara katılmam... Tarikatlardan bu sebeple uzakta duruyorum... Yazamadığım gazete ve dergileri de okumam, televizyonların haberlerini bile zor dinlerim...
Bir olay varsa o olay hakkında kanaat elde etmem için gerekli yazıları okurum, televizyonu seyrederim... İzmir TV’de zaman zaman çağrılıp konuşabilmem nedeniyle; Harun Özdemir’in bu kanalda yaptığı programları seyrederim...
Geçen salı günü Turgut Özal’ın oğlu Ahmet Özal’ı dinledim: Yeni parti kuracağını açıkladı...
Konuşmalarına bakarak şu notu verdim; sıradan bir başbakan olabilir, ama başbakan olabilmesi için herhangi bir üstünlüğünü görmedim. Bana başbakan adaylarını seçtirecek olurlarsa; onu Ekrem Pakdemirli, Besim Tibuk, İlhan Kesici ve Mahir Kaynak isimleri arasında sayamam. Hele Necmettin Erbakan seviyesinde, hattâ Tansu Çiller seviyesinde bile başbakanlık yapamaz.
-Türkiye’de parti neden kurulur?
Türkiye’nin Osmanlılardan beri gelen fikir akımları vardır.
Bunlar sosyal yapının zorunlu kıldığı bir örgütlenmedir.
1) Osmanlıcılığı, CHP sürdürüyor. Osmanoğulları’nın yerini CHP’li yöneticiler almışlardır. Devleti yönetmek ve kendilerini iktidarda tutmak dışında bir ülküleri yoktur.
2) Muasırlaşmayı ise Demokrat Parti geleneği temsil eder. DYP ve ANAP bu yoldadırlar. Parti büyüyünce doğası gereği parçalanır. Batı da böyle olmasını ister, ‘böl ve yönet’ kuralını uygular.
3) Türkçülük idealini MHP temsil etmektedir.
4) İslamcılığı ise Millî Görüş partileri temsil etmektedir. AK Parti ise Millî Görüş’ün mirasyedicisi olarak, Batı’nın Türkiye’yi yıkma emellerine ‘bilinçsiz’ şekilde hizmet etmektedir. Nasıl? Türkiye’nin borçlarını durmadan artırarak… Okumadan Batı’nın istediği kanunları Meclis’ten geçirip Türk hukukunu yok ederek… IMF’nin emrinde Türkiye işsizliği artırarak… İdamları kaldırarak eşkıyalara destek vererek… Bunlar ve daha niceleri, Türkiye’nin yıkılışına göz göre yummak değil de, nedir? Biz, bunları bilmeyecek kadar cahil olduklarını kabul ettiğimiz için ‘bilinçsiz’ diyoruz; yoksa, ‘hain’ dememiz gerekir.
Türkiye’de bu dört ana parti dışında bir parti iktidar olamaz. Bununla beraber, bu partilere benzer yirmiden fazla parti vardır. Ahmet Özal da yeni birisini kuruyor. Bunlar parti değil, birer kulüptür.
Kanunların, bürokratların, iktidarların en önemlisi; Batı localarının baskısından korunmak için parti olarak örgütlenmektir. Haydar Baş ile görüşelim diyoruz; görüşmüyor! Çünkü, öyle anlaşılıyor ki, onun derdi oy kazanmak değil, tarikat kulübünü yaşatmadır. Kulübe yeni üyeler alıp nimeti birileriyle paylaşmak istemiyor. Bu dört parti dışındaki partilerin hemen hepsi böyledir. Ahmet Özal Bey bir kulüp kurmak istiyorsa, diyeceğimiz yoktur. Ama gerçekten parti kuruyorsa, çok çok yanılıyor.
Parti kurup başarıya ulaşmak için neler yapılmalıdır?
a) Bir askeri darbenin yapılması sonrasında, arada dört eğilimi temsil eden partililerin devre dışı edilmesiyle, o boşluktan yararlanarak parti kurabilirsiniz. Demokrat Parti, çok partili sistemden yararlanarak -Millet Partisi’ne yol verilmediği için- iktidar olmuştur. Milliyetçi parti sıkı baskı altında tutulmuş, ama askeri darbe sonunda darbeci albay sayesinde siyasi parti olarak tutunmuştur. Bugün anayasa ekseriyetine ulaşan Millî Görüş, yasaklarla ve zulümlerle boğuşa boğuşa bugün iktidar olmuş; ama (onlar İslâmiyet’i eşlerinin sokakta başörtülü dolaşması, içki içmemeleri, namaz kılmaları, bunları da dinin gereği değil de muhafazakarlık kamuflajı içinde yapmaları sayesinde) görünürde iktidardadırlar. Bugün siyasette boşluk vardır. Ama bu boşluk bu dört eğilimli partilerin olmamasından dolayı değil, ideallerinin başarısızlığı nedeniyle ülkenin sorunlarını çözemedikleri için boşluk vardır. Sorun rejim sorunudur. Ekseriyet sistemine dayanan demokrasi iflas etmiştir. Dinleri devre dışı bırakan lâiklik iflas etmiştir. Faizli liberal ekonomik düzen iflas etmiştir. Aidatlara dayalı sosyal güvenlik sistemi iflas etmiştir. İflas ettiği içindir ki; Türkiye işsizlik, dış borç, ülke aleyhine faaliyette olan medya ve tarafsızlığını, bağımsızlığını, etkinliğini ve saygınlığını yitirmiş bir yargı ile karşı karşıyayız. Ülkenin bir partiye ihtiyacı vardır. Bu dört sorunu çözecek, ‘ekseriyet demokrasisi’ yerine ‘hicret demokrasisi’ni, dinleri dışlayan lâiklik yerine dinde zorlamayı kolaylaştıran lâiklik, aidatlı sosyal güvenlik yerine yeryüzündeki kira payları ile güven altına alan zekâtlı güvenlik, faizli ekonomi yerine selemli kredileşmeli Faizsiz ekonomiyi ikame edecek bir partiye ihtiyaç vardır. Hâsılı, Adil Düzen Partisi’nin boşluğu vardır. Babasının bir parti programı varmış, ona dayalı parti kuracakmış! Babasını programı ANAP’ın programıdır. Anti demokratik hava içinde Kenan Evren’in desteği ile iktidar olan ANAP yapabildiğini yaptı. Demokrasi gelince eriyip gitmiştir. ANAP’ın başından geçenlere bakınca şunu öğreniyoruz ki, ekseriyet demokrasisi ile sorunlar çözülemez.
b) Demek ki, bir partinin kurulup oluşması için o partiye sosyal ihtiyaç olmalı ve o parti piyasada olmamalıdır. Ama bu yetmez. Menderes ve DP iktidar olunca program hazırdı; Batı’da hazırlanmıştı. Devletçi ve istiklâlci CHP iktidardan indirilecek, yerine Batı sömürüsüne açık bağımlı bir Türkiye oluşturulacaktı. Bu amaçla bir program hazırlanmıştı. Anadolu’ya gelip oturabilmeleri için altyapının yapılması gerekiyordu. Batılıların planlarına göre Türkiye elli sene sonra işgal edilecekti. Yolsuz nasıl işgal edilebilirdi? Borç batağına batırılıp boğulacak olan Türkiye’ye ellerini sallayarak gelip oturacaklardı. Bizi çalıştırıp yol ve baraj yaptıracak, sonra işimiz bitince de o barajın içine atıp boğacaklardı. Beklediklerinin olmayacağını anlayınca başbakanı astılar ve o kadroyu siyaset dışı bıraktılar. Darbeler o programın uygulanmamasından doğuyordu. Turgut Özal, bir bürokrat olarak Devlet Planlama Teşkilatı’nı (DPT) kurmuş, yıllar yılı Türkiye’ini sorunlarını en yüksek bürokrat olarak çözmeyi tasarlamıştı. Partisinin programı hazırdı. Program devletin programı idi. Yirmi sene, bizzat karar vererek, uygulayarak, görerek elde edilmiş bir programdı o. Ahmet Özal ise bütün bu imkanlardan mahrumdur. Turgut Özal’ın gücünü şöyle ölçebilirsiniz. Korkut Özal’ı hapse atan Kenan Evren, Turgut Özal’ı devletin başbakanı yaptı. Çünkü onsuz devleti o gün yönetemezlerdi. Partisini bunun için destekledi. Hattâ cumhurbaşkanı olmasını da Kenan Evren sağladı. Sizde böyle bir güç var mı? “Adil Düzen”e sahip çıkmalısınız. Halkı ekonomi bakımından örgütlemeliyiz. Sorunları devlet olarak değil, halk olarak çözmeliyiz. O zaman bütün partiler bizim olur. Bugün bütün partiler sömürü sermayesinin emrindedir. Sömürü sermayesinin bir parti kurduğunu duydunuz mu? Kurmaz; çünkü kurulan bütün partiler onun. Tekel sermayeye bizim ulaşmamız mümkün değil, ama halk sermayesini her zaman organize eder, “Adil Düzen” içinde, zaten can çekişen tekel sermayeyi yenebiliriz. Partiler sermayenin yönetme aracıdır. Gerçekten halkı temsil eden partileri görmek istiyorsak, halkın sermayesini hakim kılmalıyız. Bu da halkın ekonomik bakımdan örgütlenmeleri ile mümkündür. Kooperatifçilikle mümkündür. Ekseriyetle karar alınan kooperatiflere değil, “Adil Düzen”e göre çalışan kooperatiflere ihtiyaç vardır. Gelin, gücünüzü “Adil Düzen”in halk ekonomisi içinde kullanın.
c) Partinin kurulabilmesi için oluşmuş bir kadro mevcut olmalıdır. Demokrat Parti’nin içinde zaten İsmet İnönü’ye muhalif bir kadro vardı. DP aslında mevcut bir parti idi. Turgut Özal’ın kadrosu nasıl oluşmuştu? Siz onu bilemezsiniz. 1960 ihtilalinden önce Demokrat Parti’de iki grup oluşmuştu: İslâmcılar ve İslâm karşıtları. Demirel ve Özal benzeri kişiler iki tarafı da idare ediyorlardı. Devlet Planlama Teşkilatı’nı (DPT) kurarken, Demirel masonlarla anlaştı ve dedi ki: “Ben buraya inanmış kişileri toplayacağım, böylece devlet dairelerini gericilerden ayıklamış olacağım, böylece yetkili makamları onlar işgal etmezler. DPT’de çalışkan kimselere ihtiyaç vardır. Karar mercii olmadığı için zararlı bir iş yapamazlar. Ama iyi ırgatlık yaparlar...” Bu fikir mahfillerin işine gelmişti. Böylece daha 1961’de kadrosunu oluşturdu. Ayrıca Devlet Planlama Teşkilatı’nı da Batı sermayesinin lehine kullandı. Bu sayede onlardan da kadrosuna aldıkları oldu. İşte parti kurarken böyle bir kadro ile geliyordu. O kadro sonra kısmen “Millî Görüş”e transfer olacaktı. O kadronun bir kısmı da AK Parti’ye transfer oldu. O kadroları buluşturan Akevler olmuştur. Sizin elinizde böyle bir kadro yoktur. Böyle bir kadroyu oluşturmanız için siyaset dışı iş yapmalıydınız. O iş de, küçük ve orta büyüklükteki girişimcileri dayanışma ve yardımlaşma kooperatifleri içinde örgütlemektir. Akevler’in bu hususta 1960’lardan kalma deneyimleri ve birikimleri vardır. Ekrem Pakdemirli’nin bu kooperatife katkıları vardır. Turgut Bey de yakından ilgilenmiştir. Gelin, burada faaliyet gösterin, kadronuz oluşacaktır. Partinin çok çok üstünde bir hizmet alanıdır bu alan.
d) Bir partinin oluşabilmesi için iki kişiye ihtiyaç vardır. Birinin sadece kişiliğinden yararlanılacaktır. Tarihte hep böyle olmuştur. İslâmiyet’i canlandıran Hazreti Muhammed aleyhisselâm değil, Hazreti Ebu Bekir olmuştur. İlk Halife Hazreti Ebu Bekir idi ama, onu orada oturtan Hazreti Ömer’dir. Hazreti Ömer’in ve Hazreti Osman’ın sadık yardımcıları vardı. Hazreti Ali’nin son durumu, böyle destekçilerinin olmaması sebebiyledir. Mustafa Kemal var, İsmet İnönü var... Celal Bayar var, Adnan Menderes var… Süleyman Demirel var, Turgut Özal var... Sizin ise böyle bir ikiliniz yoktur.
Ben hayatım boyunca böyle saygın birini aradım, hep ikinci adam olmak istedim. Başkanlar yaptım ama, sonra o başkanlar ya beni devre dışı bıraktılar, yahut ayrılıp gittiler. Baktım ki başkan bulamıyorum, bu sefer ben başkan oldum. Bu arada yaşlandım ve başkanlığı bıraktım. Benden sonra gelenler ikili olamadılar. Tavsiyem, böyle birini bulmandır. Mesela, Ekrem Pakdemirli ile anlaşır, onu partinin başına getirirsin, sen emrinde yükünü taşırsın. Ekonomik hareketleri de birlikte yapabilirsiniz...
Son sözüm şudur:
a) Kırk sene evvel siyaset yapmamız gerekiyordu. Çünkü demokratik düzen yoktu. Bugün siyaset yapmak, zaman harcamaktır. Bugün yapılacak öncelikli iş, halk ekonomisini örgütlemektir. “Halk ekonomisi” demek, “Adil Düzen Ekonomisi” demektir.
b) İkincisi; bir şey olmak için çalışanlar başarıya ulaşamaz; bir şey yapmak için uğraşanlar başarılıdırlar…
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL