1967...1968...1969....AKEVLER 40 YILDIR ÇALIŞIYOR....2004...2005...2006
GELECEĞİN II. KUR’AN - V. İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ... BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
ADİL DÜZEN 379
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 21 Ekim 2006 Fiyatı: www.akevler.org veya www.adilduzen.com’a tıklamak!
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 379. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Hedefimiz; “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, Reşat EROL
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ
“ADİL DÜZEN”E KATKILAR…
AKEVLER TV PROGRAMI ADİ ORTAKLIĞI
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 41. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
قُلْ أَتُحَاجُّونَنَا فِي اللَّهِ وَهُوَ رَبُّنَا وَرَبُّكُمْ وَلَنَا أَعْمَالُنَا وَلَكُمْ أَعْمَالُكُمْ وَنَحْنُ لَهُ مُخْلِصُونَ(139)
أَمْ تَقُولُونَ إِنَّ إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ وَإِسْحَاقَ وَيَعْقُوبَ وَالْأَسْبَاطَ كَانُوا هُودًا أَوْ نَصَارَى قُلْ أَأَنْتُمْ أَعْلَمُ أَمْ اللَّهُ وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنْ كَتَمَ شَهَادَةً عِنْدَهُ مِنْ اللَّهِ وَمَا اللَّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ(140)
تِلْكَ أُمَّةٌ قَدْ خَلَتْ لَهَا مَا كَسَبَتْ وَلَكُمْ مَا كَسَبْتُمْ وَلَا تُسْأَلُونَ عَمَّا كَانُوا يَعْمَلُونَ(141)
قُلْ (QuL) “Kavlet/Söyle.”
Bir kimseye sadece ‘sohbet et’ diyorsan “KelLiM” dersin. Ona bir öneri götürüyor, hukuki bir sonuç doğuracak söz söylüyorsan “KuL” dersin. “Mükâleme” sadece konuşmadır. “Mukavele” ise sözleşmedir.
Artık İsrail oğullarına doğrudan hitap etmemekte, mü’minleri aracı yaparak konuşmaktadır.
“KuL/Söyle” diyerek, bize de bilgi vermektedir. Gerçi emretmekle yapılan emir aracıyı ilzam etmez. “Söyle, eve gelsin” dediğiniz zaman, sen de gel anlamı çıkmaz. Ama kardeşine “eve gidelim” de diyerek emredilirse, işaretle-delâletle emretmekle emrolunana da emrolunmuş olur.
“O bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbiniz” demekle, hattâ muhatap da “Rabbimiz” demekle, muhatapla beraber olanlar da emrolunmuş bulunmaktadır.
Buradaki “KuL/Söyle” hitabı kimleredir? Genel kuralımızı uygularsak; Kur’an’a inanan ve onu kendisine kitap kabul edip mü’min olan herkes muhataptır; müslimler değil mü’minler muhataptır. Çünkü müslimlerin tebliğ görevi yoktur. Onlar kendileri amel ederler, başkalarını dâvet etmekle yükümlü değildirler. Yetkili de olmayabilirler. Mü’min bunu söylerken tüm mü’minlerin adına söyleyecektir. “Amellerimiz bizimdir” demiş olurlar. Ancak burada topluluk adına konuşan kimse söyleyecektir. Dolayısıyla asıl emrolunan nebilerin yerinde olan ilim adamları söyleyeceklerdir. Bunlar dâvetle memurdurlar. Her bucağın âlimleri vardır. Bunlar çokturlar. Dolayısıyla yine söylerlerken kendi adlarına değil, mü’minler cemaati adına söyleyeceklerdir.
Doğrudan söylemekle bucak başkanı yükümlü olacaktır. Bucak başkanı kendi bucağı içindeki ehli kitaba söyleyecektir. Nitekim Hazreti Muhammed aleyhisselâm da Medine halkına söylemiştir.
Buradan şunu istinbat edebilmekteyiz ki, bir kent içinde müslimler yani diğer kitaplara mensup cemaatler olacaktır. İl merkez bucak başkanları ildeki cemaatlere, ülke merkez başkanları ülke içindeki cemaatlere ve nihayet Mekke bucağının başkanı tüm insanlığa söyleyecektir. Bu istidlâlimizin sonucu şudur:
Mekke bucağının başkanı, İbrahim milletine tâbi olanlardan olacaktır. Bugünkü büyük dört din ile Yahudiliğin hak din olduğuna inanan ve onlar arasında fark gözetmeyen kimselerden olması gerekir.
أَتُحَاجُّونَنَا فِي اللَّهِ (Ea TuXacCUvNaNAv FIy elLAHi)
“Allah’ta bizimle mi hüccetleşiyorsunuz?”
Bu hitap “Yahudi olun” veya “Hıristiyan olun” diyen kimseleredir. Bizimle tartışanlar onlardır.
Onlar bizimle neyi tartışıyorlar?
a) Bir taraftan insanları Masonluğa veya Hıristiyanlığa çağırtmakta, diğer taraftan bu dinlerin tanrısı olan Allah hakkında inkârcılık yapmakta, tüm güçlerini dine karşı kullanmaktadırlar. ‘Tanrı yoktur!’ veya ‘Tanrı dünya işlerine karışmaz, Tanrı devlet işlerine karışmaz!’ demektedirler. Kur’an’ın, Allah’ın her şeyin hâlikı olduğunu, tabiî ve sosyal kanunları O’nun vazettiğini, tüm insanların O’nun kulları olduğu iddiasına karşılık; onlar Tanrı’yı gökte yahut kişilerin beyinlerine hapsetmek istiyorlar.
b) Tanrı’nın yerine tabiatı ikame ederek O’nu kör kuvvete indirmektedirler. Oysa bugün kâinatın, Allah’ın, tek Allah’ın çok çok ince hesaplarla oluşturduğu büyük bir düzen, büyük bir makine olduğu ilmen sabit olmuştur. Yani, Allah’ın hâlik-ı mutlak olduğu sadece Tevrat ve İncil ile değil, müsbet ilimlerle de kimsenin itiraz edemeyeceği şekilde kanıtlanmıştır. Böyle olmasına rağmen, Tanrı’yı yönetim dışında bırakmak için bize saldırmaktadırlar.
c) Aynı kimseler Kur’an düşmanlığı yaparken, Tevrat ve İncil’in yaygınlaşması için çaba sarfediyorlar. Asılları değil, tercümeleri bulunan, değişik nüshaları olan, ilk yazıldığı dilleri unutulan, bugünkü müsbet ilimlerle çelişkili eklentileri olan kitapları okutmak istemektedirler. Diğer kitapları Kur’an’sız yaygınlaştırıyorlar. Oysa Kur’an o kitapları yeniden diriltmiş ve asıllarına döndürmüştür. O kitaplara girmiş bulunan ‘Tanrı’nın yalnız İsrail oğullarının Rabbi olduğu’ veya ‘Hazreti İsa’nın Allah’ın oğlu olduğu’ hususunu da yanlış olduğunu bile bile savunuyorlar.
d) Bugün yenilmiş bulunan Kur’an ehlinin içinde oluşturdukları teröristleri örnek göstererek Kur’an ehline saldırmaktadırlar. Gerçi Kur’an ehli de Kur’an’ı bırakarak onların bâtıl şirk ve âdetlerine koşmaktadırlar. Asıl cahiliye dönemi böyle başlamaktadır. Zinayı kutsallaştıran, katilleri lüks oteller mesabesindeki hapishanelerde koruyan, faizi sömürü aracı olarak kullanan zalimlerle bir olma yarışı yalnız Türkiye’ye has değildir. Tüm ehli Kur’an -bilinç altında da olsa- onların peşinde koşmaktadır.
“Adil Düzen” işte bu dalâlete koşmaktan uzak kalmadır.
وَهُوَ رَبُّنَا (VaHuVa RabBUNAv) “O bizim Rabbimizdir.”
Burada “biz ve onlar” kimlerdir? Hazreti İbrahim’in doğuya giden ve oralarda İbrahimî dini yayan oğulları dışında Hazreti İbrahim’in iki oğlu vardır; biri Hazreti İsmail, diğeri Hazreti İshak. Hazreti İshak’ın da iki kolu mevcuttur; İsrail oğulları ve Hıristiyanlar; yani Hudlar ve masonlar yani sermaye grupları.
Hazreti İsmail’in soyundan gelenlerin getirdikleri din de bugünkü Şii ve Sünni Müslimlerdir.
Kur’an önce sadece Yahudileri muhatap alıp onları örnek bir kavim olarak anlattı.
Şimdi de Hıristiyanları ve Yahudileri muhatap almaktadır. Doğrudan değil, Kur’an ehlinin karşısında onları muhatap almaktadır. O halde burada “biz” deyince İsmailîlerdir.
Şimdi de biz nasıl oluştuk, onu da tarihten hatırlayalım.
Hazreti İsmail Mekke’de yerleşir ve orada babasıyla birlikte Kâbe’yi inşa ederler. Mısır ile Mezopotamya arasında yolculuk yapan bedeviler orada konaklarlar. Orası Arap bedevilerinin merkezi olur. Orada Arapça bir uygarlık dili olarak oluşur, Mekkeliler de tüccar bir topluluk olur. “Kureyş” tüccar demektir.
Bu ilk hazırlıktır. Ayrıca Doğu Avrupa ve Orta Asya’da “İskitler” denen bir kavim ortaya çıkar. Bunlar henüz yerleşik hayata geçmemişler, ama Mezopotamyalılardan örnek alarak bir bozkır devleti oluşturmuşlardır. Bunlar Germen-Moğol karışımı bir kavimdir. Bunlardan Moğollara yakın olan doğulular Büyük Hun İmparatorluğu’nu kurmuşlardır. Ondan sonra onların yerini Göktürkler aldılar. Göktürkler tek Tanrı’ya inanan bir devlet kurdular. Onların yerine Uygurlar geçti. Uygurlar önce Budizm ve Maniheizmi kabul ettiler. Sonra Müslüman olup Karahanlılar Devleti’ni kurdular. Diğer yandan İran ve Anadolu halkı M.Ö. 2000 yıllarında yani Hazreti İbrahim’den sonra uygarlaştılar. Anadolu’da (yani Türkiye’de) Hitit, Frigya ve Lidya devletleri oluştu. İran’da da Elamlılar, Medyalılar, Persler ve Sasaniler kolunda bir uygarlık gelişti. Bunlar da Müslüman oldular. Ayrıca Afrikalılardan bir bölümü de İslâmiyet’i kabul ettiler. İşte bu dört kavim birlik içinde I. Kur’an Medeniyeti’ni kurdular. Selçuklular, Osmanlılar ve Cumhuriyet hükümetleri bugünkü duruma ulaştılar.
Bütün bunlar İlâhi takdir sonunda O’nun mürebbiliği içinde olmuştur.
Adil Düzen Çalışanları olarak onlara diyoruz ki; Allah hakkında neden bizimle tartışıyorsunuz? İşte O bizim Rabbimizdir, şimdiki yerimize bizi O getirdi.
وَرَبُّكُمْ (VeRabBUKuM) “Ve sizin de Rabbinizdir.”
Bugün bizim vârisi bulunduğumuz İslâm Uygarlığı; Mezopotamya, İbrani, Hıristiyanlık ve İslâm uygarlıklarının hukuku ve yönetimi ile getirilen bir uygarlıktır. Siz ise Mısırlıların, Yunanlıların ve Romalıların vârisi olarak teknik ve ekonomi uygarlığını en büyük bir ivme ile ileri götürmektesiniz.
Mısır Mezopotamya’nın, Yunan İbranilerin, Romalılar Hıristiyanlığın ve siz bugünkü Avrupalılar İslâm’ın etkisi ile yeni uygarlıklar kurarak buraya geldiniz. Sizi de buraya getiren Rabbinizdir. O Allah sizin de Rabbinizdir.
Bunlar tesadüflerle kendiliğinden olsaydı, böyle birbirini tamamlayan tek insanlık olarak gelişebilir miydi? Nasıl kâinatın Yaratıcısı ve Yaşatıcısı tek ise; aynı şekilde doğu uygarlıkları ile batı uygarlıklarını oluşturan da tek Tanrı’dır. Futbolda iki takım nasıl karşı karşıya geliyorsa, kurtla kuzu nasıl karşı karşıya ise; bizler ve sizler de aynı Tanrı’nın yetiştirdiği kimseleriz. Neden o Tanrı hakkında tartışıyoruz?
21. yüzyılda dinler bu tartışma aşamasını aştılar, şimdi siyasiler tartışıyor…
وَلَنَا أَعْمَالُنَا (Va LaNAv EaGMALuNAv) “Bizim amellerimiz bizimdir.”
Biz aslında sizinle işbölümü içindeyiz. Biz bizim işlerimizi yapıyoruz. Doğu ve batı uyarlıkları tarihte işbölümü yapmışlardır. Doğuda Hazreti Nuh’tan sonra Hazreti İbrahim, Hazreti Musa, Hazreti İsa ve Hazreti Muhammed gelmiş, kitaplar getirmiş ve insanlığa önce fıkhı öğretmişler; yani, kişilere görevlerini, yetkilerini, sorumluluklarını ve haklarını öğretmişlerdir. Bu öğretiler sonunda ileri düzenler doğdu, yönetim modelleri ortaya çıktı. Yani, peygamberler hukuku öğrettiler ve bu hukukun sonucu adil yönetim sistemi ortaya çıktı.
Biz Hazreti Nuh zamanında, Hazreti İbrahim zamanında, Hazreti Musa zamanında, Hazreti Davud zamanında, Hazreti İsa zamanında ve Hazreti Muhammed zamanında bunları yaptık. Bizler bugün de “Adil Düzen”e talibiz. Kendi işimizi yapıyoruz; sizin bilmediğiniz ve anlamadığınız işleri yapıyoruz. Siz hep bizim getirdiğimiz hukuk ve düzene dayanarak uygarlıklar kurdunuz. Sizin kurduğunuz uygarlıklar, bizim kurduğumuz uygarlıklardan beşyüzer yıl sonra gelmiştir. Uygarlıklarınız hep bizim uygarlıklarımızın etkisiyle oluşmuştur.
وَلَكُمْ أَعْمَالُكُمْ (VaLaKuM EaGMAvLuKuM) “Sizin amelleriniz de sizindir.”
Siz ne yapıyorsunuz? Bizim oluşturduğumuz hukuk ve yönetim düzeninin size kazandırdığı güçle teknolojide ilerlemeler kaydettiniz. Sonunda ekonomide gelişmeler sağlandı. Eski Mısır, Eski Yunan, Roma ve Avrupa teknolojide ve ekonomik yapıda doğu uygarlıklarından üstün olmuşlardır. Hukukta ve yönetimde de doğu uygarlıkları üstün olmuştur. Bizim amelimiz bizim, sizin ameliniz sizindir.
Batı dünyası bugün teknolojide bizden kat kat üstündür. Kim bunu inkar edebilir ki? Şimdi yazı yazdığımız bilgisayarlar onların eseri değil midir? Ancak, Batı hukukta ve yönetimde zavallı durumundadır. Bin senede oluşturulmuş olan “Usûlü Fıkh”ın kapısı içine bile girememişlerdir. Batıda hukuk diye bir şey yoktur. İslam’dan aldıkları serbest sözleşme modeli ile her gün yeni kanunlar yapmaktadırlar. Hiçbir makul düzenleri yoktur. Mesela, İngiltere’de trafik soldan yürür, oysa Kara Avrupa’sında sağdan; her iki taraf sadece inatlaşmaktadır! Oysa İslâm her işte sağı öne alır. Önce sağa selâm veririz, çünkü Allah kâinatı sağa göre yaratmıştır. Fasülye bitkisi çalı veya sırık üzerine sarılırken sağdan sarılır. Işık sağa kırılır. Aminoasitler sağa yönlüdür. İşte Fıkıh kâinatta böylesine kabul edilmiş standartlara dayanmaktadır. Bunlara ‘illet’ denmektedir.
Avrupalılar Fıkıh Usûlü”nü dinî sanmışlar, dolayısıyla uygarlıklarına aktaramamışlardır. Akılları da yetmemiş olabilir. Oysa “usul” gramer gibi lâik bir ilimdir. Ama onların öğrenmeye niyetleri yoktur.
“Adil Düzen” ise “Fıkıh Usûlü” üzerinde oturacaktır.
Ey Batılılar! Sizin hukukunuz olmadığı için yönetiminiz de yoktur.
Faşizm ve sosyalizm uygulamaları bu bilgisizliğinizin tabiî sonucudur.
İşgal ettiğiniz ülkelere Türk ordusunu çağırıyorsunuz; neden?!. Nimetler sizin, ama bekçilik bizim!.. Petrol sizin, ama şehitler bizim!.. Bu durum sizin bu sahadaki zavallılığınızı göstermiyor mu?..
وَنَحْنُ لَهُ مُخْلِصُونَ(139) (VaNaXNu LaHUv MUPLiÖUvNa) “Ve biz O’na muhlisiz.”
“HÂLİS” saf demektir, bereket demektir. İnsanlar için “hâlis” demek “özel” demektir. Yalnız onun arkadaşı olmak, yalnız onun işçisi olmak, yalnız onun eşi olmak ihlâstır.
Allah Hazreti İbrahim ve çocuklarını insanlığı tek millet hâline getirmekle görevlendirdi; O görevlendirdi. İsrail oğulları böylece görevlendirilmiş bulunmaktadırlar.
Ama mesela Cermenler yani bugünkü bizim Alman dediğimiz ırk Roma’yı işgal etti. Kendileri yönetime hakim oldular ve Hıristiyanlığı kendileri seçtiler. Papa ile 1500 yıl niza içine girmediler. Katolikliğin bozulması üzerine yine karşı çıkanlar onlardan olmuştur. Protestanlığın kurucusu Luther Almandır.
Şimdi de Papa onlardan seçildi ve Katoliklikte reform yapmakta, dini lâikleştirmektedir. Son Papa’nın söyledikleri sömürü sermayesinin işine gelmemiştir ki, söylediklerini çarpıtarak tüm insanlığı ayağa kaldırdı. Tüm insanlık Papa’dan özür dilemelidir.
Bunun gibi bir durum olarak Kur’an Araplara indi. Arapları Allah seçti. Türkler de Galip geldiler, ama İslâm dinini kabul ettiler. Talas’ta Çinlilerle 751’de yapılan savaşta Türkler Müslümanlar tarafına geçtiler de o savaşta böylece Hazreti İbrahim’in batı kolu galip geldi; rasyonalizm yani akılcılık galip geldi. 1071’de rasyonalizm Türkler tarafından kazanıldı. Yine o savaşta da Müslüman olmayan Türkler cephe değiştirerek zafer elde edildi. Şimdi de biz kendimiz talip olarak “ADİL DÜZEN” için çalışıyoruz...
“Biz O’na muhlisiz” demek; O bizi seçmedi, biz talip olduk demektir.
Kur’an’dan önce insanlık henüz rüşde ermediği için Allah nebileri ve mü’minleri seçiyordu. Artık insanlık rüşt çağına erdiği için Kur’an’ın ilk uygarlığından sonra, yani bizim uygarlığımızda Allah mü’minleri seçmiyor, mü’minler imanı seçiyor. Yani, isteyenler mü’min olup Allah’ın has kulları oluyor. Önce “Biz O’nun için barışçıyız” denmiş, sonra “Biz O’nun için çalışıyoruz” denmiş; şimdi de “Biz sadece O’nun için çalışıyoruz” deniyor. “Mallarımızı ve canlarımızı cennet karşılığı O’na sattık deyin” deniyor.
Kur’an bu âyetle Hıristiyan âlemini barışa ve işbölümüne çağırmaktadır.
Bizim topraklarımız geniş, nüfusumuz da artıyor ama teknolojimiz yok. Sizin ise teknolojiniz ileridir ama nüfusunuz yaşlı. Gelin, işbölümü yapalım; siz sanayi ülkesi olunuz, biz tarım ülkesi olalım. Biz sanayiyi beceremiyoruz, siz de tarım yapacak topraklara sahip değilsiniz, aynı zamanda tarım yapmayı da bilmiyorsunuz. Tarımı da sanayi metotları ile işletmeye çalışıyorsunuz. Oysa tarım sanayi metotları ile işletilemez.
a) Sanayi cansızlara hitap eder. Kanunlara uygun ne söylerseniz itirazsız yapar. Dolaysıyla sanayide üretimi siz kendiniz yaparsınız. Oysa tarım canlıdır. Siz ona emredemezsiniz, sadece onu desteklersiniz, üretimi kendisi yapar. Buğdayı, kaşığı üretir gibi topraktan üretemezsiniz.
b) Sanayi merkezî yerlerde üretilebilir. Oysa tarım dağlara ve bayırlara varıncaya kadar yaygındır. Siz onun ayağına gitmek zorundasınız. Üretim fabrikalarda değil tarlalarda olmaktadır.
c) Sanayide üretim birbirine çok benzer. Makinelerle aynı model üretimi her zaman yapabilirsiniz. Oysa tarım her parsele göre değişir. Sadece bir tarlanın bile her yerinde benzer tarımı yapamazsınız. Sanayide işbölümü yapar, birkaç günde kişileri yetiştirirsiniz. Tarım ise geçmiş deneyimlere dayanır, bundan dolayı tarım ancak babadan ve dededen öğrenilerek yapılabilmektedir.
d) Sanayide benzer ürün elde edersiniz, standartlaşma çok kolaydır. Tarımda ise her yıl her tarladan ayrı kalitede mahsul alırsınız. Tarım ürünlerinde standartlama ancak harmanlama ile olabilmekte, yöreye ve yıla göre değişmektedir.
İşte, durum özet olarak böyle.
Siz sanayide inkılâp yapabildiniz ama tarımda yapamadınız. Bırakınız tarımı da biz yapalım. Siz bize sanayi mamulleri satın, biz size tarım ürünleri satalım. Tekel oluşturmadan serbest arz ve talep kanunları ile fiyatlar oluşsun. Gümrükleri kaldıralım. Vize ve kotalara son verelim. Faizli sömürüyü sona erdirelim.
İşte bu âyet, Batılılara uzlaşma formülünü getirmektedir. Biz size sanayide yetişemeyiz, siz de bize tarımda yetişemezsiniz. Ne var ki, siz sanayiyi sömürü ve saldırı aracı olarak kullanıyorsunuz. Biz zorunlu olarak kendimizi savunuyoruz. Biz galip geleceğiz, çünkü haklıyız. Biz sanayisiz yaşarız ama siz tarımsız yaşayamazsınız. Biz çoğalıyoruz, siz azalıyorsunuz…
***
أَمْ تَقُولُونَ (EaM TaQUvLUvNa)
“Yoksa siz şöyle mi diyorsunuz?”
Yani, bunu açıkça söylemiyorlar ama onu demeye getiriyorlar. Sanki İbrahim oğulları masonmuş veya Hıristiyanmış gibi görüyorlar. Hazreti İbrahim’e Tevrat’ta, ‘Ben seni mübarek bir millet yapacağım ve sana tâbi olanlar kum tanesi, yıldızlar sayısı kadar olacak’ dedi. İsmail ve İshak’ın oğullarına mahsus olmak üzere Nil’den Fırat’a kadar toprakları vaat etti. Şimdi bu topraklar onların elindedir. Kisra’nın yenilmesi ama Bizans’ın varlığını sürdürmesi bu vaadin sonucudur.
Eğer Bizans gibi Sasaniler de yaşasaydılar, o zaman bu arz-ı mev’ud Hazreti İbrahim’in çocuklarının vârislerine ait olmayacaktı. Ayrıca Hazreti Musa’ya da bugünkü İsrail topraklarını vaat etti. Şimdi onlar Hazreti İbrahim’e vaat edileni kendilerine vaat edilmiş kabul ederek, Hıristiyanları da arkalarına alarak büyük Ortadoğu’da İsrail devleti hegemonyasını kurmaya çalışıyorlar.
‘İbrahim bizdendir’ demiyorlar ama demeye getiriyorlar. Onun için “EM” ile getirdi.
‘Böyle mi demek istiyorsunuz?’ diye biz de onlara sorarız.
إِنَّ إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ وَإِسْحَاقَ وَيَعْقُوبَ وَالْأَسْبَاطَ (EinNa İBRAHıYMa Va İSMAGIyLa Va ISXAQa Va YaGQUvBa)
“İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve sıbtlar diyorsunuz.”
Yukarıda aynı isimler aynı şekliyle sayılmış ve onlara inzâl edilen denmiştir. Orada sayılırken, ‘Bize ve İbrahimîlere nâzil olana, Musa ve İsa’ya îtâ edilene ve nebilere îtâ edilene iman ettik deyin’ deniyor. Burada da bunlar sadece İbranilerin veya Hıristiyanların değil, tüm insanların atalarıdır; uygarlık atalarıdır.
Topluluklarda ırk sözkonusu değildir. Aynı ülkede aynı dili konuşuyorsanız, tek bir şeriata bağlı iseniz, siz bir topluluksunuz. Ümmet yapı olarak ocak, bucak, il, ülke ve insanlığı içerir. Millet ise ilmî, dinî, meslekî veya siyasî dayanışma birlikleri oluşturur. İbrahim milleti, uygarlaştırma ile görevli bulunan, bugünkü tâbirle yönetici olan topluluktur. Ne var ki, Kur’an’ın tanımladığı yöneticilik bugün anlaşılan yöneticilikten farklıdır.
a) Merkezî bucaklar vardır. Bunların başında Mekke gelir. Sonra kıta merkezlerinde oluşmuş kıta bucakları vardır. Sonra devletler gelir, devletlerin merkezî bucakları var, bölgelerde bölge merkezi bucaklar vardır. Sonra iller gelir, illerin merkezî bucakları var, ilçelerin merkezî bucakları var. İşte bu merkezî bucaklar dışında kalan bucaklar taşra bucaklardır. Taşra bucaklar hukuk düzeni bakımından bağımsızdırlar ve doğrudan yönetimle yönetilirler. Merkez bucaklar temsilciler tarafından yönetilirler. Merkez bucaklar taşra bucaklarının hizmetinde olup hâkim değil, hâdimdirler. Bucak içinde de yöneticiler hâkim değil, hâdimdirler. İnsanlık bir ağacın kökleri gibidir, devlet gövdedir, il daldır, bucak yapraklardır, ocak kadınlardır, çocuklar meyvelerdir. Gövde köklere oturur, dallar da gövdeye otururlar. Yapraklar dallarda dizilir. Çiçekler dalların tepesinde yer alır. Yapraklar çiçeklere hizmet ederler. Çiçekler de meyve üretirler. Böylece ümmet oluşmuştur. Batı uygarlığında ise durum tam tersinedir. Merkezler taşralara hâkimdir. Çiçekler topraklarda sürünür. Yapraklar toprak üzerinde yayılır. Dallar onların sırtına biner. Gövde dallara oturur. Kökler gövdenin üzerinde yerleşmişlerdir.
b) Kur’an’a göre halk ayrıca bucakta, ilde ve ülkede ilmî, dinî, meslekî ve siyasî dayanışma ortaklıklarını kurmuşlardır. Fikrî haklarını ilmî, amelî haklarını meslekî, hissî haklarını dinî ve sosyal haklarını siyasî dayanışma ortaklıkları içinde kullanırlar. Bilgisizlikten doğan zararları ilmî, beceriksizlikten doğan zararları meslekî, ihmalden doğan zararları dinî, kasden iras edilen zararları siyasi dayanışma ortaklıklarınca korunur.
c) Toplulukta bütün hak ve hürriyetlerin sınırı, başkalarının hak ve hürriyetlerinin sınırıdır. Bu sınır tarafların seçtiği bağımsız, yansız, etkin ve saygın hakemlerden oluşan mahkeme ile belirlenir. İşte bu kararların müeyyidesi siyasi dayanışma ortaklıklarıdır. Bu dayanışma ortaklıklarının görevi hakem kararlarına uymayanları hakem kararlarına zorla uydurmaktır. Toplulukta herkes buna katılmak durumundadır. Ancak isteyenler bedelli olup bedenen katılmazlar. Bunlara “müslim” denir. İsteyenler de bedel vermez, bedenen katılırlar. Bu askerlik hizmetidir. İşte bunlara “mü’min” denmektedir.
d) Bu isteklilerin oluşturduğu güçler ocakta bekleme görevini yerine getirirler; bucakta koruma hizmetleri yaparlar; illerde iç güvenliği sağlarlar; ülkede ise dış savunma hizmetlerini ifa ederler. İşte bu teşkilat siyasi millettir. İbrahim milleti demek, ülkelerde oluşan orduların hakemlerin kararlarını güvence altına almaları demektir. Ordular hakemlerin emrindedir, ordular sivil yöneticilerin emrinde değildirler. Hakemler devletlerin üstündedir. Orta hakemler ilçelerde bulunurlar ve halkın hukukunu belirlerler. Yüksek hakemler ülkede bulunur ve merkez bucaklarda görevlilerin hukukunu belirlerler. Üstün hakemler ise uluslararası hakemlerdir. Son karar bunlardadır. Devletlerarası ilişkilerde hakemliği bunlar yaparlar. İşte İbrahim milleti bu hukuk düzenini benimsemiş bir millettir, tek millettir. Hakemleri bunlar organize eder, ehliyeti bunlar verir. Görevlenmelerini bunlar sağlar. Taraflar hakemleri bunlardan seçerler. Hakemlerin aldığı kararlar geciktirilmeden ve itiraz edilmeden uygulanır. Uymayanlar silahlı güçler tarafından tenkil edilir. Bugünkü büyük dinlerin görevi budur, adil yargılama düzenini oluşturmadır. Bu dinler zor kullanmazlar. Zorlama siyasi güce aittir.
كَانُوا هُودًا أَوْ نَصَارَى (KAvNUv HUvDan EaV NaÖARAy)
“Onlar Hud veya Nasara idi mi diyorsunuz?”
“Hud olmak” Yahudi olmak demek değildir. Çünkü İsrail oğulları kendilerinden başkasını Yahudiliğe almazlar, ama Yahudici olun derler. “HUD” Yahudici demektir. Batı uygarlığında bu Masonluk olarak şekillenmiştir. Hâlâ insanların çoğu isteseler de istemseler de “Hud”dan oluyorlar. İbrahim ve oğulları Hıristiyanlara göre Hıristiyan, Yahudilere göre Yahudidir diyecek oluyorlar. Papa Jan Paul Türklerin Avrupa Birliği’ne kabul edilmesini İbrahimî dinden oluşuna bağlamıştır.
İnsanlık Kur’an’ı iyi okumalıdır. Kur’an gelecekte ne olacağını daha iyi bilmektedir. Dolayısıyla onun dışında herhangi bir çözüm İlâhi kaderi değiştirmedir ki bu mümkün olmayacaktır. Halkın çoğu Müslim olacaktır. Âhireti kazanmaktan ziyade, dünyada yaşayıp gitme peşindedirler. Dini bir hobi olarak görürler. İbadetleri gevşek gevşek yaparlar. Bunlara “müslim” diyoruz.
Diğer taraftan büyük dinlerin mü’minleri vardır. Bunlar insanları kâfir ve müşrik olmanın dışına çıkarmak, müslim veya mü’min yapmakla görevlidirler. Din adamları onlardan hâlis olanlardır. Yani başka işlerle uğraşmazlar. Bunlar yeryüzündeki hakemlikleri yaparlar, hakemlik düzenini kurarlar.
Hakemlerin yani dinlerin görevi söylemektir. Bunlar doğruyu söylerler, ondan sonrasına karışmazlar. Ondan sonrası ise halkın kendi rızaları ile onları kabul etmelerine kalır. Kabul etmezlerse bundan hakemler sorumlu ve görevli değildirler. Bu durum bugün de böyle değil midir?
Hakemlerin kararlarına uymayanları hakemlerin kararlarına zorla uydurmak din adamlarının değil, siyasi dayanışmanın görevidir. İbrahimî din yani dinî dayanışma ortaklıkları yalnız Hıristiyanlar, yalnız Yahudiler değil, bütün İbrahim milletine mensup olanlardır. Dinde düzen vardır, siyasi güç vardır. Millette ise zorlama yoktur.
Türkçede bu kelimeler yanlış kullanılmaktadır. Biz de Türkçede bu kelimeleri bugünkü mânâlarıyla kullanıyoruz. Türkçedeki “din” karşılığı Arapçada “millet”tir; Türkçedeki “millet” karşılığı Arapçada “kavim”dir. Yalnız Hıristiyanlık milleti yoktur, Müslümanlık milleti yoktur, tek millet vardır, yani Türkçedeki deyimiyle tek din vardır, o da İbrahimî dindir.
Çağımızda bu kelimelere doğru mânâlar vererek kullanmak zor görülüyor. Gelecek nesiller bunu ıslah edecektir. Yeniden Kur’an Arapçasını ihya etmemiz gerekir. Bu dil ilim dili olacaktır. Araplar dahil her ulus kendi dillerine tercüme edeceklerdir. Kur’an Arapçası ile konuşulan Arapların Arapçası farklıdır. Konuşma dilini halk üretir, biz ona hakim olamayız. İlim dilini alimler üretir, biz ona hakim oluruz.
قُلْ (QuL) “Kavlet. Söyle.”
Burada “KuL/Söyle” emrini alan, tüm dinleri hak kabul edip onları değerlendiren, peygamberler arasında tefrika yapmayan mü’mindir. Sonra gerek tabiî gerek sosyal ilimleri bilen âlimdir. İslâmî ilimleri bilmek, sosyal ilimleri bilmek demektir. Peygamberlerin vârisi olanlar her söze kulak verip onlardan kendi akılları ile en iyisine tâbi olan kimselerdir. Buna inanan İbrahim milletinden olma hakkını iktisab eder. Bunlar insanlığı uygarlaştırma, insanlar arasında barışı tesis etme görev ve yetkisine sahiptirler. Nihayet bucak, il, ülke ve insanlık başkanlarına da bu sözleri söyleme yetkisi verilmiş bulunmaktadır.
أَأَنْتُمْ أَعْلَمُ أَمْ اللَّهُ (EaEaNTuM EaGLaMu EaMi elLAHu)
“Siz mi daha iyi biliyorsunuz, yoksa Allah mı?”
Bugün Hud ve Nasara grubu açıkça Allah’ı inkâr etmiyorlar, kitaplara bir şey demiyorlar, ama icad ettikleri lâiklikle dinleri kendilerine karıştırmıyorlar. Kendilerinin Allah’tan daha iyi bildiklerini iddia ediyorlar.
Birkaç yanıldıkları noktalara işaret edelim.
a) Allah ekseriyet kararını reddettiği gibi aynı zamanda bunu zulüm saymıştır. Bunlar tüm düzeni ekseriyet kararlarına dayandırıyorlar. Ekseriyet kararlarını uygulamak zulümdür. Çünkü azınlığın hukukunu koruyan bir mekanizma yoktur. Ekseriyet kararı, en zayıf olan ve ne tarafta olacağını bilmeyen kimselerin topluluğu yönetmesidir ki, bu da tabiî ve doğal kanunlara aykırıdır. Ekseriyet sistemi istikrarsızdır. Bugün böyle, yarın öyle karar almak demektir. Zaten ekseriyet temin edilemez. Güçlünün oluşturduğu azınlığa uyma demektir. Güç ise hakkı belirlemez.
b) Merkezi yönetimi esas alıyor, merkezleri hakim kılıyor. Oysa insan iradesini kullanmak üzere yaratılmıştır. Merkezi yönetim kişileri hayvanlaştırmaktadır. İçtihat ve yerinden yönetim sistemi vardır.
c) Savaşı meşru sayıyor, köleliği kaldırıyorlar. Oysa savaş varsa kölelik zorunludur. Kölelik yoksa katliamlar zorunlu hâle gelir.
d) Kısası kaldırıp kafalarından uydurdukları hapis cezaları veriyorlar, bu da caydırıcılık olmuyor. Günümüzde 30 bin kişinin katili, saray gibi hapishanede besleniyor!
e) Çok evliliği ortadan kaldırıp zinayı meşru hâle getiriyorlar. Bu da aile müessesesini yıkıyor.
f) Ailede kadın erkeği eşit hâle getirip ikisini aynı yükümlülüğe sokuyor, bu da kadını eziyor.
g) Evlilik, yasak olan cinsi ilişkiyi ikili olarak meşrulaştırma iken, serbest olan cinsi ilişkileri yasaklar koyma şeklinde yorumluyorlar.
h) Faiz ekonomik dengeyi bozduğu halde, ekonomik dengeyi faize dayandırıyorlar.
i) Yeryüzü tüm insanlığın olduğu halde, gümrüklerle ve pasaportlarla insanların dolaşmalarına ve mallarını alıp satmalarına mani oluyorlar.
j) Çocukların velisi onları doğurup büyüten anne-babaları olduğu halde, devleti anne-babanın üstünde veli yapıyor, eğitim özgürlüğünü yok ediyorlar.
Görülüyor ki, bugünkü insanlar sanki kendileri Allah’tan daha fazla biliyorlarmış gibi hükümler koyuyorlar. İşte, söyle siz mi daha iyi biliyorsunuz, yoksa bu kâinatı var eden ve onu yöneten Allah mı, de.
Peki, biz Allah’ın bildiklerini nasıl bileceğiz, yani, Allah bize nasıl öğretecektir? Bu çok basittir.
İnsanların tabiî ve sosyal ilimleri olmadığı zaman bunları peygamberler bildirdiler, mucizeler göstererek insanları inandırdılar. Bugün ise peygamberler gelmiyor, bize mucizeler göstermiyor. Allah vahiy yoluyla ilmini bize ulaştırmıyor. Ama onun yerine tabiî ve sosyal ilimler gelişmiş, Batı’da tabiî ilimler en yüksek seviyeye çıkmış, Doğu’da usûlü fıkıh yoluyla sosyal ilimler gelişmiştir. O halde yapılacak iş, ilimle Allah’ın ilminden öğrenmektir.
Adil Düzen Çalışanları, Kur’an’dan istidlâl ederek hükümler çıkarmaktadırlar. Ancak bunlar hiçbir zaman başka insanlara bizim Kur’an’dan anladıklarımızı kabul edin demiyorlar, hikmetle onları ispatlıyorlar. Yani, kısas mı, yoksa hapis mi ilmî cezadır? Tartışalım. Hapisin hiçbir ilmî değeri yoktur. Çünkü hiçbir makul varsayıma dayanmaz. İşkembeden atmadır. Ancak hikmetle savunulabilir. Bu da caydırıcılığın kısastan daha iyi olduğu söylenebilir. Bugün böyle bir iddia ispatlanmış değil denmemiştir bile.
Biz kölelik, çok evlilik gibi her sahada ilmî tartışmaya her zaman hazırız. Siz ise bizim bu tekliflerimizi “sosyal mühendislik” diye istihza ile karşılıyorsunuz. Yani, sosyal işlerde akıl kullanılmayacak? Peki, ya ne kullanılacak? Güç ve kuvvet!. Allah sormamızı istiyor? Siz mi iyi biliyorsunuz, yoksa Allah mı?
Bu soruyu şöyle de sorabiliriz.
Siz ekseriyet sistemini kabul ettiniz. Ekseriyetin iradesini topluluğun iradesi kabul ettiniz. Ekseriyet sizde iken rahattınız. Şimdi ekseriyet bizim elimize geçti. Biz topluluğu temsil ediyoruz demektir. Yani, Allah’ın halifesiyiz. Biz şimdi başörtüsü ile dolaşmak istiyoruz. Karşı çıkıyorsunuz! Neden? Hani ekseriyet kararı haklı idi? Öyleyse, gelin lâikliği tarif edelim diyoruz. Masaya da oturamıyorsunuz. Çünkü siz zalimsiniz.
Siz lâikliği tarif etmeyeceksiniz ki istediğiniz zaman istediğiniz şekilde kullanıp zulmedesiniz.
Biz size ‘lâikliği birlikte tarif edelim’ diyoruz; siz ise ‘lâikliği biz tarif ederiz, siz uyarsınız’ diyorsunuz. Biz sizi lâikliği tarife çağırırken, ilim ile tarif edelim diyoruz. Siz ise; bizim silahımız var, biz tarif ederiz diyorsunuz. Komutanlık makamına oturanlar, onları oraya milletin kendisi değil de, Hud veya Nasara olun diyenler getirmiş gibi lâikliğin tarifine karşı çıkıyorlar. Tarif ne demektir? Ne olduğunu bilmektir. Belki siz biliyorsunuz ama biz bilmiyoruz. Bize öğretin diyoruz. Hayır, siz öğrenmeyin diyorsunuz!..
وَمَنْ أَظْلَمُ (Va MaN EaJLaMu) “Kim daha zalim olabilir?”
En büyük zalimler, gerçekleri halktan saklayanlardır. Yani, lâikliğin ne olduğunu soranlara ‘bilmeye ne gerek var’ diyenlerdir. Anayasa Mahkemesi lâikliği tarif etmemiş, başörtüsü yasağının anayasaya aykırı olmadığını hükme bağlamıştır. Bu lâikliği tarif etmez.
Önce, mevzuatı yorumlamak mahkemelerin işi değildir. Mevzuatı ilim yorumlar ve uygulayanlar kendileri uygularlar. Anayasa Mahkemesi’nin kanunları yorumlama yetkisi yoktur, iptal yetkisi vardır. İptal edilen şeyin yorumu nasıl olur? Basit hukuk kuralını bilmeden söylenen sözler söyleyeni zor duruma düşürür.
مِمَّنْ كَتَمَ شَهَادَةً عِنْدَهُ مِنْ اللَّهِ (MinMaN KaTAMa ŞaHADaTan GıNdaHUv MiNa ElLAHi)
“İndinde olan şehadeti Allah’tan ketmedenden zalim kim vardır?”
Buradaki “Allah” kâinatı var eden ve bizi yaratan Allah değil de, O’nun yeryüzündeki halifesi olan topluluktur. İnsan kendisinin yanında olan bilgiyi gizliyor! Kimden gizliyor? Halktan gizliyor! Kimden gizliyor? Devletten gizliyor. Bunun en büyük zalim olduğunu üzerine basarak söylüyor.
Bugün ne yapılıyor? İnsanlar mukaddes kitapların öğrettiklerini gizliyorlar.
Kur’an’ı okuyan Yahudi ve Hıristiyan din adamları Kur’an’ın ilâhi kitap olduğunu biliyorlar ama gizliyorlar. Lâikler de yapılan uygulamaların lâiklik olmadığını domuz gibi biliyorlar ama gizliyorlar. Onun için tanım ve tariflere yanaşmıyorlar. “Bunlardan daha zalim kim olabilir de” diyor Allah.
وَمَا اللَّهُ بِغَافِلٍ (VaMAv elLAHu BiĞAvFiLin) “Allah gafil değildir.”
Buradaki “Allah”tan kâinatı var eden ehad ve samed olan Allah anlaşılır. O’nun bütün bunlardan haberi var, bilmektedir diyor. Bu anlamda elbette doğrudur. Ama O’nun halifesi olan topluluğun da bunlardan haberi vardır. Böyle ketmedenlere karşı koymaz ama zamanla çözer.
Türkiye 1900’dan beri hep dinsizleştirilmek istenmektedir. Her gün İslâmiyet aleyhine kararlar alınmış, beyanlarda bulunulmuş ve sonunda olanlar hep İslâmiyet’in yararına olmuştur.
a) 1900’larda Allah’ın varlığı tartışılmaya başlanmıştır. Buna cevap vermek için Müslümanlar bin seneden beri kapattıkları içtihat kapısını açtılar. Zulüm rahmet olmuştur.
b) 1910’larda Osmanlı İmparatorluğu yıkılmış ama o sayede Kuvva-yı Milliye doğmuş, böylece bin yıl yaşayacak cumhuriyet kurulmuştur.
c) 1920’de lâiklik bahanesiyle dinsizlik getirilmek istenmiş ama tam tersine Türkiye halkı yüzde doksan beş İslâmlaştırılmıştır. Oysa biz bunu bin yıl içinde yapmadık. Şeriat izin vermedi. Lâikleşen Jön Türk nesli bunu başardı. Bu gelişme bize Allah’ın en büyük rahmeti oldu.
d) 1930’larda inanmış bürokratlar devlet yönetiminden uzaklaştırıldı. Ama bu devrede batılılaşmaya son verilerek muasır medeniyetin fevkine çıkma hedefi kondu. Elimizde tuttuğumuz meşale müsbet ilimdir dendi. Yani Allah’ın talim ettikleridir demektir.
e) 1940’larda demokrasiye geçilerek zorla dinsizleştirmeye son verildi.
f) 1950’lerde Türk milleti İslâmiyet’i seçmiş, dinsizleştirmeye kesin red cevabı vermiştir. Mazlum başbakan “Türkiye Müslümandır, Müslüman kalacaktır.” dedi.
g) 1960’larda inanmışlar artık aktif hâle geldiler. Akevler o zaman kuruldu, Akyazılı Vakfı o zaman kuruldu, bağımsızlık hareketi o tarihlerde başladı.
h) 1970’lerde inanmışlar iktidara ortak oldular.
i) 1980’lerde Evlen İslâmiyet’i devletin resmi dini yaptı.
j) 1990’larda inanmışlar iktidar oldular.
k) 2000’lerde anayasa ekseriyetini elde ettiler.
Hadiselerin tamamı ilâhi takdirin çizdiği istikamette “Adil Düzen”e doğru gitmektedir.
2010’da “Adil Düzen” iktidardadır. Haydi, siz de dört-beş yıl hazırlanın bakalım...
عَمَّا تَعْمَلُونَ(140) (GanMAv TaGMaLUvNa) “Amel ettiklerinizden gafil değildir.”
Şehadeti ketmetmeyi amelden saymıştır. Allah’a karşı şehadet ketmedilemeyeceğine göre, topluluğa karşı şehadeti ketmetme Allah’a karşı şehadeti ketmetmedir.
Tarih zalimlerin bu zulümlerini ve şehadetleri bile bile ketmetmelerini lânetle anacaktır.
Âhirette verecekleri hesaptan bahsetmiyoruz. Çünkü âhirete inanmayanlar için o önemli değildir.
Bizim için ise dünyada çekilen azap önemli değildir. Çünkü nasılsa çekip gideceğiz. Asıl korkulacak azap âhiret azabıdır. Biz dine ait yorumları değil de düzene ait yorumları, yani, takvayı değil dini anlattığımız için onların üzerinde fazla durmuyoruz.
***
تِلْكَ أُمَّةٌ (TıLKa EumMaTun) “Onlar bir ümmetti.”
Yani, İbrahim ve oğulları bir ümmetti. Milletin içinde bir parça idi. Siz ise ayrı ümmetsiniz.
“Ümmet” demek, imamları olan ve hâlen faaliyette olan topluluklardır. Millet bir kuruluştur. Ümmet ise bir cemaattir; yaşayan ve bir imam çevresinde toplanmış cemaattir. Bucaklar birer ümmettir. Merkez bucaklar da birer ümmettir. Kabile ve kavimler, hattâ insanlık ise birer kuruluştur, kavimdir.
Kur’an’da bazı kelimeler müşterektir. Mesela, “hüve” erkeğe, “hiye” kadına zamirdir ama kadın-erkek birlikte kastedilirse genel “hüve” kullanılır. “Mâ” şuursuzları, “Men” şuurluları vasl eder. Ortak mevsul ise “Mâ”dır. Bundan dolayı Allah için “Ve Men Benâhâ” denmiyor da “Ve Mâ Benâhâ” deniyor.
Kabile kelimesi de böyledir. Özel olarak kabileden sonra insanlık ile kabile arasındaki topluluktur. Ama eğer kabile, şa’b, kavmlerden herhangi birini de içerecekse yine “kavm” kelimesi kullanılır. Karye de böyledir. Belde karye mânâsında olmaz ama beldeye karye de denir.
قَدْ خَلَتْ (QaD PaLaT) “Halet ettiler.”
Onlar bir ümmet idi. Gelip geçtiler, yerlerini boşalttılar. Yani, millet devam ediyor ama ümmet olarak İbrahim ümmeti şimdi yoktur. Temel bir kural vardır. Teklif edenle kabul eden eşit haklara sahiptirler. İster iyi olsunlar ister kötü olsunlar, size teklif ettikleri zaman kabul ettikten sonra eşit hâle gelirsiniz. Teklif edenin bir üstünlüğü yoktur. Sevabı da günahı da onlara aittir.
لَهَا مَا كَسَبَتْ (LaHAv MAv KaSABaT) “Kesbettikleri kendilerine aittir.”
İyilik olsun, kötülük olsun kesbettikleri kendilerine aittir. Babalarımız böyle yaptı, biz de öyle yaparız demek yoktur. Her nesil kendi içtihat ve icmalarından sorumludur.
Mezhep imamları bir ümmetti, geldiler ve geçtiler. Onların yaptıkları onlara aittir. Kendi zamanlarında ve kendi devirlerinde onlar içtihat yaptılar ve uyguladılar. Onlarınki onlarındır. Kıyasla bunu sünnet uygulamalarına da getirebiliriz. Sünnet, Hazreti Peygamber’in kendi arkadaşları zamanındaki uygulamasıdır. Bizi ilzam etmez. Biz sünnetten Kur’an’ı anlamak için yararlanırız. Yoksa sünnetten dolayı sorumlu değiliz. Fıkıhçıların içtihatlarından nakil ve ilim yönünden yararlanırız, yoksa onların içtihatları onlara aittir.
وَلَكُمْ مَا كَسَبْتُمْ (VaLaKuM MaKaSaBTuM) “Size sizin kesbettiklerinizdir.”
Adil Düzen Çalışanları ile klasik Müslümanları burası ayırmaktadır. Bizim için dört delil vardır.
a) Kitap Kur’an’dır. Diğer kitaplardan onu anlamak için yararlanırız.
b) Sünnet ilk uygulama olduğundan dolayı Kur’an’ı anlamak için o örnekten yararlanırız. Ancak kendi zamanına ait olup Kur’an’ı anlamamızda yararlı olmayan sünnetler bizi ilgilendirmez. Klasik Müslümanlar onları da delil kabul ediyor. Biz ise; onlar kendileri için delildir, bize delil değildir. Çünkü onlar da bir ümmet idi, geldiler ve geçtiler.
c) İcma devrin müçtehitlerinin ittifakıdır. Kur’an’ı yorumlama hususunda yaptıkları icmaya biz uyarız. Çünkü onların dili ile nâzil olmuştur. Ama Kur’an’a dayanmayan icmalar bizim için delil teşkil etse de uymak zorunda değiliz. Bu kural usulcüler için de geçerlidir.
d) Kıyas delildir. Zanni ise de kullanılması çok fazladır. Biz bin sene önceki içtihatlara değil, kendi içtihatlarımıza dayanarak amel ederiz. Onların amellerinden biz mesul değiliz. Onların içtihatlarından yararlanırız ama onlara uymak zorunda değiliz.
وَلَا تُسْأَلُونَ (VaLAv TuSEaLUvNa) “Siz sorumlu değilsiniz.”
Bir binanın parselasyonunu başkası yapar, imarını başkası verir, projesini başkası yapar, temeli başkası atar. Bir gün değişik kimselerin faaliyeti biter, sonra siz onu satın alırsınız, o yapı artık sizindir.
“Siz onların yaptıklarından sorumlu değilsiniz.” Yani, onlar gelip de sizden herhangi bir hak isteyemezler. Burasının projesini biz çizdik, hakkımız var diyemezler.
İşte, İbrahim ümmetinin, Muhammed ümmetinin, müçtehitler ümmetinin çalışmaları kendilerine aittir. Biz şimdi onarın halefi olarak vârisiz. Onların emeklerinden dolayı bizim onlara bir borcumuz yoktur. Biz Allah’a borçluyuz. Hazreti Muhammed aleyhisselâmın nasıl Cebrail’e bir minnet borcu yoksa, bizim de Hazreti Muhammed aleyhisselâma ve ondan sonra gelenlere bir minnet borcumuz yoktur. Biz Allah’a borçluyuz ve borcumuzu gelecek nesle vererek ödeyeceğiz.
عَمَّا كَانُوا يَعْمَلُونَ(141) (GanMAv KAvNUv YaGMALUvNa)
“Amel ettiklerinden siz sorulmayacaksınız.”
Yani; siz onlara değil, dört delile uyacaksınız. Merkez Kur’an olacaktır.
Anayasada kabul ettiğimiz bu kurallar Kur’an’ın başka âyetlerine kıyasla yapılmıştır. Müçtehitler de buna benzer görüşe sahiptirler. Ama Kur’an’daki bu âyetin bu kadar sarih şekilde buna delâlet ettiğini şimdi öğrenmiş oluyoruz.
Bu âyet bir sahife önce de geçmişti. Orada da mânâlar verdik, onlar da doğru idi. Şimdi burada başka yeni mânâlar verdik, bunlar da doğrudur.
İşte Kur’an budur.
Değil başkalarının yorumu ile amel etmek; her amel ettiğinizde âyeti yeniden yorumlayacak size o anda gelen mânâyı uygulayacaksınız. Geçmişteki mânâ o zaman için doğru idi. Şimdiki mânâ da şimdi için doğrudur. Gelecekteki mânâ da o zaman için doğrudur. Kur’an’ın her an yeniden vahyolması bunu ifade eder.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-379 ADİL DÜZEN DERSLERİ-209 İstanbul, 21 Ekim 2006
“ADİL DÜZEN”E KATKILAR…
Kur’an’dan sonra yeni kitap gelmeyecektir. Kimse Allah’tan vahiy aldığını iddia ederek insanların kendi etrafında toplanmalarını talep edemeyecek, yani nebi de gelmeyecektir. Her bin yılda yeni uygarlık oluşacaktır. Bunu kim yapacak ve hangi kitapla yapacaktır? Kur’an bu hususta açık hükümler koymuştur. Bunu nebilerin vârisi olan âlimler yapacaktır. Bunu Kur’an’ı çağlarının ilmi ile yorumlayarak Kur’an’la yapacaklar. Buraya kadar her şey açık da; açık olmayan bir şey vardır. Âlimler bu işi nasıl yapacaklardır? İşte bu soru net olarak cevaplanmış değildir.
Medrese ehli bunun klasik İslâm fıkhının tedrisi ile çözüleceğine inanmış, yasaklara rağmen bunu sürdürmüşlerdir. Babam Numan Oğlu Süleyman bunlardandır. Benim bugün sizlerle paylaşmaya çalıştığım ilmin kaynağı orasıdır. Türkiye’de bunu sistematik olarak Süleyman Tunahan Cemaati yapmıştır. Sonra İmam-Hatip ve İlâhiyatlar kurulmuştur. Büyük yol alınmış ise de, istenen inkılâp başlayamamıştır; başlamayacağı da anlaşılmıştır. Çünkü bunların hepsi bin sene önceki İslâmiyet’i ezberleyip tekrar etmenin önüne geçememişlerdir.
Tarikat ehli bunun mürşidi kâmili bulup onun etrafında toplanarak, müritleri çoğaltmakla bunun gerçekleşeceğine inanıyorlar. Onlara göre yeni uygarlığa gerek yoktur. Dünya işleri ile din işlerini birbirinden ayırırsınız, dünya işlerinizi zamana uyarak yaparsınız, dininiz konusunda ise zikrederek Allah’a takarrub etmekle yetinirsiniz. Bunların çabaları yararlı olmuş, inanmış ahlâklı insanların yetişmesini sağlamıştır. Bunların sayesinde anayasa ekseriyetine ulaşmış bulunuyoruz. Ne var ki; bunlar II. Kur’an uygarlığını getirmek şöyle dursun, engel olmaya başlamışlardır.
İman ehli bu işin Kur’an yorumlarının birlikte tedrisi ile olacağına inanmış, Nur Risalelerini okumaya başlamış ve büyük başarılara ulaşmışlardır. Tüm insanlığa Kur’an’ı götürerek tebliğ etmeyi başarmışlardır. Ne var ki; bunlar da Kur’an’ın kendisini götürmekte, ama içeriğini öğrenme ve öğretme üzerinde herhangi bir adım atılmış değildir. Çağın bütün imkânlarına sahip olmuş olan bu kardeşlerimizin II. Kur’an uygarlığına dair herhangi bir proje ve gayeleri yoktur.
Millî Görüşçüler bunun siyasetle oluşacağını ileri sürmüşler ve siyaset yapmışlardır. Onlar bir ara “Adil Düzen”i benimsemekle II. Kur’an uygarlığına doğru bir adım attılarsa da; sonra bıraktılar. Şimdi bu konuda bir çabaları bulunmamaktadır. Bölünerek anaysa ekseriyetine ulaşanlar gömlek değiştirme çabası içindedirler; Adil Düzencilerle selamlaşmıyorlar bile!..
‘Ben Süleyman Karagülle olarak ne yapabilirim?’ diye düşündüm ve şu usûlü benimsedim. İnsanlara, Kur’an’ın hükümlerine göre işler yapalım önerisinde bulundum. Bu hususta benimle çalışmak isteyen pek çok kimseler ortaya çıktı.
İlk deneme İzmir’de Remzi Güres ve Dursun Aksoy’ların oluşturdukları İzmir Halil Rifat Paşa Cemaati ile olmuştur. Başaramadık ve ayrıldık... İkici deneme olarak, İzmir’de Mustafa Birlik’in mescidinde Fethullah Gülen ile Nur sitesi kurma çalışmalarınız oldu; başaramadık ve ayrıldım... Üçüncü denememiz Ahmet Tahir Satoğlu ile Akevler’de başladı; sonunda başaramadık, hayli yol aldıktan sonra ayrıldık... Dördüncü denemem, Necmettin Erbakan ile 1969’daki bağımsız aday oluşumuz ve Millî Görüşçülerle olmuştur; resmi1olarak 1973’te onlardan da ayrıldım... Kadıköylülerle Kırgızistan’da denemelerim oldu; başaramadık, orası da yarım kaldı...
Şimdi İstanbul’da Reşat Nuri Erol, Hasan Özket, M. Lütfi Hocaoğlu ve Kadıköylülerle çalışmalarımız vardır... Yenibosna’da Adil Düzene göre Market denememiz vardır... Süleyman Akdemir ile ahşap evler denememiz vardır…
Son Olarak Harun Özdemir ile İzmir’de TV programı denemelerimiz olmuştur; başaramadık ve ayrıldık...
Bu denemelerde takip ettiğim usul şudur.
a) Kendimi hep ikinci insan olarak koyuyorum ve başkasını destekliyorum. Kendim öne çıkmıyorum. Öne çıkarsam o zaman peygamberlik iddiasında olurum. Desteklediğim başkanlar ya bırakıp gidiyorlar, ya da beni devre dışı bırakarak kendileri Batı modeli zalim düzenin çarkları içinde kendileri de zalim oluyorlar. Ayrılmamın ana nedeni budur.
b) Maksadım bir iş yapmak değil, işi araç yaparak insanları Kur’an üzerinde çalışmaya getirmektir. İş yaparken karşılaştığımız sorunları Kur’an’la çözmemiz gerektiğini söylüyor, onlar da bunu kabul ediyorlar. Bunun için Kur’an üzerinde çalışmalar yapmaktayız. Burada da bir durumla karşılaşıyorum. Kur’an okumaya gelenler maddî destekte bulunmuyorlar; maddî destekte bulunanlar da Kur’an’ı tedris etmeye gelmiyorlar. Arada ağır yük altında kalıyorum. Çünkü emanetleri koruyamaz hâle geliyorum. Yenibosna’da bu durum aşılmış değildir.
c) Ayrılmam, çalışma arkadaşlarımla ilişki kesmem anlamında olmamaktadır. Dostluğumuz ve sevgi bağımız sürer ama III. bin yıl uygarlığına ortak katkımız sona erer. Bu da sebatsızlık sonucunu doğurmuştur. Başarısızlığımızın sebebi budur. Buna çare bulabilmiş değilim. Bundan sonra da bulsam bile yaşlanmış olmam sebebiyle bir işe yaramaz.
d) Bütün bu başarısızlığımıza rağmen, birçok şeyler başarılmıştır. Bugünkü Fethullah Gülen hareketinin baştan birinci derecede destekçisi oldum; hâlen de öyleyim... Millî Görüş hareketinin baştan beri birinci derecede destekçisi oldum; hâlen de öyleyim... Akevler’in kurucularından ve çalışanlarından oldum; hâlen de içindeyim... İstanbul Yenibosna’daki market işleri henüz istenen yere gelmedi ama; ilmî çalışmalarımız en yüksek seviyede devam ediyor. İlmî çalışmalarımız on yıldır her hafta hazırlanıyor, ailelerimizle toplanılıp okunuyor, internette yayınlanıyor, teksir edilip arkadaşların eline veriliyor... Sıkıntım; benim bu toplantılara katılamayışımdır; Allah’ıma bu çalışmalara giderek katılmam için bana kolaylıklar sağlaması için dua ediyorum…
Sonuç olarak; ben eğer bir şey Adil Düzenin metotları ile “Adil Düzen”e hizmet ediyorsa varım. Cari sistemle çalışan hiçbir işte beni yanınızda bulamazsınız. Hedef olarak Adil Düzene göre bir iş yapılıyorsa, örnek olacağı için yine sizin yanınızda olabilirim... [Not: Diğer yorumu da okuyunuz.]
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-379 ADİL DÜZEN DERSLERİ-209 İstanbul, 21 Ekim 2006
AKEVLER TV PROGRAMI ADİ ORTAKLIĞI
KURULUŞ
Madde 1- İstanbul Konut Yapı Kooperatifi’nin “Hizmet Ortağı” olarak katıldığı bir “AKEVLER TV PROGRAMI ADİ ORTAKLIĞI” kurulmuştur. Ortaklığın Sorumlusu Süleyman Karagülle’dir. Kurucuları siyasi partiler belirleyeceklerdir. Seçimlerde aldıkları %5 oy için bir ortaklık kurucusunu vereceklerdir. (AKP 7, CHP 4, DYP 2, MHP 2, ANAP 1, HADEP 1, GP 1, SP 1 kurucu vereceklerdir.)
Akevler İstanbul Tüketim Kooperatifi bu sözleşmeyi ayrılık gözetmeksizin bütün ulusal kanallar ile İstanbul, Ankara ve İzmir’deki yerel kanallara ulaştırır ve onları anlaşmaya çağırır.
Anlaşma bir ulusal kanal ile her ilde birer yerel kanalla yapılacak; ilk kabul edenle anlaşma yapılacaktır. Sözleşmede değişiklik talepleri görüşülebilir. Yerel de olsa, bir televizyonla anlaşma yapıldıktan sonra, siyasi partilere mektuplar yazılarak kendilerinden “kurucu” atamaları istenecektir. Kendilerine düşen delegeleri atamayan partilerin yerine o partileri desteklediğini beyan eden kurucu olmak isteyenlerden “Ortaklık Sorumlusu” ataması yapılacaktır. Atananlar bir yıl içinde değiştirilemez. Sorumlu üzerinde tescil edilmesi ile “AKEVLER TV PROGRAM ORTAKLIĞI” kurulmuş olur.
PROGRAM
Madde 2- Program her hafta bir gün saat 20 ile 24 arasında dört saat yapılacaktır. Gün TV tarafından belirlenir. Sonra değiştirilemez. Programa kurucular katılırlar. Programın konusunu kurucular belirler. Haftalık program yapılmadan önce kurucular bir araya gelir ve ertesi haftanın programını sıralama usûlü ile belirlerler. Her kurucu kendi konusunu önerir. Kurucular konuları sıralarlar. Her konunun aldığı sıraların tersleri alınarak toplanır. Bu o konunun derecesidir. En yüksek derece alan konu gelecek hafta işlenir. Program bitince ertesi haftanın konusu açıklanır. Programa dışarıdan katılmak isteyen olursa, konu ile ilgili bir sahifelik yazı ile kuruculardan istediklerine verilmek üzere kooperatife gönderir. Sorumlu kurculara ulaştırır. Kurucu isterse kendi katılma hakkını ona verebilir. Katılma hakkını başkasına veren kurucunun katılmadan alacağı payı iki misli olur. Programı sorumlu yönetir. Katılımcılara eşit söz hakkı verilir. Sıra ile konuşurlar. Sorumlu sözü kesmez. Kendisine düşen payı kullanan katılımcıya artık söz vermez. Sorumlunun da katılımcılar kadar söz hakkı vardır. Bundan fazlasını kullanamaz. Kararlaştırılmış konuların dışında konuşanların saatleri iki misli değerlendirilir. Bunu yönetici taksim eder. Katılımcının hakemlere gitme hakkı vardır. Diğer programlarda kazandığı saatleri kadar saati kullanır. Konuşmalarından katılımcı sorumludur. Yöneticinin söz kesme hakkı olmadığı için söylediklerinden herhangi bir sorumluluğu yoktur. Söylenenlerden dolayı kanala bir ceza gelirse bunu Kooperatif öder ve sonra katılımcıya rücu eder.
KAYNAK
Madde 3- Kooperatifin program için özel olarak açtığı hesaba nakit yatırılarak programa katkıda bulunulabilir. Bu hesapta toplanan meblağın %20’si “Genel Hizmet” karşılığı kooperatife aittir. %40’ı kanal kirasıdır. %40’ı da program yapım giderleridir. Yarısı ortak giderler için harcanır; diğer yarısı da kuruculara program yapım hakkı olarak ödenir. Programın %10 süresi reklama ayrılır. Bu reklam saatlerini katkıda bulunan seyirciler bölüşürler. Kendileri kullanabildikleri gibi başkalarına da bedelli veya bedelsiz devredebilirler. Bu reklamların program içinde dağıtılması “AKEVLER TV Ortaklığı Sorumlusu”na aittir. Hakemlere gidilerek mağduriyet varsa giderilir. Bu programa başka reklamlar giremez.
ANLAŞMAZLIKLAR
Madde 4- Kooperatif ve TV beş hakem atar. Ayrıca katılımcılar da birer hakemdir. Programla ilgili çıkacak her türlü nizalar bu hakemlerden oluşacak üç hakemin kararı ile çözülür. Hakemlerden birini bir taraf, diğerini diğer taraf seçer; baş hakemi de tarafların hakemleri seçer. Davalı hakem seçmezse, onun hakemini Kooperatif Başkanı seçer. Hakemler zamanında karar almazlarsa, sorumlu hakemliklerine son verebilir, bunlar o davada hakem olamazlar. Baş hakemi seçemeyenlerin de hakemlikleri düşer. Hakem kararları temyiz edilebilir. Bozulması hâlinde aynı hakemler yine muhakeme ederler. Ancak taraflardan biri hakemlerin değişmesini talep ederse, kooperatif başkanı da onaylarsa hakemler değişir.
GAYE
Madde 5- Programın gayesi; ortakların görüşlerini ortaya koyabilmelerini sağlamak ve seyircilerin değişik görüşlerini bir arada duymalarıyla kendi görüşlerini sağlıklı bir şekilde oluşturulmasıdır. Program din, ideoloji, parti, tarikat benzeri sosyal oluş ve kuruluşlardan uzak olmayacak, eşit yakınlıkta olacaktır. Tarafsızlıklarla değil, tarafların dengesiyle tarafsızlık oluşacaktır. Taraflar olmadan futbol oynanmadığı gibi, tarafsızların fikir üretmesi mümkün değildir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL