1967...1968...1969....AKEVLER 40 YILDIR ÇALIŞIYOR....2004...2005...2006
GELECEĞİN II. KUR’AN - V. İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ... BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
ADİL DÜZEN 374
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 16 Eylül 2006 Fiyatı: www.akevler.org veya www.adilduzen.com’a tıklamak!
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 374. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Hedefimiz; “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, Reşat EROL
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ
TERÖR, BÖLÜCÜLÜK ve TEHLİKE
İRTİCA VE TEHLİKE
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 36. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
يَابَنِي إِسْرَائِيلَ اذْكُرُوا نِعْمَتِي الَّتِي أَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ وَأَوْفُوا بِعَهْدِي أُوفِ بِعَهْدِكُمْ وَإِيَّايَ فَارْهَبُونِي(40)
يَابَنِي إِسْرَائِيلَ اذْكُرُوا نِعْمَتِي الَّتِي أَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ وَأَنِّي فَضَّلْتُكُمْ عَلَى الْعَالَمِينَ(47)
يَابَنِي إِسْرَائِيلَ اذْكُرُوا نِعْمَتِي الَّتِي أَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ وَأَنِّي فَضَّلْتُكُمْ عَلَى الْعَالَمِينَ(122)
وَاتَّقُوا يَوْمًا لَا تَجْزِي نَفْسٌ عَنْ نَفْسٍ شَيْئًا وَلَا يُقْبَلُ مِنْهَا شَفَاعَةٌ وَلَا يُؤْخَذُ مِنْهَا عَدْلٌ وَلَا هُمْ يُنصَرُونَ(48)
وَاتَّقُوا يَوْمًا لَا تَجْزِي نَفْسٌ عَنْ نَفْسٍ شَيْئًا وَلَا يُقْبَلُ مِنْهَا عَدْلٌ وَلَا تَنفَعُهَا شَفَاعَةٌ وَلَا هُمْ يُنصَرُونَ(123)
يَابَنِي إِسْرَائِيلَ (YAv BaNIy EiSRAEIyLa) “Ey İsrail oğulları!”
Bu ibare Kur’an’da beş defa geçmekte, üçü bu sûrede bulunmaktadır. Biri Tâhâ Sûresi’nde Hazreti Musa’ya vahyedilmeler arasındadır. Bu sûrede olanların özelliği, hitabın doğrudan İsrail oğullarına ait olmasıdır. “Kul/söyle” kelimesini getirmeden, doğrudan “Ey Adem oğulları” gibi, “Ey İsrail oğulları” diye başlamaktadır.
Böylece Kur’an’da bir kavme tahsis edilmiş bir bölüm ayrılmış bulunmaktadır. İnsanlara hitap ettikten sonra, “Ey Adem oğulları” hitabının arkasından, “Ey İsrail oğulları” hitabına başlamaktadır. Birkaç âyet sonra aynı hitabı tekrar etmektedir. Sonra İsrail oğullarını muhatap alarak 12 sahife kadar kısmını Tevrat’ın devamı gibi İsrail oğullarına hitab ile tahsis etmektedir. Bu durum, büyük Kur’an’ın ilk ve en büyük sûresi olan Bakara’nın dörtte birini içermekte, Kur’an’ın ise ellide birini kapsamaktadır. Yani, Kur’an’ın yüzde ikisi Tevrat’ın devamı olarak inmiştir. Onlara hitap etmektedir. Bu bölüme “Ey İsrail oğulları” ile başlamakta ve “Ey İsrail oğulları” ile bitirmektedir. Arada cümle-i mu’terize gibi mü’minlere hitap ettiği de olmaktadır.
Müzzemmil Sûresi’nde, biz size Firavun’a gönderdiğimiz resul gibi bir resul göndereceğiz denmiştir.
Tevrat Kur’an’ın öncüsüdür. Kur’an’ın ilk uygulaması, Kur’an inmeden önce Tevrat hükümleri ile gerçekleşmiştir. Kur’an’ın ikinci uygulaması Hazreti Muhammed aleyhisselâmın sünneti ile O’nun zamanında gerçekleşmiştir. Dolayısıyla, diğer peygamberlerden söz ederken, İsrail oğullarını kavim olarak seçmiştir. Bu bölüm İbraniceye tercüme edilerek Tevrat’a eklenmeli ve Kitabı Mukaddes’in bir eki olmalıdır.
Kur’an insanlığı kavimler olarak ele almıştır. Hazreti Muhammed aleyhisselâmın Kur’an’ı getirmesi bakımından tüm insanlara rehberdir. Ama Kur’an tüm insanlığa birden hitap etmez, kavimlere ayrı ayrı hitab eder. Yâsin Sûresi’nde “Li Tünzira Kavmen” denmiştir. Kavim nekiredir. “Li Tünzira en-Nâse” denmemiştir.
Kur’an insanlığa beşir ve nezirdir ama, her resul kendi kavmini onunla inzâr edecektir.
Nasıl İsviçre Medeni Kanunu ile Türk Medeni Kanunu aynı metindir, ama biri Türkçe diğeri Fransızcadır ve her ulusta yürürlükte olan kendi kanunu böyle ise; Kur’an da böyledir. Her ulus kendisi içtihat yapacaktır ve kendi yorumları ile Kur’an’ı uygulayacaktır. O halde insanlığın temel organizasyonu kavimdir.
İsrail oğulları da bir kavimdir; örnek kavimdir. Kur’an’ın usûlü, her konuda birer örnek vermesidir. Haram olan hayvanlardan yalnız domuzdan bahsedilir. Haram olan içkiden yalnız üzüm şarabından bahsedilir. İki örnek verilmez. Diğerleri ona kıyas yapılır. Çünkü zikredilenler ölçü birimidir. Nasıl bir ülkede iki çeşit kilo veya iki çeşit metre kullanılamazsa, bir hukuk düzeninde de iki örnek verilemez. Kur’an örnek kavim olarak da İsrail oğullarını seçmiş ve Kur’an’da o kavmi muhatap almıştır. Başta Araplar olmak üzere başkalarını doğrudan muhatap almamış, insanlık içinde onları muhatap almıştır. Burada akla gelecek bir suali cevaplandırmamız gerekir. Bizim yaptığımız istidlâle göre bir kavim 30 milyondan aşağı olmamalıdır. Oysa İsrail oğulları bunun üçte biri nüfusa sahiptir. Nasıl oluyor da onlar kavim olarak alınmaktadır. Bunun birkaç izahı vardır.
a) İsrail oğulları geçmişte otuz milyon idiler, gelecekte de olacaklardır. Dolayısıyla kavimlik vasfını koruyacaklardır.
b) İsrail oğulları otuz milyon değilseler de, dünyadaki masonların sayıları eklenince otuz milyon olmuşlardır. Otuz milyonun içinde zimmiler ve köleler de dahil olduğundan, İsrail oğulları ırk olarak değil de, kavim olarak otuz milyonun üstündedirler.
c) İnsanlar aşiret hayatı yaşarken kendilerini koruyamadıkları için kabile (bucak) hayatına geçtiler. Yetmedi, şa’b (il) durumuna geldiler. O da yetmedi, kavim (devlet) aşamasına ulaştılar. Ondan sonra imparatorluklara geçildi, insanlığa ulaştı ama, daha çok güçlenemediler; aksine zayıf kuruluşlara doğru gittiler. O halde kavim en güçlü kuruluştur. Özel olarak ulusu adlandırdığı gibi, ortak isim olarak da diğer kabile ve şa’be de kabile ıtlak olunur. Kendi dili olan topluluk ulusluk vasfını koruyorsa, devlet olmasa da kavim olmayı korur.
d) İsrail oğulları seçilmiş bir kavim oldukları için otuz milyondan az olsalar da, istisnai olarak kavimlik vasıfları korunmuştur. Kur’an’da örnek seçilirken en zayıf olan ele alınır. İsrail oğulları kavim olmanın asgari şartlarını taşımaktadır. 30 milyon ile 100 milyon arasında olmak normal kavimler için şarttır. Aile de en az üç kişi kabul edilmiştir ama, henüz çocukları olmamış evli çiftler de aile sayılır. Anormal ailedir. Böyle anormal kavim de olabilir. Nüfus azlığı başka taraflarının üstünlüğü ile dengelenir.
اذْكُرُوا نِعْمَتِي الَّتِي أَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ (EuÜKuRUv NıGMaTıYa elLATIy EaNGaMTu GaLaYKum)
“Size in’am ettiğim nimeti zikredin.”
Bu ibare her üç âyette de geçmektedir. Onlara yaptığı en büyük fadl Kur’an’da kendilerine özel yer vermesi, kavim olarak hitap etmesidir. Ama İsrail oğulları diğer kavimlerden tafdil edilmişlerdir.
a) Kur’an’dan önce şeriat hükümleri içeren kitaplar İsrail oğullarına gelmiştir. İnsanlık İsrail oğullarının kitapları ile şeriatı öğrenmiştir. Hazreti Nuh Peygamber zamanında gelen şeriatlar vardı ancak o şeriatlar sünnet benzeri şeriatlar idi. Yöneticileri de bağlayan ilk kitap Tevrat olmuştur. İsrail oğullarının bu kitabı yine İsrail oğullarından çıkan Hazreti İsa tarafından beşerileştirilmiştir.
b) Hazreti Musa, Hazreti İsa, Hazreti Davut gibi büyük uygulayıcı peygamberler İsrail oğullarından gelmiş, kavim peygamberler kavmi olmuştur. Gerçi her kavme peygamber gelmiştir ancak, örnek kavim oldukları için onların peygamberleri tüm insanlığa örnek olmuşlardır.
c) İlimleri öğrenme, onları değerlendirme, dünyaya yayma ve ilmî araştırmaları finanse etme bakımından diğer kavimlerin ilerisinde olmuşlardır. Bu durumlarını Kur’an’dan sonra da korumuşlardır. Bugünkü müsbet ilimlerin ulaştığı seviye İsrail oğullarının katkıları ile oluşmuştur. Abbasi medreselerine de katkıları vardır. İslâmiyet’e bu nedenle birçok İsrailiyât girmiştir.
d) Ticarette daima en üstün rol oynamışlardır. Tarımı ve sanayiyi bilmeyen İsrail oğulları, çobanlığı da bırakınca, geçimlerini ticaretle sağlamışlardır. Tarım döneminde ticaretin önemi yoktu. Ama sanayi döneminde ticaret rızkın onda dokuzu olmuştur. Buna dayanarak da dünya ekonomisinin onda dokuzunu hâlâ ellerinde bulunduruyorlar.
İşte, İsrail oğullarına Allah’ın verdiği nimetler bunlardır. Bu nimetler onlar için kıyamete kadar devam edecektir. Allah onlara ‘bunu hatırlayın’ diyor. Çünkü Allah verdiği nimetlere karşı şükür ister. O şükür de onu yerinde kullanmaktır. Göz vermişse şükrü görmektir. Kulak vermişse şükrü işitmektir.
İsrail oğulları verilen nimetleri doğru kullanmalıdırlar. Bunun için onlardan istenen nedir?
a) Tevrat’ı tahrif etmeden, -onun getirdikleri ile Kur’an’ın getirdikleri aynı olduğu için,- Kur’an’ı tasdik etmek ve “Adil Düzen” uygulamasına yardımcı ve destekçi olmaktır. İsrail oğullarının fazileti ancak bugün anlaşılmıştır, dolayısıyla bu hitap bugünkü İsrail oğullarınadır. Bu sebeple doğrudan onlara hitap etmiştir. Onlar bize tâbi olmayacak, biz de onlara tâbi olmayacağız. Bu işi birlikte götüreceğiz.
b) Yine onlardan istenen ikinci şükür, biz nasıl onların peygamberlerini tasdik ediyor, birbirinden ayırmıyorsak, onlar da son peygamberi ve diğer peygamberleri tasdik etmelidirler. Risalet müessesesini birlikte değerlendirmeleri gerekir. Uygulamada bir bucak eğer onların şeriatına göre yönetiliyorsa, orada yaşayan diğer din mensupları onların yönetimine uyarlar, zimmi muamelesi görürler. Eğer Kur’an’a göre yönetiliyorsa, onlar bizim yöneticilere uyar ve bize cizye verirler. Yöneticilik hakkı savunma ile ilgilidir. Tarih boyunca bu zaten hep böyle olmuştur. Şimdi İsrail’de sorun olmaktadır.
c) İlmi insanlıkla paylaşmaları gerekir. Patent hakları ve telif hakları uydurmasından vazgeçmeli, bunları ve benzeri şeyleri sömürü aracı olarak kullanmamalıdırlar.
d) Ekonomide de karşılıksız para sistemi yerine, altına dayalı para sistemi içinde faizsiz ekonomiye geçmelidirler. Sermayelerini insanlığı dinsizleştirmek ve ahlaksızlaştırmak için kullanmamalıdırlar.
Şüphesiz Allah yalnız İsrail oğullarını tafdil etmemiştir, başka konularda da başkalarını tafdil etmiştir.
Mesela, askerlikte Türkleri tafdil etmiştir. Dilde Arapları tafdil etmiştir. Sanayileşmede Avrupalıları tafdil etmiştir. Her ulus kendilerine verilen nimete ancak şükür ile mukabele edecektir. Kıyas yoluyla bu hükümlerin benzeri tüm insanlığa şamildir.
وَأَوْفُوا بِعَهْدِي أُوفِ بِعَهْدِكُمْ
Birinci âyette, “Ahdimi ifa edin ben de sizin ahdinizi ifa edeyim.” diyor.
Arapçada meçhul mastar yoktur. “Darbetmek” dövmek anlamında olduğu gibi, dövülmek anlamındadır da. “Ahdimi ifa edin” derken, bana verdiğiniz sözü yerine getirin demek olur. “Ahdinizi ifa edeyim” derken, size verdiğim sözü yerine getireyim diyor.
İsrail oğullarına verilen ahit nedir? Onlardan istenen ahit nedir?
İsrail oğullarına verilen söz, arzı mev’udun onlara ebedi vatan yapılmasıdır. Hazreti Davut ve Hazreti Süleyman zamanında bu söz yerine gelmiş ama, ondan sonra alınmıştır.
Kur’an nâzil olduğu zaman İsrail oğulları Kudüs’te ibadet bile yapamıyorlardı. Hazreti Ömer’in Kudüs’ü fethinden sonra onlar da orada Hıristiyanlar gibi ibadet yapar durumda olmuşlardır.
Orada İsrail devletini kurma çabaları ise ancak 20. yüzyılda başlamıştır.
Bugün hâlâ oralara mâlik olamamışlardır. Bugünkü İsrail’de 14 milyon insan yaşamaktadır. 7 milyonu İsrail oğlu, kalanı Araplardır, Müslümanlardır. Kendi içinde ekseriyetini sağlayabilmesi için Gazze’yi ve Batı Şeria’yı ayırmış, iki yarım milyon Filistinliyi ayrı yönetime koymuş, kendisi 6 milyon Filistinliye karşı 7 milyonla ekseriyet sağlamaktadır. Hedefi İsrail oğullarının nüfusunu artırmak, Filistinlilerin nüfusunu azaltmak, o zamana kadar bugünkü kavgayı sürdürmektir.
Yani, İsrail oğulları Filistin’de devletlerini kuramamışlardır.
Şimdi Allah onlara bildirmektedir; “Ahdimi yerine getirin, ben de ahdimi yerine getireyim.”
Yani; “Adil Düzen”in oluşmasına katılın, ben de size Tevrat’ta vaadettiğim İsrail topraklarını size vereyim, orasını vatan olarak kurun.
Bunun gerçekleşmesi için neler yapılacak ve gerçekleştiğinde neler olacaktır?
a) İsrail oğulları sermayeleri ve ilimleri ile “Adil Düzen”in oluşmasına katılıyorlar ve yeryüzünde “Adil Düzen” kurulmuş oluyor. Müsbet ilim Tanrı yoktur safsataları için değil de, varlığı için kullanılıyor. Lâiklikte dinleri devre dışı bırakmak için değil, bütün dinlerin insanlığın saadetine yönlendirilmesini sağlamak; siyasette içtihad ve icmalara dayalı gerçek demokrasinin tesis etmek; ekonomide faizsiz organize olmuş küçük ve orta müteşebbislerin yaygınlaşmış tekelsiz ticaret sisteminin getirimesinde Adil Düzencilerle işbirliği yapın. Böylece yeryüzünde ekseriyet sistemine dayanmayan bir demokrasi gelmiş olacaktır. Kendi icat ettiğiniz ekseriyet sistemi içinde şimdi siz kendiniz boğuluyorsunuz.
b) “Adil Düzen”de ulusal devletler oluşacaktır. Türkiye güçlü devlet olacaktır. Suriye, Lübnan ve Ürdün birleşerek bir devlet olacaktır. Arabistan Yemen, Umman ve diğerleri birleşecek bir devlet olacaktır. İran da “Adil Düzen” ile yönetilen bir devlet oluşacaktır. İsrail’in toprakları güven altına alınacak, hem Yahudi nüfusu artmış olacak, hem de topraklara tam sahip olacaktır. Filistinliler o topraklardan ayrılmış, Sina’da veya başka bir yerde Filistin devleti kurulmuş olacaktır. Dünya’da sorunları olan Müslümanlar oraya tehcir edilecektir. İsrail’de yaşayan insanların güvenlik sorunları olmayacak, herkesle barışık bir şekilde dünyaya ticaret ve ilimleri ile hizmet edeceklerdir. İşte “Adil Düzen”in İsrail oğullarına vaat ettiği bunlardır.
c) Kur’an’da bildirildiği üzere, İsrail oğulları artık yeryüzündeki dağınıklıktan kurtulmuş, müreffeh bir İsrail devleti kurulmuş olacaktır. Fırat ve Dicle üzerinde Sular Vakfı kurulmuş, buradan tüm Arabistan Yarımadası’na, bu arada İsrail’e de sular şırıl şırıl akıyor... Allah’ın bereketli kıldığı bu topraklar, elli milyon olsalar da İsrail’i çok rahat besliyor... Dünya ticaretleri yine ellerindedir ama, tekel oluşmamış serbest rekabet içindedir... Hem kendi içlerinde, hem de dünya tüccarları arasında serbest rekabetle kurulmuş adil bir ekonomi düzeni olacaktır...
d) İnsanlık “Adil Düzen”e kavuşmuş… İşsizlik sona ermiş... Çalışan herkese iş var... Açlık sona ermiş... Bütün insanlar yeryüzünün kira paylarından yararlanıyor... Her sahadaki tekeller kalkmış... Herkes yarışa katılabiliyor... İnsanlar başardığı kadarıyla payını alıyor... Hakemlerden oluşan adil yargı sistemi kurulmuş... Ekseriyet sistemi dışlanmış ve tarihin mezarlığına gömülmüş... İşte III. Bin Yıl Uygarlığı... İnsanlar artık yeryüzünü paylaşmak için boğuşmuyor, elbirliği ile denizleri fethetmek ve uzaya açılmak için çaba gösteriyor...
Sonuç olarak Kur’an diyor ki; “Adil Düzen”in kurulmasına katılın…
Allah bize de size de dünya cenneti olacak bir yeryüzü bahşetmiş…
Bu arada mübarek İsrail topraklarını size verelim…
وَأَنِّي فَضَّلْتُكُمْ عَلَى الْعَالَمِينَ (Va EanNIy FawWaLTuKuM GaLAy elGaLaMIyNa)
“Ben sizi âlemlere tafdil ettim.”
İsrail oğullarına hitaba başladıktan sonra, birkaç âyet ötede hitabı yenilemekte ve “ahdimi ifa edin”in yerine “Benim sizi âlemlere tafdil ettiğimi hatırlayın” denmektedir. Bu ifade bu iki âyette aynen tekrar edilmektedir. Böylece bu iki âyet ayrı ayrı yerde iki defa geçmektedir. (47 ve 122. âyetler.)
“Va” harfi ile atfettiği için verilen nimetler başka, tafdil başkadır demektir.
Nimetler, ilim ve zenginlik gibi sunulanlardır. Tafdil ise vahye makrun olmaları, risaleti dünyaya yaymalarıdır. Çünkü nimet tafdil sebebi değildir. Nimet yalnız onlara değil, tüm insanlığa verilmiştir.
Yirminci yüzyılın sonuna kadar yapılan keşifler hemen hemen Yahudi sermayesine dayanmaktadır. Tüm insanlık bu keşiflerden yararlanmaktadır. Ben şimdi bunları bilgisayarda yazıyorum. Biraz sonra İzmir’den İstanbul’a internet yoluyla göndereceğim. Bu nimetlere sömürü sermayesi sayesinde ulaşıldı. Artık yalnız onlar değil, tüm insanlar yararlanıyor. Biz sermayeye karşı değiliz, sömürmesine karşıyız. Şimdiye kadar o sömürüye de ihtiyaç vardı. Sömürü olmasaydı sermaye terakümü/birikimi olmazdı. Bundan sonra sermaye terakümüne gerek yoktur, çünkü kâğıt para sermaye oluşturuyor. Liberal sistem, adil sistem içinde dengeli şeriat, bir yöneticiye gerek kalmadan insanlığı yönetir. İnsanlığı bu merhaleye ulaştıran kavim İsrail oğullarıdır.
Tafdil edilmişlerdir. Nasıl peygamberlerin tafdil edildiğini kabulleniyorsak, bir kavmin tafdilini de kabullenmek zorundayız. Biz onları dışlamıyoruz. Tam tersine, onların kendilerini insanlıktan dışlamalarına karşıyız. İnsanlara kendilerini sevdiremiyorlar, onun yerine korku salarak itaat ettirmeye çalışıyorlar. Bu korku biraz sonra bitecektir. Karşılıksız paranın bir gecelik ömrü vardır. Sömürü sermayesinin saltanatı o akşam biter. Biz onlara ‘bu olmadan önce gelin sermayenizi sömürü aracı olmaktan kurtarın’ diyoruz. Uçak arızalanmıştır, düşecektir. Düşmeden önce siz inin ve parçalanmaktan kurtulun diyoruz.
Bu sözlerimiz hayal gibi gelir ama, bunları biz değil, Allah söylüyor. Siz bizim güçsüzlüğümüze bakmayın. Biz sadece tercümanız. Belki kötü tercümanız ama, siz ne söylemek istediğimizi gayet iyi anlıyorsunuz.
***
وَاتَّقُوا يَوْمًا لَا تَجْزِي نَفْسٌ عَنْ نَفْسٍ شَيْئًا
(Va itTaQUv YaVMan LAv TaCZIy NaFSun GaN NaFSZin ŞaYEan)
“Hiçbir nefsin hiçbir nefisten bir şeyi ceza edemediği bir yevmden ittika ediniz.”
İkinci ve üçüncü hitapta tafdilden sonra ittika âyeti başlamaktadır. Tafdilin sorumluluk taşıdığını ifade etmektedir. Allah bir nimet verirse, tafdil ederse, onun sorumluluğu vardır. Âhirette insanlar teker teker hesap vereceklerdir. “Adil Düzen” üzerinde çalışma bir tafdildir. Henüz nimetlerini görmüyoruz. Ama bir gün nimetlere de ulaşacağız. İşte sorumluluk başlamıştır...
Âhirete vardığımızda ortak sorumluluk içinde olmayacağız. Her birimiz kendimize düşen görevi yapıp yapmadığımızdan sorumlu olacağız. Bunun başka bir mânâsı, bu dünyada da birbirimize karışma yetkimiz yoktur. Herkes kendisine düşen işi yapmakta, kendi iradesi ve içtihadı ile yapmaktadır. Âhirette de hesabı ayrı ayrı verecektir.
Benzer hitap her İsrail oğluna ayrı ayrı yapılmaktadır. “Adil Düzen”e katılmak için sürü psikolojisi içinde diğer Yahudilerin gelmesini beklemeyeceksin. Sen kendin kişi olarak katılacaksın. Diğerlerine örnek olacaksın. Bir başkası seni bu katılmadan alıkoyacak ama, sen ona kulak vermeyeceksin.
Her İsrail oğlu ayrı ayrı bu katılmadan sorumludur.
“YEVMEN” kelimesinin nekire olarak gelmiş olması, bu dünyada da böyle günlerle karşılaşılabileceği ifade edilmektedir. O günkü hesaptan korunmak için bugünden tedbirli olmak gerekir. O da ahdi ifa etmeleridir.
Sorumluluğun kişisel olduğu, her nefsin kendisinin sorumlu olduğu ifade edilmektedir.
“Adil Düzen”in yargılama sisteminde de bu esastır. “Adil Düzen” geldiği zaman “Adil Düzen”e karşı çıkanlar olacaktır. “Adil Düzen”de kendisini savunma ihtiyacını duyacak, cezalandırma cihetlerine gidecektir. Ancak bu İsraillilerin veya ABD’nin yaptığı gibi kitle imha hareketi şeklinde olmayacak, her nefis kendi yaptığının hesabını kendisi yapacaktır.
Burada “CEZA” kelimesi kullanılmıştır. Hiçbir nefis başka bir nefisten dolayı cezalandırılmayacaktır anlamı çıkar. Yani, kimse başkasının yaptığından dolayı cezalanmayacaktır. “Lâ Tüczî” kıraati ile de kimse kimseden bir şey savamaz anlamı çıkar.
وَلَا يُقْبَلُ مِنْهَا عَدْلٌ (Va LAy YuQBaLu MiNHAy GaDLun)
“Ondan adl da kabul edilmez.”
Birinci hitapta “şefaat kabul edilmez” dendiği halde, burada “adl kabul edilmez” denmiştir.
“Şefaat”in yerine “adl” konmuştur.
Bu iki âyetin birincisi “Adil Düzen”e katılmaya davet edilirken yapılan hitaptır. “Adil Düzen”e katılıp katılmama hususunda gösterilecek davranışlarla ilgilidir.
İkincisi ise “Adil Düzen”e karşı alınacak tavırla ilgilidir.
Otel odalarında “Adil Düzen”e karşı alınacak kararlarla ilgilidir. Katılıp katılmama hususunda ceza daha hafiftir. Belki sadece iyilikten mahrumiyet, dereceden mahrumiyet şeklindedir. Gerçi ahitten sonra artık sorumluluğu da taşırlar ama, ona karşı olmak çok daha ağır bir suç oluşturur.
Burada bu sebeple “adl” takdim edilmiştir.
“ADL” demek, onun yerine ben cezamı çekeyim demektir.
Hukuk düzeninde bu tür mübadele sözkonusu değildir. Kimse başka kimsenin yaptıklarını istese de yüklenemez. Bugün de ceza hukukunda bu kural geçerlidir. Cezada adl bedel kabul olunmaz. Bedenî ibadetlerde ve cezalarda başkalarının adına iş yapmak, vekalet geçerli değildir.
Hac, hem bedenî hem de mâlî ibadet olduğu için mâlî kısmında geçerlidir, bedenî kısmında geçerli değildir. Sırf bedenî olan ibadette tevkil geçerli değildir. Bedenle gidemeyenler mâlen gidemeyenleri tevkil edebilirler. “Adil Düzen” işte budur. Sorumluluk kişiseldir. Kimsenin sorumluluğu başkasında değildir.
Önceki âyette “Ve lâ yu’hazu minhâ adlün” idi. Burada “Ve lâ yukbalu minhâ adlün” denmektedir.
“Ehz etmek”, alanın istemesidir. “Kabul etmek” ise verenin talebidir.
Birincisi “Adil Düzen”in oluşmasına katılmamanın cezası ise, cezanın kaldırılması için adl alınmayacaktır deniyor. Burada ise suç daha ağır olduğu için vermek isteyenden kabul olunmayacaktır. Çünkü burada “Adil Düzen”e karşı gelinmiş, onun gelmemesi için direnmişlerdir.
وَلَا تَنفَعُهَا شَفَاعَةٌ (Va LAv TabFaGuHAv ŞafaGaTun)
“Hiçbir şefaat fayda vermez.”
Bundan önceki yerde şefaat ikinci sırayı almış ve şefaatin kabul edilmeyeceği söylenmişti. Burada ise kabul yerine menfaat vermez denmiştir. “Şefaat” derece almak için de yapılır, cezanın verilmemesi için de yapılır. Orada derece almak için şefaatin kabul olunmayacağı, burada ise cezanın silinmesi için şefaatin fayda vermeyeceği ifade edilmiştir. “Adl” ile “şefaat” yerlerini değiştirmiştir. Cezada adl daha etkin durumdadır.
وَلَا هُمْ يُنصَرُونَ (Va Lav HUM YuNÖaRUNa)
“Onlara nusret de olunmayacaktır.”
O gün onlara yardım da yapılmayacaktır. Kimse Allah’tan gelecek azabı def edemeyecektir.
Böylece Bakara Sûresi’nin dörtte birinde doğrudan İsrail oğullarına hitap ederek anlatmış ve onlardan “Adil Düzen”e katılmalarını emretmiştir.
Allah insanı yarattı. Onu biyolojik evrimde bedenen zayıf kıldı. Onu diğer hayvanlar gibi mükemmel yaratmadı. Zalümen cehulâ olarak yarattı. Bedenen onlar kadar kendi ihtiyaçlarını giderecek durumda değildi. Zihnen de kendisine gerekli şeyleri bilmiyordu. İnsan eksik bir varlıktı. Ama bu eksikliklerin yerine, Allah onu sosyal evrim yapacak şekilde yarattı. Peygamberler yoluyla ona neler yapması gerektiğini anlattı.
Bu işe Hazreti Adem ile başlanmıştır. Sonra avcılık döneminde Hazreti İdris aleyhisselâm ile dersler verilmeye başlanmıştır. İki ırmak arasında kentleşme başlayınca Hazreti Nuh ve ondan sonra gelen peygamberler ilk çağ uygarlığını kurdular. Sonra orta çağa doğru adımlar atıldı. Hazreti İbrahim, Hazreti Musa ve Hazreti Davut peygamberlerle başlayan İbrani uygarlaşması Hazret İsa ile kemale erdi. Son olarak Hazreti İbrahim’in diğer oğlu olan Hazreti İsmail’in torunu Hazreti Muhammed aleyhisselâm Kur’an’ı getirerek risalete son verildi. Artık bundan sonra insanlar yeni gelen vahiylerle değil, doğrudan kendi kendilerini yönetecek duruma ulaştılar.
Kur’an’dan sonra bu görevde değişik uluslar yer aldılar.
a) Kur’an’ı ilk telakki eden kavim Arap kavmidir. Dört safhası vardır. Resul zamanı, dört halife zamanı, Emeviler zamanı ve Abbasiler zamanı. Birinci safhada Kur’an’ın ilk uygulaması yapıldı ve yazıldı... İkinci safhada Kur’an toplanıp tek kitap hâline getirildi... Üçüncü safhada Kur’an geliştirilmiş hat ile yazıldı... Dördüncü safhada fıkıhla yorumlandı...
b) Kur’an’ın gelişmesinde ikinci büyük katkıyı Türkler yapmışlardır. Türkler Kur’an’ın tüm dünyaya ulaşması için büyük hamleler yaptılar. Uygarlığın doğup yaşamasında birinci derecede rol oynadılar. Karahanlılar, Gazneliler, Selçuklular ve Osmanlılar. Moğollar da etkin olmuşlardır. Ancak Moğollar da Türk kavmindendir. Farsların katkısı ise muhalefet katkısı şeklinde olmuştur.
c) İsrail oğullarının da Birinci Kur’an Uygarlığında büyük etkileri olmuştur. Abbasilerdeki ilmî çalışmalarda Hıristiyan alimleri gibi onların alimleri de faaliyet göstermişlerdir. Ama İsrail oğullarının Kur’an Uygarlığındaki asıl etkileri, bu uygarlığı lâikleştirerek Batı’ya taşımalarıdır. Bunlar tüccar kavim olduklarından, Haçlı Seferleri sonunda yaygınlaşmaya başlayan dünya ticareti sayesinde dünyaya ekonomik bakımdan hakim oldular. Kur’an’ın başlattığı müsbet düşünceyi Batı’ya İsrail oğulları taşıdı. Mason teşkilatını da kurarak,
dünyaya lâikleştirilmiş İslâmiyet anlatıldı.
d) Kur’an Uygarlığına Hıristiyanların etkisi ise Avrupa’nın İslâmiyet’i lâik anlayışında ele alması ve dünyaya müsbet düşünceyi yayması olmuştur. Batı’da gelişmiş olan demokratik, lâik, liberal ve sosyal kavramlar, İslâmiyet’in lâikleştirilmiş kavramlarıdır. Batı dünyası bu kavramları anlayamamış, gerçeklerini bulamamıştır ama, bu kavramları bugünkü şekliyle insanlığa kabul ettirmiştir.
Bu arada Çin ve Hint uygarlıkları Müslümanlara etki etmiş ve onların geliştirdikleri birçok buluşları Avrupa’ya öğretenler Müslümanlar olmuşlardır. Kavim olarak aktif rolleri olmamışsa da, uygarlıkları ile etkili olmuşlardır.
Şunu bilmeliyiz ki, Kur’an’ın getirdiği düzeni insanlık henüz anlayıp uygulayamamıştır.
Bindörtyüz yıl Kur’an’ın anlaşılması için denemelerle geçilmiştir. I. Kur’an uygarlığında proje yapıldı, II. Kur’an uygarlığında projenin gerçekleştirilmesi sağlanacaktır. Çünkü Kur’an’ın getirdiği uygarlık gerçek anlamıyla ancak III. bin yılda uygulanabilir olmuştur.
Mesela, Kur’an’da deniyor ki; az olsun çok olsun bütün borçlanmaları yazın. Bunun uygulaması ancak bugünkü bilgisayar teknolojisinde mümkün olacaktır. Parada evrim olmuş, son olarak banknota geçilmiştir. Kur’an ise kaydî parayı önermektedir. Bu da ancak banka kartları ile mümkün olabilecektir. İnsanlık bugün bu seviyeye gelmiştir. Kur’an’ın insanlığın büluğ çağındaki uygulaması III. bin yıl içinde olacaktır.
Kur’an İsrail oğullarını işte bu faaliyete katılmaya çağırmakta ve bunu yapmak üzere onların söz verdiğini bildirmektedir.
III. Bin Yıl Uygarlığı nasıl bir uygarlık olacaktır?
a) İnsanlık önce kıtalara ayrılacak ve kıtalar merkezî yönetimle insanlık tarafından yönetilecektir. Buralarda ilmî araştırmalar olacaktır. İnsanlık bu ilmî araştırmalara dayanarak uygarlaşmaya devam edecek ve uzayı fethedecektir. Sonra yüze yakın ulusal devletler oluşacaktır. İnsanlığın genel güvenliği uluslararası savaşlarla kurulacaktır. Meşru savaşlar hakemlerin kararlarına dayanacaktır. Ülkeler bölgelere ayrılacak ve bölgelerde ihtisas hizmetleri verilecektir. Bölgeler illere ayrılacak, iller iç güvenliği koruyacaklardır. İller ilçelere ayrılacak ve ilçelerde genel hizmetler verilecektir. İlçeler içinde bağımsız bucaklar oluşacaktır. Bucaklar semtlere ayrılacak, semtlerin içinde ocaklar olacaktır. Ocaklar ailelerden oluşacak, aileler çocuk yetiştirme ortaklığı olacaktır. İki çeşit mülkiyet olacaktır. Yararlanma mülkiyetine her kişi sahip olacak, parçalanabilecek, miras yoluyla intikal edecektir. İşletme mülkiyetine ise ancak ona ehil olanlar mâlik olacak, vasiyetle intikal edecek, tecezziyi kabul etmeyecektir. Her bucağın ayrı hukuku olacak ve bucaklar doğrudan yönetileceklerdir. Merkez bucakları taşra halkının temsilcileri tarafından oluşacak ve merkez bucaklar hakim değil hadim olacaklardır. Yerinden yönetim esas olacak, merkezde üretilen kanunlar taşralarda geçerli olmayacaktır.
b) Ayrıca, insanlar ilmî, dinî, meslekî ve siyasî dayanışma ortaklıkları kuracaklardır. Bunlar aidatsız sigortadır. Zararı taksitlerle bölüşeceklerdir. Bilgisizlikten doğan zararları ilmî, beceriksizlikten doğan zararları meslekî, ihmalden doğan zararları dinî, kasden iras edilen zararları siyasî dayanışma ortaklıkları tazmin edeceklerdir. Dayanışma ortaklıkları sorumluları ilmî, dinî, meslekî ve siyasî şûraları oluşturacaklardır. Yasama ilmî şûralar, yürütme meslekî şûralar, yönetme siyasî şûralar, denetleme dinî şûralar tarafından yapılacaktır. Meclisler seçim yoluyla değil, bağlanma ve ortaklık yoluyla oluşacaktır. Bucak, il, ülke ve insanlık başkanları hakemlik yapacaklardır. Bakanlar ayrı denetlenecektir. Şûra üyeleri hakemlere giderek bakanları düşürebileceklerdir.
c) İlçelerde serbest meslek erbabı 25 genel hizmeti vereceklerdir. İşletmelerden yüzde olarak cirodan pay alınacak, halka ise genel hizmetler karşılıksız verilecektir. Eğitim serbest olacaktır. İmtihanlar ise merkezden ortak suallerle yapılacaktır. Ehliyetler teminatlı olacaktır.
d) Herkes kendi içtihadı ile amel eder. Kimse kimseye emredemez. Herkes kurallara uyar. Kurallara uymayanlar hakemlere hesap verirler. Kişi yarın ne yapacağına akşamleyin bilgisayara bakarak karar verecek ve bilgisayar aracılığıyla yapacağı işi kapatacaktır. İş yaptıranlar da bilgisayarla ihale edeceklerdir. Çalışsın çalışmasın, herkesin yaşama hakkı vardır. Çünkü herkes yeryüzüne ortaktır, yeryüzünün kira payı ile geçinme hakkı vardır.
Hâsılı; demokratik, lâik, liberal ve sosyal bir hukuk düzeni dünyaya hakim olacaktır.
İşte “Adil Düzen” budur.
İsrail oğulları bu çalışmaya katılmaya dâvet edilmektedirler. O zaman onların kendilerine vaat edilen arz-ı me’vud verilecek ve insanlığa insanların sevgisi ve saygısı içinde hizmet vereceklerdir.
Bugünkü İsrail oğullarına hitap ettiğine delâletler nelerdir?
a) Kur’an her asırda yeniden o asrın insanlarına nâzil olur, dolayısıyla biz yorumlarken kendi dünyamıza göre yorumlamamız gerekmektedir.
b) İsrail oğullarının dünyaya hakim olacakları Kur’an’da bildirilmiştir. O hakimiyet bugün olmuştur, dolayısıyla bu hitap bugünkü İsrail oğullarınadır.
c) İsrail oğullarının dağıldıktan sonra tekrar toplanacağı Kur’an’da bildirilmiştir. Kendi kitaplarında da vardır. İsrail devleti Kur’an’dan sonra ilk defa şimdi kurulmaktadır. Hitap bugünkü İsrail oğullarınadır.
d) Kur’an’ın bu mânâsını Allah şimdi aklımıza getirmiştir. Demek ki, bugünkü İsrail oğullarına bu mânâsıyla hitap etmektedir.
Bundan sonrasına Hazreti İbrahim kıssası ile devam edilecektir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-374 ADİL DÜZEN DERSLERİ-204 İstanbul, 16 Eylül 2006
TERÖR, BÖLÜCÜLÜK ve TEHLİKE
Doğu Anadolu’nun İslâmlaşması Hazreti Ömer zamanında başlamıştır. İlk Müslüman olan halk bugün ‘Kürt’ dediğimiz Doğu Anadolu halkıdır. Malazgirt Meydan Muharebesi Bizans topraklarında değil, İslâm topraklarında olmuştur. Bizanslılar saldırmışlardır. Doğu Anadolu halkı Selçukluların Anadolu’ya yayılmasına hep yardımcı olmuşlardır. İran halkı Abbasi hakimiyetine karşı direnmiş ve Şii olmuştur. Doğu Anadolu halkı ise Şafii ve Hanefi mezheplerini kabul ederek Abbasilerin yanında yer almışlardır. Türkler de Abbasileri İranlılara karşı korumuşlardır. Tarih boyunca Kürt isyanı diye bir olay görülmez. Türkler ve Kürtler bin yıldan fazladır aynı kaderi eşitlik içinde paylaşmışlardır. Türklerin tarih boyunca Şii-Sünni sorunu olmuştur, ama Kürt-Türk ve Kürt-Arap sorunu hiçbir zaman olmamıştır.
Kürtlerin bağımsızlık hareketi Batılıların kışkırtmaları sonucu ortaya çıkmıştır. Cumhuriyete karşı çıkmışlardır. Bu karşı çıkma bölücülük amacı ile olmamış, cumhuriyetin ilk yıllarındaki dinsizlik şeklindeki lâiklik anlayışı nedeniyle körüklenmiştir. Buna eklenmiş ikinci ve belki de asıl sebep, Güneydoğu Anadolu ortaçağın derebeylik tarım dönemini yaşıyordu. Bugün ‘bucak’ veya ‘ilçe’ diye tabir ettiğimiz coğrafi çevrelerin birer aşiret reisleri vardı. Onlar tarım araçlarını sağlar, halk da onara mahsulü ortak ederdi. Güvenlik de onlar tarafından sağlanırdı. Sanayi döneminin merkezî yönetiminde ise kaymakam ve müdürler atandı. Halkın ihtiyacını karşılayamayan kaymakamlara karşı direnme başladı. Yeni düzen kurulmadan eski düzen yıkıldı. Boşlukta kalan halk isyana sürüklendi. Bu sorun hâlâ çözülememiştir ve PKK’nın kaynağı hâlâ budur.
CHP yönetimi zamanında bu sorun kanlı bir şekilde bastırıldı. Şeyhler oradan sürüldü. Halk Türkiye devletinden ayrılma şeklinde değil de, Türkiye devletinin zulme son vermesini istemiştir; hâlâ istemektedir. Buna karşı devlet baskı yapmış, baskı halkı devletten daha da soğutmuştur. Demokrat Parti de sorunları çözememiştir. Çünkü DP de Batlıların dümen suyunda gitmiş ve PKK’nın oluşmasına MİT yardımcı olmuştur. Bu duruma karşı en etkin tedbirleri Millî Görüşçüler almıştır. Halk Batının desteklediği solcu teröristlerin yanında değil de, Millî Görüşün İslâmcı partisinin yanında yer almıştır. Böylece Cumhuriyet hükümetlerinin gafleti -belki de ihaneti- ile birleşen Batı dünyası Millî Görüş sayesinde başarıya ulaşamamıştır. Meşru ni ile Çekiç Güç konuşlandırılmış ve PKK’yı resmen beslemiştir. Bu gaflet veya ihanete de Erbakan son vermiştir.
Türkiye’nin PKK sorunu vardır. Ancak bu sorun sunidir. İçteki gafil veya hain odaklarla birlikte dış güçlerin organize ve finanse ettiği güçtür. Yirmi seneyi aşkın süreden beri bu sorun çözülememiştir. Ordumuzu da yıpratmıştır. Kürtçülük hareketi yoktur. Olsa bile, eğer silahsız olsa, buna karşı tedbir hukuk düzeninde alınır. Oysa PKK silahlıdır. Bunun üzerine Türk Silahlı Kuvvetlerinin yürümesi kadar doğal bir olay olamaz.
Ancak bazı hatalar yapılmaktadır.
a) PKK sorunu iç sorun değildir, tamamen dış sorundur. CIA tarafından finanse edilmekte, bu yolla Türkiye ve Irak’ın parçalanması hedeflenmektedir. PKK’ya bulunan elemanlar ekonomik zaruretlerden dolayı Kürtlerden olabilir, ama bir çoğu Kürt asıllı değildir; Arap, Ermeni veya Rus asıllı olabilir. Bunları Kürtlerle karıştırmak hatalıdır.
b) PKK sorunu Kürt sorunu değildir. Kürtlerin Türk halkı olarak kendi haklarını aramak için örgütlenerek savunmaları doğal haklarıdır. Parti kurarlar ve meclise girerler. Partide suç işleyen olursa suçlu cezalandırılır. Parti kapatılmaz. Suni barajlarla Kürtlerin temsil edilmeleri önlenemez. Bunu yapmak gaflettir. Böyle uygulamalar devletin zoru ile Kürtleri PKK’nın yanına itmedir. Kürtçülük henüz bölücülük durumunda değildir. Ama bu hatalı siyaset bir gün Kürtleri PKK’nın yanına itmiş olabilir.
c) PKK askeri bir sorun değildir. Yani, PKK henüz cephe kurarak karşımıza çıkmış durumda değildir. Dolayısıyla biz PKK’yı askeri muharebelerle ortadan kaldıramayız. PKK şimdilik eşkıya durumundadır. O halde onu eşkıyalara yapacağımız muamele ile tenkil etmeliyiz. Bu da iç güvenlik güçlerinin işi, yani polis ve jandarmanın işidir. Ordunun işi değildir. Kişiler aleyhinde kararlar alınır ve mahkum edilir veya tenkil edilir. Suçlu olmayanın çok yakını olsa, hattâ onu silah dışı imkanlarla desteklemiş olsa da, suçlu olmayan cezalandırılamaz. Mesela, bana bir terörist gelse, evime misafir olsa, ben ona yemek yediririm, hasta ise ilaç veririm, çıplaksa giydiririm. Bu durumda ben o teröristi desteklemiş olmam. Çünkü herkesin yaşama hakkı vardır. Meşru yoldan yaşayamayanların saldırma hakkı doğar. Ama ben ona silah ve cephane temin etmem. Edersem, o zaman suça iştirak etmiş olurum. Doğu Anadolu halkı bunların günlük ihtiyaçlarını karşılıyorlarsa, onları suçlu saymamak gerekir. Bu kural cephe savaşlarında geçerli değildir. Cephe savaşlarında bulduğun yerde öldürürsün.
d) PKK’nın oluşumunun kaynağını kurutmadıkça, PKK ortadan kaldırılsa bile yine türer. Sıtma ile savaş bataklıkları kurutma ile olmaktadır. Bunun için de herkesin aş bulabildiği, iş bulabildiği, eş bulabildiği, isteği ve kabiliyeti varsa okuyabildiği bir düzeni, yani “Adil Düzen”i getirmek gerekmektedir. Merkezî yönetimin yerini yerinden yönetime bırakmak ve iç güvenliği bağımsız küçük vilayetlere vermek gerekir. Yani, “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nın uygulanması gerekir.
Bir hususa daha işaret edelim. Diyelim ki, Türkiye’de bulunan beş-altı vilayet ayrılıp bağımsızlık kurmak istiyor. Farz edelim ki bu hedefe de ulaştılar, bir gün küçücük bir Kürt devletini kurdular. Hattâ Iraklı Kürtlerle de birleşip dört-beş milyonluk karalarda hapsolmuş devletçiklerini kurdular. Bu durum bizim belki bir parmağımızı koparmış olur, devletimiz 70 milyon nüfusu ve geniş topraklarıyla yaşamaya devam eder. Bunda büyük bir tehlike yoktur. Türkiye devletinin yıkılması sözkonusu değildir. İkinci bir Sevr’in dayatılması sözkonusu değildir.
Oysa, Türkiye’yi bekleyen Sevr’den daha tehlikeli akıbetler vardır.
a) Türk tarımı yok ediliyor, araziler işlenmiyor, halkımız tarım yapmayı unutuyor. Böyle giderse on sene sonra topraklar artık ekilemez hâle gelecek, onu ekmeyi bilen halkımız da artık kalmayacaktır. Ondan sonra biz nasıl geçineceğiz ve ne yiyeceğiz? Kentlerde de Kamu İktisadi Teşekkülleri (KİT’ler) özelleştiriliyor, fabrikalar kapatılıyor. Halkımız işsiz bırakılıyor. İşsizler ve açlar devletçe besleniyor. Gençler de işe alınamıyor. Özel teşebbüsler de ağır vergi ve korkunç yasalar nedeniyle bir bir kapanıyor. Ağır faizler ve istikrarsızlık işyerlerini öldürüyor. Çok değil, on sene sonra elinden hiçbir iş gelmeyen, fabrikada çalışmayı da unutmuş işsiz insanlar topluluğu hâline geleceğiz. Asıl sorun o zaman başlıyor. Demek ki işsizlik sorunu PKK’dan belki yüz misli daha tehlikedir; hem de yakın tehlikedir.
b) Tarım yasaklanmış, fabrikalar kapatılmış, halk işsizliğe mahkum edilmiştir. Türkiye dıştan alınan borçlarla yaşar hâle getirilmiştir. Biz iki sene önce, ‘onbeş yıl sonra Türkiye borcun içine boğulacaktır’ demiş ve yazmıştık. O zaman dış borç için % 30’luk bir artış hesaplamıştık. Halbuki iki yıl içinde borç yüzde yüz artmıştır. Böyle giderse onbeş sene beş-on seneye inmiştir. Kim size ilanihaye borç veri de yaşatır? Ordumuz o zaman ülkeyi nasıl koruyacaktır? Asıl korkunç tehlike ve yakın tehlike budur.
c) Türk adalet sistemi çökmüştür. Benim bir davam vardır. 1997 de açılmış. On sene sonra kazandık. Ama bizden hâlâ para kesiyorlar. Karşı tarafta bir şey olmadığı için hava alıyoruz. Dava açıldığında 20 bin dolarlık mesele 60 bin dolara çıktı ve onu bizden tahsil ettiler, ama şimdi biz onlardan alacağımızı tahsil edemiyoruz. İşte böyle bir yargı sistemi içindeyiz. Bu yargılama sistemi sadece eşkıyaların işine yaramaktadır. Avukatlar para kazanmaktadır, o kadar. Devletin asıl görevi adaleti tesis etmektir. Adaleti kuramayanların topluluğu devlete değil, eşkıya teşkilatına dönüşür. Türkiye bugün böyle bir duruma düşmüştür. Büyük bir tehlikenin içindedir.
d) Türkiye’de millî medya yoktur. Basın ve yayın ulusun ve devletin gözü ve kulağıdır. Kör ve sağır şoför tehlikeli değildir, çünkü arabayı kullanmaya kalkışmaz. Ama ters gören bir şoför düşünün, sağdan gelen bir arabayı bazen solda, bazen de doğru gösteren arabayı süren şoförün hâli nice olur. Ulusal basın tesis edilememiştir. Yarın basın işbirliği yapıp ‘filan öldürüldü’ dese, herkes inanacaktır. Buna çare bulunmalıdır. Millî basın ve yayının olmayışı ülke için en büyük tehlike teşkil etmektedir.
Bu tehlikeler yalnız devlet için tehlike değildir, aynı zamanda ulus için de tehlikedir. Türk halkını soykırımına götürmektedir. Bu gidişle 40-50 senede %99’u gayri Türk olanlar Anadolu’da dolaşacaklardır. Sevr’den daha beter bir tehlike söz konusudur. PKK devede kulak bile değildir.
İşte, bütün bunlara karşı direnme yükü Adil Düzen Çalışanlarına yüklenmiştir. Başaracaklardır, çünkü arkalarında Allah vardır. Allah onlara zafer vaadetmiştir. Onlar isteseler de istemeseler de Allah nurunu tamamlayacaktır.
Sonuç olarak, bölücülük tehlikedir. Ama yıkıcılık ondan daha büyük tehlikedir. Bölücüler düşmanımızdır. İrticaya karşıyız, ama mürteciler düşmanımız değildir. Onlar bizim karşı takımımızdır. İkisini birleştirip ortak cephede oturtmak, en asgariden gaflettir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-374 ADİL DÜZEN DERSLERİ-204 İstanbul, 16 Eylül 2006
İRTİCA VE TEHLİKE
İslâm devlet düzeninde yönetmek yoktur. Halkın kendi kendilerini yönetmesi için ortamın tesisi ve bu ortamın korunması sözkonusudur. Bu ortam da önce içtihatlarla, serbest seçimlerle, ocak ve bucak başkanlıkları ile, hakemlerin kararları ile tesis edilir. Siyasi dayanışma ortaklıklarından oluşan jandarma tarafından iç güvenlik, ordu tarafından dış savunma ile bu ‘hukuk düzeni’ korunur. Buna demokratik, lâik, liberal ve sosyal hukuk düzeni denmektedir. Arapça olarak şeriat, İslâm, hak ve adil hükümler düzeni olarak ifade edilir.
Kuvveti üstün tutan Batı düzeninde ise yönetim merkezîdir. Halk kendi içtihatlarıyla değil, serbest sözleşmelerle değil, merkez tarafından çıkarılan kanunlarla yönetilir. Seçilmişlerin yerine merkezin atadığı yöneticiler yönetir. Merkez de, temsilcilerin oluşturduğu meclislerin denetiminde olduğu söylenen hükümetler tarafından yönetilmektedir. Bir taraftan bucaktan ile, ilden devlete, devletten süper güçlere ulaşan merkezî yönetimin işi uygarlaşmanın sonucunda artmıştır. Meşru yollardan bu dev girift ve hantal düzenin çarkı dönmediği için birtakım meşru olmayan araçlara başvurulmaktadır. Bunun başında karşılıksız para, enflasyon, sendika gibi ekonomik araçların yanında; basın-yayın, okul ve üniversite yolları ile halkı şartlandırarak yönlendirme yollarına başvurulmaktadır. Bunların başında tanımlanmamış kelimelere kutsallık verilemekte veya lanetlenmekte ve istenmeyen kişi ve gruplar o kelimelerin ithamı ile suçlanmakta, baskı altına alınmakta ve zulüm yapılmaktadır. Bunların başında lâiklik gelmektedir. Tanımlanmayan lâiklik güçlülerin elinde baskı aracı ve sömürü sermayesinin çatıştırma aracı olmaktadır. Yine tanımlanmamış ‘irtica’ kelimesi de her konuşmada halkı korkutmak, birbirine düşürmek, baskı altına almak, sindirmek için araç olarak kullanılmaktadır. İrtica nedir, mürteci kimdir? Bunun düşünülmesine bile gerek görülmez!..
Anayasamızın emrettiği demokratik, lâik ve sosyal hukuk devletini korumak için irticaya saldırılır.
Önce, anayasamız devleti üç vasıfla değil, tek vasıfla tavsif etmiş, hukuk devleti olma vasfıyla tavsif etmiştir. Diğer üç vasıf devletin değil, hukuk düzeninin vasfıdır. Yani, devlete tek görev verilmiştir, o da hukuk düzeninin korunmasıdır. Mustafa Kemal de, yegane vazifen Türk cumhuriyeti ve istiklâlini korumaktır diyor; lâikliği korumaktır demiyor. Hukuk devletinin iki temel dayanağı vardır. Biri suç ve cezaların kanunilik ilkesidir. Kanunlarda açıkça tanımlanmayan fiillerden dolayı kimse suçlanamaz ve kanunlarda açıkça belirtilmeyen cezalarla kimse cezalandırılamaz. İrtica Türk mevzuatında tanımlanmamış ve suç sayılmamıştır. İrticayı tehlikeli görüp mürtecilerin üzerine saldırmak hukuk düzenine yüzde yüz aykırıdır. Meclis dışında kimse suç icad edemez ve o suçtan dolayı vatandaşların üzerine yürüyemez.
Yine hukuk devletinin ikinci temel dayanağı yargısız infazın olamayışıdır. Yani, kimin suçlu olduğu icra odaklarında değil, mahkemelerin salonlarında belirlenir. İrtica suç olsa bile, kimin suçlu olduğu MİT raporları ile ortaya konmaz. Yargının aşamaları vardır. O aşmalardan geçip mahkum olan suçludur, ona ve yalnız ona kanunda belirtilen ceza verilir. Böylece irtica tehlikesi devam etmektedir, görmezlikten gelirsek hüsran olur demek, bir askeri düzende doğru olabilir, ama hukuk düzeninde doğru olmaz.
O halde normal mantık şunu gerektirir. Ordu ülkenin korunması için hukuk düzenini askıya alır ve kendisine göre tehlikeli gördüğü irticaya karşı cephe savaşı açar. Bu arada suçsuzlar da ezilip giderler ama vatan kurtulur. Ya da; ‘ben hukuk devletinin bekçisiyim, hakimlerin suç saymadığı fiilleri yani irticayı suç sayamam ve mahkeme kararı olmayan kimseye mürteci deyip suçlayamam’ demesi gerekir. Ama konuşmalar kelimelerin mânâları düşünülerek yapılmamakta, sadece sloganlar tekrar edilmektedir. Geçici olarak bu yolla devlet idare edilmekte ise de, bu böyle gitmeyecek, insanlık bu yolla sosyal tufan içinde boğulup gidecektir.
Tarihte böyle kelimelerin anlamlarını yitirdiği bilinen ilk dönem Yunanistan’da olmuştur. Safsatacılar kelimelerin anlamlarını bozarak halkı fitneye ve ifsada götürmüşlerdi. Sokrat, Eflatun ve Aristo ortaya çıktı ve hâlâ kullandığımız mantık ilmini geliştirerek onların şerlerine son verdiler. Benzer karışıklık Roma’da ortaya çıktı ama, büyük hukukçular sorunları çözdüler. İslâmiyet’te de aynı karışıklık görülmüş ama, fıkıhçılar bu karışıklıkları çözdüler. Sonra kelamcılar, sonra tasavvufçular karışıklıklara açık tanımlar getirerek son vermiştir.
Görülüyor ki, tarihte bu karışıklıklara ordular değil, ilim adamları, fikir adamları son vermişlerdir. Ordu kendisine olmayan düşmanı düşman yaparsa, düşmanları da birleştirirse bu sorunları çözemez. Tam tersine asıl görevini yapamaz hâle gelir.
Bununla şunu ifade etmek istiyoruz ki, bu safsatayı ve mugalatayı ortadan kaldıracak silah değil, Adil Düzencilerin kavramları açıkça tanımlamaları ve insanlara öğretmeleri ile mümkündür.
Adil Düzen Çalışanları irticanın ne olduğunu öğrenmelidirler.
Michael H. Hart “En Etkin 100 Kişi” kitabında birinci sırayı Hazreti Muhammed’e, üçüncü sırayı Hazreti İsa’ya vermiştir. Bu ikisinin arasına Fizikçi Newton’u yerleştirmiştir.
Newton’un tek buluşu vardır; tepki etkiye eşittir. Bir cismi hareket ettirmek isterseniz, onun hareketini durdurmak isteyen kuvvetler ortaya çıkar. Bunlar da iki tanedir. Sürtünme kuvvetleri ile atalet kuvvetleri. Uyguladığınız kuvvete karşı kuvvet oluşur ve bu karşı kuvvet daima uyguladığınız kuvvete eşittir. Kâinat bu denge üzerinde durmaktadır. Bu kanun sosyal olaylarda da geçerlidir.
Toplulukta daima yenilik yapmak isteyen kuvvetler ortaya çıkar. Bunun kaynağı çoğu zaman dış etkilerdir. İnkılapçı olan bu hareket karşısında daima bir direnme gücü ortaya çıkar. Buna ‘irtica’ ya da Türkçe olarak “tutuculuk’ denmektedir. Değişmeyi istemez. Değişmeye karşı çıkar. Bu güç de inkılap gücüne eşittir. Bunlar arsında oluşan denge ile sosyal evrim olmaktadır.
Önce şunu belirtelim ki, her değişme mutlaka iyi değildir. Değişmenin iyi değişme olabilmesi için onu frenleyen ve onu ayıklayan bir güce ihtiyaç vardır. O güç de irtica, yahut muhafazakarlıktır. Nasıl arabada fren olmazsa araba parçalanıp giderse, toplulukta da tutucular olmazsa her şey birden değişir ve topluluk yok olup gider. Her tutuculuk da kötü değildir. Sürtünme kuvveti olmazsa arabamız yürüyemez, biz bile adım atamayız. Atalet kuvveti olmazsa dünya güneşin etrafında dönüp duramaz. Toplulukta da tutucular olmazsa topluluk kişiliğini ve varlığını kaybeder. Bu sebepledir ki Mustafa Kemal altı okun içinde inkılapçılık ile milliyetçiliği yerleştirmiş ve bununla sosyal dengeyi kurmuştur. Cumhuriyeti Osmanlıların vârisi saymış ve sadece bazı sahalarda inkılapları yapma ihtiyacı duymuştur.
O halde değişmeyi iyiye gitme veya kötüye gitme şeklinde ayırabiliriz.
İyiye giden değişmeye ‘inkılap’ diyoruz. Direnmeyi de ikiye ayırıyoruz. İyiye karşı direnmeye irtica, kötüye karşı direnmeye ise ‘milliyetçilik’ veya ‘muhafazakarlık’ diyoruz.
Önce neyin iyi, neyin kötü olduğunu belirlemeliyiz ki, irtica ile karşı tarafı suçlayalım. Bunu belirleyecek olan da silah değil ilimdir, yürütme değil yasamadır. Kimin mürteci olduğunu tesbit işi de ne yasamanın, ne yürütmenindir; yargınındır.
İkiyüz senedir Türkiye’deki inkılapları devlet yapmaktadır. Asker bir millet olduğumuzdan, devlete karşı gelmemek için ses çıkartılmamış, iktidarlar akıllarına gelen inkılapları yapmışlardır.
Ama başaramamışlardır.
Önce imparatorluğu kurtaramamışlardır. Cumhuriyet döneminde de muasır medeniyetin fevkine çıkma hedefine yaklaşılamamıştır bile. Türkiye, askerlik dışındaki her konuda sondan birinci geldiği içindir ki her şeyi askerler yapmaktadır. Dikkat edin, Cumhurbaşkanı konuşur kimse aldırmaz; ama Genel Kurmay Başkanı konuşunca herkes kulak kesilir. Bu inkılapların başarısızlığının bir alâmetidir. Türkiye’nin eksik tarafı, Türkiye’de irticanın olmayışı, dolayısıyla inkılabın muhalefetsiz kalmasıdır.
İrtica zaten tepki kuvveti olduğu için hiçbir zaman tehlike teşkil etmez. Belki inkılapları yavaşlatır.
Fizikte de böyledir. Arabayı çekmeseniz sürtünme kuvveti olmaz ki. Sonra sürtünme kuvveti baskı ile artar. Yani, yük ne kadar ağır olursa direnme de o kadar fazla olur. İrticaya baskı yapmak, irticayı güçlendirmektir. İkiyüz yıldır irticaya baskı yapılıyor. İstiklâl Savaşı bir irtica değil midir? Sevr’e karşı direnme irtica değil midir? Sevr tehlike değildir deniyor, çünkü Türk ordusu Sevr’i getirtmez. Ama irtica tehlikedir deniyor. Oysa irtica Sevr’i getirecek güçlere araç olacağı için tehlikelidir.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, irtica kanunlarımızda suç değildir. Kimin mürteci olduğuna karar verecek olan mahkemelerdir. Türkiye’nin sorunu irtica değil, irticanın olmayışı, dolayısıyla inkılapların sağlıklı yapılamayışıdır.
Bu bir teoridir. Kurmaylar değerlendirmelidir.
Son olarak bir hususa daha işaret etmemiz gerekir.
İrtica suç olsun veya olmasın, iyi olsun veya kötü olsun, haklı olsun veya haksız olsun, silahlı eyleme kalkışmadıkça ordunun ona karışma yetkisi ve görevi yoktur. Ama eğer irtica dahil herhangi hakların savunulması sadedinde de olsa, silahlı eyleme dönüştüğü takdirde, onu tenkil etmek görevi silahlı güçlere düşer. Kimse cumhuriyeti veya lâikliği veya İslâmiyet’i silahlı güçle korumaya kalkışamaz. Ne kadar haklı olursa olsun, karşısında devletin ordusunu bulur. Devletin içinde devlet olmaz, iktidar tecezzi etmez. Mustafa Kemal’im kuvvetler birliği budur. Üniter devlet terimi hukuki terim değildir. Kanunlarımızda mevcut değildir. Bu anlamada kullanılmış olabilir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL