1967...1968...1969....AKEVLER 40 YILDIR ÇALIŞIYOR....2004...2005...2006
GELECEĞİN II. KUR’AN - V. İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ... BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
ADİL DÜZEN 376
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 30 Eylül 2006 Fiyatı: www.akevler.org veya www.adilduzen.com’a tıklamak!
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 376. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Hedefimiz; “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, Reşat EROL
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ
AKP’NİN “ZÜĞÜRT TESELLİSİ” NEDİR?
“ZALİM DÜZEN”DEN “ADİL DÜZEN”E…
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 38. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
واَِذْ يَرْفَعُ إِبْرَاهِيمُ الْقَوَاعِدَ مِنْ الْبَيْتِ وَإِسْمَاعِيلُ رَبَّنَا تَقَبَّلْ مِنَّا إِنَّكَ أَنْتَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ(127)
رَبَّنَا وَاجْعَلْنَا مُسْلِمَيْنِ لَكَ وَمِنْ ذُرِّيَّتِنَا أُمَّةً مُسْلِمَةً لَكَ وَأَرِنَا مَنَاسِكَنَا وَتُبْ عَلَيْنَا إِنَّكَ أَنْتَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ(128) رَبَّنَا وَابْعَثْ فِيهِمْ رَسُولًا مِنْهُمْ يَتْلُو عَلَيْهِمْ آيَاتِكَ وَيُعَلِّمُهُمْ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُزَكِّيهِمْ إِنَّكَ أَنْتَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ(129) وَمَنْ يَرْغَبُ عَنْ مِلَّةِ إِبْرَاهِيمَ إِلَّا مَنْ سَفِهَ نَفْسَهُ وَلَقَدْ اصْطَفَيْنَاهُ فِي الدُّنْيَا وَإِنَّهُ فِي الْآخِرَةِ لَمِنْ الصَّالِحِينَ(130) إِذْ قَالَ لَهُ رَبُّهُ أَسْلِمْ قَالَ أَسْلَمْتُ لِرَبِّ الْعَالَمِينَ(131)
واَِذْ يَرْفَعُ (Va EiÜ YaRFaGu) “Hani ref’ etmişti.”
Bundan önceki âyette İbrahim aleyhisselâm ‘bu beldeyi güven altına alan yap ve ehlini irzak et’ diye dua etmişti. Şimdi de duvarların ref’ edilmesinden söz etmektedir.
Allah ilk insanı yaz-kış meyve veren bitkilerin bulunduğu büyük ırmağın kenarında yaratmıştır. Hazreti Adem siyah derili idi. “Adem” kelimesi bunu anlatır. Bugün de biyolojide siyah insanın bütün genleri taşıdığı ve beyazların sonra renk genlerinin bazılarının bozulması ile oluştuğu bilinmektedir. Bu durumda ilk insanın Nil’in yukarılarında Ekvator civarında yaratıldığı sanılmaktadır. Bunu doğrulayan gen tahlilleri de bulunmuştur. İlk insan oradan Nil deltasına kadar inmiş olmalıdır. Böylece toplayıcılık dönemlerinde Fırat ve Dicle’ye ulaşmıştır.
Yazları meyve toplamak için Fırat ve Dicle’nin çıkış yerlerine kadar çıkar, kışın tekrar, Irak’ın güneylerine kadar inerlerdi. Burası insanların toplayıcılıkla yaşamalarında Nil’den daha elverişli idi. Bu arada insanlar Erzurum’un Palandöken yaylalarından, Çoruh ve Aras vadilerine doğru ilerlediler. Burada da küçük çapta toplayıcılıkla geçinen halk ortaya çıktı. Bunların renkleri beyazlaşmıştır. Beyaz ırkın adı “Georgia”dır; “Gürcüler” demektir. Bu zamana kadar toplayıcılıkla geçiniyorlardı.
Belirli bir dönemde iklim değişti, soğuklar geldi. Nüfus da artmıştı. İnsanlar bundan dolayı toplayıcılıkla geçinemez oldular. Bu arada ateşi bulmuşlar, kabak gibi bazı sebzeleri de pişirerek yemeye başlamışlardı. Balık ve kuş gibi bazı hayvanların etlerini de pişirip yemeyi biliyorlardı ama bu uygulama henüz yaygın değildi. Soğuklar gelince bu sefer avcılıkla geçinmeye başladılar. Avcılık vesilesiyle insanlar yeryüzünün her tarafına dağıldılar ve avların peşine koşarken tüm dünyayı insanlarla doldurdular. Kalaslara binerek denizlere açıldılar. Büyük okyanus adaları bile insanlarla doldu.
Büyük ırmakların kenarlarında Mısır’da, Irak’ta, Hindistan’da, Çin’de ve Güney Amerika’da yerleşenler, ırmakların suları ile topraklarını sulayarak küçük sulama tarımı uygarlığını geliştirdiler.
Avcılar ise Orta Asya ve Doğu Avrupa’da yayla uygarlığını, Arabistan’da ve diğer sıcak yerlerde çöl uygarlıklarını geliştirdiler. Bu arada havalar ısınmış, yeryüzü otlarla dolmuş, avlanacak hayvan kalmamış, nüfus da artmıştı. Bu yayla ve çöl halkı çobanlıkla geçinmeye başlamıştı. Böylece tarihteki üçüncü dönem başlamıştır.
Bunların sorunu su olmuştur. Hayvanlar yayılırlar ama zaman zaman suların bulunduğu yere gelip su içerlerdi. İşte bu hayvanların sularını içtiği yerler zamanla merkez olmaya başladı. Bu yerlere “konak” denmiştir. Sulama düzenini korumak, oraları temiz tutmak ve güvenliği sağlamak amacıyla yerleşenler oldu. Bunlara “kon” veya “h” “k” değişmesi ile “han” adı verildi. Böylece ilk olarak bir merkezi yönetim ortaya çıktı. “Han” hem orada yerleşen ve gelenleri ağırlayan kimselerin adı oldu, hem de yapılan barakaların adı oldu. “Hane” kelimesi buradan gelir. “Hunlar” da bunların kurduğu devlettir.
Hazreti İbrahim Azeri Türklerinden idi. Çobanlıkla geçinirdi. Bu kültürü iyi biliyordu.
Hazreti İbrahim zemzem suyunun bulunduğu yerde bir han yapmağa başladı. Burası Kâbe’dir.
“Kâbe” kelimesi “küp” kelimesi ile akrabadır. Çadır ve çardaklar yuvarlak olduğu halde, Kâbe dört köşe yapılmış, bu adı bundan dolayı almıştır. Hazreti İbrahim ile oğlu Hazreti İsmail, burada halkın gelip geçerken konaklayacakları yer yaptılar. Kendileri ise çadırda yaşamaya devam etmiş olabilirler. İşte Mekke böyle oluştu.
Allah burasını seçmiştir. Buranın birçok özelliği vardır.
a) Önce Mısır ve Mezopotamya uygarlıklarının çöl yolu üzerindeydi.
b) Dağlık bir yerdi. Oranın korunması kolaydı. Böylece güvenli yer olarak seçilmişti.
c) Zemzem suyu bulunmuştu. Ayrıca çöl halkı için Mekke bir dinlenme ve serinleme yeri gibi olmuştur.
d) Denize yakındı ve Arabistan çölünün ortasında sayılırdı. Buradan sadece Irak Mısır kervanları gelip geçmeyecek, Arabistan’ın uygarlık merkezi olacaktır.
Tarihte bildiğimiz böyle kurulmuş bir şehir daha vardır, o da İstanbul’dur. Konstantin haliçte böyle bir merkez yapmaya başlamış, bu şehir bugün dünyanın en büyük şehirlerinden biri hâline gelmiştir. Adil Düzen uygarlığı için de uygun bir yerde ilk bucak kurulursa, orası da III:
. bin yılın uygarlık merkezi olabilir.
“REF’” kelimesi Türkçede kullandığımız “raf” kelimesi ile aynı köktendir. Çadırlarda veya çardaklarda karıncalardan, böceklerden veya başka hayvanlardan korumak için yüksekçe yerin adıdır. Marketimizdeki rafları biliyoruz. Sonra yukarıya kaldırma fiili için kök olmuştur.
إِبْرَاهِيمُ الْقَوَاعِدَ (EiBRAHIyMu eLQaVAGıDe) “İbrahim Beyt’in kaidelerini ref’ ediyordu.”
Karadeniz’de evler ağaçtan yapılır. Yaylalarda ağaç bulunmadığı için evleri taştan yaparlar. Derelerden topladıkları büyükçe taş parçalarını hiç harç kullanmadan kuru duvar olarak inşa eder, böylece kendilerine yayla evi yaparlar. Taşların arasından rüzgar estiği için bu evler soğuk havalarda işe yaramaz ama yazın çok güzel uyunacak yer olur.
“İBRAHİM” şimşek anlamında “berk”ten gelebileceği gibi, bereket anlamında olan “berk”ten de gelebilir. Bu takdirde mübarek kılınan kimse demektir. “Kemâ Bârekte İbrahime” diyoruz. Barınmaktan gelen “baraka” kelimesi ile de ilgili olabilir. Kâbe’nin yapıcısı olarak bu adı almış olabilir.
Hazreti İbrahim Kâbe’nin kaidelerini yükseltmişti. “KAİDE” temel demektir. “Temellerini yükselttikleri” denmektedir. Duvar yapmadan önce temel kazılır. Sert toprağa inildiğinde duvara başlanır. Toprak hizasına gelinince kaideyi yükseltme tabiri kullanılmıştır. Türkçede de temel çıktık denir. Mısır’da ehramlar yapılıyordu. Taş işçiliği çok ileri gitmişti. Bugün bile o tekniğe ulaşmış değiliz. Eşi Hacer Mısır’dan gelme idi. Onun bilgisinden de yararlanılabilirdi. “KAİDELER” çoğul getirilmiştir. Temelin dört duvarı anlamındadır. Yalnız duvarların olduğu kısım eşilir, ortası ise doğal olarak kalır.
مِنْ الْبَيْتِ (MiNa eLBaYTi) “Beyt’ten kaideleri”
“Beyt’in kaideleri” denmemiş de, “Beyt’ten kaideler” denmiştir. İzafet iki anlamdadır. “Min”li izafette cüzlük vardır. “Riclî/ayağım” dediğimizde, vücuttan bir parça olan ayağım anlamındadır. Buna minli izafet denmektedir. “Beytî” dediğimizde, buna da lamlı izafet denmektedir. Mülküm olan ev demektir.
Burada izafetin “LAM”lı değil de “MİN”li olmasını vurgulamak için izhar edilmiştir. Burada fıkhın hükümleri ortaya çıkar. “BEYT” dediğimiz zaman sadece odanın içindeki boşluk değildir. Duvarı, çatısı, temeli, penceresi, kapısı ile bir bütün olarak beyttir. Temel beyte ait değildir, beyttendir. Bu bize mütemmim cüzü tanıtmaktadır. Medeni hukukta önemli yer işgal eder. “Beyt” herhangi bir yapıdır. Ambara “beytülmal” denmektedir. Halkın toplandığı yer olan mabetlere beytullah/Allah’ın evi yahut halkın evi denmektedir. Çünkü kamu Allah’ın halifesidir. Oturulacak yer de beyttir ama onun özel adı vardır, “mesken” denir. Buradaki “el-Beyt” marifedir; Kâbe’dir. “Mine’l-Kâbeti” denmemiştir. Demek ki yuvarlak mabetler de yapılabilir.
وَإِسْمَاعِيلُ (Va EiSMAGIyLu) “İsmail de ref’ ettiğinde.”
“İsmail”i ayırmadan atfedebilirdi. Yaptıkları iş aynı olsaydı öyle olurdu.
Oysa inşaat yaparken ustabaşı Hazreti İbrahim idi, Hazreti İsmail ona yardım ediyordu. Bundan dolayı Hazreti İsmail’i daha sonra zikretmiştir. Beraber İbrahim ve İsmail denseydi, ikisi eşit seviyede aynı işi yapmış olurlardı. “Ve Yerfau İsmailü” denseydi, yani “Yerfau” da zikredilseydi, o zaman Hazreti İbrahim ayrı, Hazreti İsmail ayrı duvar yapmış olurdu. Böyle ayrı ama “Yerfau” demeden zikredilmiş olması, bu işte Hazreti İsmail’in ona yardımcı olduğunu ifade eder.
Burada iş yaparken sorumlu ustabaşının talimatlarına uymak gerektiği anlatılmış oluyor.
Burada işçi ve çıraklar kendi içtihatları ile değil, ustabaşlarının içtihatları ile hareket ederler.
Böylece Mine’l-Kavaid” ile mütemmim cüz hükümleri ortaya konmuş ve “İsmailü” sözü ile de usta-çırak ilişkileri ile ilgili hükümler belirtilmiştir.
رَبَّنَا (RabBaNAv) “Rabbimiz.”
Hazreti İbrahim ve Hazreti İsmail dua etmektedirler. Ama burada “dedi” sözü hazfedilmiştir. Daha önce “Hanı İbrahim demişti” diye başlamıştı. Bu âyette de ona atıf yapılmış, bunu yaparken de böyle demişlerdi. “Kâle” veya “Kâlâ” kelimesi hazfedilmiştir. İfadede çok açık olarak anlaşılmamaktadır. Kim dedi? İbrahim mi dedi, yoksa İbrahim ayrı İsmail ayrı mı dedi, ya da ikisi beraber mi dedi? Burada bu belirtilmemiştir.
Bundan sonraki âyetlerden birlikte söylendiği anlaşılmaktadır. Bunun anlamı şudur ki, usta-çırak işi birlikte yaparlar, çırak iş yaparken ona itaat eder, ama sonra onun üzerinde tasarruf hakları bakımından eşittirler. Yani, ücret değil, ortaklık sözkonusudur. Ürün ortaktır. Paylar farklı olsa da, biri patron biri işçi değildir. Birlikte iş yapmışlardır. Sorumluluk da birliktedir.
O halde, mesela, biri diğerine ‘şunun kolunu tut da ben onun kulağını keseyim’ dese, o da ona itaat ederek kollarını tutup usta başı kulağı kesse, fiili ortak olarak işlemiş olurlar. Kulağı kesilen onlardan birinin kulağının kesilmesini ister, diğerinden ise tam diyet alır. Burada sorumlulukta emreden ile ona itaat eden eşittirler. Ama biri birisine para verse ve ‘git onun kulağını kes’ dese, o da tetikçi olarak onun kulağını kesse; kulak kesenin kulağı kesilir. Emreden ise ayrıca diyet öder. Kulağı kesilen emredenin kulağının kesilmesini isteyemez.
تَقَبَّلْ مِنَّا (TaQabBaL MinNAv) “Bizden kabul et.”
“KUBL” kucak demektir. “KUBLE” öpmek demektir. “KIBLE” onun tarafına yöneltilen yerdir.
“Kabul olunmak” demek, işin başarıya ulaşması demektir.
Mesela, biz market açtık; başarırsak Allah kabul etmiş olur. İzmir Akevler Kredi ve Yardımlaşma Kooperatifi’ni kurduğumuzda gayesini şöyle yazdık: “Gayemiz; çalışmada ve yaşamada birbirleriyle anlaşmış kimseler bir araya gelerek aralarında iktisadi ve içtimai dayanışma ve yardımlaşmayı gerçekleştirmektedir.”
Rabbimiz duamızı kısmen de olsa kabul etmiştir. Çünkü bir araya geldik. Birlikte yaşıyoruz. Ama birlikte çalışacak seviyeye ulaşamadık.
“Bizden kabul et” deniyor. Ama neyin kabul edileceğini belirtmiyor. Kâbe’nin insanlar için vaz’ edilen bir yer olmasını kabul et, bizi hedefimize ulaştır demektir. Bugün yeryüzündeki her yerden bir milyon insan oraya gelip ziyaret etmektedir. “Adil Düzen” iktidar olduğu zaman Kâbe tüm insanlığın konukevi olan Mekke’nin merkezinde bir kıblegâh olacaktır. Dünyadaki her ulusa bir ilçelik yer verilecek ve onlar orada ilçelerini kuracaklardır. Bu ilçenin ne gibi hizmetleri olacaktır?
a) Kâbe Allah’ın evini ziyaret etmek isteyenlerin konuklandığı bir misafirhane olacaktır. Otel değil, paralı değil; parasız misafirhane olacaktır.
b) Orada sakin olan kimseler kendi dillerinden Arapçaya tercümeler yapacaklar, Arapçadan da kendi dillerine tercüme edeceklerdir. Sadece ziyaret edilen merkez olmayacak, aynı zamanda ilim ve irfanın da kalbi olacaktır.
c) İnsanlar ürettiklerini buraya getirip teşhir edecek ve tanıtacaklar, sipariş alacaklar ve malları satmış olacaklardır. Merkez aynı zamanda insanların ekonomik kalbi olacaktır.
d) Mekke’nin başka bir özelliği de, oraya gelen insanların emin olmalarıdır. Suçlu da olsa orada yakalanıp ceza infaz edilmez. Nefsi müdafaa sadedindeki cezaların dışında olanlar orada infaz edilmez. Mağdur olanlar ya affedip diyeti istihkak ederler, ya da kişinin Mekke’den çıkmasını beklerler. Bugün siyasiler için İsviçre böyle emin yer olarak hizmet görmektedir.
إِنَّكَ أَنْتَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ(127) (EinNaKa EaNTa elSaMIyGu eLGaLIyMu) “Semi’ ve alim sensin.”
Burada semi’ ve alim marife gelmiştir. Alim olan, semi’ olan sensin denmiştir.
Yukarıda “Rabbimiz, bizden kabul et” denmiş ama “dediler” denmemiştir. Çünkü dua demek, fiili yapıp ondan sonra da sözle onun hâsıl olması için dua ederiz. Burada bundan dolayı semi’ ve alim deniyor. Yani, sesimizi sen işitirsin, yaptığımızı da sen bilirsin. İşte yukarıda “kâle” denmemesinin hikmeti budur.
“Kâle ve Feale” denmiş olması gerekir. Bizim dualarımız da böyle olmalıdır. Rabbimiz, marketimizi kabul et diye kavlen ve fiilen dua etmeliyiz. Rabbimiz, ahşap ev projemizi kabul et diye kavlen ve fiilen dua etmeliyiz. Muhasebe için Rabbimize kavlen ve fiilen dua etmeliyiz.
Peki, biz sebepleri işlediğimiz halde sonuç değişir mi? Bir daha duaya ne gerek var? Yanı fiilî dua yetmez mi ki bir de kavlî dua istenmektedir.
a) Dua etmemiz demek, başladığımız bir işten bıkıp bırakmamak demektir. Yani, bize sabır ver, biz bu işin sonunu getirelim demektir. Yoksa fidan dikersiniz ama ona bakmazsınız, fiili duanız kabul edilmemiş olur.
b) İş yaparken bir hata yaparsınız. Dolayısıyla sonuca ulaşamamış olursunuz. Fiili duanız kabul edilmemiş olur. Kavli ve kalbi dualarla hatadan korunmaya çalışırsınız. Dikkatli olursunuz, hataları düzeltirsiniz.
c) Sizin başladığınız işlerin sonuçlanabilmesi için çevrenizdeki insanların sizi desteklemeleri gerekir. Allah onların kalbine sizi desteklemelerini ilham etmezse bir sonuca ulaşamazsınız. Bizim kavli ve kalbi duamızla Allah çevremizin kalplerini bize ısındırır ve biz başarıya ulaşırız.
d) Nihayet kavli ve kalbi dualarınızla Allah sizleri ve çevrenizi öyle yönlendirir ki, sizin işiniz başarıya ulaşır. Mesela, o gün hava iyi gider, işi bitirirsiniz. Yahut fırtına olur, düşmana karşı sis sizi korur.
Bu konu mezheplerde tartışmalıdır. Sünnetullah mıdır, değil midir? Hayır, değişmez ama, nasıl bizim irademizle o kanunlar lehimize çalışırsa, Allah’ın iradesiyle öyle olur. Bunun en açık örneği kelebeğin fırtınayı yönlendirmesidir. Rüzgar soğuk alandan sıcak alana eser ve bulutlar da yüzey gerilimleri ile bir istikamette akar. Bir kelebek bu yüzey gerilimini delerse rüzgar yönünü değiştirip o tarafa doğru akmaya başlar. Böylece kasırga o kelebeğin kanadı nedeniyle bir yerden başka yere yönlendirilmiş olur. Kelebekleri var eden Allah onlara ilham edemez mi? Görevli meleklere bunları yaptıramaz mı?
Ben hayatımda bu tür yardımlara pek çok zamanlarda şahit oldum. Siz de olmuşsunuzdur.
İşte, maddi sebeplerden sonra bir de kavli ve kalbi dualar yapmamız gerekir. Kavli dualar ses titreşimleridir. Fiziki etkileri vardır. Kalbi duaların elektromanyetik dalgaları vardır, fiziki etkileri vardır.
رَبَّنَا وَاجْعَلْنَا مُسْلِمَيْنِ لَكَ (RabBaNAv VaCGaLNAv MüsLİMayNi LaKa) “Bizi sana müslimeyn yap.”
“Selime Min Şey” demek, bir şeyden selâmette olmak, onun zararından korunmak demektir. “Selime Leke” demek, senin için selamet oldum, sana dokunmayacağım demektir. “Esleme Leke” senin için barıştırdım demektir. Bizi sana barışık kıl demiyor. Bizi sana barışık olmak isteyen kimse yap, sana sorun teşkil etmeyecek çaba içinde olalım demektir. “İslâm” sadece barışık olmak demek değildir. Barışık olmak için çabalamak demektir. İkimizin sana sorun teşkil etmememiz için bizi o şekle sok, öyle birileri yap diye dua etmektedirler.
Yenibosna’da faaliyet gösteren herkes topluluğa sorun teşkil etmeme çabası içinde olmalıdır. Bir olayla karşılaşıldığı zaman ben bu olayda sorun oluyor muyum deyip tevbe etmelidir. Bu nasıl başarılacaktır? Karşı tarafın davranışlarına sabretmek, onunla çekişmemek, eğer bir hak aranacaksa hakemler nezdinde aramaktır.
Harun Özdemir İzmir TV’de Alevi dedelerine program yaptırdı. Onara şunu sordu. Biri birine haksızlık yaparsa ne yapılır? Cevaben; cem heyeti toplanır. Şikayetçi şikayetini beyan eder. Şikayet olunan da kendisini savunur. Sonunda oradaki halk jüridir. Dede sonunda karar verir; şu yapılacaktır. Mesela, hakaret etmişse cezasını ödeyecektir. Kabul ederse sorun biter. Kabul etmezse cemaat onu dışlar, artık o cem evine alınmaz. Onun kurbanı kabul edilmez. Doğum, nikah, ölüm günlerinde cemaat evine gitmez; tâ ki o kişi dedenin verdiği hükmü yerine getire.
İşte, “MÜSLİM” olmak demek, hakem kararlarını kabul etmek demektir. Çıkan her türlü ihtilafları önce sabrederek sorun yapmamak demektir. Ama eğer olay büyükse, hakemlere gidilecek ve hakem kararlarına uymayanlar dışlanacaktır. Hakem kararlarını kabul eden kimse “Müslim”dir.
Buradaki “LEKE” kelimesi hakemlere teslim olmak olarak anlaşılır. Çünkü Allah insanı yeryüzüne halife yapmıştır. Tarafların seçtiği hakemlerin kararlarını Allah ve resulünün kararı olarak kabul etmiştir. Hakemler haksızlık yapmışsa hakemlere gidilebilir. Ama hakem kararları itirazsız uygulanır.
وَمِنْ ذُرِّيَّتِنَا أُمَّةً مُسْلِمَةً لَكَ (Va MiN ÜurRiYaTıNAv ÜmMaTan MüsLiMaTan LaKa)
“Zürriyetimizden de sana Müslim bir ümmet ca’let.”
Burada “zürriyetimizi” demiyorlar, “zürriyetimizden” diyorlar. Çünkü artık öğrenmişlerdir ki Allah sünnetullaha aykırı duaları kabul etmez. Demek ki, dualarımızı yaparken, sünnetullaha aykırı olmayan duaları yapmalıyız. ‘Rabbim, beni öldürme!’ şeklinde yapılan dualar kabul olunmaz. Yahut ‘ben uçayım’ diye yapılan dualar kabul edilmez. “Zürriyetimiz” derken, ikisinin ortak zürriyeti, yani Hazreti İsmail’in zürriyeti için dua edilmiştir. Mekke kenti tesis edilsin ve orada Hazreti İsmail’in zürriyetinden Müslim bir ümmet olsun istenmiştir. Allah bu duayı kabul etmiş ve Mekke Hazreti İsmail’in zürriyetinden olmuştur.
Kur’an’da Meryem’in zürriyetinden bahsedilmekte, “Zürriyetehâ” denmektedir. O halde Hazreti İsmail’in zürriyeti olmak için erkekten gelmiş olmak gerekmez. Kızları da zürriyettir. Mekke’de yerleşmiş Mekkelilerle evlilik yapan çocukları onun zürriyetinden olacaktır. Bir kimse üç çocuk yapsa, bir çocuk yetiştirme dönemi 25 sene olsa, birbirleriyle evlenen toplulukta acaba on nesil sonra kaç torunu olur?
Hazreti İsmail milattan önce 2000’li yıllarda yaşamıştır. Bin senede 40 nesil, dörtbin senede 160 nesil geçmiş bulunmaktadır. 3^160 kadar torun olmuş olacaktır. 2*10^76 etmektedir. Bir milyar^10 milyar 10 üzeri 10 dur. Dünya nüfusunun 7 defa milyar çarpımı kadar edecektir.
Sonuç; Mekke’de yaşayan herkes Hazreti İsmail’in zürriyetindendir. Tüm insanlık da Hazreti İbrahim’in zürriyetindendir. Çünkü Hz. İbrahim’in çocukları tüm insanlarla evlenmişlerdir. Demek ki, zaman geçince eğer aralarında evlenmeler devam ediyorsa bütün insanlar, 4000 sene önceki ataların torunudur. İleride Mekke’de ulusların ilçeleri oluşunca aralarında evlenmeler olacak ve onların hepsi Kureyş olacaktır.
وَأَرِنَا مَنَاسِكَنَا (VaEaRiNAv MaNASiKaNAv) “Bize menasikimizi göster.”
Kur’an’da dört çeşit dayanışma ortaklıklarından bahsedilmektedir. İlmî dayanışma, şir’a, dinî dayanışma minhac, siyasî dayanışma viche, meslekî dayanışma mensek olarak ele alınır. Mekke’nin menseki olarak da kurban tanımlanır. Mekke insanlığın ekonomi merkezi olacaktır; şöyle ki:
a) Ekonomi çevreleri kademe kademedir. Bucakta üretilip tüketilen mallar vardır. Bunların standartlarını bucak belirler. İlde üretilip tüketilen mallar vardır. Bunların standartlarını il belirler. Ülke içinde üretilip tüketilen mallar vardır. Bunların standartlarını ülke belirler. İnsanlık içinde üretilip tüketilen malların standartlarını İnsanlık meclisi belirler. O meclis de Mekke’de olacaktır.
b) İnsanlık standartlarına uygun üretilmiş tüm mallar Mekke teşhir yerlerinde teşhir edilir. Böylece malları tanıtma merkezi Mekke olur. Orada görülen numune mallar için oradan sipariş verilir ve sipariş alınır. Nakliye doğrudan ülkeler arasında olur.
c) Teknik eğitim burada öğretilir. Standartların öğretilmesi burada yapılır.
d) Nihayet, bazı zaruri gıda maddelerinin toplanıp harmanlandığı ve ambalajlanıp piyasaya sürüldüğü yer de Mekke olacaktır.
Hazreti İbrahim ve Hazreti İsmail bütün bu bilgilerin kendilerine gösterilmesini istemektedir. Bu gösterme nasıl olacaktır? Hacca gelen insanlar mallarını getirip teşhir edeceklerdir. Nasıl yapıldığını ve kullanıldığını anlatmayanların malları teşhir edilmeyecektir. “Teknolojiyi bize öğret” diye dua ediyorlar.
وَتُبْ عَلَيْنَا (VaTuB GaLaYNAv) “Bize tevbe et.”
Türkçede “yuva” kelimesi vardır. Hayvanların evlerinin adıdır. “Ev” kelimesi buradan doğmuştur. “Yavru” kelimesi de yuvalık demektir. Kelime Arapçada “abe” olarak geçmiştir. Kelimenin başında bulunan “Y”ler “T”ye dönüşür. Ticaret böyledir.
“Teven” de “evbe”den dönüşmüştür. Yuvaya dönmek, yuvaya kabul etmek demektir. Yuvadan kaçan ve ayrılan kimsenin tekrar eski yuvasına dönmesi yahut yuvaya alınmasıdır. “İlâ” ile gelirse yuvaya dönmek şeklinde anlaşılır. “Alâ” ile gelirse yuvaya kabul etme şeklinde anlaşır. “Tûbû İlellahi” “Tâbe Aleyhi” şeklinde ifade edilir. Bizi yuvamıza yerleştir demektir.
Allah’ın beytini yaptılar. Ama daha kendi yuvalarını yapmadılar. Bize onu da nasip et demek istiyorlar. Tevbe etmek “ALÂ ile gelirse, ‘bizi barındır, hemşeri yap, vatandaş yap’ demektir.
إِنَّكَ أَنْتَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ(128) (EinNaKa EaNTa elTavVABu elRaXIyMi)
“Tevvab sensin, rahim sensin.”
“Barındıran ve geçindiren sensin” demektir. İnsanları barındırırsın ve onlara iş verip geçindirirsin. “RAHMAN” yaşatan “RAHİM” ise çalıştıran demiştik. Onun yerine geçindiren kelimesinin kullanılması daha uygundur. Çıplak olarak bir yerde bırakılan bu insanlar oradaki yaşama imkanları için dua etmektedirler. Bu dualar yalnız kavlî ve kalbî değil, aynı zamanda fiilî dualardır. Bu dualar aynı zamanda taahhütlerdir.
***
رَبَّنَا وَابْعَثْ فِيهِمْ رَسُولًا مِنْهُمْ (RabBaNAv Va ıBGaÇ FIyHıM RaSUvLan MiNHuM)
“Rabbimiz, onların içine kendilerinden bir resul irsal et.”
“Rabbimiz” kelimesi tekerrür ediyor. “Ve”ler sonra konuyor. Çünkü atıf Rabb’e değil cümleleredir. Aynı Rabb’a hitap edildiği için harfi atıf gelmemiştir.
“Ba’set” denmiş, “irsal et” denmemiştir. Kendi içlerinden çıkar anlamındadır. Gelecek resul onlara değil, tüm insanlığa resul olacak, ama onların içinden çıkacaktır.
“Resul” nekiredir, çünkü onlar tarafından bilinmemektedir. Böylece Kur’an’ın kendisine nâzil olduğu resul Kabe’nin temeli atılırken belirlenmiştir. Bunlar hikâye değildir. Tevrat’ta anlatılmış, Hazreti İsmail’den bahsedilmiş, ondan da büyük millet yapılacağı bildirilmiş…
Mekke’ye “faran” denmektedir. Zemzem kuyusuna “şıba kuyusu” denmektedir. Aradan 2500 sene geçiyor ve Kur’an gibi bir kitap ile Hazreti Muhammed aleyhisselâm ortaya çıkıyor. Demek ki her şey planla yürümektedir. Tevrat Hazreti Muhammed’den haber vermiştir. Hâlen ‘Mukaddes Kitap’ olarak basılı kitabı alıp Tekvin’in onbirinci bâbından yirmidördüncü bâba Hazreti İbrahim anlatılırken; Hazreti İsmail, Hazreti İshak ve Katura’dan olup doğuya giden Hazreti İbrahim’in dört oğlundan bahsedilmektedir. Bugün dünyayı bunların getirdiği uygarlıklar işgal etmiştir. Tevrat söylüyor, Kur’an teyit ediyor. Ama hâlâ doğru dürüst tarih yazılmıyor ve okunmuyor. Yirminci yüzyılın kazıları bütün bunları bir bir teyit ediyor.
يَتْلُو عَلَيْهِمْ آيَاتِك (YaTLUv GaLaYHıM EaYATıKa)
“Onlar senin âyetlerini tilâvet etsin.”
Âyetler Allah’ın kanunlarıdır, sünnetidir, O’nun varlığını ve birliğini gösteren delillerdir.
Hazreti Muhammed aleyhisselâma sadece dinî hükümleri içeren kitapla gelmemiştir. Kur’an aynı zamanda doğa ve sosyal kanunları da onlar kadar anlatan kitaptır.
Kur’an’da fıkhî hükümlere delillik teşkil eden âyetler kadar, hattâ onlardan daha fazla, tabiî ve sosyal kanunlardan bahsetmektedir. “Âyetleri onlara aktarsın” diyor, “beyan etsin” demiyor. Çünkü söylediği sözlerin mânâsı bindörtyüz yıl sonra anlaşılır hâle gelecektir. Yirminci yüzyıl, Hazreti Muhammed’in aktardığı âyetlerin açıklanması olmuştur. Bu husus Hazreti İbrahim’e bildirilmiştir. Çünkü müsbet ilimle İslâmiyet’i yorumlama metodunu başlatan Hazreti İbrahim olmuştur.
Âyetleri aktarmak başka, âyetlerdeki beyyinâtı anlatmak başkadır. Kur’an kâinatın genişlediğini söyler ama ispatını insanlara bırakır. Kur’an bunun için elbette bir fizik kitabı değildir ama, fizikteki sonuçları vererek insanları onu bulmaya gönderir. “Bu odada bir hazine var” derse, siz arayıp bulursanız, size yardımcı olmuş olur.
وَيُعَلِّمُهُمْ الْكِتَابَ (Va YuGalLiHiMu eLKiTABa) “Ve onlar kitabı tâlim edecektir.”
Kur’an önce âyettir, yani onun ilâhi sözler ihtiva ettiğini gösteren kanıtlara sahiptir. Harflerin dizilişi onun en kesin mucizesidir. Yani, biz önce onun mucizesini görür, sonra onu kitap kabul ederiz. Nasıl peygamberler önce mucize gösterip sonra peygamberliklerinin kabulünü isterlerse, Kur’an da öyledir. Önce kendi mucizesini gösterir, sonra onun kabulünü ister. Onun için önce âyetlerin tilâvetini söylemekte, sonra da “Kitab”ı anlatmaktadır. “Kitap” hükümleri içeren metindir, hükümlerin illetlerini ortaya koyar.
وَالْحِكْمَةَ (Va eLXiKMaTa) “Ve hikmeti tâlim edecektir.”
“HİKMET” demek, fiillerin doğuracağı yararlardır. Abdestin illeti tathir etmesidir. Tathirin hikmeti ise sağlıktır. Kur’an önce kendisinin ilâhi kitap olduğunu gösterir, onu kanıtlar. Sonra fiillerin illetlerini ve hükümlerini ortaya koyar. Daha sonra da fillerim hikmetlerini ve yararlarını anlatır. “Oruç tutun ki sıhhat bulasınız” denmektedir. Orucun illeti yılı sağlıklı bir şekilde geçirmiş olmak, hikmeti ise sağlıktır.
وَيُزَكِّيهِمْ (Va YüZakKIyHim) “Ve onları tezkiye edecek bir resul gönder.”
“TEZKİYE” demek, insanları kötülüklerden arındırmadır. Kur’an bunu yapacaktır. Bir arkadaş gibi sizi etkisi altına alır ve sizi kötülüklerden korur, iyiliklere sürükler.
Kur’an’ın bu sürükleyiciliğidir ki bugün birbuçuk milyar insan ona inanmaktadır. Bütün dünya dinlerinde gevşeme olduğu halde, Müslümanlardaki canlılık devan etmekte ve giderek artmaktadır.
إِنَّكَ أَنْتَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ(129) (EinNaKa EaNTa elGaZIyZu elXaKIyMu) “Aziz sensin, hakim sensin.”
“AZİZ” güçlü, söz geçiren demektir. Türkçede kadiri aziz olarak anlamaktadırlar. Oysa kadirde güç değil, ölçülendirme vardır. Ölçülendirme de ancak güçle olur. Ancak kadir demek, her şeyi ölçülü var etmiş ve planlamıştır. Aziz ise söz geçiren güçlü demektir. Tabiî varlıkların direnme güçleri olmadığı için aziz kelimesi şuurlu varlıklara karşı kullanılır.
Burada önemli bir hususa işaret etmektedir. Tarihte olmuş olan bütün olaylar O’nun isteği ve hükmü ile olmuştur. Hazreti İbrahim Peygamberin başlattığı insanlığı tek millet hâline getirme çabası Kur’an’la tamamlanmıştır. Kur’an’ı insanlığa anlattığımız zaman onu reddedecek çok az kimse olacaktır.
***
وَمَنْ يَرْغَبُ (Va MaN YaRĞaBu) “Kim rağbet ederse.”
“RAĞBET” “RAHİME” kelimesi ile akrabadır. Annenin çocuğa ilgi göstermesi gibi ilgi göstermek anlamındadır. Türkçede rağbet etmek, ilgi göstermek ve onu elde etmek için çabalamak demektir.
“AN” ile gelirse aksi anlamını taşır; ilgi göstermemek, uzak durmak anlamındadır. Bu “AN” kelimesi Batı dillerinde de vardır; tropi-antropi gibi. Burada “AN” ile gelmiştir; kim İbrahim milletinden uzak kalır denmektedir. Soru şeklinde yöneltiliyor.
“MEN” Tükçedeki kim anlamındadır. Hem şart, hem sıla, hem soru olarak anlam taşır. “Raeytü Men Câenî” bana gelen kimseyi gördüm dediğimizde sıla olarak kullanılır. “Man Câenî Fekad Faraha” bana kim gelirse ferahlamıştır derken şart olur. “Men Câenî” bana kim geldi dediğimizde soru olur. Burada soru olarak gelmiştir. İnkâr sorusudur, yani, bunu kimse yapmaz. İbrahim milletinden olmak, akıllı olmak demektir.
عَنْ مِلَّةِ إِبْرَاهِيمَ (GaN MilLaTi İBRAHİyMa) “İbrahim milletinden kim uzaklaşır?”
İnsanlık tıpkı çocuk gibi eğitilerek rüşt çağına ulaştırılmıştır. Bu eğitim bundan 5000 yıl önce Nuh Peygamber zamanında başlamış ve günümüzde 7 yaşına girmiş insan gibi olmuştur. 10 yaşında Hazreti İbrahim gelmiştir. İnsanlık bugün 15 yaşına girmektedir. Çağımız insanlığın büluğ çağıdır.
“MİLLET” çuvalı doldurup üzeri çuvaldızla dikilen torbadır. Millet; ocak, bucak, il ve ülke sıralamasında insanlık olarak son en büyük örgüttür. Torbanın içine ulusların torbaları konmuştur. Ulusların torbaları içine illerin torbaları, onların içine bucaklar, onların içine ocaklar ve onların içine kişiler yerleştirilmiştir. Ne var ki kişiler bu torbalardan çıkıp girebilmekte ama insanlığın dışına çıktıklarında boşlukta kalmaktadır. O halde “insanlık” dediğimiz zaman, birleşmiş milletler camiasında olsun olmasın herkes dahildir.
“Millet” dediğimiz zaman, birleşmiş milletler camiası üyesi olan kişiler kastedilmektedir. İbrahim milleti ile nâs arasında bu fark vardır.
O halde “Adil Düzen”in istediği Birleşmiş Milletler’in demokratikleştirilmesidir, yoksa Birleşmiş Milletler’e karşı olmak değildir. Neler değişecektir
1- Birleşmiş Milletler’in merkezi Mekke’ye taşınacak, orası bağımsız kent olacaktır. Bütün insanlar oraya vizesiz girip çıkacaklardır. Burasını dünya devletlerinin ilim adamlarından oluşan meclislerin ilmî şurâ üyeleri olarak gönderdiği ilim adamları yöneteceklerdir. Uygarlaşma buradan gerçekleştirilecektir. Silahlı gücü olmayacaktır.
2- Bu Mekke kentine bağlı kıta merkezlerindeki kentler olacaktır. Buralarda araştırma yapılacaktır. Avrupa Birliği benzeri değil, Avrupa topluluğu benzeri kuruluşlar olacaktır.
3- Birleşmiş Milletler’in aldığı kararlar ülkeleri kendi iç işlerinde bağlayıcı olmayacak, sadece uluslararası ilişkilerde ve ortak işlerde geçerli olacaktır.
4- Kararlar ekseriyetle değil, ma’şerî karar usulleri ile alınacaktır. Ma’şerî kararların nasıl alınacağı “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nda anlatılmıştır.
Yerinden yönetim ilkesi içinde bir Birleşmiş Milletler olacak, askeri birliği olmayacaktır; çünkü insanlık birliğidir, İbrahim milletidir.
إِلَّا مَنْ سَفِهَ نَفْسَهُ (EilLAv MaN SaFiHa NaFSaHUv)
“Nefsine safh edenden başkası İbrahim milletinden uzak durmaz.”
İbrahim milletine katılmayan kimseler kendi hallerine bırakılacak ve sefihlere tatbik edilecek hükümler uygulanacaktır. Sefihlere babalarından kendilerine intikal eden mallar verilmez ama kendi kazandıkları mallar kendilerine ait olur.
“SEFİH” “SAFH” kelimesi ile akrabadır. Hayvanı kestiğiniz yere dökülen kandır. Saçıp savuran demektir. Birleşmiş Milletler’e katılmayan devletlere bir yaptırım uygulanmaz, ancak Birleşmiş Milletler’in hizmetlerinden yararlanamazlar. Bu devlet içinde iller için de geçerlidir. İl içinde bucaklar için geçerlidir. Hattâ bucak içinde ocaklar ve kişiler için de geçerlidir. Bize zarar vermeyene biz dokunmayız, sadece onlara olan desteğimizi keseriz. Çünkü bizde yalnız savunma zorlaması vardır.
وَلَقَدْ اصْطَفَيْنَاهُ فِي الدُّنْيَا (Va LaQaD iSOaFaYNAvHUv FIy elDuNYAy)
“Onu dünyada istafa ettik.”
Onu dünyada arındırdık, saflaştırdık; yani, kötülükten ve çirkinlikten koruduk. İnsanlığa örnek olsun diye ona kötülükler işletmedik. Onun neslini insanlığı tek uygarlığa götürmek için görevlendirdik.
Aramızdan birinin arındırılması bize zarar değildir. Tam tersine aramızda böyle birinin bulunması bize rahmettir. Bugün insanlık tek uygarlığa gidiyorsa bundan Hazreti İbrahim’in kendisi değil, biz yararlanıyoruz.
وَإِنَّهُ فِي الْآخِرَةِ لَمِنْ الصَّالِحِينَ(130) (Va EinNaHUv FIy eLEAPiRaTi LaMiNa elÖaLiXIyNa)
“Âhirette de o salihlerdendir.”
Yani, bu dünyada onu arındırdık. Dolayısıyla onun günah işlemekten önlenmiş olması onun sevabında bir eksiklik yapmayacaktır. Bu Allah’ın onlara in’âmı olacaktır.
“Âhirette de salihlerden olacaktır” demesi, âhirette de salih amel olacağı anlaşılmaktadır. Orada topluluklar olacaktır. Orada günah işlenmeyecek, ceza uygulaması olmayacaktır. Ama orada sevap işlenecek ve insanların dereceleri yükselecektir.
“Âhirette de salihlerden olacaktır” ifadesi, âhiret hayatı hakkında büyük açıklık getirmektedir.
***
إِذْ قَالَ لَهُ رَبُّهُ أَسْلِمْ (EiÜ QAvLa LaHUv RabBuHUv EaSLiM) “Rabbi ona İslâm ol demişti.”
“İslâm ol” ne demek? Hakk’ın selâmeti içinde yaşa demektir. Allah ne hüküm koymuşsa ona teslim olmak demektir. Kur’an bize hicreti emrediyor, düşmanın eline geçen topraklarda direnin emri verilmiyor.
Hamas denen gruba ‘Orada savaşmayın, hicret edin’ dediğimiz zaman, cevap olarak ‘Oraları İsraillilere mi bırakalım?’ diyorlar. Orası senin mi ki? Orası Allah’ın değil mi? Sen bırakmıyorsun. Lozan’da bırakılmış. Biz İstiklâl Savaşı’nı İstanbul’dan değil, Erzurum’dan başlattığımız çıkışla başardık.
“Müslim olmak” demek, şeriata teslim olmak demektir. Biz Kur’an’dan hükümler getiriyoruz, müsbet ilimlerle açıklıyoruz. Onlar ise bize şovenist duygularla cevap veriyorlar.
قَالَ أَسْلَمْتُ لِرَبِّ الْعَالَمِينَ(131) (QAvLa EaSLaMTu Li RabBi eLGALaMIyNa)
“Âlemlerin Rabbine İslâm ettim diyor.”
Bakınız, Müslümanların Rabbine, Türklerin Rabbine değil, “Âlemlerin Rabbine teslim oldum diyor.”
Önce Filistinlileri oradan çekeceğiz, savaş duracak. Birleşmiş Milletler girecek, kan duracak. Kur’an bunu açıkça ifade ediyor; mütareke istedikleri zaman kabul edin, korkmayın diyor. Sonra oturup tarafların hakemler göndermesini isteyeceğiz. Kim haklı ise ona göre karar verilecek, sonra hakem kararlarını dinlemeyenlere karşı savaşacağız. Ben İsrail oğullarının hakemliğini kabul ederim.
Yeryüzü insanlığındır. İsrail oğullarının da topraklarının olması gerekir. Arapların haddinden fazla toprakları vardır, vermelidirler. İsrail oğullarının elinde de sermaye vardır, onlar da bunun fazlasını Araplara vermelidirler. Bu para ile Sina Yarımadası’nda bir devlet kuralım. Böylece hem Filistinlilere, hem de dünyada zulme uğramış durumda olanlara vatan bulmuş oluruz…
Bu şekilde “Âlemlerin Rabbine teslim olarak” insanlığın barışı için çalışırız.
Sokaklara dökülüp İsrail’i lânetleyeceğimize, Sina barış devletini kurmak için faaliyet göstermeliyiz. Sadece bizim Rabbimize değil, Hazreti İbrahim gibi âlemlerin Rabbine teslim olmalıyız.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-376 ADİL DÜZEN DERSLERİ-206 İstanbul, 30 Eylül 2006
AKP’NİN “ZÜĞÜRT TESELLİSİ” NEDİR?
Ak Parti iktidarı; ‘borç artıyor ama, millî hâsıladaki payı azalıyor, dolayısıyla iyi yoldayız!’ diyor. Bu ifade, Anadolu tabiriyle tam bir ‘züğürt tesellisi’dir.
a) Bir memlekette kriz olur… Üretim durur… Halk borçla geçinmeye başlar... Her şey pahalanır... Mâli ekonomide millî hâsıla artar ama, reel ekonomide azalma olur... Millî hâsıladaki artışta üretimin miktarları arasındaki artış esas alınmalıdır. Mallara tüketim miktarları baz alınarak bir puan verilmelidir. Reel millî hâsıla hesaplanmalıdır. Cari fiyatlarla artan miktar değerlendikten ve dışarıya ödenmesi gereken faiz düşüldükten sonra, artan varsa millî hâsılada artış olur. Yoksa borç alırsın. Üretimi yüksek fiyatlarla değerlendirirsin. Borç yükünü millî hâsıladan daha aşağı yapabilirsin.
b) Bir ülke ilkel ekonomiden uygar ekonomiye geçerken görünürde millî hâsıla artmış olur. Oysa gerçekte artan bir şey yoktur. Eskiden köylü mısır ekiyor ve onu tüketiyordu. Mısırı satmadığı için millî hâsılada yeri olmuyordu. Dışarıdan borç alırsın, fındığa para verirsin, halk mısır ekmeyi bırakır, fındık eker, millî hâsılada artış görünür. Oysa bu millî hâsılada artış değil, sadece halkın elinden sermayeye sömürüsüne geçirmedir.
c) Millî hâsıla tüketimle artmaz, üretimle artar. Öğretmenlerin maaşlarını yükseltirsin, eğitim sektöründeki millî hâsılada artış görünür. Oysa aynı öğretmenler aynı öğrencilere hizmet vermiştir. Hâsılada hiçbir artış yoktur.
d) Millî hâsılada gerçekten artış olmuşsa, onunla borçlar ödenmeli ve borç yükü miktar olarak düşmelidir. Bir ülkede borç çoğalıyorsa, bunun iki sebebi olur. Ya millî hâsılada gerçekten düşüş vardır ya da halkta tasarruf meyli artmıştır. Millî hâsıla artmış ama millî tüketim daha çok artmıştır. Dolayısıyla dış borç açık vermiştir. Hangi yönden bakarsanız bakın, israf artmışsa ulus için kötüdür, millî hâsıla artmamışsa yine kötüdür.
Borç artması bazen şöyle yararlıdır.
a) Bir ulus savaşa girmiştir. Düşmanı yenmek için borç bulabilmektedir. Savaşı kazanmak için borcunuzu artırabilirsiniz. Nitekim İstiklâl Savaşı’nda biz Sovyetler’den böyle bir destek aldık.
b) Ülkede açık emek olur, ham madde de bulunur ama makine ve tesisat olmaz. Dışarıdan borç alırsınız, onunla fabrikalar kurarsınız, sonra üretir ve borcunuzu ödersiniz. Fabrikalar da size kalır. 1950’lerdeki borçlanmalar böyle idi. O günkü borçlar Türkiye’yi tarım döneminden sanayi dönemine geçirmiştir. Şimdi ise tam tersine fabrikalar boş duruyor, çalışmıyor. Fabrikalar kendi borçlarını ödemeden harap olmuş veya eskimiştir. Bazı fabrikaları yeniliyoruz ama yine de üretim yok; sadece borcumuz artıyor. Önce mevcut fabrikaları harekete geçirerek tam istihdamı sağlarsak, sonra yenilemeyi düşünürüz.
c) Ülkede zelzele gibi, yangın gibi doğal âfetlerle karşılaşırız. Borç alır, sonra öderiz.
d) Faizsiz olarak da dış sermaye ülkeye gelebilir. Bunun için peşin ödeme yaparak siparişler verebilir. Böylece biz üretiriz, onlar da yararlanırlar. Türkiye’de kurulan fabrikalara ortak olurlar. Oradaki üretimden kira paylarını alırlar. Karşılıklı kredileşme yapabiliriz. Biz onlara Türk Lirası veririz. Onlar da bize kendi paralarını verirler. Yahut, biz gider orada çalışırız ve makineyi alır geliriz. Bunların hiçbirisi borcu artırmaz.
Son olarak şunu söyleyebiliriz ki, millî hâsıladaki artış faiz getirmiyor. Dış borç ise faiz getiriyor. Eğer borç faizsiz olsa bu tür hesaplar yapılabilir. Ama faizli borçlar konusunda, faizsiz duran varlıklarla kıyas yapılarak hesap yapılamaz.
Hâsılı, borç yükünün millî hâsılaya oranla açıklaması züğürt tesellisinden başka bir şey değildir. Konuyu temelden kavrayabilmemiz için formül nedir?
Allah İsrail oğullarını seçmiş, onlara vaatlerde bulunmuş. İnsanları onlar yönetecekler. Bu yalnız Tevrat’ta yazılı değildir. Kur’an’da da böyledir. Beşyüz senedir dünya sanayileşiyor. Sanayileşince reel ekonomi kadar finans ekonomisi de etkin olmaya başlıyor. Sonunda finans ekonomisi reel ekonomiyi esir ediyor. Bu da finans ekonomisi bilgileri ile dünyaya hakim olan İsrail oğullarını ekonomi bakımından, dolayısıyla siyasi bakımdan da hakim kılıyor.
Yahudi sermayesinde önemli dört gelişme olmuştur.
a) Yahudi sermayesi diğer bütün sermayeleri yenmiş ve hakim olmuştur.
b) Yahudi sermayesi kendi içinde tekelleşmeye gitmiştir. İkiyüz kadar ailenin tekeline geçmiştir.
c) Yahudi sermayesi siyasi üstünlük de sağlamış, dünya ordularını emrine almıştır.
d) Yahudi sermayesi son beşyüz yılın tarihini yazmıştır. Sanayi devrimi onun sayesinde mümkün olmuş, demokratik düzen de o sermaye sayesinde gelmiştir.
Şimdi bu sermayenin bir hedefi vardır; dünyayı tek sermaye devleti hâline dönüştürmek. Bunun için şu yolu takip etmektedir.
1) Karşılıksız kâğıt parayı dünyaya para olarak kabul ettirmiştir. Şimdi IMF aracılığı ile bu paranın kendi tekeline geçmesi için çalışmaktadır.
2) Karşılıksız parayı insanlara borç verecektir. Herkes onun borçlusu olarak ona faiz ödeyecektir. Böylece elde ettiği gücü ile dünyanın ordularını emrine alacak ve dünyayı tek sermaye devleti olarak idare edecektir. Hedefi budur. Vergi yerine insanlardan faiz alacak ve faizi insanlık için, kamu için harcayacaktır.
3) Bunu başarması için ülkelerin millî hâsılalarının üçte biri kadar borçla borçlandıracak, yüzde15 civarında da faiz alacaktır. 15/100*2/3=%10 eder. Demek ki bu yolla insanlıktan yüzde ??? brüt hâsıladan vergi almış olacaktır.
4) Kendisine gerektiği kadar mal araçları para ile satın alacaktır. Eğer para fazla gelirse, o zaman faizi düşürecek ve borç yükünü yükseltecektir. Bu uygulama dünyada enflasyona sebep olacak ama millî hâsıladaki payı değişmeyecektir.
Şimdi Yahudi sermayesinin bu işi başardığını düşünelim. Yani ülkemizde;
a) Çalışmak isteyen herkesin diğer insanlara denk bir ücretle her zaman işi vardır.
b) Çalışamayanların veya çalışmak istemeyen herkesin yeryüzündeki kira payından dolayı aşı vardır.
c) Herkes evlenebiliyor ve en az üç çocuk yapabiliyor.
d) Herkes istediği eğitimi alabiliyor, imtihandaki başarısına göre kendisine ücret ve kredi baremi takdir ediliyor.
Bunun dışında:
a) Yeryüzünde güven sağlanmış, insanlar terör ve savaş belasından kurtulmuş.
b) Yeryüzündeki nizalar savaşla değil, hakemlerden oluşan tarafsız, bağımsız, saygın ve etkin yargı sistemi ile gecikmeden çözülüyor.
c) Yeryüzü imar edilmiş; haberleşme ve ulaşım gibi sorunlar çözülmeye devam ediyor.
d) Ayrıca, artan nüfusa doğum kontrolü haplarıyla mâni olunmuyor, ilmî buluşlarla yeni işyerleri açarak uygarlaşma sağlanıyor. Bunun için önce dünyadaki karalar tam ekilir hâle getirilir. Yeryüzü sera şekline sokulur. Sonra deniz tarımına ve deniz kentlerine geçilir. Sonra gezegenlerde tarım yapılır. Daha sonra uzayda hidrojen enerjisinden yararlanılarak yaşanır hâle gelir. Sermaye birikimini öyle değerlendirir ki, artık doğum kontrolüne veya savaşlara gerek kalmaz.
İşte böyle bir düzen “Adil Düzen”dir. Bunu Yahudi sermayesi yapabilir. Biz de hâsılanın onda birini seve seve ona veririz. “Adil Düzen”de de buna benzer bir pay alınacaktır. İnsanlığa ancak o takdirde hizmet edilebilir.
“Adil Düzen”de petrol, atom, ulaşım gibi mega işletmelere genel hizmeti insanlık verecektir. Buradaki kamu payını o alacak, o da kendi hizmetlerini yapacaktır.
Bizim için “Adil Düzen”in kurulması önemlidir. Kimin kurduğu önemli değildir. Kur’an ve müsbet ilmin kesin verileri ile biliyoruz ki, faizli sistemde bu denge kurulamaz. Bu denge ancak “Adil Düzen”de kurulur. Maddi gücünü Yahudi sermayesi ortaya koysun, biz de hukuk düzenini ortaya koyalım, insanlığı bir an önce III. bin yıl uygarlığına doğru götürelim. Yoksa, AKP’lileri borç yükü safsatası ile kandırabilirsiniz ama Allah’ı kandıramazsınız, yani insanları kandıramazsınız.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-376 ADİL DÜZEN DERSLERİ-206 İstanbul, 30 Eylül 2006
“ZALİM DÜZEN”DEN “ADİL DÜZEN”E…
Topluluklar ikiye ayrılır; “sınıfsız refah ülkeleri” ve “sınıflı zulüm ülkeleri”.
1. Refah ülkelerinde orta halli insanlar çoktur. Çok zengin olanları vardır ama tekel oluşturmamışlardır. Çok yoksul olanlar da vardır ama, sefalet durumunda değildirler. Geçim sıkıntısı çekmemektedirler. Herkes devamlı yarıştadır. Öyle bir düzen ki, orada eleme yoktur. En geride olan biri her zaman en öne geçebilir.
2. Zulüm ülkelerinde ise iki tabaka vardır. Zenginler tabakası sefahat içinde yüzerken, diğerleri yani halkın çoğunluğu sefalet içinde kıvranmaktadır. Orta tabaka hemen hemen hiç yoktur. Sınıflaşma meydana gelmiştir. Yoksul tabakadan zenginler tabakasına geçmek imkansızdır. Zenginler tabakasında da yarışlar devam eder ve sayıları gittikçe azalır. Sonunda mutlak tekele varır ve sistem çöker.
Önce “Adil Düzen” ile teessüs eden refah düzeninde insanların durumlarını ve ruh hallerini açıklamaya çalışalım.
a) Refah ülkesinde insanlar sürekli olarak rekabet içindedirler. Dolayısıyla hiç kimse kendisinden emin değildir. Artık bana bir şey olamaz demez. En yüksek tabakada olan da düşmemek için, aşağıya inmemek için çaba sarf etmektedir. Hiç kimse ümitsiz de değildir. Çalışanların nasıl başarılı olduklarını gördüğü için o da en yoksul olsa bile, ümitlidir ve çaba sarf etmektedir. Yani, herkes havf ile reca içindedir.
b) Refah ülkesinde insanlar yaşadıkları günlerinin sorunlarını çözmüşlerdir. Kimsenin sağlık sorunu, geçim sorunu, iş ve aş sorunu yoktur. Bunları düzen çözmüştür. Refah ülkesinde insanlar geleceklerini düşünmektedir. Kendilerinin ve çocuklarının gelecekte nasıl daha iyi seviyeye ulaşabilecekleri konusunda çaba sarf etmektedirler. Günün sorunlarını geçmişte çözdükleri için geleceğe vakit ayırabilmektedirler.
c) Refah ülkesinin çocukları şunu bilmektedirler. Birkaç nesil sonra ülkenin çoğu kendi torunları olacaktır. O halde, bu ülkedeki insanlar geleceği düşündükleri zaman, yalnız kendi çocuklarını değil, tüm ülkeyi düşünür; dolayısıyla yalnız kendisinin sorunlarını çözmeyi değil, tüm topluluğun sorunlarını çözmeyi düşünür. Benim olsun değil, bizler içinde benim olsun diye düşünür. Topluluğun ve insanlığın saadeti ile birlikte kendisi de mesut olur.
d) Refah ülkesinde insanlar arasında çıkar çatışması değil, çıkar dayanışması vardır. Başkalarının zararı ile kendisinin kazanmasını istemez. Böyle bir kazanç faizdir. Başkalarıyla dayanışma içinde, çıkar beraberliği içinde kazanmaya çalışır.
Zulüm düzeninde insanlar üçe ayrılırlar. Bunların çok azı Allah’a inanmaktadır. Bu düzende kısa zaman sonra sonlarının geleceğini bilmektedirler. Allah onları zulmün çarkından korumak için sıkıntı içinde yaşatır. Onlar bu sıkıntı hâlini kendileri için Allah’ın bir nimeti bilir ve şükrederler.
a) Allah onları maddî sıkıntılar içinde bırakır ve sabırlarını dener.
b) Allah onları makam ve mevkiden uzak tutar, böylece zalim değil de mazlum olmalarını sağlayarak korur ve imtihan eder.
c) Halk onları içten içe sever ama korkularından dolayı onlardan uzak kalır, böylece tecrit edilmiş olurlar. Onlar Allah’a inandıkları için bu tecritten rahatsız olmazlar.
d) Allah onlara ilim verir, geçmişi ve geleceği görürler. Böylece gayba ilimleri ile iman ederler. Ne var ki, çevre onların ilmine önem vermez, halk arasında ilimlerinin değeri olmaz. Ama onlar kendilerine ve ilimlerine güvenmekte, bu sayede de zorluk günlerini atlatabilmektedirler.
Zulüm düzenindeki zenginlere gelince:-
a) Onlar o düzende başarıya ulaşmışlar, zengin olmuşlardır. Bürokratik veya siyasi makamları yükselmiştir. Bir cemaatin şeyhi olmuşlardır. Yahut içi boş, işe yaramayan, göstermelik çarşaf kadar diplomaları vardır; ilimleri yoktur ama ünvanları vardır. Bunların içindeki herkes zalim değildir. Ama kendilerini yavaş yavaş zulmün olmadığına inandırırlar. Bir de bakarsınız ki, artık zulüm düzenini savunmakta ama kendilerini zalim olmadıklarına inandırmaktadırlar! Çünkü kendilerinin karınları doyuyor, işleri yürüyor, toplulukta saygı görüyorlar. Herhangi bir gücün zulmünden emindirler. Çünkü onlar artık onlarla beraber olmuşlardır.
b) Bunların başka bakımdan da gözleri kör olmuştur. Bugünkü genişliklerinin sürüp gideceğini ve hep böyle kalacaklarını zannederler. Oysa onları büyük bir tehlike beklemektedir. Kişiler âhirette bu zulmün çarkında eriyip gittikleri için hesaplarını zor verecekler, toplulukları da bu dünyada hiç beklemedikleri bir günde tepetaklak olacaktır.
c) Bunlar kendilerini üst sınıf olarak görürler. Kendilerinin iyi insan olmalarından dolayı o seviye ve genişliğe ulaştıklarını zannederler. Zulüm çarkına katılmayan Adil Düzene inananları küçük görmeye ve onlardan uzaklaşmaya çalışırlar. Bir zamanlar aynı yollarda yürüdüklerini unuturlar. Gaflet ve dalâlet, hattâ hıyanet içinde zalimler ile işbirliği içinde olurlar. Zalimler her zaman zalimdir, ama bunlar zulüm düzeninde zalimdir.
d) Bunların içinde zulüm düzeninin varlığını kabul edenler de vardır. Hattâ kısmen kendilerine de -başörtüsü meselesinde olduğu gibi- zulüm yapılmaktadır. Ama bunlar artık bu sorunun çözülemeyeceği, zalimlere karşı gelinemeyeceği görüşüne varmışlar ve Allah’ı unutmuş olarak zalimlere teslim olmuşlar; kendilerini de “Adil Düzen”den uzak tutarak koruyacaklarını sanmaktadırlar.
Zalim düzende başarısız olan ezilenler ise eğer adil düzenci değilseler:-
a) Zülüm düzenine teslim olmuşlar, kurtuluşu zalimlerin himayesinde aramaya başlamışlardır. Parti değiştirerek zulümden kurtulacaklarını zannedenler vardır. Oysa, zalim düzende iktidar olan partiler, zalimlerle işbirliği yapan partilerdir. Adil Düzen taraftarlarının hiçbir zaman iktidar olamayacaklarını sanırlar.
b) Zalimlerin destekçisi olarak hayatlarını sürdürmeye çalışırlar. Böylece kendilerine yapılacak zulmü başkalarına yaparak kendilerini korumaya çalışırlar. Sömürü sermayesi bundan yararlanmak istemektedir. Mesela, zalim sömürü sermayesi Irak ile İran’ı sekiz sene savaştırdı; Irak böylece geçici olarak zalimlerin zulmünden güya kendisini korudu ama, sonunda ne oldu?..
c) Mazlumlar günün derdine o kadar düşmüşlerdir ki, ileride olacakları düşünecek halleri ve zamanları yoktur. Borçlanıp tüketirler ama borçlarını nasıl ödeyeceklerini düşünmezler. Sömürü sermayesi dünyayı kendisine borçlandırmak istemektedir. Herkes borçlu olarak onun uşağı olacaktır. Dünyayı böyle yöneteceğini sanmaktadır. Halk da artık böyle yaşamaya kendisini alıştırmaktadır.
d) Zulüm düzeninde adil düzene inananların dışında Allah’a gerçekten inananlar yoktur. Diğerlerine göre Tanrı güçlü, parası ve ordusu olan kimselerdir. Halk onlara tapar, onlar da kendilerine taptırırlar. Dikta rejimleri işte böyle ortaya çıkar.
Şaşılacak şey, bunlar namaz eksiltmeksizin kılarlar ama lâiktirler. Namazdan ayrıldıktan sonra Allah’ın varlığını unuturlar; yahut Allah’ın dünya işlerini karışmadığını veya -haşa- zalimlere mağlup olduğunu zannederler.
Bunlar kimlerdir? Bunlar Kur’an’ı mealleri ile tefsirleri ile okumayan kimselerdir.
Bu zulüm döneminde insanların kurtuluşu Kur’an’ı usulüne göre okumaktır. Bunun için;-
a) Kur’an değişik tercüme ve tefsirlerle okunmalıdır.
b) Kur’an’ı okuyanlar kendileri düşünecek ve kendileri yorumlayacaklardır. Başkalarının yorumuyla değil, kendi yorumlarıyla uygulayacaklardır. İçtihat budur.
c) Kur’an bir tarih kitabıdır, geçmişteki hikâyeler günümüzü yorumlamak içindir. Kur’an bugün bize, daha doğrusu bana nâzil olmuştur diyerek okunmalıdır.
d) Kur’an insanların âhiretlerini kurtarmak için gelmiştir. Ama o âhireti bu dünyada kurtaracaklardır. Dolayısıyla âhiret için âyetlerden şimdi bu dünyada ne yapabileceğimizi anlamaya çalışmamız lazım. Çünkü biz şimdi ne geçmişi yaşatabiliriz, ne de geleceği getirebiliriz. İncil’de Hazreti İsa ‘günün derdi güne yeter’ diyor. Bütün derdimiz, bugün ne yapmamız gerektiğini tesbit edip ona göre yaşamaktır. Sabah yakındır...
Millî şairimiz Mehmet Âkif Ersoy’un dediği gibi;
“Doğacaktır sana vaadettiği günler Hakk’ın,
Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın.”
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL