1967...1968...1969....AKEVLER 40 YILDIR ÇALIŞIYOR....2004...2005...2006
GELECEĞİN II. KUR’AN - V. İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ... BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
ADİL DÜZEN 377
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 07 Ekim 2006 Fiyatı: www.akevler.org veya www.adilduzen.com’a tıklamak!
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 377. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Hedefimiz; “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, Reşat EROL
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ
“ADİL DÜZEN”DE HERKESE EV
PAPA’NIN KONUŞMASI VE DEĞERLENDİRMEMİZ
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 39. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
وَوَصَّى بِهَا إِبْرَاهِيمُ بَنِيهِ وَيَعْقُوبُ يَابَنِيَّ إِنَّ اللَّهَ اصْطَفَى لَكُمْ الدِّينَ فَلَا تَمُوتُنَّ إِلَّا وَأَنْتُمْ مُسْلِمُونَ(132) أَمْ كُنتُمْ شُهَدَاءَ إِذْ حَضَرَ يَعْقُوبَ الْمَوْتُ إِذْ قَالَ لِبَنِيهِ مَا تَعْبُدُونَ مِنْ بَعْدِي قَالُوا نَعْبُدُ إِلَهَكَ وَإِلَهَ آبَائِكَ إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ وَإِسْحَاقَ إِلَهًا وَاحِدًا وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ(133)
تِلْكَ أُمَّةٌ قَدْ خَلَتْ لَهَا مَا كَسَبَتْ وَلَكُمْ مَا كَسَبْتُمْ وَلَا تُسْأَلُونَ عَمَّا كَانُوا يَعْمَلُونََ(134)
وَوَصَّى بِهَا (Va VaöÖAy BiHAv)
“Onunla tavsiye etti.”
“Va” harfi “Kâle Eslemtu”ye atıftır. Yani, teslim oldu ve çocuklarına vasiyet etti.
Kabile hayatı yaşayan topluluklarda kabilenin başkanı kabilenin hem başkanı, hem de nebisidir. Hazreti İbrahim de kendi çocuklarına vasiyet etmektedir. Kur’an’da böyle çocuklarına vasiyet geçmektedir. Çocuklara nasıl mal ve miras bırakılmakta ise, aynı şekilde sosyal yapı da bırakılmakta, kurallar da bırakılmaktadır. Gelenler atalarının mirasını sürdürmekle mükelleftirler. Bugün bu durum kalkmıştır. Çocuklar başka işler edinmekte ve baba ocağı dediğimiz müessese ortadan kalkmaktadır.
Çocuklar baba mesleğini sürdürmelidirler. Böylece meydana gelen birikim çocuklara intikal ederek uygarlık yaşar hâle gelmektedir. Aşiret oluşturmanın bir yararı da budur. Eskiden aile kurumu içinde sorunlar çözülüyordu. Aynı babadan gelenler bir ocak oluşturur ve baba mirasını sürdürürlerdi. Bugün de ocaklar vardır. Ama bu ocaklar artık bir atadan gelenlerin değil, oradan buradan gelip toplananların kurdukları aşiretler olmaktadır. Bugünkü imtihan sistemi ve meslek seçme sistemi bu baba mesleğini sürdürme işini askıya almaktadır. Üniversite imtihanları meslek seçmek için olmalıdır. Üniversiteye giriş için imtihan yapılabilir. Ama mesleği ise kişi kendisi seçmelidir. Baba mesleğini sürdüren hiç olmazsa bir çocuk olmalıdır. Benim dedem hoca imiş. Babam da hoca idi. Ben de İslâmî ilimleri öğrenerek o mesleği sürdürdüm. Ama bende bitiyor. Bunun içindir ki artık miras yoluyla değil de, birleşme yoluyla İslâmî ilimlerin mesleğini sürdürmeye çalışıyoruz.
Buradaki “VASİYET EDİLEN” nedir? Zamir müennestir. Ya bunlarla diye tercüme ederiz; o takdirde yukarıdaki Hazreti İbrahim’in duaları ve konuşmalarını içermiş olur. Ancak böyle bir çoğula “H” zamirinin gitmesi zayıftır. Bu sebeple bu zamiri “Millete İbrahime”nin milletine gönderme en uygunu olacaktır. “Hazreti İbrahim çocuklarına kendi milletini tavsiye etti.” Denmiş olur. Hazreti İsmail’e, Hazreti İshak’a ve doğuya giden dört oğluna İbrahim milletini tavsiye etti. Buradaki vasiyet görevlendirme anlamındadır.
Şimdi size de “Adil Düzen” vasiyet edilmektedir. Onlar kaç kişi idiler? Bugün yeryüzünde onların geliştirdikleri millet vardır. Siz de ‘Biz azız, ne yapacağız?’ demeyeceksiniz. Hazreti İbrahim’in çocukları gibi olacak ve “Adil Düzen”i III. bin yıl içinde hakim kılacaksınız. “Adil Düzen”, İbrahim milletini fiilen yeniden dünyaya geçerli hâle getirmektir. Kur’an İbrahim milletinin dinini kemâle erdirmiştir. Ama, nasıl bu âyet nâzil olduğu zaman kemâle ermemiş, sadece bi’l-kuvve kemâle ermiş idiyse, aynen onun gibi I. Kur’an Uygarlığı kemâle ermiş bir uygarlık değildir. Biz şimdi III. bin yıl uygarlığına adımımızı atmış olacağız…
إِبْرَاهِيمُ بَنِيهِ (EiBRAHIYMu BaNIyHi)
“İbrahim oğullarına vasiyet etmişti.”
Kur’an gelinceye kadar aşiret sisteminin sürdürülmesi soy ile olmakta idi. Hattâ Kur’an gelmekte iken Hazreti Peygamber âkileleri (yani dayanışma ortaklıklarını) soya göre yapmıştı. Hazreti Ömer de Hazreti Peygamber’in ardından “divan” yani “defter” sistemini getirmiştir.
Bugün biz de aynı atadan gelme olarak değil ama isteyerek bir araya geldik ve “Adil Düzen”i tedvin etmeye karar verdik. Bununla beraber çocuklarımız ve torunlarımız da buralarda yer almalıdırlar. Bu da ancak işyerlerimizi kurduğunuz zaman mümkün olacaktır. İstanbul’da 200 kadar market tesis ettiğimiz zaman İstanbul’un ekonomisi bizim elimizde olacaktır. İşte o zaman kendi işyerlerimizi kurmuş olacağız. Artık çocuklarımıza iş aramayacağız, biz iş vereceğiz.
“Adil Düzeni Bilenler” daha önemli işleri yapacaklardır. Kur’an derslerine katılıp takip edenler ve Arapça öğrenenler daha önemli işler yapacaklardır. Bugün insanlar kazandıkları para ile ölçülmektedirler. O zaman geldiğinde ise ilim ve ameli salihle ölçüleceklerdir. Para tanrılıktan azledilecek, bu put da parçalanacaktır.
Bugün heykelleri kırmamıza gerek yoktur, çünkü artık onlara tapan yoktur; zorla taptırılmaktadır. Asıl put ve mabut, karşılığı olmayan sömürü düzeninin aracı olan para olmuştur. Hakiki para ile değiştirdiğimiz zaman para putunu kırmış oluruz. Hakiki para karşılığı olan paradır.
Hazreti İbrahim çocuklarına vasiyet etmiştir. Biz de derslerimize gelen çocuklara vasiyet edeceğiz. Burada kendisini değerlendiren geleceğe bir katkıda bulunur.. Ayrılıp başka yerlerde başarı arayanların başarısı seraptır. Faizli düzendeki başarı, sermaye sömürüsüne hizmet demektir.
وَيَعْقُوبُ (Va YaGQUvBu)
“Yakup da vasiyet etti.”
Burada özellikle “Yakup” zikredildi. Yakup İsrail’in adıdır. Bugün İsrail oğulları dediğimiz kimseler bunlardan oluşmaktadır. Hazreti Yakub’un on iki oğlu olmuş, Hazreti Yusuf’un delâletiyle Mısır’a gitmiş, orada çoğalmış; sonra Hazreti Musa aleyhisselâm zamanında Mısır’dan çıkmış, devletlerini ve uygarlıklarını kurmuşlardır. Hâlen varlar. Şimdi İsrail devletini kurmaya çalışıyorlar.
İsrail, gece yolculuk yapan demektir. Hazreti Yakup Mekke’ye Hazreti İsmail amcasının yanına gitmiş, oradan dönerken bugünkü Kudüs’te gecelemiş, orada bir rüya görmüştür. Bu rüyada orasının mukaddes ve mübarek yer olacağı bildirilmiştir. Rüya çok açık ve nettir. Peygambere vahiy şeklindedir. Ondan sonra Hazreti Yakup İsrail adını da almıştır. Bununla beraber Hazreti Yakup’tan İsrail adı ile bahsetmemektedir.
İsrail, gece yolculuk yapan ve Mısır’dan firar eden halk anlamında da olabilir.
“YAKUB” arkasından gelen demektir. Hazreti İbrahim’in muakkıbı yani takipçisidir. Onun için Yakup adını almış, dedesinin mesleğini sürdürmüştür. Çocukları da vasiyetini dinlemişlerdir. Nitekim bugün de hâlâ dinlemektedirler. Onun için özel olarak onu da zikretmiştir.
Yahudiler seçilmiş kavim olmakla beraber, görevleri İslâm dini içindedir, İbrahim milleti içindedir. Tevrat’ta Hazreti İbrahim’e hitap ederek diyor ki, senin milletin kum taneleri kadar olacak, gökteki yıldızlar kadar olacaktır. Gerçekten bugün onun milleti milyarlarla ölçülüyor, yıldızların sayıları kadar oluyor.
يَابَنِيَّ (YAv BeNiyYa)
“Ey oğullarım.”
“Bina” yapı demektir. Üst üste binen tuğlalar nasıl duvarı ve yapıyı oluşturuyorsa, çocuklar da üst üste binerek uygarlığı oluştururlar. Baba mesleğini sürdürmek böylece tavsiye edilmektedir. Uygarlık yolunda çocuklar babalarının izlerinden yürürlerse, o zaman uygarlık oluşur. Evlenmek bunun için farzdır.
“Adil Düzen”i kimler sürdürecektir? Biz çocuklar yetiştirmeliyiz ki “Adil Düzen” devam etsin.
Hazreti İbrahim’den beri dört bin sene geçmiştir. Onun zürriyeti bu uygarlığı yaşatıyor demektir. Bizim çocuklarımız da bin yıllık uygarlığı kuracaklardır. Bina oluşacaktır. Hazreti İsa evlenmemiştir. Onun özel durumu vardı. Ömrü de kısa olmuştu. Onun dışındaki peygamberler evlenerek, hem de çok evlilik içinde zürriyet yetiştirmişlerdir. Hazret İbrahim ve Hazreti Yakup bunlara misaldir.
إِنَّ اللَّهَ اصْطَفَى لَكُمْ الدِّينَ (Eina EalLAHa iÖOaFGAy LaKUMu elDIyNa)
“Allah dini sizin için ıstifa etmiştir.”
“SAFA” saf haldir. “Saf” demek, başka maddelerin karışmadığı arı demektir. “Istifa etmek” demek, ayıklamak demektir. Yani, dini saflaştırdı, temizledi, hurafelerden ayırdı, katkılardan ayırdı demektir.
“DİN” Hazreti Adem’den beri vardır, Hazreti Nuh’tan beri vardır. Ama insanlar onu bozmuşlardır. Hazreti İbrahim dini yeniden aslına iade etmektedir. Bütün peygamberler bunu yapmışlardır. Biz de şimdi bunu yapmaktayız. Onlar vahiyle yaptılar, biz ise müsbet ilimle yapacağız. Çünkü Kur’an’dan sonra vahiy yoktur. Peygamberleri Allah seçmiştir. Biz ise kendimiz buna talibiz, inşaallah kabul buyurur.
“DİN” burada marifedir. O da İslâm dinidir, gerçek dindir, tek dindir.
“DİN” düzen demektir. Türkçede ise takva karşılığı kullanılmaktadır. Takva insanın kişisel iyiliğidir. Oysa din topluluğun düzenidir. ‘Dinde zorlama yoktur’ derken, aslında düzende zorlama yoktur, hukuk düzeninde zorlama yoktur. Savaş din değildir, düzen değildir. Savaşta hukuk kuralları geçerli değildir.
“Allah sizin için dini saflaştırdı.” Artık onu yayınız demektir. Bugün de Kur’an’ın yorumuna giren hurafelerden fıkıh arındırıyor, saflaştırıyor. Kim için? Sizin için. Siz de Hazreti İbrahim’in oğulları gibi onu yaymakla mükellef oluyorsunuz. Hazreti İbrahim’in sözlerine dikkat edilmesi gerekir.
“Ben saflaştırdım” demiyor, “Allah saflaştırdı” diyor. O halde bugün de kimse “Adil Düzen”i kendisine mâl edemez. Doğrular olarak ne varsa hepsi Allah’tandır, yanlışlar ise bizdendir. Görevimiz hakkı tavsiye etmek, sabrı tavsiye etmek, içine bizim hatalarımız bulaşmış dinin safını bulmak, bunun için çaba göstermektir. Benim bu yazdıklarım o çabanın bir yönüdür. Siz bu yazdıklarımıza değil, Kur’an’a bakarak yazdıklarımızın yanlışlarını bulmalısınız. Burası önemlidir. Bin sene önceki içtihatlarla değil, Kur’an’la, bugün sizin anladığınız Kur’an’la bizim sözlerimizin yanlışlarını düzeltmelisiniz.
فَلَا تَمُوتُنَّ (Fa LAv TaMUTunNa)
“Mevt olmayınız.”
Bu sözü ile Hazreti İbrahim aleyhisselâm şunu demek istemektedir. Şimdiye kadar İslâm düzeninden uzak olabilirsiniz. Ama son nefesinize kadar tevbe etmeniz ve bu kervana katılmanız mümkündür.
إِلَّا وَأَنْتُمْ مُسْلِمُونَ(132) (EiLAv Va EaNTuM MuSLiMUvNa)
“Müslimler olmadan mevt etmeyiniz.”
“Müslim olmak” demek, barışmak demektir. “Selime” selâmette oldu demektir.
“Esleme” demek, başkalarını da selâmete getirdi, yani onlarla savaşı sona erdirdi demektir.
Hazreti İbrahim tüm insanları barıştırmakla görevlendirilmiş ve çocuklarına bunu vasiyet etmiştir. Bu barış dünyası içinde İsrail oğulları da vardır. Onun için Hazreti Yakup da aynı şeyleri çocuklarına demektedir. Onlar da müslimdirler. Kur’an ehline ‘Müslim’ deyip diğerlerini başka adlarla isimlendirmek hatalıdır.
Kur’an, Kur’an ehline “mü’minler” demektedir. Elbette diğer dinlerde olanlar da mü’mindirler ama isim olarak Kur’an ehline “müslim” değil “mü’min” denmektedir. Nasıl Adalet Partisi’nin ismi adalettir diye adalet onun olmazsa, iman da öyledir. “İslâm” tüm hak dini kabul edenlerin ortak adıdır. Bunlar cizye verirler ve savaşa katılmak zorunda değildirler.
Burada Yakup aleyhisselâmın atfı ile çok açık bir şekilde öğreniyoruz ki, Müslim olmak demek, barışçı olan herkes demektir. Hazreti Muhammed aleyhisselâm da çok açık bir şekilde müslimi tarif etmiştir. Müslim, diğer müslimlerin elinden ve dilinden salim olduğu kimsedir demiştir. Her mü’min müslimdir, ama her müslim mü’min değildir. Mü’min, müslimlerden cihadı kabul edenlerdir. İman İslâm’ı korumak içindir. İslâm ise asıldır.
Müslimler askerlik bedelini vererek barış içinde yaşarlar. Hazreti İbrahim dünya barışını tesis ile görevlendirildi. Dört bin sene sonra Birleşmiş Milletler kuruldu. Gerçi Birleşmiş Milletler sömürü sermayesinin bir aracı olarak kurulmuştur, ancak, er geç “Adil Düzen”in istediği insanlık birliğine dönüşecektir.
***
أَمْ كُنتُمْ شُهَدَاءَ (EaM KuNTuM ŞuHaDAEa)
“Yoksa siz şahitler mi idiniz?”
Burada muhatap olan kimdir, kime denmektedir? Aklımıza Hıristiyan ve Yahudiler gelmektedir. Ancak bundan sonraki âyetle öğreniyoruz ki bu hitap yaşayan topluluklaradır. İster Yahudi, ister Hıristiyan, ister mü’min olsun, bütün müslimlere hitap etmektedir. Çünkü mü’minler de ayırımcılık yapmakta, Hıristiyanları ve Yahudileri müslim saymamaktadır. Hazreti Yakup çocuklarına “Müslim olmadan ölmeyiniz” demiştir. Dolayısıyla tüm İbrahim dinine katılan insanlar müslimdirler. Gerçi İslâm Hazreti Adem’den başlar, ancak, isim olarak hak dine İslâm denmesi Hazreti İbrahim Peygamber ile başlamıştır.
“Siz şahit mi idiniz?” Orada mı idiniz? Değildiniz. O halde Hazreti Yakub’un ayırımcılık yaptığını nasıl ileri sürer, onun arkasından giden insanları nasıl müslim saymazsınız?
إِذْ حَضَرَ يَعْقُوبَ الْمَوْتُ (EiÜ XaÜaRa YaGQUvBa eLMaVTu)
“Yakuba mevt hazır olunca.”
Hazreti Yakub ölüme hazırlanmıştır, ölüm Yakub’a hazırlanmıştır, çünkü Hazreti Yakub ölmek üzere hazırlık yapmıştır, ölüm hastalığı Hazreti Yakub’a gelmiştir.
İnsanın ne zaman öleceği bilinmez, gaip haberlerdendir. Ama ölüm geldiği zaman ölmekte olduğunu bilebilmektedir. Nitekim ne zaman ne kadar yağacağı bilinmez ama hava karardığında yağmurun geleceği belli olur. Bu sebepledir ki hava tahminleri gaybı bilmek değildir. Hamile kalan kadının erkek mi kız mı doğuracağını bilmek gaybı bilmek değildir. Şimdiye kadar zelzele hakkında ön bilgimiz olamamıştır. Onun dışında hastalanacağımızı da önceden hissetmekteyiz. Kur’an’da, ölüm size hazır olduğunda vasiyet edin denmektedir.
إِذْ قَالَ لِبَنِيهِ (EiÜ QAvLa LiBaNIyHi)
“Hani çocuklarına demişti.”
Hazreti Yakub’un oniki oğlu vardır. En küçüğü Hazreti Yusuf rüya görüyor. Rüyasında güneş, ay ve onbir yıldız ona secde ediyordu. Burada güneş ve ay annesi ile babası, onbir yıldız da kardeşleridir. Bu rüyanın sonucu olarak Hazreti Yusuf Mısır’a gitmiş, Mısır’da başvezirliğe kadar yükselmiştir. Daha sonra anne ve babası ile kardeşlerini oraya götürmüştür.
Hazreti Yusuf yönetimde babasından çok üstün yerdedir. Ama çocuklara Hazreti Yakup vâsi durumundadır. O oğlu Hazreti Yusuf’un emrine girmemiştir. Hazreti Yakub’un durumu nedir? Buradan anlıyoruz ki, baba hâlâ otoritesini sürdürmekte ve çocuklara doğrudan vasiyette bulunmaktadır. Bunların içinde Hazreti Yusuf da vardır.
“Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”na fahri başkanlığı koymuş bulunuyoruz. Bir kimse yaşını doldurup emekli olunca yerine başkası başkan olur. Artık yönetimi o ele alır. Ama eski başkanın fahri başkanlığı devam eder. Protokolde önde bulunur. İstişarelere katılır. Başkanın aldığı kararlara karşı hakemlere gidebilir.
Mesela; bugün de Kenan Evren ve Süleyman Demirel’in fahri başkanlığı devam etmelidir. Onlar da Çankaya’da oturmalı ve Ahmet Necdet Sezer onlarla istişare etmeden karar almamalıdır. Partide de Erbakan’ın fahri başkanlığı devam etmeli, Recai Kutan onunla istişare ettikten sonra karar alabilmelidir.
Akevler’de de eski başkanlara bu fahri başkanlık tanınmıştır. Biz sözleşmeye ve “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”na aklımızla koyduk. Sözleşme gereği buna uyulması gerektiğini koyduk. Demek ki Kur’an’da da yeri vardır. Buradaki bu hüküm akılla bulunmuş, nakille teyit edilmiştir. Çoğu zaman aksi de olur; nakille bulursunuz, hikmeti sonradan akılla ortaya çıkar. Akıl ve nakil şeriatın iki ayağıdır. Birlikte adım atılarak yürünebilir. Fahri başkanlık müessesesini kıyasla genişletiyoruz. Mesela, belediye başkanları için de böyle fahri başkanlık vardır. Askerlikte de asker son olarak nerede emekli olmuşsa oranın fahri başkanıdır. Genel Kurmay Başkanı eski Genel Kurmay Başkanlarıyla istişare etmeli ve ona göre karar alabilmelidir. Yaşlılar emekli olurlar ama hayattan çekilmezler. Bu husus Adil Düzen Çalışanları için çok önemlidir.
Kıdemlilere nasıl muamele edileceğini Hazreti Yakup ile Hazreti Yusuf ilişkisinde öğreniyoruz.
مَا تَعْبُدُونَ مِنْ بَعْدِي (MAv TaGBuDUvNa MiN BAGDIy)
“Benden sonra neye ibadet edeceksiniz.”
Bu sorun bütün aile reislerinin sorunudur, başkanların sorunudur. Benden sonra ne yapacaksınız?
Bir düzen kuruluyor, ölünceye kadar o düzen devam ediyor. Kurucu ölünce o değiştiriliyor.
Hazreti Yakub’un çocukları Mısır’a taşınmışlar, orada refah ve saadeti bulmuşlar. Onun için kader ikidir. Atalarının dinini korumak ve dışlanmış olmak veya Mısırlılaşıp eriyip gitmek. İsrail oğulları Mısır’a önce oranın uygarlığını öğrensinler, sonra oradan ayrılıp da yeni uygarlık kursunlar diye gitmişlerdi. Orada eriyip giderlerse Hazreti İbrahim’in projesi boşa gidecekti. Hazreti Yakup bunu bildiği için çocuklarına soruyor; fikriniz nedir? Bundan sonra ne yapacaksınız? Firavun’un dininde Firavun’a mı hizmet edeceksiniz, yoksa Hazreti İbrahim’in başlattığı beşeri İslâm hareketine mi katılacaksınız?
Günümüzde Avrupa’ya gitmiş olan Türklerin durumu da budur. Ne yapacaksınız? Hıristiyanlaşıp orada mı kalacaksınız, yoksa İslâmiyet’i devam mı ettireceksiniz? Türkiye III. Bin Yıl Uygarlığını kurmaktadır. Avrupa’ya göç etmiş bulunan halkımız Türkiye’ye dönmeli ve III. Bin Yıl Uygarlığına katkıda bulunmalıdırlar. Bunun için “Adil Düzen” iktidar olduğu zaman onlara düşen görev; dünyada bulunan bütün Türkler -bunlara Çeçenler ve Arnavutlar gibi Osmanlı halkları ile Çin’de bulunan Uygur Türkleri de dahildir- Türkiye’ye çağrılmalıdırlar Oradaki refahtan fazla refah sağlayarak onların hiç olmazsa büyük kısmının Türkiye’ye gelmesini sağlamalıdırlar. Türkçe öğrenen her mü’min Türkiye’ye gelebilmeli, Türkiye’nin nüfusu beşyüz milyona doğru yükselmelidir. Türkiye bugünkü teknoloji ile beşyüz milyonu rahatlıkla besler durumdadır. Türkiye başkalarının iç işlerine karışacağına, kendi ülkesinin nüfusunu çeşitlendirmeli ve çoğaltmalıdır. Bu arada Türkiye’ye göç edecek Rum, Ermeni ve Yahudilerin de site kurmalarına izin vermeli, onlar da kendi sitelerinde “Adil Düzen”in oluşması için katkıda bulunmalıdırlar.
قَالُوا (QAvLUv)
“Kavlettiler.”
Hazreti Yakub’un oğulları ne yapacaklarını biliyordu. Babaları onlardan söz almak istemiştir. Onlar da babalarının istediği sözü verdiler. Onların içinden en büyüğü konuştu, diğerleri sükut ettiler. Böylece hepsi birden konuşmuş oldular. Sözü yalnız Hazreti Yusuf’tan almıyor. Çünkü asıl mesele aşiret oluşturmaktır. Hazreti Yusuf tek başına kalsaydı dağılıp giderlerdi. Ama şimdi onlar bir aşiret idiler ve dağılmadılar.
Akevler denemesi göstermiştir ki eğer on hane gelip bir arada yerleşirse onlar kendi memleketlerinin dillerini ve örflerini korumaktadırlar. Bu durum Yenibosna yerleşmesine büyük bir örnek olmalıdır. On hane olup Adil Düzen Çalışmalarını sürdüreceksiniz. Hazreti Yakup oğullarının bereketi sizlere nasip olacaktır. Bu misal de göstermektedir ki, “Adil Düzen” için çok insanlara gerek yok, on aileye gerek vardır.
نَعْبُدُ إِلَهَكَ (NaGBuDu EiLAHaKa)
“Senin ilâhına ibadet edeceğiz.”
Burada ilâhı babasına tahsis etmektedir.
“İlâhımıza ibadet edeceğiz” demiyorlar, “İlâhına ibadet edeceğiz.” diyorlar. Çünkü o ilâh Mısırlıların da ilâhıdır. “İlâhınıza” denseydi o da anlaşılırdı. Allah herkesin ilâhıdır, ancak herkese ayrı ilâhlık yapmaktadır. Mısırlılara ayrı, İsrail oğullarına ayrı ilâhlık yapmaktadır.
İngiltere kralı İngilizlerin de kralıdır, Avustralyalıların da kralıdır. Ama İngilizler için attığı imza Avustralyalılar için geçersizdir. İkisine ayrı ayrı krallık yapmaktadır. Allah da her topluluğun ayrı ilâhıdır. Ulusların bağımsızlığı buradan gelmektedir. Hıristiyanların, Yahudilerin, Budistlerin, Hinduların ilâhı birdir ama hepsine ayrı ayrı ilâhtır. Onun için “İLÂHEKE” demektedirler.
وَإِلَهَ آبَائِكَ (VaEiLAHa EAvBAEiKA)
“Ve babanın ilâhına.”
Burada “İLÂH” tekrar edilmiştir. Çünkü zamirden sonra atıf yapılırsa tamamlanan tekrar edilir. “Senin ve atalarının ilâhına ibadet edeceğim” denmiştir. Türkçede senin ilâhın kelimesi tekerrür etmez. Her topluluk Allah’ı kendi tanrısı olarak kabul eder ve kendi ulusuna hizmeti tanrısına hizmeti olarak görür. Kur’an meşru görmektedir. Başkalarının tanrısının başka olduğunu sanmak şirktir.
Burada çok önemli bir hususla karşılaşırız. Allah herkesin ayrı ayrı yanındadır. Çünkü O her yerde bir anda bulunmaktadır. Allah her kişinin ayrı ayrı tek ilâhıdır, onun yanındadır, onu desteklemektedir. Oyundan iyi oyun çıksın diye iki tarafı destekleyen patron gibidir. Sonra aşiretlerin tanrısıdır. Kabilelerin ayrı ayrı tanrısıdır. Sonra kavimlerin ayrı ayrı tanrısıdır. Tüm insanlığın tanrısıdır. Hazret İbrahim bu tüm insanlığı temsil etmektedir. İnsanlar Allah’a kendi tanrıları olarak ibadet etmelidirler, ama aynı zamanda tüm insanlığın tanrısı olarak da O’na ibadet etmelidirler. İsrail oğullarına bu görev verilmiştir.
إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ وَإِسْحَاقَ (EiBRAHIyMa Va EiSMAGIyLa Va EiSXAQa)
“İbrahim, İsmail ve İshak’ın ilâhına diyorlar.”
“Senin ilâhına ve babaların İbrahim, İsmail ve İshak’ın ilâhına.”
İbrahim, İsmail ve İshak ayrı grup oluşturuyorlar. Onların soyundan da peygamberler gelecektir. Ama onlar İsrail oğullarından olmayacak, seçilmiş kavimden gelmeyeceklerdir. Onun için senin ve atalarının İlâhı denmiş, sonra ataları sayılmıştır. İshak’ın Yakub peygamber dışında da çocuklarından peygamberler gelmiştir. Mesela Eyyub peygamber bunlardandır. İbrahim’in de bu iki çocuğundan başka neslinden gelen peygamberler vardır. Tevrat’ta bunlar Katura’nın çocukları olarak bildirilmiştir.
Burada Hazreti İbrahim’den başlamış; sonra Hazreti İsmail’den, sonra Hazreti İshak’tan söz etmiştir. Bu sıra yaş sırası, peygamberlik sırası veya fazilet sırası olabilir. Fazilet sırası olarak aldığınızda Hazreti İsmail Hazreti İshak’tan önce gelmiş olur. Yakub’un çocukları bunu kabullenmiş bulunmaktadır.
İsmail’in fazileti son peygamberin onun neslinden gelmiş olmasıdır. Kur’an Arapça nâzil olmuştur. Arapça Kureyş dili olarak Mekke’de oluşmuştur. Bu da Kâbe’nin orada bulunmasıyla sağlanmıştır.
Demek ki İshak’ın çocukları uygarlığın gelişmesine hizmet ederken, İsmail’in çocukları da Kur’an’ı ifade edecek dili oluşturmakla görevlenmiş bulunmaktadırlar.
إِلَهًا وَاحِدًا (EıLAHan VAXIyDan)
“Vahid ilâh”
Burada “ilâhen vahiden”dir; yani tek tanrı olarak O’na ibadet edeceğiz. Buradaki teklik sadece İbrahim, İsmail ve İshak’ın tek tanrısı değil, tüm insanlığın tanrısı olarak O’na ibadet edeceğiz diyorlar. Hazreti İbrahim ve oğullarına izafe edilmesi, onlar tarafından tanıtılmasıdır. Gerçi İbrahim peygamberden önce gelmiş olan peygamberler de tek tanrıya taptırmışlardır. Ancak kendi topluluklarında tek tanrıya taptırmışlardır. Çünkü onlar kavim peygamberleridir. Hazreti İbrahim ise bir kavmin peygamberi olarak ortaya çıkmamıştır. O nâsın yani insanlığın peygamberidir.
“Bir ilah olarak senin ve atalarının ilâhına ibadet edeceğiz.” Marife gelseydi hâl olmazdı, sıfat olurdu. Biz bir ilâha tapacağız ama o ilâhın tek olacağını ifade etmektedir. Burada nekire olarak ve hâl olarak geldiğine göre biz tek olarak -kâinatın tek ilâhı olarak- O’na ibadet edeceğiz anlamı çıkar.
Bunun başka bir anlamı da şudur. Kişi kendi işleri için çalışır. Çıkar paralelliği içindedir ama kendi çıkarını da düşünmektedir. Başkalarına zarar vermemekle yetinmektedir. Halbuki mü’minler başkalarının çıkarını da düşünmektedirler. Tüm insanlığın saadeti için çalışacaklarını, yani tüm insanlığın ilâhı olarak atalarının tanıttığı ilâha ibadet edeceklerini taahhüt etmektedirler.
Bugün Kur’an ehlinin yaptığı ikinci büyük hata, ibadet deyince namaz ve orucu anlamalarıdır. Oysa onlar ibadet yapabilmek için eğitim araçlarıdır. Asıl ibadet ise Allah’ın emrettiği günlük işleri yapmaktır.
Valiye deniyor ki, sen her gün beş defa vilayetindeki işlerinin tekmilini vereceksin. Buradaki maksat işlerin merkezden takibidir. Vali de her gün rapor yazmakla yetinmekte, ilin işleri ile ilgilenmemektedir.
Sadece beş vakit namaz kılanların hâli buna yani bu valinin yaptığına benzer. Ameli salih yapmadan sadece beş vakit namaz kılmak ve oruç tutmak, Allah’a sahte rapor vermek ve O’nu kandırmaya çalışmak demektir. İbadetlerin yanında salih ameller de yapmadan olmaz.
وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ(133) (Va NaXNu LaHUv MusLİMUvNa)
“Ve biz O’nun için İslâm olmuşuzdur.”
Biz O’nun için barışçı, hattâ barıştırıcı olmuşuzdur.
Biz neden barışçıyız. Çünkü O tek ilâhtır, herkesin ilâhıdır.
Biz eğer diğer insanlarla savaşta olsak, o zaman O’nunla savaş hâline gelmiş oluruz. Onun için biz Tanrı’nın tek olması, onların da bizim de Tanrı’mız olması nedeniyle tüm insanlarla barış içindeyiz. Biz savaş yaparken onlarla savaşmayız. Tek ilâhımız onları tedip etmek irade edebilir ve bunu gerçekleştirmek üzere bizi görevlendirir; biz de işte o zaman onlarla savaşırız. Bu görev de hakemler kararı iledir. Hakemler kararı bir ulusla savaşma şeklinde çıkarsa, Allah o ulusla savaşma iznini vermiştir demektir.
İşte Müslüman olmak demek bu demektir. Savaşmak ama kararı ile ve barışın gerçekleşmesi için savaşmaktır. Hakemlerin kararına yani Allah’ın kararına uymak demektir.
Hakemler yanlış karar alamazlar mı? Elbette alabilirler. Çünkü onlar da bizim gibi insandırlar, onlar da hata edebilirler. Ancak, onların aleyhine de yine hakemler nezdinde dava açılabilir. Kazanılırsa, mağduriyeti hakemlerin âkileleri yani dayanışma ortaklıkları giderir. Eski karar ortadan kalkmaz. Belki kısas affa dönüşür.
Hazreti Yakup çocuklarına böyle vasiyet ederken siz yanlarında değildiniz. Biz size şimdi aktarıyoruz. Tüm İbrahimî dinde olanlar, kendi dinlerinde ilâhlarına ibadet edeceklerdir. Ancak bilmelidirler ki, o ilâhları başkalarının da ilâhıdır. Çünkü tek ilâh vardır. Ama diğer dinler arasında birlik içinde olacaklardır.
Tekrar hatırlayalım.
Yeryüzünde dördü büyük olmak üzere beş din vardır. Bunların mezhepleri vardır. Sayılarını onun yarısından fazla, iki katından az olarak sınıflandırabiliriz.
Bütün dinler ne yapacaklardır?
a) Her din mensubu olanlar kendi dinlerinde kalmalıdırlar. Onlardan din değiştirmeleri istenmemektedir. Ancak diğer dinleri de tanımakla yükümlüdürler. İlâh, vahid olan ilâhtır. Başka ilâh yoktur.
b) Her din mensupları kendi dinî kitaplarını değiştirmeyecekler ama, müsbet ilmin verileri ile izah edip ilimle çatışmamalıdırlar. Papa bugün bunu yapmaktadır.
c) Her dinin yetkilileri diğer dinlerle diyalog kurup şirk ve küfürle birlikte cihat yapmalıdırlar. Birbirlerinin eksikliklerini tamamlamalıdırlar. Yani, dinler arası diyalog olmalıdır.
d) Aralarında dayanışma sağlayarak insanlığın saadeti için çözümler üretmelidirler. Ortak savunmanın dışında ortak uygarlaşma müesseselerini geliştirmelidirler. Bunun için -mesela- ortak üniversite açarak bugünkü müsbet ilimleri orada birlikte okutur ve geliştirirler.
Bugün lâikler iktidardadırlar. Bunları oradan indirmeliyiz. Biz uzlaşarak iktidarda olmalıyız. Dinsizliği de din kabul ederek kabinelerimizde onlara da yer vereceğiz. Ama dinlerden uzak bir yönetim değil, bütün dinlerin yarışarak katıldığı bir iktidar istiyoruz. Bu da ancak dinler arası uzlaşma ile doğar.
Bu işte Necmettin Erbakan’a ve Fethullah Gülen’e görev düşmektedir. Bunlar birbirleri ile anlaşmalıdırlar; Akevler’in aracılığı ile anlaşmalıdırlar. Çevrelerindeki ajanları aşabilmelidirler. Ajanlar kırk senedir bunları Akevler’den uzak tutmuştur. Henüz bu çemberi aşamadılar. Artık bu çemberi kırmalıdırlar. Niyet etsinler, Allah onları bu konuda da muvaffak kılacaktır
Bundan önceki Papa ve bu Papa da böyle bir şey istemektedir…
Artık bunlar görevlerini tamamladılar denebilir…
O zaman görev Nur Cemaatine ve Millî Görüşçülere düşmektedir. Akevler hasımlığını bırakıp hidayete ermelidirler. Biz size güçlü olduğunuz için bu öneride bulunmuyoruz. AK Parti sizden daha güçlüdür ama onlardan bir şey beklemiyoruz. Geçmişteki hizmetlerinize bakarak bunları söylüyoruz. Yoksa biz sizden çok çok daha güçlüyüz. Çünkü biz kitabın bazısını tanıyor, bazısını inkâr ediyor değiliz. Haram işler yapmıyoruz. Geçici de olsa güçlülere taviz vermiyoruz. Biz Rabbimiz ne diyorsa onu yapmaya çalışıyoruz.
Böyle biline ve artık daha fazla gecikmeden gereği yapıla!..
Biz araştırmalarımızın sonucunda bunu biliyor ve böyle diyoruz…
Başka bir çare ve çözümleri olanlar varsa, buyursun beri gelsinler; dinleyelim…
***
تِلْكَ أُمَّةٌ (TilKa EumMaTun)
“Bu bir ümmettir.”
Burada işaret edilen Hazret Yakub’un nesilleridir, İsrail oğullarıdır. Bugüne kadar gelen nesildir.
Burada “TİLKE” getirilmiş, bunlar değil de, onlar denmiştir. Yani, eskiden gelmiş bir ümmettir demektir.
“ÜMMET” nekire gelmiştir. Yani, onlar da ümmetlerden biridir. Seçilmiş olmakla imtiyaz sahibi olmamışlardır. İnsanlar eşittir. Farklı görevleri vardır. Görevleri dolayısıyla farklılık vardı.
“Tilke Ümemun” denseydi başka topluluklar da anlaşılabilirdi.
قَدْ خَلَتْ (QaD PaLaT)
“Hulul etmektedir.”
Arapçada “KAD” maziyi hâle yaklaştırır. Yani, onlar hulule sizden başlamışlar ve bugüne kadar gelmişlerdir. Varlıkları devam ediyor demektir. “KAD” gelmeseydi varlıkları bitmiş anlamına gelirdi.
Bu ifade şunu gösteriyor ki, Yahudilik nesh olmuş değildir. Onlardan mü’minler arasına katılmaları istenmiyor. Onlardan istenen, kendilerine yüklenen görevi yerine getirmeleridir. Onların bu görevleri de günümüzde “Adil Düzen”i desteklemek ve bunu hakkıyla yerine getirmektir.
لَهَا مَا كَسَبَتْ (LaHAv MAv KaSABaT)
“Kesbettileri kendilerine aittir.”
“KESB” küsbeden gelen kelimedir. Kazandıkları veya biriktirdikleri demektir.
Burada “Aleyhâ Mâ Kesebet” denmemiş, “Lehâ Mâ Kesebet” denmiştir.
Sömürü sermayesi beşyüz yıllık çalışmasıyla bugünkü seviyeye ulaşmış, birçok birikimleri olmuştur.
“Adil Düzen” iktidar olduğu zaman ‘siz bunu sömürü için kullandınız’ diyerek onların varlıklarına el koyacak mıdır? Hayır, el koymayacaktır. Bunlar onların müktesebatıdır. Elde ettikleri şeyler kendilerine aittir. Faiz gibi, karşılıksız para gibi gayrimeşru yollardan elde etmiş oldukları da kendilerine ait olacaktır
Yani, sömürü sermayesinin sermayesine el konmayacaktır. Sadece bundan sonra sömürmelerine son verecek ve onlar sermayeleri ile meşru kazanç içinde varlıklarını sürdüreceklerdir. Onların içinden “Adil Düzen”e karşı çıkıp otel odalarından ihtilaller hazırlayanlar bu kötü davranışlarına devem ederlerse, elbette onların sermayeleri berhava olacaktır. Ancak bu görev Adil Düzencilerin olmayacak, yine kendilerinden olan sömürmekten vazgeçmiş olan İsrail oğullarına ait olacaktır.
Ticaret insanların muhtaç olduğu bir kurumdur. Ticaret hem sermaye ister, hem de beceri ister. Tekel oluşturmamak şartıyla ticaret daima faydalı ve gereklidir. Sermaye olsun, beceri olsun; bunlar onlarda olduğuna göre bu konuda insanlığa hizmete devam edeceklerdir…
وَلَكُمْ مَا كَسَبْتُمْ (Va LaKuM Mav KaSaBTuM)
“Sizin kesbettikleriniz size aittir.”
Yani, sizin kesbedeceğiniz size aittir.
Bugünkü sömürü sermayesi karşılıksız para sayesinde uygarlıkta büyük adım atmıştır.
Siz faizli olan o karşılıksız parayı kullanarak onların müktesebatına ortak olamazsınız. Sizin kendinizin onlar gibi çözüm getiren araçlar getirmeniz gerekir.
Bize göre bu da altın karşılığı çıkarılan “kaydî para”dır.
Kuyumcular kooperatif kuruyorlar ve kooperatif altın sertifikasını çıkarıyor. Kuyumcular bunları satarak altın alıyorlar. O altınları işleyerek kuyumculuklarına devam ediyorlar. Kendi sermayelerini ise Türk Lirasına çevirip onun selem hisse ve işletme senetlerini çıkarıp destekliyorlar. Böylece “halk sermayesi” devreye giriyor, Faizsiz düzen kuruluyor. Onların sermayesi de zorunlu olarak faizsize dönüyor.
Bu âyet onlara büyük bir müjdedir. Sermayeleri batmayacak, faizsiz sermayeye dönecekler demektir. Tabii ki bu arada dönmeyenlerin sermayeleri batacaktır.
وَلَا تُسْأَلُونَ عَمَّا كَانُوا يَعْمَلُونََ(134) (Va LAv TusEaLUvNa GamMAv YaGMaLUvNa)
“Onların amel ettiklerinden siz sorumlu değilsiniz.”
Yani, onlar faizle ve savaşlarla insanları sömürdüler.
Biz “Adil Düzen” olarak iktidar olduğumuzda insanların haklarını vermememiz gerekir gibi bir durum söz konusu değildir Faizsiz sistem geldiği zaman faizli sistem yasaklanmayacaktır. Faizsiz sistem faizli sistemi ekonomi kuralları içinde mağlup edecektir.
Öyle bir faaliyet göstermemiz gerekir ki, mevcut olan kapitalist veya sosyalist dünyada varlığımızı sürdürebilmeliyiz. Bunu başardığımız zaman Kur’an’ın mucizesini ortaya koymuş olacağız.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-377 ADİL DÜZEN DERSLERİ-207 İstanbul, 07 Ekim 2006
“ADİL DÜZEN”DE HERKESE EV
“Adil Düzen”de ekonomi neye dayanır?
“Adil Düzen”de ekonomi ebette “faizsiz ekonomi”ye dayanmaktadır.
“Adil Düzen”de para sorunu yoktur. Karşılığı olmak şartıyla değişik renklere boyalı kâğıt yani para sonsuzdur.
Para devletin eline emeksiz geçmektedir.
Kredileri öyle vereceksiniz ki enflasyon olmamalıdır. Bunun sağlanması için kredi karşılıksız ve faizsiz olmalıdır. Piyasada satılan mal piyasadaki paraya eşit olursa enflasyon olmaz, fiyatlar aynı kalır.
Taşınmazlarda sorun vardır. Bugün yatırdığın ancak on sene veya yirmi sene sonra amorti olmaktadır. O zaman onun karşılığında çıkan para karşılıksız olacağı için enflasyon olmaktadır.
“Adil Düzen”de buna iki çare bulunmuştur:
1. Taşınmazlara karşılık hisse senetleri çıkarılır, taşınmazların yerine senetler alınıp satılır. Bu sayede karşılıksız para çıkmamış olur.
2. İkinci çözüm de yatırım parasını ve toprak parasını ayırmaktır. Böylece buradaki enflasyon diğer sektörlere, tüketim mallarına, inşaat malzemesine ve dövize etki etmez. Kendi içinde de enflasyon olmaz, çünkü hisse senetleri yapılar karşılığında dolaşacağı için karşılığı olmuş olur.
***
Devlet müteahhitlere kredi verir. Onlar bu kredilerle evler, daireler, binalar ve değişik inşaatlar yaparlar. Bu çalışmaları karşılığında kendilerine %10 kâr verilir.
Yapılan evler ve inşaatlar satılmaya başlanır. Evler satılınca müteahhitler kredilerini itfa etmiş ve yeniden daha fazla kredi almayı istihkak ederler.
Halka faizsiz mesken kredisi verilir.
Krediler maliyet üzerinden verilir.
Vakfa veya kooperatife kâr da kalabilir.
Krediyi alanlar faizsiz olarak taksitlerini öderler.
Peki, evler nasıl bölüşülecektir? Kredi kime verilecektir?
Herkese faizsiz kredi verilecektir. Kredi alanlar da bu krediyi -mesela- on senede ödeyeceklerdir. On sene sonra ev onun olacaktır. Evin büyüklüğü ayda ödeyeceği kira miktarına göre belirlenecektir. Kirası ile on senede ödeyeceği bir değerdeki ev ona verilecektir. Daha doğrusu öyle ev alırsa onun parasını o ödeyecektir. Peşin farkını verirse daha değerli ev de alabilir.
İsteyen herkese faizsiz olarak bu şartlar altında kredi verilecektir. Taksitlerini ödemeye devam ettiği takdirde sorun olmayacaktır.
Taksitlerini ödeyemez hâle gelince vakıf veya kooperatif ondan evi satın alır ve ona kirası daha az olan bir evin kredisine dönüştürür. O zamana kadar yatırdığı miktar kadar parayı almış olur. Bu arada bina herhangi bir sebeple değerini kaybetmişse, o kadar onun payı da azalmış olur. Bunun tersi olup yükselmiş olursa, o zama o da kâr eder.
***
Görülüyor ki, “Adil Düzen”de yarış vardır. Kimse sen kredi alırsın veya almazsın kontrolü yapmıyor. Herkes alacağı krediyi ödeyebileceği taksite göre ayarlayıp isteyebilir. Başaramazsa malına-mülküne el konmuyor, sadece daha ucuz eve taşınmaya zorlanıyor.
Değerli okuyucular, şimdi “Adil Düzen”e karşı gelenlere sorun bakalım.
Bu çözümün nesini ve neresini beğenmiyorlar?!.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-377 ADİL DÜZEN DERSLERİ-207 İstanbul, 07 Ekim 2006
PAPA’NIN KONUŞMASI VE DEĞERLENDİRMEMİZ
Önce, ele alacağımız meselenin anlaşılması için konu ile ilgili bazı tespitlerde bulunalım.
Hıristiyanlık tarihte değişik safhalar geçirmiştir. Hazreti İsa’nın hayatında Hıristiyanlık, havarilerin Hıristiyanlığı, Pavlus’un Hıristiyanlığı, Roma’nın Hıristiyanlığı, Bizans’ın Hıristiyanlığı, Katolik Hıristiyanlık, Ortodoks Hıristiyanlık, Protestan Hıristiyanlık ve diğerleri…. Bu safhaların her birinde Hıristiyanlık değişik anlayışlara sahip olmuştur. Roma ve Bizans Hıristiyanlığı İslâmiyet ile diyalog hâlinde olmuştur. Katolik ve Protestan Hıristiyanlığı kendi aralarında çatışma konusu olmuştur.
Papa’nın konuşmasını tam olarak kavrayabilmek için İslâmiyet’teki üç itikat mezhebini bilmek gerekir. Bütün kelam ve usul kitaplarında anlatılan bu mezheplerin temel sorunları şudur: Allah bir şey iyi olduğu için mi emreder, yoksa, Allah emrettiği için mi iyidir? Yani, Allah’ın emrettiklerinde O’nu sınırlayan ve bağlayan bir şey var mı, yoksa istediğine iyi der iyi olur, istediğine kötü der kötü mü olur?
Mu’tezile’ye göre iyilik ve kötülük Allah’la beraber ezelidir. Allah iyi olmak zorundadır. Nasıl Allah iki olamazsa, Allah kötü de olamaz. İnsan aklı bu kötüyü ve iyiyi bilmektedir. O halde Allah’ın emrettikleri akla uygun olmalıdır.
Eş’ari’ye göre ise Allah tektir ve kendisinden başka ezeli ve ebedi bir şey yoktur, hepsini O var etmiştir. İyiyi ve kötüyü de O var etmiştir. O neyi iyi olarak var etmişse o iyidir, neyi kötü olarak var etmişse o kötüdür. Aklımız, O bize bildirmeden neyin iyi neyin kötü olduğunu anlayamayız. Dolayısıyla her konuda vahyi beklemeliyiz.
Ehli Sünnet dört mezhebinin benimsediği ise Matüridi’nin görüşüdür. Ona göre iyiyi ve kötüyü yaratan Allah’tır. Allah neye iyi demişse o iyidir, neye kötü demişse o da kötüdür. Ne var ki aklı yaratan da O’dur. Allah öyle bir akıl var etmiştir ki, vahiy gelmese de birçok sahada Allah’ın neyi iyi olarak yarattığı, neyi kötü olarak yarattığını bilir.
Demek ki Ehli Sünnet mensupları yaratılış bakımından Eş’ari gibi düşünmekte, bilme bakımından ise Mu’tezile gibi düşünmektedir. İkisinin farkı vardır. Mu’tezile’ye göre akıl her şeyi bilebilir. Ehli Sünnet’e göre kısmen bilebilir.
İşte, Katolikler ile Protestanlar arasında çıkan kavgada Protestanlar Mu’tezile’yi, Katolikler de Eş’ari’yi tutmuşlardır. Bu fitneyi kiliseye sokan sömürü sermayesi olmuştur. Önce Katolik papazları bu saplantıya sokmuştur. Sonra da Protestanları kışkırtarak kiliseyi parçalamıştır.
Şimdiki Papa ne yapmak istiyor?
1- Beşyüz senedir akıl ve ilim düşmanlığı yapan kiliseyi ilim ve akılla barıştırmak istiyor. Yani, eski devir kapanıyor, yeni devir açılıyor. Papa konuşmasında bunu anlatıyor.
2- Bizans İmparatorluğu’ndan aktarma yaparak, Hıristiyanlıkta zaten makuliyet düşüncesinin olduğunu belirtiyor.
3- Bu konuşmayı üniversitede bir ders mahiyetinde yaparak kilisenin üniversite ile barışık olduğunu bildiriyor.
4- Katoliklerin beşyüz senelik düşüncelerinin İslâmiyet’te de olduğunu, dolayısıyla bu hususta tartışmamız gerektiğini ileri sürerek dinler arası diyaloga çağırıyor.
İşte Papa’nın olay konuşması
Katolik aleminin dini lideri Papa 16’ncı Benedikt, Almanya ziyareti sırasında daha önce teoloji profesörlüğü yaptığı Regensburg Üniversitesi’ndeki konuşmasında şöyle demişti:
“Yakınlarda Bizanslı bilge imparator İkinci Mihail Paleologos’un diyaloğunun Prof. Theodore Khoury (Muenster) tarafından yayımlanan bölümlerini okuduğum esnada, Tanrı’nın doğasına ilişkin akıl ile düşünürken, zihnime gelenler şunlar oldu:
Papa, Prof. Theodore’un kitabını okurken, aklına Katolik kilisesinde reform yapmak geliyor ve beşyüz senelik ilim-din çatışmasına son vermek istiyor. Bunu Papa’nın aklına getiren Theodure’un kitabı olmuş, yeni kaleme alınmış bir kitap olmuştur.
Bu, muhtemelen bir kış mevsiminde 1391’de Ankara yakınlarında eğitimli bir Farisi ile Hıristiyanlık, İslâm ve ikisinin geçerliliği hakkında yapılmış bir diyalogdur.
Papa burada tarihte Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında imparatorlar seviyesinde diyalog olduğunu belirtiyor. Böylece bugünkü Hıristiyanları ve Müslümanları diyaloga çağırıyor.
Bu diyalog, bilahare 1394-1402 arasında, Konstantipoli kuşatması sırasında, muhtemelen bizzat imparator tarafından kaleme alınmış olmalı. Kendi açıklamalarının Farisi muhatabınınkilere oranla çok ayrıntılı olması da bundan kaynaklansa gerek.
Theodore’un ele aldığı imparatorun kitabından bahsetmektedir. Kitapta Müslümanlara karşı hasmane davranması varsa da, bu da savaş psikolojisi nedeniyledir diyerek, o hususta tartışmaya girmiyor, ama kendisinin bunu tasvip etmediğini belirtiyor.
Diyalog, Kitab-ı Mukaddes ve Kur’an’da mevcut dinin yapıları üzerinde odaklanıyor. Özellikle Tanrı imajı üzerinde duruluyor. Doğal olarak, üç şeriat ya da üç hayat düzeni diye de adlandırılan Eski Ahit, Yeni Ahit ve Kur’an arasındaki ilişkilere de değiniliyor.
Böylece Kur’an’ı da Tevrat ve İncil gibi mukaddes kitap olarak gördüklerini izah ediyor. Yani imparator, onu da diğer iki kitap gibi mukaddes kitap olarak ele almıştır. Bu da İslâmiyet’i hak din olarak tanıdığını Hıristiyanlara anlatıyor.
Bu derste benim bahsetmek istediğim konuya gelince... Ben, din ve akıl çerçevesinde, diyaloğun bütünü içerisinde oldukça marjinal bir yer işgal eden tek bir konuya değineceğim. Zira bu beni çok etkiledi ve de bunu konuya ilişkin düşüncelerim için bir kalkış noktası olarak kullanacağım.
Benim konum İslâm ile Hıristiyanlığı karşılaştırmak değildir diyor. Hattâ, dinlerin üzeride durmayacağım, sadece Tanrı ile akıl arasındaki ilişki üzerinde duracağım diyor. Böylece dinde makuliyetin temelini atmak istiyor.
Prof. Khoury’nin yayımladığı diyaloğun yedinci bölümünde imparator, cihat, kutsal savaş konusuna değiniyor. İmparator, (Kur’an’daki) 2. sûrenin 256. âyetinde, ‘Din konusunda zorlama yoktur’ denildiğinden elbetteki haberdardı.
Papa, Kur’an’daki ‘Dinde zorlama yoktur’ âyetini de hatırlatarak, öğrencilerden konuşmalarını ona göre değerlendirilmelerini istemektedir. Böylece imparatorun bu görüşlerine iştirak etmediğini tartışmaya girmeden hatırlatmaktadır.
Uzmanlar, bunun başlangıç dönemindeki sûrelerden biri olduğunu söylüyorlar. O dönemde Muhammed, güçsüzdü ve de tehdit altındaydı. Ama imparator, doğal olarak, kutsal savaş konusunda müteakip dönemlerde gelişmiş ve Kur’an’da belirlenmiş diğer düzenlemelerden de haberdardı.
İmparatoru cehaletle itham etmemek için bu âyeti bu şekilde yorumlayanlar olduğunu belirtiyor. Gerçekten de böyle yorumlayan müfessirler olmuştur. Papa tarafsızlığını yitirmeden tüm olayları aktarıyor.
İmparator, ayrıntılara dalmaksızın, bir Kitap sahibi olanlar ile ‘kâfirler’ arasındaki davranış farkını izah etmek için, bizi hayrete düşüren sert bir üslupla muhatabına, genel anlamıyla din ve şiddet ilişkisi bağlamında basit bir temel soru yöneltiyor: (Hadi bana Muhammed’in yeni olarak ne getirdiğini göster! Bu konuda, kendisinin vaaz ettiği dini kılıç ile yayma emri türünden kötü ve insanlık dışı şeylerden başka bir şey bulamazsın).
Papa, bizi hayrete düşüren sert bir üslupla ve ifadesiyle imparatorun bu görüşüne iştirak etmiyor. Soruyu küçültüyor ve basit olarak nitelendiriyor. Katılmadığına vurgu yapıyor.
İmparator, böylesine ağır bir ifade kullanmasının ardından, dini şiddet aracılığıyla yaymanın neden akıl dışı olduğunu ayrıntılı biçimde izah ediyor.
Papa, ‘böylesine ağır bir ifade’ diyerek bu sözü doğru bulmadığını belirtiyor.
Şiddet, Tanrı’nın doğasına ve ruhun doğasına zıttır. İmparator diyor ki, (Tanrı kandan hoşlanmaz. Akla göre davranmamak, Tanrı’nın doğasına zıttır. Din, bedenin değil, ruhun ürünüdür. Dolayısıyla birini dine çekmek isteyen kişinin, şiddet veya tehdide değil, iyi konuşmaya ve doğru bir şekilde akıl yürütmeye ihtiyacı vardır. Makul bir insanı ikna edebilmek için, ne kola ihtiyaç vardır, ne vurabilecek bir şeye, ne de bir insanı ölümle tehdit etmeye yarayacak başka bir araca!).
Papa, imparatorun İslâm hakkındaki görüşlerine iştirak etmemekle beraber, dinde makuliyetin üzerinde imparatorun söyledikleri sözleri doğru bulmuş ve dolayısıyla aynen aktarmıştır. Böylece Hıristiyanlığın aklı savunan bir din olduğunu anlatmış olmaktadır. Böylece beşyüz senelik hatalı tutumdan vazgeçme kararındadır.
Bu diyalogda, şiddet aracılığıyla dine çekmeye muhalefet bağlamında en önemli husus şudur: Akla göre hareket etmemek, Tanrı’nın doğasına zıttır. Yayıncı Theodore Khoury, yorumunda diyor ki: Grek felsefesi içinde yetişmiş imparator için bu son derece net bir konudur.
Papa burada Theodore’un görüşlerini aktarıyor. Theodore imparatorun bu görüşü Grek felsefesinden aldığını söylüyor. İslâmiyet’i devre dışı bırakma eğilimindedir. Papa ise bunu sadece aktarıyor, Papa’nın kendi görüşü olarak ileri sürülmüyor.
Ama Müslümanlık öğretisinde ise Tanrı mutlak anlamda aşkındır. O’nun iradesi bizim kategorilerimizden tümüyle bağımsızdır. Buna akıllılık, makuliyet de dahildir. Khoury, bu bağlamda ünlü Fransız İslâmbilimci R. Arnaldez’in bir eserine de bir atıfta bulunuyor. Buna göre İbn-i Hazm, işi, Tanrı’yı kendi kelamından bağımsız olmaya kadar götürerek, O’nun bize hakikati açıklamak gibi bir zorunluluğu dahi olmadığını belirtiyor. Eğer o irade buyurmuş olsaydı, insan putperestliğe de tâbi olmak zorundaydı diyor.”
Theodore, Bizans’ın Hıristiyanlığını akılcı yapmakta, o zamanki İslâm anlayışını da akıl karşıtı göstermektedir. Sadece İbn-i Hazm’ın görüşünü aktarmakta ve Matüridilerin akılla Tanrı’nın emirleri arasında beraberlik olduğuna değinmemektedir. Bu bakımdan profesör tarafsız addedilmeyebilir. Ama Papa burada sadece nakletmektedir, tarafsızdır. Hele burada hiçbir hakaret yoktur. Görüş hatalı olabilir. Hakaret imparatorun sözlerinde olabilir. Ona da Papa’nın iştirak etmediği defalarca vurgulanmıştır.
Papa bundan sonra Allah’ın emirlerini anlatıyor ve sonunda İbn-i Hazm taraftarı olan karşı görüştekileri diyaloga çağırmaktadır. Böylece Papa insanlığı tekrar Abbasi dönemindeki ilim-din uzlaşması ve tartışmasına çekmek istiyor.
Kilise’den böyle bir çıkışın gelmesi gerektiğini daha önce yazdıklarımda anlatmıştım. Sömürü sermayesi Papa’nın bu çıkışından hoşlanmamıştır. Çünkü o dinleri böyle yenmeyi denemiş ve başarmıştır.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın sermaye saldırısına âlet olması büyük hatadır. Başkan istifa etmeli veya Papa gelmeden önce hükümetçe görevden alınmalıdır.
Sermayenin para gücü ile dünyayı nasıl oynattığını hayretle seyrettim. Bu medya ve söz sahipleri Allah’tan korkmuyorlar, çünkü görmüyorlar; ama halktan da utanmıyorlar mı?..
Ben Sayın Necmettin Erbakan ve Fethullah Gülen’e üzüldüm. Onların da bu oyuna gelmiş olması büyük hatadır. Çünkü dünyanın bütün Müslümanları onların ağızlarına bakmaktadır. Onların samimiyetini bildiğim için uyarı yapmak zorundayım. Mü’min özür dilemez ama tevbe ve istiğfar eder. Hakkı beyan eder. Onlardan bunu bekliyorum.
Bu mesajımı ulaşabilen her mü’mine havale ediyorum. Yapılması gerekenleri yapmazlarsa, onlar da sömürü sermayesinin oyuncağıdırlar demektir.
Papa özür dileyecekmiş. Bir defa mü’min insanlardan özür dilemez. Hata etmişe tevbe eder ve istiğfar eder. Papa, onlar benim katıldığım görüşler değildir diyerek tevbe etmiştir. İstiğfarı ise kendisi ile Allah arasındadır.
Asıl istiğfar edecekler ise haksız yere saldıranlardır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL