1967...1968...1969....AKEVLER 40 YILDIR ÇALIŞIYOR....2004...2005...2006
BİZLER ÇALIŞIYOR VE YENİ İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZLERİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ; BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
ADİL DÜZEN 380
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 28 Ekim 2006 Fiyatı: www.akevler.org veya www.adilduzen.com’a tıklamak!
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 380. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Hedefimiz; “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, Reşat EROL
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ
LÂİKLİK TARTIŞMALARI VE TANIM
LÂİKLİĞİN İLMÎ TANIMI
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 42. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
سَيَقُولُ السُّفَهَاءُ مِنْ النَّاسِ مَا وَلَّاهُمْ عَنْ قِبْلَتِهِمْ الَّتِي كَانُوا عَلَيْهَا
قُلْ لِلَّهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ يَهْدِي مَنْ يَشَاءُ إِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ(142)
وَكَذَلِكَ جَعَلْنَاكُمْ أُمَّةً وَسَطًا لِتَكُونُوا شُهَدَاءَ عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَهِيدًا وَمَا جَعَلْنَا الْقِبْلَةَ الَّتِي كُنتَ عَلَيْهَا إِلَّا لِنَعْلَمَ مَنْ يَتَّبِعُ الرَّسُولَ مِمَّنْ يَنقَلِبُ عَلَى عَقِبَيْهِ وَإِنْ كَانَتْ لَكَبِيرَةً إِلَّا عَلَى الَّذِينَ هَدَى اللَّهُ وَمَا كَانَ اللَّهُ لِيُضِيعَ إِيمَانَكُمْ إِنَّ اللَّهَ بِالنَّاسِ لَرَءُوفٌ رَحِيمٌ(143)
سَيَقُولُ (Sa YaQUvLu) “Yakında sefihler kavledeceklerdir.”
“DEDİLER” değil de “DİYECEKLER, YAKINDA DİYECEKLER”.
Eğer Kur’an’ın ilk indiği yıllara, Medine’ye gidersek, Kur’an’ı o tarihin içinde okuduğumuz zaman, mü’minler Mekke’den Medine’ye gelince, daha önce namazlarını Kudüs’e yönelik kılarken, kıblelerini Medine’de değiştirdiler, Mekke’ye yöneldiler. “Allah’tan geldiği iddia edilen Kur’an kendi koyduğu hükmü kendisi daha on sene içinde değiştirmiştir.” Evet, bu konuyu anlamlandıramayacak ve böyle diyecek sefihler vardır; hem de marifeli/belirli sefihler. Bütün sefihler değildir. Tarihlerde bunu diyen sefihlere rastlamıyoruz. Bize kadar gelmemiş olabilir. Gelmediğine göre bizim onu öğrenmemiz de mânâsız olur.
Burada kıble değişmesinden bahsedilmektedir. Bundan sonra kıble değişmeyeceğine göre bu âyet bize değil de, Medinelilere anlatmaktadır. Zahirisi budur. Kur’an’da nasıl Hazreti Musa Peygamberin kıssası varsa, Hazreti Muhammed’in de kıssaları vardır. Şimdi onlardan birini okuyoruz. Müslümanlar Medine’ye göç ettikten sonra bir-iki sene Kudüs’e doğru namaz kılmışlardır.
Arapçada “diyecekler” ile “diyenler” sigası aynıdır. Burada vereceğimiz mânâ “diyebilirler”; hattâ bundan sonra da diyebilirler. Baştan cevapları verilince tedbir alınmış olmaktadır; artık diyememişlerdir.
Böylece biz burada çok önemli bir ders almış bulunuyoruz.
Bir değişikliği yapacağımız zaman muhtemel temel itirazlar baştan düşünülür ve onun cevapları hazırlanır. Muhtemel itirazları baştan kendi kendimize yapıp cevaplandırmamız gerekmektedir.
Kıble değişmesi olduğu zaman henüz Yahudilerle bir sorun yoktu. Hazreti Muhammed aleyhisselâm Medine’ye geldiğinde hem Araplar, hem de Yahudiler sevinmişlerdir. Araplar Yahudiliğin üstün bir din olduğunu bilmekteydiler, ama Yahudileri aşağı kavim veya yabancı olarak gördüklerinden kabul etmek istemiyorlardı. Oysa Hazreti Muhammed Arap idi ve kendilerindendi; Kur’an da Arapça idi. Böylece hem hak dine kavuşmuş, hem de Yahudilere küçük düşmemişlerdi.
Yahudiler de memnun idiler. Çünkü öyle veya böyle, Araplar arasından kendi dinlerini tasdik eden biri çıkmış ve üstünlüklerini kabul etmişlerdi. İşte bundan dolayıdır ki, Medine Sözleşmesi’ne Medine’de olan bütün kabileler büyük direnme göstermeden uymuşlardır.
Adil Düzen Çalışanları, bu nedenle hiçbir topluluğu karşısına almamalı, herkesin doğru yaptıklarına doğru, herkesin yanlış yaptıklarına yanlış demelidir. Başlangıçta her iki taraf cephe alır ve iterler. Ama zaman geçince ve zora girince iki taraf da kabul etmek zorunda kalır. Sonra ona da cephe alırlar. Saadet Partisi’ni yok etmek için şimdilik AK Parti’ye razılar. Saadet Parti’si yok edilirse, ondan sonra sıra AK Parti’ye gelecektir.
السُّفَهَاءُ مِنْ النَّاسِ (elSuFaHAEu MıNa elNASi)
“Nâstan sefih olanlar.”
Arapçada tamlama “Min” ve “Li” ile yapılmaktadır. Eğer teb’iz varsa, bir kısmını gösteriyorsa “Min” kullanılır. “Nâstan sefih olanlar” diye tercih edebiliriz. Eğer ait olduğunu gösteriyorsa, o zaman “Li” kullanılır. Birbirinin cüz’ü değildirler. Genel olarak “Min” ve “Li” bir taraf nekire, diğer taraf marife ise kullanılır. Aksi takdirde Lam veya Min kalkar, doğrudan izafe yapılır. Birincisi lamsız gelir. İkinci tarif lamı ile veya nekire olarak gelir. Her ikisi marife veya nekire olabilir. Burada her ikisi marife olduğuna göre “Min” gelmemesi gerekir. Ancak teb’izi yani bir kısmının bunu söyleyeceğini ifade etmek için “Min” gelmiştir.
“SUFEHA’” çoğul olarak gelmiştir. Çoğulun istiğrakı tekilden daha azdır. Burada vereceğimiz mânâ şudur. Bazı insanlardan belirli sefihler ortaya çıkabilirler anlamı çıkar.
“Sefih” savurgan demektir. Sefih, kesildiği zaman akan kandır. Bir kimse ilerisini düşünmez de o günkü ihtiyaçları için tüm mallarını harcarsa, buna “sefih” denir. İlerisini-gerisini düşünmeyen demektir.
İşte, kıbleyi değiştirmenin anlamını bilmeyenler böyle diyebilirler. Allah buna cevap vermektedir.
Bizim de yaptığımız önerilerimize yapılacak itirazlara karşı baştan cevap vermemiz gerekir. Bunun anlamı şudur. “Gelişigüzel iş yapmıyoruz, bilerek ve bilinçli bir şekilde bu kararı almış bulunuyoruz” dememiz gerekir. Türkiye’de Osmanlılardan beri yapılan inkılâplar halka dayatılmış, gerekçeleri izah edilmemiştir. Dolayısıyla halk bunların sadece moda olsun diye yapıldığını sanmış ve ciddiye almamıştır.
Herhangi bir yenilik yaptığımız zaman önce onun gerekçelerini açıklamamız gerekir.
Burada daha kıble değiştirme sözkonusu edilmeden değişeceğini haber vererek böyle diyecekler demektedir. Kıbleyi değiştirdik veya değiştireceğiz demeden, böyle diyecekler demektedir. Bir kanun çıkarılmadan önce o kanunun gerekçeleri halka anlatılmalı, ondan sonra kanun çıkarılmalıdır.
مَا وَلَّاهُمْ (Ma ValLAyHuM)
“Onlar neden tevelli ettiler?”
“Tevliye etmek” demek, geri dönmek demek, vazgeçmek demek, bırakmak demektir.
“Neden vazgeçtiler?” demektir.
İnkılâp, kendisine önerilen yeni kalıbı kabul etmektir. Eskiden Kudüs’e doğru yönelmiş iken, sonra Mekke’ye yönelinmesi bir inkılâptır. Istıshab esastır. Bir şey durup dururken sebepsiz değiştirilemez. Bir cisim hangi hızla hareket ediyorsa onun üzerine devam eder. Bir kuvvetin etkisi onu değiştirir. Sebepsiz olay olmaz.
Toplulukta da bir kural yürürlükte iken onu değiştirmede yeterli gerekçe olmalıdır. Bu gerekçe o kadar güzel anlatılmalıdır ki, sefihler bile anlamalıdır. Bu kadar açık ve kesin hâle getirilince inkılâp yapılmalıdır.
Kur’an bu inkılâba tek Tanrı inancı ile başladı. Onüç sene gibi uzun bir zamanda iki kelime üzerinde durdu; Tanrı tekdir ve Kur’an O’nun kitabıdır. Medine’ye gelindiğinde sorunlar zaten çözülmüştü. Yahudilerin yaptıklarına benzer şeyleri yapma. Medineliler bunları zaten iyi bilmekteydiler. Halbuki kıblede yenilik yapılmaktadır. Böylece bir inkılâp sözkonusudur. Bunun gerekçeleri açıklanmalıdır.
Esasen bunun gerekçelerine İbrahim kıssası ile başlanmış bulunmaktadır. Mescidi Aksa, İbranilerin mescidi ve kıblesidir. Seçilmiş olan o kavim uygarlığını onun çevresinde kurmuştur. Oysa Kâbe İbrahim’in mescididir, bütün insanlığın ortak malıdır. Artık kavmî yönetim sona ermiş, yerine beşerî yönetim başlamıştır.
İsrail oğullarının kıblesi ellerinden alınabilirdi. Ama o zaman gasp olur, onların şeriatına son verilmiş olurdu. Oysa, İsrail oğulları kıyamete kadar devam edecek, onların şeriatları kendileri için var olacaktır. Ama Mekke Hazreti İbrahim’in mescidi olarak, onlar da dahil, tüm insanların olacaktır.
عَنْ قِبْلَتِهِمْ (GaN QıBLaTiHiM)
“Kıblelerinden onları tevliye eden nedir?”
Bu söz Yahudilerin olamaz, çünkü o zaman “An Kıbletinâ” denmesi gerekirdi. Mü’minlerin dedikleri de olamaz. Bu söz müşriklerin olabilir. Ama bundan önce “nâsın süfehası” denmiş, böylece sözü genişletmiştir.
O halde bu soruyu tüm insanlar sorabilir. Sormamış olsa bile sorabilir.
Bugün yeryüzünde iki uygarlık çatışır hâle gelmiştir; Yahudilik ve İslâm. Hıristiyanlık ise ayrı bir uygarlık değildir. Çünkü kendilerinin ayrı şeriat kitapları yoktur. Bugün gerek nüfusları, gerekse sanayileri ile dünyanın en güçlü topluluğudur. Bunlar birini seçmek zorundadırlar; ya Tevrat, ya da Kur’an. Hattâ bugün bu sözleri söyleyebilecek ne Hıristiyan, ne Müslüman, ne de Yahudiler olabilir. Bunların dışında Hindular, Budistler ve ateistler olabilir. Çünkü Kudüs onların kıblesi olmamıştır. “Kıbleleri” kelimesi ile bunu anlıyoruz.
Bu ifade ile devreye doğu dinlerinin de gireceği sözkonusudur. Onlar batı dinlerini aynı kefeye koyacaklar, sadece kıble ihtilafı üzerinde duracaklardır demektir. Bizim Kudüs’ten ayrılmamız sayesindedir ki, onlar da İbrahimî dinin kıblesi olarak Mekke şehrini makul göreceklerdir. Adil Düzen Çalışanlarının en önemli görevleri, Budistlerin ve Brahmanistlerin de İbrahim milletinden olduğunu anlatmamız olacaktır. III. bin yıl uygarlığı ve daha ileri uygarlıklarda bu dinlerle daha fazla içli-dışlı olacağız demektir.
الَّتِي كَانُوا عَلَيْهَا (elLaTIy KAvNUv GALAYHAv)
“Üzerinde oldukları kıbleden onları tevliye eden nedir?”
Kur’an ilk inmeye başladığı zaman; size bir resul gönderiyoruz, Firavun’a bir resul irsal ettiğimiz gibi size de bir resul irsal ediyoruz denmektedir. Tüm insanlık Firavun’un yerine konmuştur, yahut Araplar Firavun’un yerine konmuştur; İsrail oğullarının yerine değil.
Hazreti Resul kendisini Hazreti Musa’nın yerine koyuyor ve onun şeriatına uyuyordu. Annesi Medineli idi. Medine’de dayıları vardı. Oraya gidip onları görüyordu. Kıble gibi çok açık olan amellerden haberdardı. O da namazlarını onlar gibi kılıyordu. Kur’an buna müdahale etmiştir. Böylece kıblenin Kudüs olması takrirle kabul edilmiştir. İşte bunun için ‘üzerinde bulundukları kıblelerini değiştirdiler’ deniyor.
Kur’an’ın metodu şudur. Hükümleri örnekler üzerinde anlatır. İlletle biz onu genelleştiririz.
İnkılâpla ilgili hükümleri de kıble üzerinden anlatmaktadır. Istıshâb dedikleri olanı olduğu gibi sürdürme yerine, gerekli sebep ortaya çıkınca değişiklik yapılır. Zaten yeni peygamberler ve yeni kitaplar bunun üzerine geliyorlardı. Değiştirmede gerekli sebepler olabilir. Kıblede gerekçe, kıblenin beşerileştirilmesidir. Yani; İsrail oğullarının kıblesi yerine, tüm insanlığın ortak kıblesine gitmedir.
Burada inkılâbın başka bir sebebi de ortaya konabilir. O da şudur; topluluktaki eskilerden yenileri ayırmaktır. Kıble aynı kaldığı takdirde kimin Yahudi, kimin Hıristiyan, kimin Müslüman ve mü’min olacağı bilinmeyecektir. Hepimiz İbrahim milletindeniz ama düzenlerimiz farklıdır.
Milletimiz yani bugünkü dil ile dinimiz birdir. Aynı Tanrı’ya inanıyoruz, aynı cennete gideceğiz, ama düzenlerimiz farklıdır. Bu dünyadaki işlerimizi farklı şekilde yürüteceğiz. Özel hukuku düzenleyen hükümler dinler tarafından konacaktır. Her dine mensup olanlar, hattâ dinlerinde farklı mezhepte olanlar, farklı özel hukuka yani şeriata sahip olacaklardır. Bu farklılığın olması için kıblelerin tefriki, yani toplanma merkezlerinin tefriki gerekir. Ne var ki bütün insanlığın ortak toplantı yeri de olacaktır, o da Mekke’dir.
قُلْ (QuL) “Kavlet, söyle.”
Burada “Kul Lehum” denmemiştir Herkese söyle, onlar sormadan söyle.
Böylece kıble konusunu herkes açık olarak bilsin.
İnkılâp yapanların genel gerekçeleri açıklamaları gerekmektedir. Değişikliğin yapılması için önce misli olması gerekir. Yani, yenilik ahsene (daha güzele) gitme şeklinde olmalıdır. Hiç olmazsa misli olması gerekir.
Bazen mislinde değişiklik yapılabilir. Mesela, giyilen kıyafetlerde değişiklik yapılır. Kimlerin yeni topluluklara katıldığını bilmemiz için yenilerin yeni elbise giymeleri gerekir.
Bir gün Adil Düzenciler bir rozet çıkaracaklardır. Bu büyükçe olacak, göğüslerine takarak Adil Düzenci olduklarını ilân edeceklerdir. Ama inkılâp daha ilerisini yapmak için yapılacaktır. Burada izah edilen denkliktir.
لِلَّهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِب (LilLAHı el MaŞRıQu Va eLMAĞRiBu)
““Maşrık da magrib da Allah’ındır” de.”
Yani, Kudüs de, Mekke de, başka yerler de O’nundur. Kudüs nasıl kıble olabiliyorsa, Mekke de olabilir. Sadece Yahudiler ile mü’minlerin ayrılması için farklı kıble seçilecektir.
Maşrık ve magrib doğu ve batıdır. Bunlar birer tanedir. Bir doğu vardır, bir batı vardır.
Tesniye ve cemler de gelmektedir. O zaman bunların mânâsı doğu ve batı değil de, doğuşlar ve batışlardır. Maşrık ve magrib, doğuş ve batış yeri veya doğuş ve batış zamanı demektir. Zaman olarak alırsak çoğul yapılabilir. Mekan olarak alırsak, uzak veya yakın şarklar kastedilebilir. Ama tesniyede iki maşrık kastedilemez. Böyle bir maşrık yoktur. Ancak magrib ve maşrık eşlerinden tesniye ile bahsedilebilir. Valideyn ve ebeveyn böyledir.
Bundan önce “Maşrık ve magrib Allah’ındır, ne yöne dönerseniz orada O’nun vechi vardır.” denmişti. Böylece orada daha kıble sözkonusu olmadan kıble ile ilgili ön hazırlıkları yapmıştır.
Önce başka zamanda başka konuda ilke tarif edilir, sonra o ilke kullanılır. Bu etkili olur.
Örnek olarak İzmir TV’de önce uygarlığı tanımladık. Bu tanım bize ait değil, ama doğru olan Batılıların tanımıdır. Uygarlık, birbirine benzeyen ama aralarında ilişki yani işbölümü bulunmayan topluluktan, birbirine benzemeyen ama aralarında dayanışma yani işbölümü bulunan topluluğa doğru gitmedir. Bir hafta sonra konu evliliğe gelince dedik ki; Kur’an uygarlaşmış aile istemektedir, yani aynı işi gören ortaklar yerine farklı işler gören bir ortaklıktır. Kadın çocuk doğurur ve büyütür, erkek ailenin geçimini temin eder ve korur. Tabii bu işbölümü sonucu kadının görevi farklı olunca yetkileri de farklı olur, sorumlulukları da farklı olur, hakları da farklı olur. Yani, işbölümünü başka yerde anlattık, ailede ise başka zamanda anlattık.
Kur’an burada bize bu metodu öğretmektedir. Önce “Ne tarafa yönelirseniz yönelin orada O’nun vechini bulursunuz.” dedi. Burada da “Nereyi kıble yaparsanız yapın doğru olur.” dedi.
Kıblenin farklı tarafta olması başka şeydir, kıbleli olma farklı şeydir. Dinlerin belli kıbleleri olacaktır. Ama bunun burası veya şurası olması önemli olmayabilir.
يَهْدِي مَنْ يَشَاءُ (YaHDi MaN YaŞAvEu) “Meşiet edene hidayet eder.”
Burada “Men Yeşâu”nun faili olabilir. Yani, isteyene hidayet eder. Hidayeti isteyene hidayet eder anlamı da çıkar. “Yeşâu Lehu” şeklinde de mânâlandırılabilir.
Maşrık ve magrib Allah’ındır. Allah isteyeni müstakim sırata yani doğru yola götürür. İnsan eğer hidayeti isterse, o nerede olursa olsun, ne tarafa yönelirse yönelsin, hangi dinde veya mezhepte olursa olsun, ona hidayet eder. Onun için onun gittiği yer doğrudur. Hedef cennettir. Cennete değişik yollardan gidilebilir.
Kur’an iki şeye çok önem verir. Adeta baştan sonuna kadar hep aynı konuyu işler. Bunlardan biri tek Tanrı inancıdır. Tüm insanlığın aynı hedefe yönelmelerini, istikametlerini farklılaştırmamalarını ister. Şirk, yolu değiştirmedir, dolambaçlı yollardan gitmedir. Allah insanları bundan şiddetli bir şekilde sakındırmaktadır.
Diğeri ise, insanlar farklı yerdedirler. Aynı hedefe giden yollar faklıdır. İzmir’de oturan için Ankara’ya giderken mustakim yol Afyon’dan geçer, İstanbul’da oturan için Ankara’ya giderken müstakim yol Bolu’dan geçer. Ama gidilen yer aynıdır. İzmir’deki Bolu’dan giderse yolunu değiştirmiş olur. İstanbul’daki de Afyon’dan giderse yolunu uzatmış olur. Herkes bulunduğu yerden hedefe doğru yoldan hareket etmelidir.
Bir devletin içinde herkes devletinin güçlü olması ve halkının mesut olması için çalışır. Ama ayrı ayrı partiler, ekoller, tarikatlar ve okullar kurarlar; hepsi devletin güçlü olması ve halkın saadeti için çalışırlar.
إِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ(142) (EiLAv ÖıRAOın MuSTAQIyMın) “Müstakim sırata hidayet eder.”
İki nokta arasındaki en kısa yol doğrudur. Yönlenmiş giderken istikametini değiştirmeyen yoldur.
“MÜSTAKİM” yani doğru tanımı matematikçileri çokça meşgul etmiştir. Kur’an’a göre doğru yol en kısa yol değildir. Yani böyle tanımlanmıyor. İstikametin değişmediği çizgidir. Matematikte üç nokta arasında oluşan çizgilerin açıları sıfırsa, o üç nokta bir doğru üzerindedir.
“SIRAT” tek yoldur. Aynı çizgidir. Eğer iki noktadan birileri farklı ise, o zaman sıratı müstakim de farklıdır. Herkes kendi bulunduğu yerden istikamet alacaktır.
Demek ki, ülkesiyle ve ulusuyla bölünmez bütün olan Türkiye devleti, çoklu sosyal gruplarla, yerinden yönetimle bozulmaz. Aksine, herkes bulunduğu yerden en kısa şekilde yoluna koyulmuş olur.
Allah dünyayı değişik dinlerle tek millete götürmektedir. Ülke içinde de bir ulus değişik sosyal gruplarla tek bir ulusa götürülmektedir. Ulusların çokluğu insanlığı parçalamamaktadır. Tam tersine, her ulusa bulundukları yerden insanlığa nasıl gideceklerini öğretmektedir.
***
وَكَذَلِكَ جَعَلْنَاكُمْ أُمَّةً وَسَطًا (Va KaÜALiKe CaGaLNAvKUM EumMaTan VaSAOan)
“Böylece sizi vasat bir ümmet yaptık.”
“VASAT” orta yer demektir. İki kişi arasındaki orta yere “vasat” denir. Topluluk içinde orta yerde bulunmanın farklı durumu vardır. Köşe başı sokakların orasıdır. Herkes dükkanının köşe başında olmasını ister.
Bir köyde kimin evi merkezi yerde ise o köyün ağası o olur. Çünkü ilk gelenler onlarla karşılaşır, insanlar orada buluşur, haberleri oraya bırakırlar. Ortada bulunmanın külfeti vardır. Hizmet etmek gerekir. Ama buna karşılık nimetleri de vardır. Onları herkes sayar ve ağırlar. Merkezde olanlar misafirperver olurlar. Böylece herkes oraya gelip konaklar, sonunda orası kent olur.
“Han” kelimesi “kon” kelimesinden gelmektedir. “Hunlar” böylece “hanlar” olmuşlardır.
Bir deneme yapılmış, yan yana oturanlara bir soru sorulmuş. Sadece yanındaki ile konuşmaya müsade edilmiş diyelim, kişi soruyu çözmede yanındakilerle görüşebilmektedir. Görülmüş ki, soruyu en erken çözen ortada bulunan kişidir.
Tarihte devletler dayanışma ilkesiyle oluşmaya başlamıştır. Yani dayanışma savunma amacıyladır. Saldırma sonra devletlerin huyu olmuştur. İlâhi dinlerin düzenleri de savaşla değil, barışla kurulurlar.
Hazreti Musa kavmini Mısır’dan alarak çöllerde düzeni kurmuştur. Hazreti Muhammed de Medine’ye göç ederek orada düzeni kurmuştur. Savaşları savunma savaşlarıdır. Hep Medine civarında olmuştur. Mekke’nin fethi de savunma amacıyladır. Zaten Mekke savaşla fethedilmemiştir. Fetihten sonra Mekkelilerden hiçbir şey alınmamıştır. Hattâ muhacirlerin evlerine sahip çıkmalarına dahi Hazreti Peygamber izin vermemiştir. Daha da ilginci, Mekke’ye Mekke’nin eski başkanının oğlunu yönetici bırakmış ve oradan ayrılmıştır. Bir tek Medineli kişi bile gözlemci olarak bırakılmamıştır.
İşte vasat ümmet olmak demek, insanların sizlere güvenmeleri ve sizleri sevmeleri ile elde edilen yerdir.
Bu sebepledir ki, çekişmeli bir parti sistemi ile iktidar olanların iktidarı “Adil Düzen iktidarı” değildir.
Adil Düzen iktidarlarında taraflar uzlaşacaklar ve millî mutabakat hükümetlerini kurmuş olacaklardır.
Vasat ümmet ve vasat topluluk olmanın sırları bellidir.
Bir topluluk nasıl vasat topluluk olur?
a) Mü’minler söyleyeceklerini söyler, ama söylediklerini kabul ettirmek için zor kullanmazlar.
b) Mü’minler iyi işler yaparlar, kötü işlerden sakınırlar. Ama başka insanların iyilik veya kötülük yapmalarına karışmazlar. Mağdur olurlarsa hakemlere giderler.
c) Mü’minler kendileri haklı olsalar da, fikirlerini ve görüşlerini açıklarken kendilerine tanıdıkları hakları başkalarına tanırlar. Onun içindir ki fikrî suç yoktur. Madem ki biz Allah’ı savunuyoruz, onların da putlarını savunma hakları vardır. Müşriklerin Mekke’den kovulması isyanlarından dolayıdır, yoksa akidelerinin şirk olmasından dolayı değildir. Zaten şirk fiildir, küfür fikirdir. Yani, mü’minler kendilerini diğer insanlardan üstün görmezler.
d) En önemlisi, mü’minler insanlığa karşılıksız hizmet ederler. Onlar ücretlerini onlardan değil, Allah’tan beklerler. Ücretlerini bu dünyadan çok, âhirette almak isterler. Bu çok önemlidir. Siz başkalarına iyilik ediyorsunuz, ama onlardan hiçbir şey beklemiyorsunuz. Kötüleri ve iyileri ayırt etmeksizin iyilik için çalışıyorsunuz.
Vasat ümmet böyle olunur.
Vasat ümmette olan insanların davranış biçimleri nasıldır?
a) Bütün söylenenlere kulak verirler. Herkesi dinlerler. Başkalarının dert ortağı olurlar. Görüşlerini değerlendirirler. Susturarak yokluğa mahkum etmezler. Fikirlerini samimi olarak her yerde açıklar ve her söze değer verirler. Söyleyeni değil, söyleneni değerlendirirler.
b) Yine mü’minler başkalarının yaptığı iyi işlere katılırlar. Onlarla yardımlaşırlar. Yapanı değil, yapılanı değerlendirirler. İyi yapıyorlarsa yardımlaşır, kötü yapıyorlarsa karşı çıkarlar. Eğer zarar görüyorlarsa, hakemlere başvurup haklarını yargıdan alırlar. Kimsenin yaptıklarına mâni olmazlar. Yasakçı değildirler.
c) Kendilerine bir konuda danıştıkları zaman adaletle hükmederler, yani taraf tutmazlar. Başkalarının etkisinde kalmazlar. Böylece herkes sıkışınca onları hakem yapmak zorunda kalır. Hattâ aralarındaki nizaları bile sizinle çözerler.
d) En önemlisi, vasat olmanın olmazsa olmaz şartı, onlar sizi sevmeseler de siz onları seversiniz.
İşte bunlar sizi vasat ümmet yapar.
لِتَكُونُوا شُهَدَاءَ عَلَى النَّاسِ (Li TaKUvNUv ŞuHaDAEa GaLay elNASı)
“Nâs üzerine şüheda olasınız diye sizi vasat ümmet yaptı.”
İnsanlar üzerinde şahit olarak sizleri vasat ümmet yaptı.
Hakemler vardır, şahitler vardır. İkisi ayrı meslektir. Hakemler sabit olan olaylar hakkında şer’î hükümler verirler. Şahitler ise soruşturma yaparlar. Cereyan eden olayları tesbit ederler. Topluluk için bu çok önemlidir. Şahitler topluluğun gözü ve kulağıdırlar.
Topluluk da canlıdır. Onun da görmesi ve işitmesi gerekir; doğru görüp doğru işitmesi gerekir.
İşte, şahitler gördüklerini ve işittiklerini halka doğru olarak aktarırlar. Halk da kendi işlerini ona göre ayarlar. Bunların şehadetlerinden hakemler de yararlanırlar.
Bugün haber ajansları vardır. Bilgiyi onlar toplarlar. Sonra basın ve yayın bunları halka ulaştırır. Genel hizmette dinler ile partiler arasında yer alan soruşturmacılardır. Bunlar tanıklardır. Bunlar şahitlerdir.
“Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nda yer almayan bir hüküm bu âyette ortaya çıkmaktadır.
Haber ajanslarının sahipleri bunlardır. Halktan haberleri bunlar toplarlar. Herkesin bir danışman soruşturmacısı vardır; haberleri ona verir, istediği haberleri de ondan alırlar. Böylece şahitlik müessesesi aynı zamanda haber toplama müessesesidir.
Hizmet ortaklığı dünyada cereyan eden tüm olayları teşkilat olarak takip etmekte ve gerektiğinde bunları birleştirerek soruşturmasını yürütmektedir. Demek ki, mü’minler yeryüzünde dağılacaklar ve olayların arasında gizli istihbarat-açık haberleşme sistemi ile herkes doğru habere ulaşabilecektir.
Bugünkü eski dünyada bütün ülkelerde Müslüman halklar yaşamaktadır. Kuzey Afrika’da zenciler de bulunmaktadır. Akyazılı Vakfı her yerde okullar açmıştır. III. bin yıl Adil Düzen medeniyetinin bedeni oluşmuştur. Sorun olarak “Adil Düzen” ruhunun üflenmesine kalmıştır. Bu ruh nasıl üflenecektir?
Yenibosna’daki MARKET faaliyete geçerse, AHŞAP EVLER firması çalışmaya başlarsa; daha doğrusu Yenibosna muhasebesi kurulursa bu ruh üflenmiş olacaktır. Marketler hemen İstanbul’a yayılacaktır.
Siyasi partiler “Adil Düzen”i kabul etmek zorunda kalacaklardır. Ondan sonra da dünyaya ulaşmak çok daha kolay olacaktır. Sabah artık yakındır. Sorun, parti kurup iktidar olmak değildir. Sorun, Genel Hizmetlerin yaygınlaştırılmasıdır. Bu Adil Düzen çalışanlarının aldıklarını-verdiklerini yazmaları, muhasebeleştirmeleridir.
Şahit, aynı zamanda gözleyendir. Yanlış hareket yaptığın zaman ‘sen bunu yanlış yaptın’ diyenlerdir.
وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَهِيدًا (Va YaKUvNa elRaSUvLu GaLaYKuM ŞaHIyDan)
“Resul de size şehid olacaktır.”
Bir insanın çevresi vardır. 10 (on) aileyi yani 30 ile 100 kişi arasındaki kimseleri çok yakından bilir. Onların özel hayatına vâkıf olur. 100 (yüz) ailenin özel hayatlarını bilmez ama, çalışanları çok iyi bilecektir. 1000 (bin) aileyi tanır ama bilemez; özel durumlarını bilemez. Asıl sosyal yapı bunlar arasında kurulmaktadır.
Aşirette herkes herkesi yakından bildiği için sosyal yapı oluşmaz. Çünkü kişilerin birbirinden sakladıkları bir şeyleri olamaz. İlçe bazında da insanlar birbirlerini tanımadıkları için sosyal bağlar oluşmaz. Oysa bucaklarda herkes herkesi tanır ama sırlarını bilmediği için kişiler kendilerini olduklarından farklı gösterirler. Bunun sonucu olarak kişilerden bağımsız tamamen farklı bir topluluk ortaya çıkar.
Başkan eğer kişilerle meşgul olursa, onları tanıyıp kavrama gücü yetmez. Dolayısıyla başkan şûra üyeleri ile ilgilenir. Böylece başkan nâsa/insanlara değil, mü’minlere gözcü olur. Bunun sonucu olarak başkanın kamu hizmetlerinde görev alması men edilmiştir. Bugün kamu görevlilerinin başka iş yapmaları yasaklanmıştır. Kur’an’a göre ise bu yasak sadece başkanlar için sözkonusudur. Başkan da her işi yapabilir. Ancak elde ettikleri kendisinin değil, kamu kolektif şirketinin olmuş olur.
وَمَا جَعَلْنَا الْقِبْلَةَ الَّتِي كُنتَ عَلَيْهَا (Va MAv CaGaLNAv elQıbLaTa elLaTIy KuNTa GaLaYHAv)
“Üzerinde olduğun kıbleyi ca’letmedik.”
Burada kastedilen kıble hangisidir? Yeni kıble mi, eski kıble mi?
Eski kıbledir. Çünkü yeni kıble henüz belirlenmiş değildir.
Medineliler Hazreti Muhammed’i dâvet etmişlerdir. Medineliler bu dâveti yaparken Medine’deki Yahudilerden aldıkları bilgilere dayanarak dâvet ettiler. Kur’an’ın Tevrat’a ne kadar benzediğini onlar herkesten daha kolay anladılar. Ancak, bunların samimi olup olmadıkları da denenecektir. Kendilerinden daha aşağı gördükleri Yahudilerin kıblesine uyarlarsa, o zaman bunlar gerçekten Allah’a inanmışlardır. Hoşlarına gitmeyen emredilen bir şeyi de yaparak samimiyetlerini ispat ettiler. Ondan sonra da yine Medinelilerin hoşlanmadığı bir şey daha yapılıyordu. Bu sefer de kendilerinin rakip kenti olan Mekke kıble, yani merkez yapılıyordu. Oysa, madem ki peygamber kendi aralarındadır, merkezin de Medine olması gerekirdi. Her bakımdan, eski kıble de, yeni kıble de Medinelileri pek memnun eden bir şey değildi.
İşte, kıble olarak Mekke’nin seçilmiş olması, Kur’an’ın Hazreti Muhammed tarafından münzel telif edildiği iddiasını yok etmektedir. Kur’an’a göre kıbleye yöneliş sebebi, Kâbe’nin Hazreti İbrahim tarafından nâs/insanlar için vazedilmiş bir beyt olmasından doğuyordu. Mekkeliler iyi olsalar da, kötü olsalar da, yer takdis edilmişti. İleride orası fethedilecekti.
إِلَّا لِنَعْلَمَ (EilLAv Li NaGLaMa) “Sadece ilmetmemiz için ca’lettik.”
Allah zaten bilmiyor mu idi ki, beride insanları imtihan etmektedir?
Bunun iki cevabı vardır.
Biri, Allah insanlarla ilgilendiği zaman, sanki bilmiyormuş gibi ilgilenir. Çünkü bu bilgilerin hepsi meleklerin bilmesi içindir. Çünkü Allah mükâfatı da mücazatı da onlar aracılığıyla yapmaktadır.
İkinci ise; buradaki bizden maksat topluluktur. Yani, halkın ve insanların bilmesi içindir. Nitekim Araplar Medinelilerin samimiyetine inanmışlardır ki sonunda hepsi Medine’nin merkez olmasını kabullenmişlerdir. Eğer İslamiyet bir kentin diğer kente üstünlüğü veya Medine Arapları ile Medine Yahudileri arasında bir çatışma şeklinde anlaşılsaydı; Arabistan halkı, hattâ insanlık bunların hakimiyetini kabullenmezdi. Allah bilsini topluluk bilsin diye anlayabiliriz.
مَنْ يَتَّبِعُ الرَّسُولَ (MaN YatTaBıGu elRaSUvLa) “Resule kim tâbi oluyor?”
Kim resule tâbi oluyor; bilelim; yani halk bilsin diye böyle yaptık, melekler bilsin diye böyle yaptık.
Topluluğun samimiyetini denemek için onların hoşlanmadığı emirler verilir.
Cumhuriyet inkılâplarında bunlar çokça görülür. Sosyal baskı dolayısıyla şapkayı kimse örtemiyordu. Şapkayı örtebilecek hâle getirmek için şapka örtmek zorunlu kılındı. Sonra serbest bırakılınca kıyafet serbestliğine gidilecekti. Müslümanlar içtihat kapılarını kapatmış, içtihatlarını Kur’an’a dayalı olarak değil de, fakihlerin sözlerine dayandırıyorlardı. Oysa bu icma ile yanlıştı.
Mustafa Kemal ahkâm-ı şer’iyeyi lağvetmiş, batı kanunlarını aktarmıştı. Böylece ulus bin sene önceki içtihatlardan kurtularak gerçek hukuklarını düzenleyecekti. Harf inkılâbı yapılmış, geçici olarak Arap harfleri yasaklanmıştı. Buradaki hedef; halk dengeli bir şekilde yaşamayı ve hür olarak düşünmeyi öğreneceklerdi.
Ne var ki, bu inkılâpların hiçbirisi ile başarılı olarak sonuca gidilememiştir. Bugün inkılâp ile irtica arasındaki direnmeler devam ediyor. “Adil Düzen” iktidar olmadan hedefe ulaşılamayacaktır.
Mustafa Kemal bunları yaparken bunun bilincinde olduğu anlaşılıyor. Tarikatların kapatılması kararını istişare ediyor. Kendisi tarafsız kalarak heyeti tartıştırıyor. Hamdullah Suphi Tanrıöver tarikatları o kadar güzel savunuyor ki, karşı taraflar susmak zorunda kalıyor. O zaman Mustafa Kemal devreye giriyor ve diyor ki; “Suphi bey, söylediklerin doğrudur ama tarikatlar kapatılacaktır! On sene sonra gel, o zaman yeniden açalım.”
İnkılâplardaki aşırılıkların hep dengeye getirmek için olduğu anlaşılıyor.
Kur’an Müslümanları önce Yahudilerin kıblesine yöneltmiş, sonra Hazreti İbrahim’in kıblesine dönmüşlerdir. Kur’an’da nesih yoktur. Kudüs’e doğru yöneltme Hazreti Peygamber’in içtihadı ile olmuş olmalıdır. Kıble Mekke’ye çevrilirken o tarafta kılındığını haber vermektedir. Kur’an’daki hüküm nesh olmamıştır. Ama uygulamada nesh gerçekleşmiştir. Kur’an’da nesh yoktur, ama Kur’an’daki uygulamalarda, içtihat ve icmalarda ise nesh vardır.
مِمَّنْ يَنقَلِبُ عَلَى عَقِبَيْهِ (Min MaN YaNQaLiBu GaLAy GaQıBaYHi)
“Akıbelerinin üzerine inkılâb edenden resule ittiba edeni ilmetsin diye.”
Buradaki “ilmetme” ayrılsın anlamında kullanılmıştır. Topluluk imtihan ediliyor ve karşı koyanlar birbirlerinden ayrılıyor. Birbirine uyum sağlayanlar bir tarafa, sağlamayanlar öbür tarafa konuyor.
“AKIBE” ölçü demektir. “Takib” kelimesi de buradan üretilmiştir.
Bu dünya yarış dünyasıdır. Dünyaya ve uygarlığa katkıda bulunmaktadır. Sonra âhirete gider ve ücretini orada alır. Dünyada daha ileri görevleri yüklenmek için imtihandan geçmek gerekmektedir.
İşte bu imtihanın başında samimi olmak istenir. Bir işe çağrıldığınız zaman, kabul ettiğiniz takdirde samimi olup olmadığınız imtihan olunur.
وَإِنْ كَانَتْ لَكَبِيرَةً (Va EiN KAvNaT La KABIyRaTun)
“İnsanların gözünde büyüktür.”
Burada “KÂNET” zamirinin müennes olması yorumcuları zorlamıştır. “Ceale”ye gitmiştir, “tevliye”ye gitmiştir, “riddet”e gitmiştir, “tahvil”e gitmiştir, “dönüşme”ye gitmiştir, “kıble”ye gitmiştir demişlerdir. Bunların hiçbirisi kelime olarak geçmemiştir, sadece kıble geçmiştir, fiil olarak geçmiştir. Fiilin masdarına zamir gönderme uzak bir uygulamadır. Olsa bile zamir müennes olmaz.
Biz bunların hiçbirisini benimsemiyoruz.
Bize göre bundan önce geçen “vasat ümmet”e gönderilmektedir.
Vasat ümmet Adil Düzen topluluğudur. Bu insanların gözünde çok büyüktür. Büyüktür demek, zordur demektir. Kötüdür demiyorlar ama yapılması zordur demektir. “Adil Düzen”i bugün kime anlatırsanız anlatın, ‘kötüdür, yanlıştır’ demezler ama kabul etmemek için de gerekçeleri hazırdır: “Bunun günümüzde uygulanması imkânsızdır!.. İnsanlar bunu kabul etmezler!.. Anayasa Mahkemesi yasaklamıştır!.. Türkiye küçük bir devlettir, ya Amerikalılara ya da Avrupalılara sığınmak zorundadır; onlar ise buna müsade etmezler!..”
Biz 1970’lerde Millî Görüş partilerini kurarken bize söyledikleri hep bu gibi şeyler idi: “Size bir şey demiyoruz... Haklısınız... Söyledikleriniz doğrudur... Ancak size izin vermezler, iktidar olamazsınız; Türkiye’deki güçler izin verseler bile dışarıdakiler vermezler!..”
Oysa, biz 1973’te anahtar parti olarak iktidara ortak olduk… 1990’larda biz hükümet kurduk… 2000’lerde Anayasa ekseriyetini elde ettik ve iktidardayız…
Demek ki, “kebiraten/büyük” değilmiş. “Kebiraten/büyük” olan bizim samimiyetimiz ve “Adil Düzen”i öğrenmemizdir. İşte, vasat ümmet olma da kebiraten/büyük değildir.
“Adil Düzen” uygulamasını yapmadığımız halde, vasat ümmet muamelesini görmekteyiz.
إِلَّا عَلَى الَّذِينَ هَدَى اللَّهُ (EilLAv GaLav elLaÜIyNa HaDay elLAHu)
“Ancak Allah’ın hidayet ettiği kimselere değil.”
Onlara kebiraten/büyük değildir, onlar için imkânsız değildir.
Çok evlilik müessesesi de bugün insanlara kebiraten/büyük görülmektedir. Gerekçelerini anlattığınızda kimse itiraz edemiyor ama o kebiraten görünmektedir. Yenibosnalılar bu husustaki imtihanı kaybetmişlerdir. Herkes şoke olmuş ve birden karşı çıkmışlardır. Şunu bilmemiz gerekir ki, Allah bize böyle imtihanlarda bulunur. Şeriat kebiraten geliyorsa sınıfta kaldık demektir.
Önümüzde duran kebirler vardır.
a) Bir yere taşınarak toplanmak, sonra da oradan hicret emek kebir görünmektedir. Hazreti İbrahim peygamber, Hazreti Musa peygamber kavimlerini oradan oraya taşıyarak olgunlaştırdılar.
b) Muhasebe müessesesini kurmak bize çok kebir görülmektedir. Benim bile zaman zaman dağ gibi üzerime çökmektedir. Bazen ümidimi kesiyor, ‘hayatımda olmayacaktır’ diyorum.
c) MİLAD Marketi işletmek gittikçe sıkıntılı olmaya başlamıştır. Bu olmaz, yapamayacağız durumuna düşüyoruz. Ben düşüyorum…
d) AHŞAP EVLER İle ilgili teşebbüsümüzde zor ilerliyoruz…
Ancak Allah’ın hidayet ettiği kimselere zor olmayacaktır.
Burada “hidayet ettiği kimseye zor gelmez” denmiyor, “hidayet ettiği kimselere zor gelmez” diyor.
Cemaat olursak, O’na yönelirsek, O bize hidayet edecektir.
Şimdi bizim yaptığımız nedir? Kur’an’ı yorumluyoruz, birlikte okuyoruz, düzeltiyoruz, yorumluyoruz, yayınlıyoruz… Bu hususta başarılı durumdayız. Bu az bir şey değildir. Bizden sonra gelecek insanlara hazırlık yapıyoruz. Hazreti İsa diyor ki; “Ben gideceğim, çünkü ben gitmeden o hükmedecek kimse gelmez.”
Demek ki, başarılı olmamız için birilerimizin gitmesi gerekiyor. Gölgedeki fidanlar büyümez.
Şunu belirtmemiz gerekir ki, Kanuni Sultan Süleyman zamanında bir günah işleyen bile cehenneme gider, çünkü o günkü şartlar onu günah işlemekten alıkoyuyordu. Bugün ise bir sevap işleyen cennete gider, çünkü bugünkü şartlar bir sevabı işlemeye bile mânidir.
O halde siz bir sevap işlediğinize göre cennetliksiniz.
Bizlere bu müjde yetmez mi?
وَمَا كَانَ اللَّهُ لِيُضِيعَ إِيمَانَكُمْ (Va MAv KAvNa elLAHu Li YUvWıGa EIyMANaKuM)
“Allah imanlarınızı zayi edecek değildir.”
Burada “Allah amellerinizi zayi edecek değildir” demiştir.
Müfessirler bunu, Allah eski kıblede yaptığınız ibadetleri de zayi etmez şeklinde yorumlamışlardır. Doğrudur. İfade ise çok geniştir. “İmanlarınızı” demekle, amelleriniz zayi olabilir.
Yani, Yenibosna faaliyetimiz bir gün sonuç vermeyebilir!
Nitekim, bizim Kırgızistan’daki faaliyetlerimiz görünürde bir sonuç vermemiştir. Orada yapılan yatırımlar heder olmuşa benziyor. Otuz bin dolardan fazla harcanmıştır. Biz elli bin dolar olarak değerlendirmiştik. Ama o faaliyetler bize birçok şeyler kazandırmıştır.
a) Biz Kırgızistan’a gittik, birçok kimseler Kırgızistan’a iş yapmaya geldiler, yerleştiler, hâlâ orada faaliyettedirler. Yalnız orada değil, oradan tüm Sovyetler’e yayılmışlardır. Bunun öncülüğünü yapmış bulunuyoruz.
b) Biz orada insanlara “Adil Düzen”i, İslâmiyet’i tebliğ ettik. Bin sahifeden fazla “Adil Düzen” tercümesi yapılmıştır. Bir kısmı basılmıştır. Diğerleri onların elindedir. Cumhurbaşkanı Asker Akayev ile birlikte çalışarak, % 20 katkımızla “Adil Düzen”e benzer para çıkarttık. Moskova’nın büyük gazeteleri bizim paramızdan ve bizden bahsetmiştir.
c) Biz orada kendimizi yetiştirdik. Bugünkü bilgilerimizin belki dörtte birini oradaki çalışmalarımızda elde ettik. Oraya gitmeseydik, dört ayaktan biri olmayacaktı.
d) Orası ile irtibatımız kesilmemiştir. İmkanımız olmadığı için uyumaktadır. İstanbul’da faaliyet gösterdikten sonra, ilk yapacağınız iş Batum’da bir mala-mal marketi kurmak, ondan sonra da Kırgızistan’da bir mala-mal marketi kurmaktır. Oradan Çin’e atlamanız mümkün olacaktır. Siz mallarınızı Batum’a götürecek ve mallarla takas edeceksiniz; tüm Sovyetler’den gelen mallar tüm Batı’dan İstanbul’a gelen mallarla takas edilecektir. Bişkek’te kurulacak mala-mal marketi ile de Çin ile irtibat kurulacaktır. Böylece İpek Yolu hayata geçirilmiş olacaktır. Bütün bunların hazırlıkları yapılmıştır.
Görülüyor ki, fiilen bir sonuç alamadık ama imanımız mahsul verdi. Allah bu dünyada çalışmalarımızı zayi etmedi. Âhiretteki ücret zaten amelin sonuçlarına değildir. Dünyada ameller zayi olabilir. Bir sonuç vermez ama âhirette karşılığını alırız.
Buradaki “imaneküm”ün iki bakımdan önemi vardır.
Biri, “Adil Düzen” için yapacağınız çalışmalarda istediğiniz sonuçları alamayabilirsiniz. Çalışmalarınız görünürde boşa gider. Ama çalışmalarınız imanınızı yani güveninizi artırır. Çevreniz hazırlanmış olur.
Diğeri de, âhirette zerre miskali de olsa zayi olmadan karşılığını alacağız.
Ramazan’dan sonra inşaallah Yenibosna’da yeni bir program yapacağız...
Sıkıntılar varsa sabredilmelidir… Sabrın sonu selâmettir…
إِنَّ اللَّهَ بِالنَّاسِ لَرَءُوفٌ رَحِيمٌ(143) (EinNa EalLAHa Bi elNASı La RaEuFun RaXIYMun)
“Allah bütün nâsa rauf ve rahimdir.”
Diğer yerlerde “Allah rauf ve rahimdir” dediği halde, burada “NÂS” kelimesine vurguladı.
Yani, vasat ümmet kılınmanız size olan bir iltimas değil, size olan bir imtiyaz değildir. Tam tersine, tüm insanların selâmeti, güveni, huzuru ve saadeti için bu görev size vermiş, sizi vasat ümmet yapmıştır. Siz hâkim değil, hâdimsiniz. Vasat ümmet olduğunuz için herkes için vazedilmiş ve herkese ait olan Kâbe kıble yapılmıştır.
Adil Düzen Çalışanlarının ilk işi Mekke’yi hapishane olmaktan kurtarmak, tüm insanların rahatlıkla girip çıktığı yer hâline getirmektir. İlk başta bu kebiraten yani büyük ve zor görünür ama bu İlâhi takdirdir. Gerçekleşecektir. Mevcut Arabistan iktidarı bunu ya Allah’ın emirlerine teslim olarak yapar, ya da Allah onu yerle bir eder ve yine o öyle olur. Bizim işimiz o değildir. Bizim işimiz Mekke düzeninin nasıl olduğunu Kur’an’a dayanarak ortaya koymak, beyyinelerle ortaya koymaktır.
“RAUF” babanın ailedeki rolüdür; görevleri ve duygularıdır. “RAHİM” ise annenin ailedeki görevleri ve duygularıdır. Kur’an uygar aileyi öngörmüştür. Babaya nafaka temini ve ailenin korunması görevini vermiştir. Anneye ise ailenin yetiştirilmesi, bakımı ve beslenmesi yüklenmiştir. Allah da insanların hem babası, hem de annesi olarak tüm ihtiyaçlarını gidermeyi düzenlemiştir. Öyle olmasa zaten insanlar varlıklarını sürdüremezler. Anne ve baba Allah’ın halifesi olarak o işleri yapmaktadırlar. Tevrat’ta insanlar için Allah’ın oğulları diye bahseder. Mecazi mânâda kabul edilmek şartı ile Allah tüm insanların anne ve babası benzeridir. İnsanlar da O’nun çocukları gibidir. Anne ve baba çocuklarının hâlikı değil, sadece müsebbibidir. Allah ise insanların, meleklerin, cinlerin ve ruhların hâlikıdır. Kâinatı da onların ihtiyaçlarını gidermek için var etmiştir.
Allah’ı insan gibi kişileştirip baba kabul etmek ne kadar hatalı ise; Allah’ı insanların, meleklerin, ruhların ve cinlerin dışına atıp Anka kuşuna çevirmek de o kadar hatalıdır. Adeta diyebiliriz ki; Allah da insanları, melekleri, ruhları ve cinleri var etsin, onlar için gökleri ve yeri, arşı ve kürsüyü var etsin diye vardır. Kendisi kedisine bunu gaye yapmıştır. Allah’ın ve O’nun mahlukatı dışında bir şey yok ki ona bu görevi versin. O kendisine bu görevi farz kılmıştır. Kendisi öyle bir düzen kurmuştur ki, yeryüzünde insanlar, hattâ diğer melek, cin ve ruhlar da aynı düzen içinde var olur ve işlerini yaparlar.
Kur’an’ın âyetlerine dayanarak ortaya koyduğumuz bu anlayış, kâinatı açıklamak için ilmin de varabileceği bir sonuçtur. İlim demek, olayları en makul bir şekilde açıklamaktır. Makul olmayan varsayımlara dayanır. Bu varsayımlar en az olmalıdır. Aralarında çelişkiler olmamalıdır. Yani, mantığın kuralları içinde kalmalıdır. Bu izahtan daha iyi bir izah bulamazlar.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-380 ADİL DÜZEN DERSLERİ-210 İstanbul, 28 Ekim 2006
LÂİKLİK TARTIŞMALARI VE TANIM
Cahiliye döneminde yani devlet aşamasına geçmeden önce “kişi yönetimi” vardı. Kabile reisleri bir babanın evi yönettiği gibi istedikleri gibi aldıkları kararlarla topluluklarını yönetiyorlardı. Kabile seviyesinde bu yönetim yeterli iken, devlet aşamasına geçince birbirini tanımayan insanların yönetilmesi bu yolla mümkün olmadığı için “kurallı yönetim” dönemine geçildi. Beş bin yıldır insanlar kurallarla yönetilmektedir.
Kurallı yönetim iki türlüdür: 1- Tekel yönetiminde bir topluluk için bir tür kurallar konur ve herkes o kurallara uymak zorunda bırakılır. Buna kanun sistemi diyoruz. 2- Bir de çoklu yönetim vardır. Özel hukukta kişiler mezheplerini kurar ve herkes kendi mezhepleri ile yönetilir. Yani, içtihat sistemi geçerli olur. Kamu hukukunda da yerinden yönetim geçerli olur. 3000 ile 10000 arasında nüfusu olan topluluk kendi kamu hukukunu oluşturur ve orada onunla yönetilir. Kişiler için mezhebini yani hukuki ekolünü değiştirme ve bucağını değiştirme imkanı vardır. Buna “hicret demokrasisi” diyoruz. Yeter sayıyı bulanlar mezheplerini kurarlar, ocakta farklı özel kurallar içinde yaşarlar. Yeter sayıyı bulanlar ayrı bucak kurar ve istedikleri gibi yaşarlar. Buna karşılık Batı’nın geliştirdiği demokraside merkezi sistem ve ekseriyet sistemi yani çoklu değil çoğunluklu sistem vardır.
Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlar Batı demokrasisinin çıkmaz olduğunun farkında idiler. Çoklu sisteme geçmeyi denediler, başaramadılar. Ama vazgeçmediler. İlk yaptıkları iş adil yönetimin ilkelerini tesbit etmek olmuştur. Cumhuriyeti temel ilke aldılar, istiklâl ile bir tuttular. Cumhuriyet demek, ekseriyet demek değildir, galip çoğunluktur. İki taraf parmak kaldırdığı zaman, kimsenin itiraz edemeyeceği kadar bir çoğunluk bir tarafta ise ona “cumhur” denir. İslâm âleminde ilk cumhuriyet yönetimi Türkiye’de oluşmuştur. Osmanlılar bu kelimenin anlamını çok iyi biliyorlardı. Bunun yine de eksik olduğunun farkında idiler. Karşısına lâikliği koydular. Böylece cumhura karşı azınlık korunacaktır. Nasıl korunacaktır? Müsbet ilmin verileri ile korunacaktır. Yani; tarafsız, bağımsız, etkin ve saygın bir yargı eğer cumhurun kararını uygun bulmazsa, müsbet ilme dayanarak o kararı iptal edecektir. Ne var ki, böyle bir yargının oluşması için çok gayret sarf etmiş ama bunda da başarılı olamamışlardır.
Cumhurun kararları ile ülke yönetilecektir. Burada devletçiliği esas aldılar. Halkın yapamayacağı ekonomik işleri sermaye tekelleri değil, devlet tekeli çözecek, KİT’ler (Kamu İktisadi Teşekkülleri) çözecektir. Buna karşılık halkın serbestçe iş yapabilmesi için devletçiliğin karşısına halkçılığı koydular. Halkçılık bir tür liberalizmdir. Halkın serbest rekabet içinde yapacağı işlere devlet karışmayacaktır. Böylece devletçilik ile halkçılık arasında denge kurulmak istenmiş, kısmen başarılmıştır.
Lâikliğin de dayandığı iki temel vardır. Halk kendi istediği gibi yaşayacak, yani, atalarından tevarüs ettiği değerleri sürdürecektir. Buna “milliyetçilik” dediler. Ancak bunun tutuculuğa ve gericiliğe dönüşmemesi için de karşısına inkılapçılığı koydular; milliyetçiliği inkılâpçılıkla dengelediler. Böylece altı kutuplu bir yönetim ortaya çıktı. Bu durum Kur’an’ın her şeyi çift yarattık ilkesine uygundur. Çiftin çifleri hep bir arada altı kutup ortaya çıkar. CHP’nin mânâsını bilmediği altı ok budur. Bunların yan bağlarla tamamlanması gerekir. Daha 18 ilkeye gerek vardır. Bunların kurumsallaşması ve bu kurumların tanımlanması gerekir. Bunların işleyebilmesi için mekanizmanın getirilmesi ve kurumların oluşturulması gerekir.
CHP, önünde yükselen ve çözüm bekleyen Himalaya Dağları gibi sorunları çözmekle uğraşacağına irtica ile meşguldür. Üç-dört yıl Genelkurmay başkanlığı yapacak bir askerden elbette bunlara çözüm getirmesi beklenemez. Bulabilselerdi, Mustafa Kemal ve İsmet İnönü paşalar bulurlardı.
Altı temel kurumun tanımı yapılmadığı için onlar öylece kaldı. Tek parti sisteminde devlet aşaması öncesine benzer bir yönetimden, demokrasiye doğru adımlar atılmıştır. Bugünkü demokrasi o askerlerin armağanıdır. Asıl bozulma ve karışma bundan sonra başlamıştır. Kanunları çoğaltma, birbiriyle çelişen kanunları çıkarma, yargı bağımsızlığı adı altında yargı dağınıklığı yahut yüksek mahkemelerdeki hakimlerin keyfi yönetimi ortaya çıkmıştır. Batı’dan okumadan ve anlamadan aktarılan kanunlarla Batılı olacağını zanneden zavallılar, ülkeyi hukuk kaosu içine sokmuşlardır. Mahkemelerdeki davalar onlarca sene sürüyor. Mahkemenin kararları da infaz edilemiyor.
İlim demek, tasnif ve tarif demektir. Tasnif yaparsınız, sonra da tariflere girişirsiniz. Çoğu zaman başarılı olamazsınız, tarifiniz hayata uymaz. Olaylar sizin tanımladığınız şekilde gelişmez. Yeniden tanım yapmak zorunda kalırsınız. Beş bin yıllık insanlık tarihi bu tasnif ve tanımları geliştirmekle meşguldür. Uygarlık da böylece oluşuyor.
Kur’an tasnifler yapar, tanımlar yapmaz; tanımları âlimlere bırakır.
1924 Anayasası’nda, kanunları Türkiye Büyük Millet Meclis’i yorumlar deniyordu. Bu çıkar bir yol değildir. Çünkü yorumları kim yorumlayacak? 1961 Anayasası’nda bu kaldırıldı. Ama kimin yorumlayacağı da ortaya konmadı. Boşluktan istifade eden yüksek yargı organları kendileri yorumlamaya başladılar. Bu durum kanun vazetme anlamındadır, yasamadır. Oysa, Anayasa mahkemelerin yasama şeklindeki kararlarını yasaklamıştır.
O halde, ortada çözülmemiş bir sorun vardır. Kanunları kim yorumlayacak, yani tanımları kim yapacak?
Esasen lâiklik en açıkı bir şekilde anayasamızın 24’üncü maddesinde yorumlanmıştır. Ama uygulamada o madde ile bir ilişki kurulmamaktadır. Sonunda hakimler işin kolayını buldular; Anayasa Mahkemesi tarif etmiştir diyorlar ama onun ne olduğunu sorduğunuzda, Anayasa Mahkemesi’nin başkanları da bilmiyor! Zaten bilinmesi istenmiyor. Derin güçler (ki bu asla ordu değildir. Ordu kendisini korumak için gerekli yerde kullanılmasına izin vermektedir.) istedikleri kimseyi mahkum edebilmek için tanımsız ve belirsiz kavramları yaşatmaktadırlar. Mesela; lâiklik, üniter devlet, irtica, bölücülük böyle belirsiz kavramlardır.
Kur’an bu konuyu çok açık şekilde çözmüştür. Kur’an’ı yorumlayan bir müessese yoktur. Herkes uygularken kendisi yorumlayacak ve uygulayacaktır. Farklı anlayışlar, farklı sosyal grupları ve yerel yönetimleri oluşturacak, böylece yarışta kazananlar taraftarlarını artıracaklar ve böylece hayat sürüp gidecektir. Farklı yorumların karışıklığa neden olmaması için de hakemlerden oluşan yargı üstünlüğü getirilmiştir. Yorumlardan dolayı mağdur olanlar varsa, hakemlerden oluşan tarafsız, bağımsız, yansız ve etkin yargıya başvurup mağduriyetlerini giderirler. Herkes yargıya hesap vermek zorunda kalacağı için yorumlarını yaparken dikkat eder. Yargı da yargı denetimindedir; yani, yargının haksız hükmetmesi hâlinde karşı hakemlere gidilebilir ve hakemler mahkum edilebilir.
Demek ki, kanunları görevli olsun-vatandaş olsun kendi içtihadıyla yorumlayacak ve uygulayacaktır, bu uygulamanın hesabını yargıya verecektir. Demek lâiklik tarif edilmeyecek, yargı lâikliği yanlış anlayanları mahkum edecektir. Ne var ki, Türkiye’de yargı bağımsız değildir. Yargıtay’ın denetiminde olduğu için tarafsız değildir. Davalar yıllarca sürdüğü için etkin değildir. Etkin olmayan yargı saygınlığını da koruyamamaktadır. Sorun tanım sorunu değil, yargı sorunudur.
Adalet Bakanı Sayın Cemil Çiçek’e yargının bağımsız, tarafsın, saygın ve etkin olası için proje önerisi götürdüm. Dinlemek lütfunda bulunduğu için Allah ondan razı olmuştur, ama; “Bu öneri Adil Düzendir, parti bunu yapamaz!” demiş; “Partinizi kurun, halk oy versin, o zaman siz yapın.” demiştir. Söylediği sözler tam doğru ve yerindedir.. Ancak, ben Cemil Çiçek’in yerinde olsam, cumhurbaşkanlığına talip olmam, partiden istifa eder, Adil Düzen Partisi’ni kurardım. Samimi söylüyorum; ben Tayyip Erdoğan’ın yerinde olsam başbakanlıktan ve parti başkanlığından istifa eder, Adil Düzen Partisi’ni kurardım. Hele Bülent Arınç; “Başörtüsü sorunu bizim namus borcumuzdur, çözeceğiz.” Demiştir ama çözememiştir. Çözümün tek çaresi vardır; bağımsız, tarafsız, etkin ve saygın yargı sistemini getirmek. Başka türlü çözemezsiniz. Partiniz de bunu çözememiştir ve siz hâlâ o partide duruyorsunuz! Bundan sorumlu değil misiniz?..
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-380 ADİL DÜZEN DERSLERİ-210 İstanbul, 28 Ekim 2006
LÂİKLİĞİN İLMÎ TANIMI
Kanunlarda tanım yapılmaz. Çünkü tanımın da tanımlanması gerekir. Kanunlarda kelimeler öyle kullanılır ki tanımı cümlelerin ifadesinden çıkar. Bunu da ancak ilim adamları yapabilirler. Bunun için İslâmiyet’te “fıkıh usûlü” diye bir ilim gelişmiştir ve en yüksek ilim kabul edilir.
Kelimelerin tanımları gramer kuralları ile yapılır. Tüm mevzuat içinde o kelimenin kullanılmış yerlerine bakarak tanımlar yapılır. Sonra da müsbet ilimlerle sistemler oluşturulur, hikmetleri yani yararları ortaya konur. Görevliler, halk ve hakemler, bu ilmî tanımlara dayanarak kendileri kendi içtihatları veya seçtikleri müçtehitlerin içtihatları ile amel ederler.
Bir taraftan Devlet Başkanı ve askerler lâikliğin tanımlanmış olduğunu, ayrıca tanımlanmasına gerek olmadığını söylüyorlar ama; kendileri o tanımlanmış lâikliğin ne olduğunu ilmî bir dille bir türlü ifade etmiyorlar. Diğer taraftan Meclis Başkanı ve Başbakan da lâikliğin tanımlanması gerektiğini söylüyorlar ama...
İki taraf da hatalıdır.
Lâikliği herkes kendine göre tarif etmeli ve ‘Lâiklik budur’ demelidir. Bu tarifler ilmî usullerle tartışılmalıdır. Halk ve görevliler bu tariflerden yararlanırlar; mahkemeler yararlanırlar. Zamanla tanım oturmaya başlar.
Biz şimdi lâikliği bizim anladığımız şekliyle tanımlıyoruz.
Genel olarak lâikliği şöyle tanımlayabiliriz. “Laiklik: Bir şey dinî olmakla bir ayrıcalığa sahip olmaz. Fiil suç ise dinî olduğu için suç olmaktan çıkmaz, suç değilse dinî olduğu için de suç olmaz.”
Bu tanıma göre, anayasamızın 24’üncü maddesi ile tarif edilen lâiklik bu tarife uymamaktadır. Anayasanın 24’üncü maddesi kamunun değil de devletin, düzeni değil de temel düzeni, dinî fikriyatı değil de dinî hissiyatı istismar etmeyi veya kötüye kullanmayı değil de istismar etmeyi ve kötüye kullanmayı suç saymıştır.
Oysa Türkiye’deki laiklik uygulaması tümüyle buna aykırıdır.
Biz lâikliği başka türlü tanımlıyoruz ama biz yürürlükte iken mevzuata uyarız. Ama lâikler öyle yapmıyorlar ve anayasanın açık tanımını hiç kâle almadan istedikleri gibi uygulamaktadırlar.
Yukarıda yaptığımız lâiklik tanımı genel uygulama bakımındandır. Pratikte ise lâikliğin başka mânâları da vardır. Yalnız dine değil, bütün müesseseler uygulanır. Bunu da dört noktada toplarız.
a) Din iyi ile kötüyü birbirinden ayırır ve neyin yapılacağına karar verir. İlim doğru ile yanlışı birbirinden ayırır ve nasıl yapılacağına karar verir. Ekonomi yararlı ile zararlıyı birbirinden ayırır ve kimin yapacağına karar veri. Yönetim adil olan ile zalim olanı birbirinden ayırır ve ürünlerin kimin olacağına karar verir. Her birinin görevi ve yetkisi vardır. Bunların birbirilerinin işlerine ve yetkilerine müdahale etmesi lâikliğe aykırıdır. Demek ki; denetleme, yasama, yürütme ve yönetme erklerinin dengeli biçimde kullanılması lâikliktir.
b) Topluluk ilmî, dinî, meslekî ve siyasî çoklu sosyal gruplarla yaşar. Bir sosyal grubun, bir dinin veya bir partinin diğer sosyal gruplara, dine veya partiye tahakküm etmesi, devleti birisinin lehine kullanması lâikliğe aykırıdır. O halde lâiklik devletin tüm sosyal gruplara eşit yakınlıkta olmasıdır. Devlet parti veya mezhepler arasında ayrıcalık yapamaz. Bu anlamda ekseriyet partisinin iktidar olması lâikliğe aykırıdır. Diyanet işleri teşkilatı lâikliğe aykırıdır. Tek oda (tek ticaret odası, tek sanayi odası) ve tek baro da lâikliğe aykırıdır. Tekele götüren her şey lâikliğe aykırıdır. Lâiklik, çoklu düzenin dengesidir. Bundan dolayıdır ki ekseriyet sistemi lâiklikle çelişir.
c) Her insan hürdür, kendi işleri hakkında kendisi karar verir. İnsanlar sözleşmelerle topluluk oluştururlar. Hicret demokrasisi ile hür yaşama şansına sahiptirler. Bunun yanında akrabalık, komşuluk, emekle ilgili haklar sözleşmeden önce vardır. Sözleşme yapma hakkı da sözleşmeden önce vardır. Bunlara “doğal haklar” denir. Doğal haklar kanunlarla düzenlenemez. Çünkü kanunlar onlara dayanır. Doğal hakların belirlenmesi müsbet ilmin kuralları içinde ilimle sağlanır. O halde lâiklik, müsbet ilmi hukukun üstünde görmek ve müsbet ilme aykırı mevzuatı geçersiz görmektir. Kur’an bunlara “müteşabih” der ve “muhkemat” ile bunların yorumlanacağını söyler. O halde lâiklik, mevzuatı müsbet ilmin denetimine vermektir. Dinlerin müsbet ilme aykırı inanışlarından yani hurafelerden kurtulmalarıdır. Kur’an buna “müslim” diyor, diğerine de “kâfir” diyor ama küfrü yasaklamıyor, sadece yönetimde yer vermiyor.
d) İnsanlar iyiyi, doğruyu, yararlıyı ve adil olanı ararlar ve uygularlar. Bunlara “hak” denir. Ancak, hakkın ne olduğu çok açık olmadığı için lâiklik, başkalarına zarar vermeyen her şeyi kişilerin bâtıl da olsa yapabilmeleridir. Falcılık yanlıştır ve yalandır, ama başkalarına zararı olmadığı için yasaklanamaz. Bu anlamda lâiklik herkesin kendi sınırları içinde hür olmasıdır. 1924 Anayasası bu tanımı şöyle yapmıştı. Kişilerin hak ve hürriyetlerinin sınırı, başkalarının hak ve hürriyetleridir. 1924 Anayasası bu sınırın kanunlarla belirleneceğini söylemiştir. İşte bu lâikliğe aykırıdır. Laik düzende bu sınır, hakemlerden oluşan tarafsız, bağımsız, etkin ve saygın mahkemelerce belirlenir. O halde lâikliği şöyle tanımlayabiliriz: Lâiklik, kişilerin hak ve hürriyetlerinin sınırlarını tarafların seçeceği tarafsız, bağımsız, etkin ve saygın yargı tarafından belirlenmesidir.
Bütün bunların hepsi sosyal gruplara ayrıcalık tanımama içinde saklıdır. Yani, genel olarak lâiklik bir toplulukta ve insanlıkta, yargı önünde soysal gruplardan herhangisine diğerlerinden ayrıcalık tanımaz. İnsanlar kuralların sağladığı imkânlardan eşit şekilde yararlanabilirler. Belirlenen bir fiili yapan faile bakılmaksızın fiili yapana aynı karşılık verilir. Böyle düşündüğümüzde lâiklik hukuk düzeninin kendisidir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL