Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 381
BAKARA SÛRESİ 144-145.-AYETLER TEFSİRİ
4.11.2006
2447 Okunma, 0 Yorum

1967...1968...1969....AKEVLER 40 YILDIR ÇALIŞIYOR....2004...2005...2006

BİZLER ÇALIŞIYOR VE YENİ İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...

SİZLERİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ; BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...

ADİL DÜZEN 381

“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE

Haftalık Seminer Dergisi             04 Kasım 2006             Fiyatı: www.akevler.org veya www.adilduzen.com’a tıklamak!

*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 381. SEMİNER

Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİZafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL          Tel: (0212) 452 76 51

Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...

Hedefimiz; “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, Reşat EROL

*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ  

TARIM VE SANAYİDE YANLIŞ STRATEJİ

TARİH, OSMANLILAR VE TÜRKİYE

***

BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 43. Hafta

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم

قَدْ نَرَى تَقَلُّبَ وَجْهِكَ فِي السَّمَاءِ فَلَنُوَلِّيَنَّكَ قِبْلَةً تَرْضَاهَا فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَحَيْثُ مَا كُنتُمْ فَوَلُّوا وُجُوهَكُمْ شَطْرَهُ وَإِنَّ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ لَيَعْلَمُونَ أَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْ

وَمَا اللَّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا يَعْمَلُونَ(144)

وَلَئِنْ أَتَيْتَ الَّذِينَ أُوتُوا الكِتَابَ بِكُلِّ آيَةٍ مَا تَبِعُوا قِبْلَتَكَ وَمَا أَنْتَ بِتَابِعٍ قِبْلَتَهُمْ وَمَا بَعْضُهُمْ بِتَابِعٍ قِبْلَةَ بَعْضٍ وَلَئِنْ اتَّبَعْتَ أَهْوَاءَهُمْ مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَكَ مِنْ الْعِلْمِ إِنَّكَ إِذًا لَمِنْ الظَّالِمِينَ(145)

 

قَدْ (QaD)  “KaD” 

Arapça şekil dilidir. Üç harfli kökleri vardır. O köklerden değişik harekelerle ve az sayıda harf ilavesiyle değişik kelimeler üretilir. Türkçede olduğu gibi ekleri yoktur. Onun yerine başlarına harfler konur. Arapçada sadece iki fiil çekimi vardır; geçmiş ve gelecek. Bunların malum ve meçhulleri vardır. Hepsi tek mastarla ifade edilir. Hâl ve istikbal harflerle yapılır. Menfilerde “Mâ Yensuru” derseniz hâl olur. “Mâ” geçmişi, “Yensuru” geleceği ifade eder; ikisinin ortası hâl olmuş olur.

Müsbet fiilde ise “QaD” kelimesi kullanılır. Maziye getirilirse, geçmişte ettin ve hâlen de devam ediyorsun demek olur. Muzari üzerine gelirse, şimdi başladın ve devam edeceksin demektir. Kelime “KÂDe” kelimesine akrabadır. Yaklaştı, neredeyse oldu veya olacak anlamlarını taşır.

Burada Allah “gördük” demiyor da; “görüyoruz, görmekteyiz” şeklinde ifade etmektedir.

نَرَى (NaRAy)  “Görüyoruz.”

Görmeye başladık” anlamındadır.

Bu âyet Hazreti Muhammed aleyhisselâma kıblenin Mescidi Aksa’dan Kâbe’ye çevrilmesini anlatmaktadır. Ancak mâzi fiili ile haber vermekte, muzari fiili ile kullanmaktadır.

Aynı zamanda çevir, dua et, iste mânâsını taşımaktadır. Yön önemli değildir. Doğu da, batı da ve kıyas yoluyla diğerleri de, yani hepsi Allah’ındır. Nerelere yönelirsen yönel, oralarda Allah’ın vechi bulunacaktır. O halde seni vechini semaya çevirir göreceğiz demektir. Hazreti Muhammed aleyhisselâm namazları Mescidi Aksa’ya doğru kılmaya başlamıştır. Çünkü ilk nâzil olan sûrelerden birinde, “Biz size Firavun’a gönderdiğimiz bir resul gibi resul irsal edeceğiz.” denmektedir. O Yahudilerin Mescidi Aksa’ya doğru namaz kıldıklarını biliyordu, bundan dolayı o da o tarafa yöneldi ve kıldı. Bir uyarı gelmedi. Böylece Mekke’de Kudüs kıble oldu.

Medine’de de bir seneden fazla, iki seneye yakın bir zaman Mescidi Aksa kıble olmaya devam etti.

Bu âyet bize takrir, yani gerektiği yerde susmanın da sünnet olduğunu kanıtlar. Çünkü Hazreti Muhammed’in uygulamasını Allah takrir ile teyit etti. Bu uygulama sünnette büyük bir usûlü ortaya koyar. Hazreti Muhammed de hata yapardı. Dolayısıyla sünnet içinde de yanlışlar vardır ama o yanlışlar düzeltilmiştir. Eğer düzeltilmemişse, demek ki Allah takrir ile onu teyid etmiştir. Ölümüne kadar düzeltilmemiş sünnetler doğrudur. Onda hata yoktur. Zamanına mahsus olabilir. Onu ortaya çıkarmamız gerekir.

Demek ki, sünnet iki sebepten dolayı Kur’an’dan sonra gelmektedir. Birincisi, sünnette hata olabilir. Kur’an’da eğer aksi hüküm varsa Kur’an onu düzeltmiştir. Bunun dışında, hüküm doğru olur ama kendi zamanı için doğru olur. Bir de, sünnet bize vahid haberlerle geldiği için yanlış gelmiş olabilir.

تَقَلُّبَ وَجْهِكَ فِي السَّمَاءِ (TaQalLuBa VaCHıKa FIy elSaMAEi)  

“Vechini sema içine takallub ediyordun.”

TAKALLUB” kalıp değiştirmek, şekil değiştirmektir. “KALB” kelimesi de buradan gelmektedir. Elbiseyi içten dışa çevirmek, yahut girintiyi çıkıntıya dönüştürmek kalıbdır. Ayağınızı bastığınızda çamurda kalan şekil, kalıptır. İnsan günlük meşgalelerden ayrılıp da kendisini var edene döndüğü zaman, sanki O göklerde imiş gibi başını yukarı kaldırır. Artık dünya ile ilgisini keser. İnsan namazda bunu yapacaktır. Günlük hareketleri bırakır ve kendisi yüzünü Allah’a çevirir. Ama Allah her tarafta olduğu için yüzünü göğe çevirir.

VECHİNİ” deniyor. İnsan için vech çok önemlidir. Diğer canlılar hep yere bakar şekilde yaratıldığı halde, insanlar dik yaratıldı ki birbirlerine baksınlar, konuşurken mimiklerle de anlaşsınlar. Bundan dolayıdır ki insan gülen ve ağlayan bir varlıktır. Gözlerden çıkan dalgalar radar dalgaları gibidir. Sizin gözünüze gelir ve gözler de anlaşır. Bundan dolayı kadın ve erkeğe “gözlerini ğaddetsinler” diyor.

Ne tarafa dönerseniz dönün, orada Allah’ın vechi vardır.” deniyor. İşte insan dünyadan ilgisini kesip yüzünü Allah’a çevrince, Allah da ona yüzünü çevirir gibi yapar ve ilhamlarla ona hitap eder.

Yüzünü Allah’a çevirmek sadece bir şey istemek için değildir. O’na bir şeyler sormak için de vechini O’na çevirirsin. Kabe’nin kutsiyetinin ilk yapılan bina oluşu olduğunu öğrendikten sonra, artık yüzünüzü Allah’a çevirir ve ‘ne yapalım biz de o tarafa dönelim mi?’ diye sorarsınız.

Yine burada bir usul daha ortaya çıkmıştır. Gerekçeler beyan edildikten sonra emir çıkmamışsa, kanun yapılmamışsa, artık çıkmasını beklersiniz. Gerekçelerle işe başlayamazsınız. Doktor sana, ‘senin hastalığın budur, senin şu ilacı kullanman gerekir’ derse; siz o ilacı kullanmazsınız, sorarsınız, yüzüne bakarak sorarsınız, lisanı hâl ile sorarsınız; ne yapayım? O da ‘başla’ derse, başlarsın. Yoksa gerekçe ile ilaç kullanmaya başlanamaz.

Kanunlar gazetede yayımlandığı tarihte yürürlüğe girer.

‘Kur’an’da her şey vardır’ derken, işte böyle istidlâl edebilirsiniz denmiş olur.

Burada Kur’an’ın büyük belagatı da yer almıştır. “İle’s-Semâi” denmemiş de, “Fi’s-Semâi” denmiştir. Çünkü semada değil, semanın içindedir, yani her yerdedir. Başka bir ifade ile hiçbir yerde değildir. Böylece Allah’ın gökte bir yerde oturduğu izlenimini veren bir âyet yoktur. Arşa istiva etmesi de böyle bir ifadedir.

فَلَنُوَلِّيَنَّكَ (Fa LaNUValLiYanNaKa)  

“Seni tevliye edeceğiz.”

Fa” harfi gelmiştir. Yani, sen vechini semaya kalbedince biz de seni tevliye edeceğiz.

Vechi semaya tevcih, talep etmek veya bir şey sormaktır.

Şimdi Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kanunlar çıkar. Kanunları hükümet teklif eder. Meclis görüşür ve karar alır. Bugün bu düzen çalışmamaktadır. Avrupalılar talimat verir, hükümet alelacele kanunu sevk eder, sonra da çıkar. Hükümetin kanun teklifi Kur’an’ca da uygun görülmektedir. Çünkü “Senin vechini semaya kalbettiğini gördük” denmektedir. Meclis’ten kanun çıkarılması istenmektedir. Ancak doğrudan Meclis’e müracaat edemiyor, sadece onun tarafına yüzünü çeviriyor. Bu ne demektir? Hükümet bir kanuna ihtiyaç hissedince bunu parti başkanlarına yani ilmî dayanışma ortaklık sorumlularına bildirir. Bu Meclis’ten değil, partilerden taleptir. Bütün partilere bildirmekle semanın içine vechini çevirmiş olur. Partilerden kimi bu konuyu benimser ve Meclis’e getirir. Meclis partilerin getirdiği kanunları görüşür.

Onun için biz diyoruz ki; kanunları seçimlerde en az yüzde 5 oy alan siyasi parti başkanları teklif edebilsin. Hükümet bunlara başvursun. Meclis de partilerden birinin benimsediği kanunu görüşsün.

Böylece burada anlatılan toplulukta karar mekanizmasının nasıl oluşacağını da bize öğretmiş oluyor.

قِبْلَةً  (QıBLaTan) 

“Bir kıbleye.”

KIBLETEN” kelimesi nekire gelmiştir. Bunun anlamı nedir? Hükümet partilere ihtiyaçlarını bildirir. Çözüm mekanizmasını ise ilim tesbit eder. Yani, kanunun metnini hükümet hazırlamaz.

Evet, ‘kıblemiz ne olacak’ diye soruyorsun. ‘Biz bunu halledeceğiz’ deniyor.

Çözümün ne olduğu baştan belli değildir. Çünkü çözüm ilmîdir. Talep ise ihtiyaçtan gelmektedir. İhtiyacın belirlenmesi ise muhtaç olanların isteklerine bağlıdır. Ama çözüm ilimle olmaktadır. Hükümetlerin veya halkın isteklerine bağlı değildir.

تَرْضَاهَا  (TaRWAyHAv)  “Razı olacağın kıbleye seni çevireceğiz.”

Allah burada bize yine kanunları yaparken hükümetle olan ilişkisini anlatmaktadır. Çözümleri meclis yani ilim adamları üretecekler ve getireceklerdir. Hükümetin de görüşünü ve rızasını alacaklardır. Uygulayıcıların kabul etmeyeceği çözümler çözüm olarak kabul edilmemiş olur.

Biz bunu şöyle düzenliyoruz: İlmî şûra sorumluları sağlık hizmetinden ve sanat hizmetinden aldıkları istekleri bütçe hâline getirip hükümete arz ederler. Hükümet değişik dinî kurullardan gelen istekleri ilmî dayanışma ortaklıklarına bildirir. Onlar çözümler üretirler. Hükümete sunarlar. Hükmet razı olduğu çözümü meclise bildirir, meclis de bunu kararlaştırır.

Bu amaçla biz, Devlet Planlama Teşkilatı’nın Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne bağlanmasını ve üniversitelerin de DPT’nin finansmanı ile yönlendirilmesini öneriyoruz. Üniversiteler bağımsızdır. Ancak parayı verenin sorunlarını çözmek zorundadır. Bu para verecek de Devlet Planlama Teşkilatı olacaktır. Hükümetlerden gelen önerilerle siyasi partiler bir kanunun hazırlanması için DPT’ye tahsisat ayırırlar. DPT bunu üniversitelere sipariş vererek harcar. Böylece oluşmuş teklifler hükümete gider, hükümet bunlardan razı olduğu çözümleri benimser ve meclis kararı ile kanunlaşır.

Görülüyor ki, Kur’an kıble örneğinde yasama akışını anlatmaktadır.

فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ (Fa ValLı VaCHaKa ŞaORa eLMasCıDı elXaRAMı) 

“Vechini Mescidi Haram’ın şatrına tevliye et.”

Hükümet tarafından partilere ihtiyaç bildirildi. Onlar da ilmî çalışmaları sonucunda hükümetin razı olacağı çözümü ürettiler ve meclis de bunu onayladı, kanunlaştı. Bu kanun resmi gazetede yayınlandığı tarihten itibaren yürürlüğe girer. Ondan sonra önce başkan o kanuna uyar.

Burada “vechini tevcih et” demiyor, “vechini tevliye et” deniyor.

Burada yine yasama ile ilgili yeni usul ortaya konuyor. Yeni kanunlarla eski kanunlar arasında bir çelişme varsa, yeni kanun hükümleri eski kanunun hükümlerini ortadan kaldırır. Kudüs’ten Mekke’ye dönüldüğü için “tevliye” kelimesi kullanılmıştır. Benzer şekilde kanunlarda da eski hükümler ortadan kalkar.

ŞATR” kelimesi “satır” kelimesinin köküdür. Meyve toplayıcılık döneminde insanlar ağaç dallarını kırmak için dalın iki tarafına taşlar koyar, ortasından bir taşla vurup kırarlardı. Bu taşın keskin köşeli olması gerekir. Buna “satır” denir. Sonra eti ortadan ayırmak için kullanılan âlete “satır” denmiştir.

ŞATR” kırılacak ağacın ortası demek olur. “Satır” kelimesine sahife ortalanarak yazıldığı için satır denmiş, “sütun” kelimesine ise sağa-sola konan direk mânâsında sütun denmiştir.

“Vechini Mescidi Haram’ın ortasına tevliye et” denmiştir.

Ağaç kırmak isteyen göz kararı ortalar. Sonra satırı indirir. Her zaman tam ortasına rastlamaz.

Burada da Mescidi Haram’ın ortasına yani Kâbe’ye yönelteceksin.

MESCİDİ HARAM” kelimesi kullanılmıştır.

Mescidi Haram, Kâbe’nin çevresindeki mescittir. Dış tarafına sınır çizilmemiştir. Mekke’nin içinde istenildiği kadar genişletilebilir. Onun şatrı Kâbe’nin bulunduğu yerdir. Cemaatle namaz kılınırken halka olarak birbirine bakar. Tüm insanlık da oraya yönelince halka olmuş ve o tarafa bakmış olur.

MESCİD” secde edilen yer demektir, yani talimgahtır. İnsanların refleks hareketleri öğrenmeleri için başkanın komutasında değişik hareketler yaparlar; kalk, eğil, çök gibi komutlarla hareket ederler. Siyasi toplanma yeridir. Salavât ise dinî toplanma yeridir. Mabetler kabileler içinde yani bucaklarda tek toplanma yeri hâline getirilmiştir. Kur’an’da pazarlar, mabetler, medreseler ve kışlalar ayırımı vardır.

Neden “Mescidi Haram” denmiştir? Çünkü orada çekişme ve boğuşma yoktur. Orada her türlü eziyet verici hareketler haram kılınmıştır. Kır var, kent var. Kentler meskun yerlerdir. Meskun yerler ocaklara ve bucaklara ayrılmıştır. Orada kent yasakları vardır. Kırda bu yasaklar geçerli değildir. Kent yasaklarının olduğu yerlere “harem” denmektedir. Mesela, kentte korna çalmak yasaktır. Kentte sokakta araba park etmek yasaktır. Kentte saat onikiden sonra gürültü etmek yasaktır. Kent yasaklarının olduğu yere “haram” denmektedir. Bir de kentin içinde halkın toplanıp birlikte hareket ettiği yerler vardır ki, buralara da “haram mescidi” denmiş oluyor. Marifeli/belirli olduğu için burada Kâbe’nin çevresindeki mescit kastedilmektedir.

وَحَيْثُ مَا كُنتُمْ (Va XayÇu MAv KuNTuM)  “Nerede olursanız.”

Bu bulunulan yer değişik olabilir.

a)      Haram Mescid’in içinde iseniz, doğrudan Kâbe’ye yüzünüzü çevirin. Bu görerek belli olur.

b)      Mekke’de iseniz, Mescidi Haram’ın duvarları görülür. Onu ortalarsınız.

c)       Mekke ilinde iseniz, Mekke’ye gidilen yoldan oranın neresi olduğu bilinmektedir; oraya nasıl gidildiği bilinmektedir. Yüzünüzü Mekke’ye çevirin.

d)      Arabistan’da olursanız, artık hesap-kitap yapmadan kıbleyi bulmak zorlaşır ama yine de takriben ciheti bilen bilir.

e)       Yeryüzünün diğer yerlerinde ve denizlerde kıblenin yeri ancak hesaplarla bilinir.

f)       Uzaya giderseniz kıbleniz artık yeryüzü olur.

g)       Eğer yıldızlara gidersek kıblemiz güneş tarafı olur.

İşte, kıblenin bulunması sorunu en önemli sorun olmuştur. Müslümanlar kıbleyi bulabilmek için coğrafyayı, astronomiyi ve trigonometriyi öğrenmişlerdir. Bunun için şunlardan yararlandılar.

a)      Gökteki bütün sabit yıldızlar bir yıldızın etrafında döner görünürler. Buna “Kutup Yıldızı” denir. Kutup Yıldızı hareket etmez, hep kendi yerinde durur. Bu yıldızın ufuktan yüksekliği ise değişik yerlerde değişiktir. Aynı yükseklikte görülen yerlere aynı enlemedeki ülkeler olarak adlandırıldılar.

b)      Yıldızlar Kutup Yıldızı’nın etrafında dönerler. Güneş ve Ay oniki burçtan gezerek hareket eder. Ay ayda bir defa gökyüzünü dolaşır. Güneş ise senede bir defa gökyüzünü dolaşır. Güneş bir gün hep aynı yerlerde kalmış görünür. Ay da ayrı yerde görünür. Ay ile Güneş arası her gün farklıdır. Ay tutulduğu anda değişik yerlerden gökte değişik şekillerde görünür. İşte bu fark iki ülke arasındaki zaman farkı olarak adlandırılır. Ay’ın tutulmasını gökte aynı yerde gören ülkeler aynı boylamdadırlar denir. Böylece yeryüzündeki her ülkenin enlemi ve boylamı belirlenmiş olur. Haritalar üzerinde bu çizgiler çizilir. Bunlara “harita çizgileri” denir.

c)       Şehirlerin enlem ve boylamları tesbit edildikten sonra harita çizgilerine bunlar yerleştirilir. Böylece yeryüzünün haritası ortaya çıkar. Bu sayede net harita yapılabilmektedir.

d)      Harita üzerinde çizilen çizgi ile Mekke ile güney arasındaki açı bulunur. Bu, yaklaşık bir yöndür.

Çok net olarak kıblenin tayini için dik üçgeni almışlar, karşıki kenarın uzun kenara bölümüne “kıble” yandaki kenara bölümüne ise “ceyb” demişlerdir. Böylece hesaplar geliştirmişler ve buna müsellesât yani üçgenler bilimi demişlerdir. Batılılar bunu tercüme etmiş ve trigonometri demişlerdir. Bu sayede kıblenin yönünü net olarak hesaplama imkanını bulmuşlardır.

Müslümanlar güney yönünü yani kıbleyi  bulmak için de Çinlilerden öğrendikleri pusulayı kıblename olarak kullanmışlardır. Başlangıçta sadece kıble tayini için kullanılan kıblename ve bu kıble hesabı, sonraları çöllerde veya ovalarda yol bulmak için kullanılmıştır.

Denizcilikte kullanılmış, böylece gemiler kara kıyısından gitmekten kurtulmuş, dümdüz Karadeniz, Akdeniz ve Hazar Denizi’ni geçebilmişlerdir. Bu sayede Atlas Okyanusu’na açılabilmiş ve Amerika kıtası keşfedilmiştir. Hint Okyanusu’nun ortasından gidilerek Japonya’ya varılmıştır, Avustralya’ya gidilmiştir. Şimdi de o ilim sayesinde göklerde uçabiliyoruz. O ilim o kadar gelişti ki, bugün uzayda seyahat yapabiliyoruz.

Kur’an eğer bu emri vermeseydi, trigonometri ve cebir ilimleri başlamayacak ve gelişmeyecek, insanlar hâlâ orta çağda yaşayacaktı. Kimse bunun aksini iddia edemez. Çünkü bu ilimler ancak daha sonra ve başka bir yerde gelişmemiştir.

Bu âyetin mânâsını anlamak çok önemlidir.

“Vechini Mescidi Haram’ın şatrına çevir” demek, uygarlaş demektir.

فَوَلُّوا وُجُوهَكُمْ شَطْرَهُ (FaValLUv VuCUvHaKuM ŞaTRAHu) 

“Nerede olursanız olun vechinizi onun şatrına tevliye ediniz.”

İster tek başınıza olunuz, ister topluca olunuz, vechinizi kıbleye tevcih edeceksiniz.

Burada önemli olan husus, sadece namazda çevirin denmemektedir. Genel olarak nerede olursanız olunuz, tüm hayatınızda vechinizi Mescidi Haram’a tevcih ediniz.

Bu emrin mutlak olması, bize genel planlamada hareketlerimizi nasıl ayarlayacağımızı da ifade etmektedir. Nasıl dağlarda yağan yağmurlar hep meylederek denizlere doğru akarlarsa, tüm kara, deniz, hava ve demiryolları Mekke’ye yönelik olmalıdır. Kentler yerleşmeyi yaparken kıbleyi esas almalıdırlar. Böylece sistematik olarak planlamada birlik sağlanır.

Bulunduğun yere kıbleyi esas alarak bir planlama yaparsan, komşular da öyle yaparsa, sonunda birleştiği zaman ahenkli bir şekilde birleşmiş olur. Sokaklar ve evler belki kıbleye yöneltilmez, çünkü güneş ve hava problemi vardır. Ama caddeler kıbleye yöneltilir, ana kapılar ona göre yapılır. Bu da mikroda serbest planlama yapılırken makroda birliği sağlar.

Bu bize planlamanın nasıl yapılacağını öğretmektedir. Önce ana nirengi noktaları tesbit edilir. Makroda ana yollar belirlenir. Sonra imar kanununda planların hangi kurallara uyacağı belirtilir. Ondan sonra mikroda planlar yerel olarak yapılır. Merkez mikroda halka karışmaz. Yani, herkes kendi kıblesini kendisi belirler.

Emirde ‘kendi kıbleni kendin belirle’ derken, ‘kendi içtihadını kendin yap’ demek olur.

Kur’an burada da içtihadı anlatmış olmaktadır.

Sonra da kendi kıblenizi kendiniz belirleyin denince de, birlikte icmalar olacaktır demektir.

Burada içtihat ve icmalarda önemli sorunlar çıkmaktadır.

a)      Önce, eğer icma yoksa herkes kendisi içtihat eder, kendisine göre kıble ne tarafta ise o tarafta kılar. Bunda tereddüt edilecek bir şey yoktur. Sünnet namazları böyle kılınız.

b)      Eğer cemaatle namaz kılınacaksa ve herkesin belirlediği kıble farklı ise ne yapacaklardır? Burada da içtihatların nasıl birleştirileceği öğretilmektedir.

Şöyle yapılır: İmam kendi kıblesine dönerek durur. Arkasında imamın kıblesine göre kıbleleri olanlar dururlar. O safla en küçük açı yapacaklar yerlerini alırlar. Böylece köşeli saflar oluşturulur. İmamın kıblesine tam zıt yönde kıblesini belirleyenler, Mekke’de olduğu gibi imamın karşısında dururlar ve yüzleri imam tarafı olur. Böylece herkes hem imama uymuş olur, hem de kendi kıblesine yönelmiş olur.

İşte bu da insanlara içtihatların nasıl birleştirileceğini öğretmektedir.

وَإِنَّ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ (Va EinNa elLaÜIyNa EUvTUv elKITAvBa) 

“Ve kendilerine kitabı verilenler.”

Bundan önceki âyette geçen “İllâ alellezîne hedellahu/ sadece Allah’ın kendilerine hidayet ettiği kimselere inkılâb zor gelmez” denmişti.

Burada oraya atıf yapılmakta ve “kendilerine kitap verilenler bunun hak olduğunu bilirler” deniyor. Ehli kitap değil de, “kendilerine kitap verilenler” deniyor.

Tevrat’ı ve İncil’i okuyanlar Hazreti İbrahim kıssasını çok iyi bilmekte, Hazreti İsmail’in Mekke’de yerleştirildiğini bilmektedirler.

لَيَعْلَمُونَ (La YaGLaMUvNa)  “İlmederler.”

Burada mazi sigasını değil de muzari sigasını kullanmışlardır. İlerde bilecekler demektir.

Bugün dört grup kitap verilenler vardır. Bunlar Yahudiler, Hıristiyanlar, Budistler, Hindulardır. Henüz Kur’an’ın verilerine göre yorumlanmamış kitapları vardır. Zamanla yorumlanacak ve öğrenecekler ki o haktır. Nitekim biz de Kur’an’ın ne demek istediğini Tevrat ve İncil’i okuyarak daha iyi anlıyoruz. Tek İbrahim milletinin mânâsını ancak Tevrat’tan okuduğumuz Hazreti İbrahim’in doğuya giden dört oğlu ile öğreniyoruz.

İzmir’deki Yahudi âlimlerden biri Harun Özdemir arkadaşımıza şöyle demiştir:

“Biz İsa’nın ve Muhammed’in peygamber olduğunu biliyoruz. Bunu görmemek için kör olmak gerek. Ancak Zekeriyya peygamber bize demiştir ki, ‘Benden sonra İsrail oğullarına yeni peygamber gelmeyecektir.’ Onun için onlar bize peygamber değildirler.”

Bu bir hakikattir. Çünkü Kur’an İsrail oğullarına doğrudan hitap etmiş ve onların Kur’an ehli olmalarını istememiştir. Zaman ilerledikçe Ehli Kitap onun hak olduğunu iki sebeple bileceklerdir.

Biri tarihtir. Olaylar öyle dolanır ve gelişir ki, onu kabul etmek zorunda kalırlar. Başka türlü yaşama şansları kalmaz. Diğer sebep de, ilimlerin ilerlemesi ile müsbet ilim gerçekleri ortaya koyacaktır. İlmî araştırmalar onları bu gerçeklere götürecektir. Bunları hak kabul etmemek, tarihi izah edemez hâle getirir.

أَنَّهُ (EnNaHUv)  “O”

Bu zamir neye gidiyor? Kıbleye gidemez, çünkü müzekkerdir.

İlk olarak, zamir Mescidi Haram’a gider. Mescidi Haram’ın bütün insanlara kıble olduğu haktır. Kitap ehlinin kitaplarında mutlaka buna dair bir işaret vardır. İşte bizim dört dinin kitaplarını tedris ve talim ederek bu gerçeği ortaya koymamız gerekmektedir.

İkinci olarak, o zamir resule gider. Yukarıda, “Siz insanlara şahit olun, resul de size şahit olsun” denmiştir. Bu zamir oradaki resul kelimesine gitmiş olur ki; o zaman da Hazreti Muhammed’in resul olduğunu onlar ilmen bileceklerdir demektir.

Üçüncü olarak, o zamir sûrenin başındaki kitaba gitmiş olabilir. Yani, Kur’an’ın hak olduğunu bileceklerdir. Müsbet ilimler onlara bunu öğretecektir.

الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْ (eLXaqQu MiN RabBiHiM)  “Rab’lerinden haktır.”

Yani, Kâbe’nin veya Kur’an’ın Rab’lerinden hak olduğunu bileceklerdir.

Tarihî olayları göz önüne alıp baktığımızda görürüz ki insanlık evrim geçirmiştir. Yazılı evrim Sümerlerde başlamıştır. Hazreti Nuh aleyhisselâm gelmiş ve ilk olarak kent uygarlığını kurmuştur.

Sonra Hazreti İbrahim aleyhisselâm gelmiş ve bu kent uygarlığını tüm dünyaya yayıp insanlığı tek millet hâline getirmek için görevlendirilmiştir. Bu birliğin remzi olarak karaların merkezinde Kâbe’yi inşa etmiş ve bir oğlunu da orada bırakmıştır. Mekke, o zaman da mevcut olan iki büyük uygarlığın irtibat merkezi olacaktı.

Sonra Hazreti Musa aleyhisselâm kavmini Mısır’dan çıkarmış ve ilk olarak yazılı metne dayanan şeriatı tedvin etmiştir. Bu şeriat ilk yazılı yasadır. Ondan öncekiler hükümdarların emirnameleri gibiydi.

Sonra Hazreti Davut aleyhisselâm gelmiş, kamu ekonomisini insanlara talim etmiş, bugünkü devletçiliği  ilk örnek uygulama olarak yapmıştır.

Sonra Hazreti İsa aleyhisselâm gelmiş ve bütün insanlığa lâikliği öğretmiş, din ile düzen arasındaki farkı ortaya koymuştur.

En sonunda Hazreti Muhammed aleyhisselâm gelmiş, Hazreti İbrahim aleyhisselâm peygamberden beri başlayıp diğer peygamberler aracılığıyla adım adım gerçekleştirilen inkılâplar birden ele alınmış ve demokratik, lâik, liberal ve sosyal bir devlet kurmuştur. Bütün kitapların dayandığı esasları 600 sahifeye sığdırmış ve nübüvvet müessesesine son vermiştir.

Demek ki, kitaplar insanlık tarihinin köşe taşlarıdır. Onları devreden çıkarın, geriye tarih diye bir şey kalmaz. İşte müsbet ilim bu gerçekleri her gün biraz daha delillendirmektedir. Dört büyük dinin ilim adamları bu gerçekleri ortaya koyacak ve itiraf edeceklerdir. Burada bildirilen budur.

وَمَا اللَّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا يَعْمَلُونَ(144)  (Va MAv elLAHu Bı ĞAvFiLin GanMAv YaGMaLUvNa) 

“Allah amel edeceklerinden gafil değildir.”

Burada da fiili muzari getirmiştir. Yani, Allah ileride Yahudilerin, Hıristiyanların, Hinduların ve Budistlerin ne yapacaklarından gafil değildir. Bunları bilmektedir.

Bugün dinler arası diyalog havası ortaya çıkmıştır.

Bunun sonucu ne olacaktır?

Dinler birbirini tanıyacaklar, her biri diğerini hak din kabul edecek ve hakkaniyet içinde hayırda musaraat edecekler, yani -artık şerde değil- hayırda yarışacaklardır.

Sermayenin fitnesiyle tâ başlangıçtan günümüze kadar dinler iğfal edilmiş, her biri ‘sadece biz cennete gideceğiz’ derken; diğerlerini yalnız cehenneme doldurmakla kalmamış, bu dünyada da nerede ise başka din mensuplarına hayat hakkı tanımayacaklardır! Ama gelecekte dinler arası diyalog doğacak ve herkes herkesin hak din olduğunu kabul etmek zorunda kalacaktır.

“Allah bundan gafil değildir.”

Bunun tahakkuku da Kur’an’ın bir mucizesi olacaktır.

1400 yıldır buna doğru gidilmektedir. İlk zamanlarda olduğu gibi kitleler hâlinde İslâmlaşma yoktur. M.S. binli yıllarda toplu din değiştirmeler olmuş, ondan sonra ise herkes kendi dininde kalmıştır. Bin tarihlerinde Slavlar ve Cermenler Hıristiyanlığı kabul etmişlerdir. Çünkü onlar uygar din mensubu değillerdi. Türkler de aynı şekilde İslâmiyet’i kabul ettiler. Ama Çinliler ve Hintliler kendi dinlerinde kaldılar. Bugünün insanları dinde gevşemişlerdir ama dinlerini değiştirmek akıllarına bile gelmemektedir. Kur’an Yahudilerin ve Hıristiyanların kıyamete kadar kalacaklarını bildirmiştir. Yirminci yüzyıl bunu teyit etmektedir.

***

وَلَئِنْ أَتَيْتَ الَّذِينَ أُوتُوا الكِتَابَ (Va LaEiN EaTaYTa elLAÜIyNa EUvTUv eLKITABa) 

“Kendilerine kitap verilenlere ety edecek olursan.”

Fiil “Bi” harfiyle teaddi etmektedir Onlara âyetin küllünü getirecek olsan, yani bütün delilleri ikame etsen de, onlar senin kıblene tâbi olmayacaktır. İlim bunun için yeterli değildir.

İnsanlar sigara içmenin zararlı olduğunu çok iyi bilirler ama yine de sigara içmeye devam ederler! Çünkü insanlar kararlarını verirken sadece ilme dayanarak kararlar vermezler.

İnsanı karara götüren dört tane etmen vardır.

1) Bunlardan biri hislerdir. İnsan duygularıyla hareket eder. Çünkü o da bir hayvandır

2) İkinci etmen ise alışkanlıklardır. İnsan bir şeye alışmışsa onu değiştirmek istemez. Onun için ‘biz atalarımıza uyuyoruz’ derler.

3) İnsanı karara götüren üçüncü unsur ise topluluktur. Birlik dağılmadıkça, fertler tek başlarına gerçekleri kabul edip değişemezler. Henüz kalabalık hâlinde olan yani uygar topluluk oluşturmayan kitleler dinlerini değiştirebilirler.

4) Uygarlaşmış topluluklar işbölümü yapmış ve sosyal yapılarını oluşturmuş, dolayısıyla artık yeniden yeni biçimler alamazlar. İşte Kur’an bunun için Yahudileri ve Hıristiyanları değil, ilkel hayat yaşayan Arapları dâvet etmiş ve onlar da bu dâveti kabul etmişlerdir.

Eğer bir din topluluğun yapısına girmemiş ve halk o dine göre organize olmamışsa, bu durumda onlar da kitle hâlinde dinlerini değiştirebilirler. Çünkü din onları uygarlaştırmamış oluyor.

Batılılar Hıristiyanlığı dünyaya yaymaya çalışmışlardır. Ama Hıristiyanlık henüz onların hayatını değiştirmemiş ve uygarlaştırmamıştır.

İşte bizim sorunumuz da budur.

Yirminci yüzyılda komünizm ve faşizm gibi yönetimler silah zoruyla, kapitalizm de para zoruyla insanlığı dinsizleştirmeye çalıştı. Bunu kısmen başarmış görünüyorlar. Oysa bunlar Allah’ın takdiridir.

Önce dinsizleşecekler ki sonra “Adil Düzen”i kabul etsinler.

Adil Düzen” din değil düzen olduğu için onlara bunu kabul ettirmek kısmen mümkün olacaktır.

بِكُلِّ آيَةٍ  (BiKülLı EAvYaTin)  “Âyetin küllisiyle gelsen de.”

ÂYET” delil demektir. Onun o olduğunun kanıtı demektir.

KÜLL” kelimesi nekreden önce gelirse, nevin tamamını gösterir. Eğer marifenin üzerine gelirse, bir ferdin tümü demek olur. Buradaki “küll”den maksat kesrettir.

Ne kadar delil getirirsen getir, onlar senin kıblene tâbi olmazlar. Çünkü onları o kıblede toplayan onların birlikleridir. Çoklu sistem esastır.

مَا تَبِعُوا (MAv TaBiGu)  “Tâbi olacak değildirler.”

Tâbi olmazlar. Tâbi olmuyorlar.

İnsanlar gruplar şeklinde yaşayacak şekilde yaratılmışlardır. Gruplaşma organizasyon için gereklidir, hayırda yarış için gereklidir. Allah isteseydi insanları tek ümmet yapardı.

Bizim yapacağımız şey, dinler arasında diyalogların oluşması ve sonunda yarışın çekişmeye dönüşmemesini sağlamaktır. Her dine mensup olanlar kendi dinlerinde doğru yolu ararlar.

قِبْلَتَكَ (QıBLaTaKa)  

“Senin kıblene tâbi olacak değildirler.”

Siz ne kadar delil gösterirseniz gösterin, onlar senin kıblene tâbi olmazlar. Duyguları, çıkarları, sosyal oluşları ve benzeri etkenler onların senin gösterdiğin delillere tâbi olmalarına mânidir.

Bu durumda bunu normal karşılayacaksın ve onları kıblene tâbi olmaya zorlamayacaksın.

Mekke tüm insanlara açık olacak ama biz kimseyi zorla oraya götürmeyeceğiz. Kapımız açık, isteyenler gelir. İstemeyenleri zorlayacak değiliz.

 

وَمَا أَنْتَ بِتَابِعٍ قِبْلَتَهُمْ (Va MAv EaNTa BiTAvBıGın QıBLaTaHuM)  

“Sen de onların kıblesine tâbi olacak değilsin.”

Buradan anlaşılıyor ki, herkesin kendi kıblesine tâbi olması esastır.

“Âyetler getirsen de tâbi olmazlar” ifadesinden, yaptıklarının kötü olduğu gibi anlaşılır. Ama burada “Sen de onların kıblesine tâbi olacak değilsin” demek, eşit hukuka sahipsiniz demektir.

“Ey kâfirler, sizin dininiz size, benim dinim bana.” dendiği gibi, burada da “Sen de onların kıblesine tâbi olacak değilsin” denmektedir.

Kur’an’da insanlar dört gruba ayrılmıştır: Mü’min, müslim, kâfir ve müşrik.

Mü’minler, askerlik hizmetlerini yapan Müslimlerdir.

Müslimler, cizye veren, bedel veren kimselerdir.

Kâfirler ise bedel vermemekle beraber, kendi düzenleri vardır, kitapları vardır. Ehli kitaptırlar.

Kendilerine kitap verilen kimseler cizye verirlerse müslim olurlar, vermezlerse kâfir olurlar. Müslimlerin bizim kıblemizde olmaları şart değildir. Hakem kararlarına tâbi olan herkes müslimdir.

Müşrikler kimlerdir? Hakem kararlarına tâbi olmayanlar müşriktir, onlarla savaş meşru olur.

 

وَمَا بَعْضُهُمْ بِتَابِعٍ قِبْلَةَ بَعْضٍ (Va MAv BaGWuHuM BiTABıGın QıBlaTa BAGWın) 

“Onların bazısı da bazısının kıblesine tâbi olacak değildir.”

Kâfirler bir millettir deniyor. Olabilir. Ama müslimler yani ehli kitap veya kendilerine kitap verilenler bir millet değil mi? Yani, onlar ayrı, biz ayrı değiliz. Her birerlerinin kitapları olduğu gibi kıbleleri de vardır. Herkes kendi kıblesine yönelir, herkes kendi kitabı ile amel eder.

Bu âyet bize çok önemli bir hususu bildirmektedir. Mekke Mü’minlerin, Kudüs Yahudilerindir. Herkes kendi kıblesine tâbidir. “Kıbletehum” denmektedir. Mekke bütün dinlere açık olmakla beraber, Mekke’nin yönetimi yalnız mü’min olanların, hattâ ehli Kur’an’ın hakkıdır.

Buradan şunu öğreniyoruz. Dinlerin kendi kıbleleri olacaktır. Kıblelerine kendileri mâlik olacak ve kendileri yöneteceklerdir. Sadece Mekke’ye gelip ziyaret etmek ve orada ticaret yapmak bütün insanlara açıktır.

Mekke’nin güvenliğini sağlamak ise yalnız mü’minlere aittir.

Yani, Mekke Kur’an’ın hükümlerine göre yönetilecektir.

 

وَلَئِنْ اتَّبَعْتَ أَهْوَاءَهُمْ  (Va LaEıNı itTaBaGTa EaHVAvEaHUM)  

“Onların hevasına tâbi olacak olursan.”

Ehli Kur’an, diğer ehli kitaba kendine eşit haklar tanır. Onlarla diyaloga girer ve dört ana ilke içinde onlarla ilişkide bulunur ama asla taviz vermez.

Bu dört ilkeyi tekrar hatırlayalım.

1) Her söze kulak verip dinler, bütün dinlerin kitaplarını tetkik eder ve öğrenirler. İçlerinden en iyisini seçer ve onu uygularlar.

2) Herkesle ve diğer dinlerle yani o dinlerin mensuplarıyla da iyi işlerde işbirliği yapar, onların kötü işlerine karışmaz ama onlarla kötülükte işbirliği yapmazlar. Onları kötülüklerden alıkoymak dinlerin işi değil, âkilelerin yani dayanışma ortaklıklarının işidir.

3) Onlar Kur’an ehlini sevmeseler de Kur’an ehli onları sever.

4) Aralarında hükmedecek olurlarsa adaletle hükmederler.

İcra onlara ait değildir. Sadece beyan esastır. Bundan sonra onlar; zina yasağını kaldıracaksınız, idamı kaldıracaksınız gibi hevalarına göre arzularda bulunurlarsa, onların hevalarına uymayız.

Hevaları” ne demektir?

Mustafa Kemal, “Elimizde tuttuğumuz meş’ale müsbet ilimdir” demiştir.

Eğer bir şeyi ilimle izah edecek olursanız, işte o heva değildir.

Eğer bir şeyi ilimle izah etmez de; ‘Ben böyle istemiyorum, o halde bunu yapmalıyım! Dünya böyle istiyor, bunu yapmalıyım! Moda böyle istiyor, ben bunu yapmalıyım’ AB veya ABD böyle istiyor, bu kanunları çıkarmalıyım!’ derseniz; işte o hevadır.

Gerekçeleri ve delilleri olmayan, ilim dünyasında tartışılmayan her şey hevadır. Bu sebepledir ki biz kanunlar ilim adamları tarafından yapılması gerekir diyoruz. İlim adamları bir şeyde ittifak ederlerse, ona “icma” diyoruz, o zaman ona uymak zorundayız. İttifak edilmeyen şeyler mezhepleri oluşturur.

Nisbi temsil sistemi içinde, yerinden yönetim içinde uygulayanlar, seçtikleri mezheplere göre uygulama yaparlar. Mağdur olanlar mağduriyetlerini hakemlerden oluşan mahkemelerde giderirler.

 

مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَكَ مِنْ الْعِلْمِ (MiN BaGDı MAv CAvEaKa MıNa eLGıuLMı) 

“İlimden sana ciet ettikten ba’d onların hevalarına uyacak olursan.”

Evet, yukarda, bir şey ilmî değilse, ilmin kriterlerine uymuyorsa, ama moda olduğu için veya başkaları istediği için yapılıyorsa, hevadır demiştik. Bu ifade bize yukarıdaki tarifi yaptırmıştır.

Şimdi de burada ilmi tarif edelim.

İlmin de dört aşaması vardır.

1) Önce, herkesi dinleyeceksin. Dekart (Descartes) gibi her şeyi sıfırlayacak ve öyle dinleyeceksin. Yani, ben bu konuda hiçbir şey bilmiyorum diyeceksin. Başkalarını hep senden daha âlim kabul edeceksin.

2) Sonra, bilhassa muhaliflerinle tartışacak ve o zaman da kendini onlarla eşit seviyede göreceksin. Yani; ne ‘ben senden daha bilgiliyim’ diyecek, ne de onu kendinden bilgili kabul edeceksin. Eşitlik içinde tartışacaksın.

3) Sonra, kendini kendin için dünyanın en üstün âlimi kabul edecek ve kararlarını kimsenin etkisinde kalmayarak vereceksin. Kur’an’dan ahsenini seçerken böyle seçeceksin.

4) Ondan sonra onu uygulayacak ve sonuçlara bakacaksın; başarmışsan devam edeceksin. Eksikliklerin varsa yeniden içtihat yapacaksın.

Mesela; Batı boşanmayı zorlaştırıyor, Kur’an da kolaylaştırıyor. Ondan sonra dönüp bakmalıyız; Müslümanlarda mı çok boşanma var, yoksa Avrupa’da mı? Eğer bizde çok, onlarda daha az boşanma varsa, o zaman içtihadımız hatalıdır demektir.

Tevhidi tedrisat başarılı oldu mu, ilimde bizleri ileri götürdü mü? Evet, ilimde bizi ileri götürdü diyebiliyorsak devam ederiz. Yoksa hatamızdan döneriz. Tevbe budur.

Gümrük Birliği bizi zengin etti mi? diye bakarız. Zengin ettiyse devam ederiz, etmediyse bırakırız.

Biz bu metodu Yenibosna’da kullanmalıyız. Yaptığımız bir işte uyguladığımız halde, yani yapmamız gerekeni yaptığımız halde beklediğimiz sonucu alamamışsak, o zaman içtihadımızı yenileriz.

Bu âyette yine yüksek bir belagat vardır. “Caeke’l-ilmu” denmemekte, “Mine’l-ilmi” denmektedir.

Bu bize içtihatlarımızı da meşru hâle getirmektedir.

İçtihat yapar da amel edersek, hata etsek de hevamızla hareket etmiş olmayız. Ama içtihat yapmaz da modaya uyacak olursak, isabet etsek de hevamıza uyarız. Fıkıhçılar şöyle diyorlar.

Bir kimse içtihat yapmadan dağda veya denizde durup bir tarafa doğru namaz kılsa ve bitirdikten sonra ona isabet ettiğini söyleseler, o namazını tekrar kılacaktır. Çünkü namazını içtihatsız kıldığı için fasittir. Ama içtihadını yaptı ve o tarafa dönüp namazını kıldı, sonra selam verdi. Ona kanıtları ile yanlış tarafa doğru kılmışsın diye bildirseler; onun namazı geçerlidir. Yeniden kılmayacaktır.

İşte buradaki “Mine’l-ilmi”deki “MiN” bize içtihatla sabit olanı da ilim saydığından, bu hükümleri çıkarıyoruz. Bugün müsbet ilimle de öğrenildi ki, biz hiçbir zaman kesin olanı bilemeyiz. En çok muhtemel olanı, takribi olarak izafiyet ve nisbet içinde bilebiliriz.

إِنَّكَ إِذًا لَمِنْ الظَّالِمِينَ(145) (EinNAKa EiÜan La MıNa elJAvLıMIyNa) 

“O durumda sen zalimlerdensin.”

Evet, sen zalimsin, insanlara ve nefsine zulmediyorsun.

Türkiye iki asırdır kendine zulmediyor. Çünkü ilmin değil de, hevanın peşindedir. Aynı şekilde bütün Müslümanlar kendilerine zulmediyorlar. Kendilerine “Adil Düzen”i anlattığımız zaman dinliyorlar. Akılları ile tasdik ediyorlar, ama bunun şimdilik olmayacağını ileri sürerek uygulamaya geçmiyorlar.

AK Partililere faizsiz iş yapmaları gerektiğini önerdik. Tabii bizimle direkt görüşmedikleri için beyefendilere ancak elçiler aracılığı ile ulaşabildik. Cevapları şu oldu; birden olmaz ki!

Mehmet Akif’in dediği gibi; behey şaşkın, başlarsın da ondan sonra olmaz veya birden olmaz dersin. Ama, bizim parti programında bu yoktur diye başlamazsan, o zaman birden değil, hiç olmaz! Biz Akevler’de faizsiz bir ekonomi modelini uyguluyoruz. İstediğimiz seviyede sonuç alamadık. Biz de diyebilirdik ki, birden olmaz. Bunu bütün ortaklar bilmektedirler. Başaramadığımız halde yine de desteklemeye devam ediyorlar.

Demek ki, Kur’an diyor ki; ilmin verilerinden uzak olanlar hevalarına uyuyorlar ve zalimdirler. Batılılaşma hareketi zalimleşme hareketidir. Batı’yı öğrenme, sonra da müsbet ilimle onu eleyip ondan yararlı olanları alma başka bir şeydir, onu moda hâline getirip ilmi kenara atma ayrı bir şeydir.

Şayet Mustafa Kemal, ‘muasır medeniyetin fevkine çıkacağız, elimizde tuttuğumuz meş’ale müsbet ilimdir’ demeseydi, o zaman o zalim olurdu. Ama o ‘yestemiuna’l-kavle’ emrine uyarak Batı’yı öğrendi ve ‘ahsenine tâbi olma’ emrini verdi. Orada kaldı. Bu sebepledir ki zalim olanlar onlardan sonra gelenler, 1950’lerden sonra gelenlerdir. Çünkü körü körüne batıcı olanlar onlardır; DP’lilerdir, ANAP’lılardır, AK Parti’lilerdir... Mustafa Kemal’in söylediklerini unutup da hâlâ ‘muasır medeniyete yetişeceğiz’ diyenler zalimdir. Biz muasır medeniyete 1933’te yetiştik, şimdi onun fevkine çıkacağız...

Adil Düzenciler bu muasır medeniyetin fevkine çıkma hamlesini yapmış ve başlatmışlardır…

 

SÜLEYMAN KARAGÜLLE

Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL

KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-381   ADİL DÜZEN DERSLERİ-211   İstanbul, 04 Kasım 2006

 

TARIM VE SANAYİDE YANLIŞ STRATEJİ

İlk insanlar toplayıcılıkla geçiniyorlardı. Nüfus arttı, havalar soğudu, insanlar avcılık dönemine geçtiler. Sonra nüfus arttı, avlar azaldı, sıcaklık oldu ve insanlar çobanlık dönemine geçtiler. Nüfus arttı, kuraklıklar başladı, insanlar tarım dönemine geçtiler. Tekrar nüfus arttı, topraklar yetmez oldu, insanlar mübadele dönemine geçtiler. Mübadelenin gerçekleşmesi için ulaşım ve haberleşmeye gerek vardı. Haberleşme sanayi evrimi ile gerçekleşti. Bu evrimi Yahudiler, Katolik Hıristiyanlar içinde başardılar.

Tarım merkezi ekonomiye elverişli değildir. Sanayi ise merkezi ekonomiye elverişlidir. Sonunda sanayi inkılâbı faizli kapitalizmle başarıldı. Artık toplayıcılık ve avcılık hemen hemen tarih olmuştur. Mera çobanlığı da bitmek üzeredir. Onların yerini tarımcılık almaktadır. Dünya ikiye bölünmüştür; ileri sanayi ülkeleri ile geri tarım ülkeleri. Sanayi ülkeleri tarım ülkelerini sömürmektedir. Sanayi ülkeleri bu sömürüyü nasıl yapabilmektedir?

a)Sanayi ülkeleri sanayilerini müsbet ilimlere dayandırmışlardır. Dolayısıyla süratle ilerlemekte ve yenilik yapmaktadırlar. Oysa tarım ülkeleri müsbet ilme dayalı bir tarıma geçmemişlerdir.

b)     Sanayi ülkeleri silah üstünlüğüne sahiptirler. Çünkü savaş tarımla değil, silahla yapılmaktadır. Silah da sanayi ürünüdür.

c)Sanayide uygarlaşma kolaydır. Çünkü eşya üzerinde işlem yapılmaktadır. Tarımda uygarlaşma zordur. Standartlar zor oluşmakta, işbölümü yapılamamakta ve merkezi üretim olmamaktadır.

d)     Nihayet, tarım ekonomisi yaşlanmıştır. Kendi üretip kendi tüketmeye dayanan sistem sona ermiştir. Yeni tarım politikasını üretmek gerekmektedir. Tarım ülkelerinin uygarlıkları da yaşlandığı için yenilik yapamamaktadır.  Sanayi ülkeleri bu evrimi yapamamaktadırlar.

Şimdi sanayi ülkeleri tarımı da sanayileştirmek istemektedir. Bunu ancak şeker, pamuk, kısmen ekmek ve süt mamullerinde başarmışlardır. Sigara ve alkol gibi maddelerin ekonomide yeri yoktur. Onun için onları saymadım. Et, sebze ve  meyvede sanayi tipi tarım mümkün olmamaktadır.

Tarım ülkeleri de tarımı geliştirip tarımı sanayiye galip getireceklerine, ya da asgari olarak tarımı sanayinin sömürüsünden kurtaracaklarına; tarım ülkeleri tarımcılıktan sanayiye geçmektedirler!

Bu durum insanlık için en büyük tehlike teşkil etmektedir. Çünkü sanayisiz yaşanır ama tarımsız yaşanmaz. Tarım unutulmakta ve köyler boşalmaktadır. Bu gelişme yalnız Türkiye için bir fecaat değil, tüm insanlık için helâke gitme demektir. Bizzat sanayi ülkeleri de yarın açlıktan ölebilirler. Kim bilir, bizim hep hatırlattığımız “sosyal tufan” da belki böyle olur.

Türkiye ikiyüz yıldır Batı tipi sanayileşme çabası içindedir.

“Türkiye sanayileşmede nerededir?” derseniz; benim vereceğim not koskoca bir sıfırdır. Okuma yazmayı öğrenmemiş veya toplama ve çıkarma bilmeyen bir öğrencinin, üniversite giriş imtihanlarında arkadaşından aşırdığı test kâğıdına soruları işaretlemesi gibi bir şeydir bizim sanayimiz.

Batılılar da tarımda en küçük bir ilerleme kaydedememişlerdir.

Uygarlık iş bölümüne dayanır. Tarım ülkeleri tarımda derinleşmeli, sanayiye özenmemelidirler. Sanayi ülkeleri de sanayileşmedeki hızlarını sürdürmeli, tarımla ilgilenmemelidirler. Uygarlaşma budur.

Gözün işitmeye, kulağın görmeye kalkışması ilkelliktir, irticadır.

***

Bu konudaki çözüm İstanbullulara düşmektedir. Tarım ülkelerini sanayi ülkelerinin tasallutundan kurtarmak, tarımla sanayi arasındaki dengeyi kurmak İstanbullulara kalmıştır.

İstanbullular ne yapılacaktır?

İstanbul Anadolu demektir. Anadolu’daki her beş kişiden biri İstanbul’a göç etmiştir ama memleketleri ile ilişkileri devam etmektedir. Türkiye’nin her ilçesine İstanbul’da bir bucak tekabül etmekte; hattâ iki bucak tekabül etmektedir. Her köy için İstanbul’da bir apartman vardır. İstanbul’da en az 2000 Mala-Mal Marketi oluşturulmalıdır. Bunun onda birine yani 200 tanesine Akevler tâliptir. Hâlen bunun deneme çalışmalarını yapmaktadır. Diğer marketleri de diğer dünya görüşü sahibi olanlar, mesela sosyalistler, mesela kapitalistler, mesela Nurcular, mesela Nakşiler, CHP’liler, Hareketçiler kursunlar. Çoğulculuk nedeniyle biz onda birden fazlasına talip değiliz.

BU MALA-MAL MARKETLERİ NELER YAPACAKTIR?

a)      Her biri en az bir kamyon veya TIR alacaklardır. İstanbul’dan kendi ilçe merkezlerine haftada en az bir defa gidip-geleceklerdir. Anadolu halkının satacak bir şeyi varsa, en geç bir hafta içinde İstanbul’a ulaştırılmalıdır. Anadolu halkının eğer bir şeye ihtiyacı varsa, en geç bir hafta içinde o mal onlara ulaşmalıdır. Bunun en ideali bu ihtiyacın günlük olarak karşılamadır. Bu taşımada masraflar ticaret mallarının satışına konmamalı, Genel Hizmet Payları ile karşılanmalı, taşıma karşılıksız olmalıdır.

b)      İstanbul’da her İstanbul bucağının ortak ambarı olmalı, Anadolu ilçelerinden gelen mallar buralarda depolanmalı; birer ambar da ilçelerinde olmalı, İstanbul’dan giden mallar oralarda depolanmalıdır. Bu ambarların giderleri de satılan mallara konan Genel Hizmet payından karşılanmalı, mallara depolama masrafları yüklenmemelidir.

c)      İstanbul’da teşhir mahiyetinde satış mağazası, her ilçede de yine teşhir mahiyetinde satış mağazası olmalıdır. Alınacak ve satılacak mallar burada vitrinlenmeli/sergilenmeli, halk görerek istediği malı alabilme şansına ulaşmalıdır. Tüccarlar da öyle olmalıdır. Burada çalışanlara cirodan pay verilmeli, yani mal satıldıkça bir pay almalıdırlar.

d)     Üreticiler malları ambara teslim ettiklerinde kendilerine “Mal Belgesi” verilmelidir. Üretici “Mal Belgesi”ni İstanbul’da oluşturulan ve her ilçede temsilcisi bulunan “Mal Belgesi Borsası”nda serbest fiyatla satabilmelidir. Mal Borsası’nda Mal Belgeleri bu marketler zincirinin İşletme Senedi ile alınıp satılarak “Mala-Mal Sistemi” geliştirilmelidir. Bu İşletme Senedi Türk Lirası ile de alınıp satılarak Mala-Mal Marketleri normal marketler gibi çalışabilmelidir.

Bu sistemde mevcut ekonomi düzeni rahatsız edilmemekte, aksine güçlendirilmektedir. Tüccar mal alıp satmak yerine, mal belgesini alıp satacaktır. Yahut mal belgelerini toplayıp sonunda toptan ambarlardan çekerek ihracat yapacaktır. Bu da aracı masraflarını düşüreceği ve ticaret yapma imkanını genişleteceği için serbest rekabetli bir piyasayı oluşturacaktır. Tarım üreticisi ürettiği her malı aracı masrafları olarak sadece yüzde on-yirmi ilavesiyle tüketiciye ulaştıracaktır. Bu da Türk tarımını koruyacak ve yaşatacaktır.

İstanbul’un ikinci bir şansı veya görevi daha vardır. İstanbul yalnız ülke içinde alışveriş yapmayacak, ayrıca dünyanın 2000 yerinde Mala-Mal Marketleri kuracak, benzer teşkilatı dünya üzerinde oluşturacaktır. Böylece dünya tarımını örgütlemiş olacak, bu sayede dünya ve insanlık sanayinin tasallutundan kurtulacaktır.

Adil Düzen” işte budur. Kuvveti üstün tutan ülkelerin çıkar çatışmasına dayanan çözümleri yanında; “Adil Düzen” sanayi ve tarım ülkeleri arasında işbölümü ve çıkar beraberliğine dayanan bir çözümü getirmektedir.

Bizim İstanbul’daki küçücük MİLAD MARKET’te bunu denemeye çalışıyoruz.

 

SÜLEYMAN KARAGÜLLE

Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL

KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-381   ADİL DÜZEN DERSLERİ-211   İstanbul, 04 Kasım 2006

TARİH, OSMANLILAR VE TÜRKİYE

MÖ 700 yıllarında Avrupalı Dorlar Yunanistan’ı işgal ederler. Yunan halkı oradan kaçmak zorunda kalır. Kimi Anadolu’nun Ege Bölgesi’ne gelir, kimi Trakya’ya gider, kimi de İtalya’ya göç eder. O zaman Anadolu Perslerin satraplığı şeklinde yönetilmektedir. Yani onların bir eyaletidir. İlk uygarlık olan Sümer uygarlığının vârisi olan o çağın iki süper gücünden biridir. Pozitif ilimlerde ileridir. İkinci süper güç ise İbranilerdir. İbraniler hukukta çok ileri durumdaydılar. Ayrıca gemicilikle de Akdeniz’i göl hâline getirmişlerdi.

İyonya dediğimiz Batı Anadolu’da Yunanlılar siteler kurarlar. Tevrat’ı okuyan Yahudilere özenirler; ancak Yahudi olmadıkları için Tevrat okuyamazlar. Onun yerine Perslerden öğrendikleri Sümerlerin müsbet ilimlerini tedris etmeye başlarlar. Bu tedrislerini Trakya ve İtalyan Greklerine İbranilerin gemi seferleri ile ulaştırırlar. Böylece lâik bir İbrani uygarlığının temelleri atılır.

Sonra yasaklar kalkar ve Grekler Yunanistan’a dönerler. Böylece İtalya’dan, Trakya’dan ve Anadolu’dan gelenler büyük uygarlığa adımlarını atarlar. Bu arada Kıbrıslı bir Yahudi olan Zenon Stoa ekolünü kurar. Bu ekol Tevrat’ın lâikleştirilmiş şeklidir. Yani, İsrail oğulları dışındaki Tevrat’ın hükümlerini içerir. Bu ekol İtalya’ya intikal eder. İtalya’da Anadolu’dan gelen Etrüskler vardır. Bunlar  Kafkas kökenlidir. İşte Zenon’un lâik Tevrat öğretilerine dayanarak Stoa yani sütunlar ekolünü benimseyen Roma hukuk düzeni ile büyümüş ve imparatorluk olmuştur.

Önceleri Hıristiyanlara çok büyük zulümler yapan Roma/Bizans, sonunda Hıristiyanlığı devlet dini yapmıştır. Zaten Tevrat hukukunun lâikleşmiş şeklini uygulayan Roma, bu inkılâpta herhangi bir zorlukla karşılaşmamıştır.

Avrupa’nın kuzeyinde Cermenler, bir de Orta Asya’dan gelen Türk ırkından olan kavimler yaşıyordu. Bunlar Roma İmparatorluğu’nu tehdit ediyorlardı. Bir müddet sonra Roma İmparatorluğu’nu ikiye ayırdılar; Doğu ve Batı Roma. Doğu Roma’ya Bizans denmiştir. Böylece bir taraftan savunma gerekçeleriyle, diğer taraftan da zaten ayrı kökenli olan Lâtinler ile Yunanlılar birbirlerinden ayrılmışlardır.

Batı Roma Cermenler tarafından yıkılmış ama Cermenler Hıristiyan olmuşlar ve dine bağlı devletlerini kurmuşlardır. Bizanslılar da devlete bağlı din esasına dayanan devletlerini kurmuşlardır.

Bizanslılar Rumca’yı, Romalılar ise Lâtince’yi devlet dili yapmışlardır. Bizans bin yıldan fazla yaşamış ve Osmanlılara birçok bakımdan örnek olmuşlardır. Mesela, devlete bağlı din anlayışı Osmanlılara oradan intikal etmiştir. Bugünkü Cumhuriyet yönetiminde diyanet işlerinin devlete bağlı olması, o geleneğin devamı mahiyetindedir.

Doğu Roma yani Bizans sonunda yaşlanmış bir pir-i fani olmuştur. Yaşlanan çınarın yıkılması nasıl mukadderse, Bizans’ın da tarihten silinmesi mukadderdi. Bizans’ı tehdit eden üç düşmanı vardı. Bunlardan biri, Avrupa’nın kuzeyinde yaşayan henüz Hıristiyan olmamış barbar kavimlerdir. Diğeri, Batı Roma İmparatorluğu idi. Üçüncü düşmanları da doğudan gelen Selçuklu İslâm devleti idi.

Gerek Bizans halkı, gerekse Bizans yöneticileri Müslümanları daima tercih etmişlerdir. Osmanlılar Trakya’ya imparatorun dâveti ile çıkmış ve imparatorluğunu Katoliklerden bu sayede korumuştur. Kosova Savaşları bu amaçla yapılmıştı. Ayrıca Anadolu tekfurları de sarılan kaleleri yenilmiş göstererek teslim ediyorlardı. Mâlum hikâye; Rum beyinin kızı muhasara eden Müslüman kumandana aşık olur, kalenin kapısını gizlice açar ve kale teslim edilir. Komutan kenti kayınpederine bırakarak sorunu çözerdi. Anadolu böyle fethedilmiştir.

İstanbul Fatih Sultan Mehmet zamanında fethedildiğinde, tüm Bizans halkı huzura kavuşmuştur. Manastırlara kapanmış olan din adamları dışarıya çıkmış ve güvenlik içinde hiçbir baskıya uğramadan yaşamışlardır. Anadolu’da yaşayan Ermeniler de kendi dini liderlerine kavuşmuş, onlar da huzur içinde yaşamaya başlamışlardır.

Orta Asya’dan gelen Türklerden Yörük olanlar yazın yaylalarda sürülerini yayarlar, kışın ovalara iner Rumların tarlalarında hayvanlarını otlatırlardı. Tarlalar böylece hem gübrelenir, hem de otlardan temizlenirdi. Yazları ise yaylalara çekilirlerdi. Rumlar yaylacılığı bilmezlerdi. Oğuzlar ise asker olarak devletin emrinde çalışırlardı. Rumlardan cüzi olarak haraç alınırdı. Rumlar bu sayede bir taraftan askere gitmekten ve tekfurlar tarafından alınan ağır vergilerden kurtulmuş, diğer taraftan tarlalarını gübreletmiş, temizletmiş, bunun dışında sanayi ve tarım ürünlerine müşteri bulmuş, refahlarını artırmışlardır. Böylece Türkler ve Rumlar huzur içinde sekiz-dokuz asır birlikte yaşadılar.

Bu arada Yahudi sermayesi büyümüş, dünyayı tek devlet hâline getirme hayaline kapılmış, eline geçirdiği büyük ekonomik imkanları barışı ve huzuru bozacak şekilde kullanmış, Rum ve Ermenileri kışkırtarak imparatorluğa isyan ettirmiş, Trakya, Balkan ve Kafkasya halklarını imparatorluktan ayırmıştır. Anadolu halkını da silahlandırarak imparatorluğu yıktırmıştır. Ama sonra onlara ihanet etmiş, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında yardımcı olmuştur. Gerek Rumların, gerekse Ermenilerin Anadolu’dan tehcirini planlamıştır. Osmanlılara zulüm yaptırmış, Cumhuriyet döneminde tehcir ile bunu yapmıştır.

Bunlar yapmış olmasının sebebi, ileride Anadolu’yu büyük İsrail imparatorluğuna katacağı zaman Anadolu’da Hıristiyan halkın bulunmamasını sağlamaktır. Böylece Hıristiyanlarla anlaşarak dinsizleştirilmiş Türkleri ortadan kaldırmak kolay olacaktı. İşte böylece Rum ve Ermeniler Anadolu’yu terk edip Avrupa ve Amerika’ya göç ettiler. Kafkasya’da da Ermenistan devletini kurdular. Yunanistan’da Yunan devletini kurdular. Orada ekonomilere hakim oldular. Bizans ve Osmanlı eğitimin olan bu halklar oralara uygarlıkları götürdüler.

Osmanlılara özenen Ruslar ve İngilizler de aynı adalet ve hoşgörü anlayışı içinde dünyanın süper gücü hâline geldiler. Karada Ruslar, denizlerde İngilizler büyük imparatorluklarını kurdular.

Kapitalizm ve sosyalizm oyunu ile sömürü sermayesi bunları birbirlerine takıştırdı. Bunların hakimiyetleri de böylece Osmanlılar gibi sona erdi. Şimdi ABD ile Çin sömürü sermayesinin iki ayağını oluşturmuş durumdadırlar.

Osmanlılar, çökmüş olan Selçuklu devleti içinde küçük bir beylik iken, adil siyaseti götürerek Viyanalara kadar gittiler. Yaşlanan her devlet gibi o da yaşlandı ve yetmiş yaşlarında iken öldü (her on yıl bir yaştır). Ama yerine güçlü Türkiye Cumhuriyeti’ni bıraktı.

İşte şimdi tüm dünya bu devlet üzerine gözlerini dikmiş; ne yapacaklarını düşünmektedirler... Aralarında anlaşamadıkları ve paylaşamadıkları için biz yaşıyoruz... İsrail’in gözü burada...

Bunları niçin anlattım?

İbraniler Tevrat’la uygarlık kurdular. Sümerler şeriatla iki bin yıl uygarlıkları ellerinde tuttular. İranlıları yücelten Avestalardır. Hintliler ve Çinliler hep din kitaplarına dayalı olarak uygarlaştılar. Romalılar hukukla imparatorluk kurdular. Müslümanlar fıkıhla bugüne kadar geldiler. Bunların hepsi adil düzen sayesinde bine yakın yıl yaşadılar.

Tarım döneminde toprak önemliydi. Devlet olmak için geniş topaklara ihtiyaç vardı. Bugün ise süper güç olmak için “Adil Düzen”e ihtiyaç vardır. Adil bir düzene değil, “Adil Düzen”e ihtiyaç vardır, çünkü “Adil Düzen” tektir. “Adil Düzen” çoklu düzendir. İki çeşit çokluluk olmaz. Çoklu düzen tektir. Düzenin içi çokludur. Küme teorisini bilenler bu sözlerimi iyi anlarlar. Onun için adil bir düzen olmaz, “Adil Düzen” olur.

Devletimizi yaşatmak istiyorsak, devletimizin dünyaya hâdim süper bir devlet olmasını istiyorsak; gelin ülkemizde “Adil Düzen”i tesis edelim. Yani, Kur’an ve ilim düzenini tesis edelim.

Askerler arada sırada irticaya diyerek Kur’an’a saldırmış oluyorlar. Onlar bunun farkında mıdırlar, bilemiyorum. Ama onların bu sözlerini her iki taraf da öyle anlıyor. Anlaşılan odur ki, kendi bindikleri dalı kesiyorlar.

Gelin, Kur’an’ı ve diğer semavi kitapları birlikte öğrenelim ve III. bin yıl uygarlığını kuralım.

SÜLEYMAN KARAGÜLLE

Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL

 






Tüm Seminerler
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1130
En'âm Suresi Tefsiri 77-79. Ayetler
21.08.2021 3476 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1129
En'âm Suresi Tefsiri 74-76. Ayetler
14.08.2021 2671 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1128
En'âm Suresi Tefsiri 72-73. Ayetler
7.08.2021 2644 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1127
En'âm Suresi Tefsiri 71. Ayet
31.07.2021 2161 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1126
En'âm Suresi Tefsiri 66-70. Ayetler
24.07.2021 2538 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1125
En'âm Suresi Tefsiri 61-65. Ayetler
17.07.2021 2557 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1124
En'âm Suresi Tefsiri 52-55. Ayetler
10.07.2021 2291 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1123
En'âm Suresi Tefsiri 45-51. Ayetler
3.07.2021 2180 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1122
En'âm Suresi Tefsiri 40-44. Ayetler
26.06.2021 2190 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1121
En'âm Suresi Tefsiri 35-39. Ayetler
19.06.2021 2600 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1120
En'âm Suresi Tefsiri 31-34. Ayetler
12.06.2021 2487 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1119
En'âm Suresi Tefsiri 26-30. Ayetler
5.06.2021 1998 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1118
En'âm Suresi Tefsiri 20-25. Ayetler
29.05.2021 2347 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1117
En'âm Suresi Tefsiri 13-19. Ayetler
22.05.2021 2303 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1116
En'âm Suresi Tefsiri 7-12. Ayetler
15.05.2021 2440 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1115
En'âm Suresi Tefsiri 1-6. Ayetler
8.05.2021 2444 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1114
Kasas Suresi Tefsiri 86-88. Ayetler
1.05.2021 2273 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1113
Kasas Suresi Tefsiri 83-85. Ayetler
24.04.2021 2446 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1112
Kasas Suresi Tefsiri 79-82. Ayetler
17.04.2021 2408 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1111
Kasas Suresi Tefsiri 76-78. Ayetler
10.04.2021 2627 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1110
Kasas Suresi Tefsiri 72-75. Ayetler
3.04.2021 2451 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1109
Kasas Suresi Tefsiri 68-71. Ayetler
27.03.2021 3054 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1108
Kasas Suresi Tefsiri 61-67. Ayetler
20.03.2021 2683 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1107
Kasas Suresi Tefsiri 57-60. Ayetler
13.03.2021 2997 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1106
Kasas Suresi Tefsiri 52-56. Ayetler
6.03.2021 2680 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1105
Kasas Suresi Tefsiri 47-51. Ayetler
27.02.2021 2759 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1104
Kasas Suresi Tefsiri 43-46. Ayetler
20.02.2021 2965 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1103
Kasas Suresi Tefsiri 38-42. Ayetler
13.02.2021 3152 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1102
Kasas Suresi Tefsiri 33-37. Ayetler
6.02.2021 3037 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1101
Kasas Suresi Tefsiri 29-32. Ayetler
30.01.2021 3440 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1100
Kasas Suresi Tefsiri 26-28. Ayetler
23.01.2021 5498 Okunma
4 Yorum 28.02.2021 11:05
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1099
Kasas Suresi Tefsiri 21-25. Ayetler
16.01.2021 3560 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1098
Kasas Suresi Tefsiri 16-20. Ayetler
9.01.2021 3089 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1097
Kasas Suresi Tefsiri 12-15. Ayetler
2.01.2021 3878 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1096
Kasas Suresi Tefsiri 7-11. Ayetler
26.12.2020 3726 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1095
Kasas Suresi Tefsiri 1-6. Ayetler
19.12.2020 3431 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1094
Neml Suresi Tefsiri 89-93. Ayetler
12.12.2020 3886 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1093
Neml Suresi Tefsiri 83-88. Ayetler
5.12.2020 3845 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1092
Neml Suresi Tefsiri 76-82. Ayetler
28.11.2020 4126 Okunma
1 Yorum 29.11.2020 17:15
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1091
Neml Suresi Tefsiri 67-75. Ayetler
21.11.2020 4639 Okunma
1 Yorum 26.11.2020 17:07
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1090
Neml Suresi Tefsiri 63-66. Ayetler
14.11.2020 3026 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1089
Neml Suresi Tefsiri 59-62. Ayetler
7.11.2020 3127 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1088
Neml Suresi Tefsiri 54-58. Ayetler
31.10.2020 3982 Okunma
1 Yorum 03.11.2020 17:20
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1087
Neml Suresi Tefsiri 45-53. Ayetler
24.10.2020 3858 Okunma
1 Yorum 24.10.2020 22:54
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1086
Neml Suresi Tefsiri 41-44. Ayetler
17.10.2020 2867 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1085
Neml Suresi Tefsiri 36-40. Ayetler
10.10.2020 2957 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1084
Neml Suresi Tefsiri 27-35. Ayetler
3.10.2020 3968 Okunma
2 Yorum 11.10.2020 20:33
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1083
Neml Suresi Tefsiri 20-26. Ayetler
26.09.2020 7744 Okunma
5 Yorum 03.10.2020 19:37
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1082
Neml Suresi Tefsiri 15-19. Ayetler
19.09.2020 5625 Okunma
3 Yorum 03.10.2020 18:51
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1081
Neml Suresi Tefsiri 12-14. Ayetler
12.09.2020 4186 Okunma
2 Yorum 13.09.2020 15:00
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1080
Neml Suresi Tefsiri 7-11. Ayetler
5.09.2020 3586 Okunma
2 Yorum 06.09.2020 15:55
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1079
Neml Suresi Tefsiri 1-6. Ayetler
29.08.2020 3727 Okunma
2 Yorum 30.08.2020 20:43
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1078
Şuara Suresi Tefsiri 224-227. Ayetler
22.08.2020 4749 Okunma
3 Yorum 23.08.2020 21:17
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1077
Şuara Suresi Tefsiri 213-223. Ayetler
15.08.2020 4469 Okunma
4 Yorum 16.08.2020 18:26
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1076
Şuara Suresi Tefsiri 203-212. Ayetler
8.08.2020 4758 Okunma
6 Yorum 09.08.2020 19:55
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1075
Şuara Suresi Tefsiri 192-202. Ayetler
1.08.2020 4679 Okunma
5 Yorum 06.08.2020 19:32
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1074
Şuara Suresi Tefsiri 176-191. Ayetler
25.07.2020 4834 Okunma
3 Yorum 26.07.2020 16:16
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1073
Şuara Suresi Tefsiri 160-175. Ayetler
18.07.2020 4559 Okunma
3 Yorum 20.07.2020 11:09
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1072
Şuara Suresi Tefsiri 141-159. Ayetler
11.07.2020 3411 Okunma
2 Yorum 12.07.2020 15:51
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1071
Şuara Suresi Tefsiri 123-140. Ayetler
4.07.2020 4489 Okunma
3 Yorum 11.07.2020 03:35
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1070
Şuara Suresi Tefsiri 105-122. Ayetler
27.06.2020 3637 Okunma
2 Yorum 28.06.2020 18:12
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1069
Şuara Suresi Tefsiri 92-104. Ayetler
20.06.2020 5187 Okunma
4 Yorum 21.06.2020 19:07
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1068
Şuara Suresi Tefsiri 83-91. Ayetler
13.06.2020 3864 Okunma
1 Yorum 14.06.2020 16:25
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1067
Şuara Suresi Tefsiri 69-82. Ayetler
6.06.2020 5163 Okunma
3 Yorum 08.06.2020 14:48
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1066
Şuara Suresi Tefsiri 53-68. Ayetler
30.05.2020 5031 Okunma
3 Yorum 31.05.2020 16:53
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1065
Şuara Suresi Tefsiri 45-52. Ayetler
23.05.2020 4949 Okunma
3 Yorum 29.05.2020 18:08
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1064
Şuara Suresi Tefsiri 34-44. Ayetler
16.05.2020 3552 Okunma
1 Yorum 17.05.2020 15:50
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1063
Şuara Suresi Tefsiri 23-33. Ayetler
9.05.2020 3490 Okunma
1 Yorum 10.05.2020 08:19
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1062
Şuara Suresi Tefsiri 10-22. Ayetler
2.05.2020 3702 Okunma
2 Yorum 13.05.2020 21:45
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1061
Şuara Suresi Tefsiri 1-9. Ayetler
25.04.2020 5166 Okunma
2 Yorum 14.05.2020 18:52
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1060
Furkan Suresi Tefsiri 73-77. Ayetler
18.04.2020 4218 Okunma
2 Yorum 15.05.2020 16:45
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1059
Furkan Suresi Tefsiri 68-72. Ayetler
11.04.2020 5440 Okunma
3 Yorum 16.05.2020 16:02
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1058
Furkan Suresi Tefsiri 60-67. Ayetler
4.04.2020 4099 Okunma
2 Yorum 18.05.2020 16:53
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1057
Furkan Suresi Tefsiri 53-59. Ayetler
28.03.2020 5285 Okunma
5 Yorum 19.05.2020 16:27
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1056
Furkan Suresi Tefsiri 45-52. Ayetler
21.03.2020 4430 Okunma
2 Yorum 20.05.2020 16:21
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1055
Furkan Suresi Tefsiri 41-44. Ayetler
14.03.2020 4439 Okunma
2 Yorum 21.05.2020 16:36
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1054
Furkan Suresi Tefsiri 35-40. Ayetler
7.03.2020 4582 Okunma
2 Yorum 22.05.2020 16:05
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1053
Furkan Suresi Tefsiri 30-34. Ayetler
29.02.2020 4779 Okunma
2 Yorum 23.05.2020 15:57
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1052
Furkan Suresi Tefsiri 21-29. Ayetler
22.02.2020 5324 Okunma
3 Yorum 24.05.2020 16:54
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1051
Furkan Suresi Tefsiri 17-20. Ayetler
15.02.2020 4126 Okunma
2 Yorum 30.05.2020 17:45
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1050
Furkan Suresi Tefsiri 10-16. Ayetler
8.02.2020 5272 Okunma
2 Yorum 09.02.2020 11:38
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1049
Furkan Suresi Tefsiri 4-9. Ayetler
1.02.2020 4537 Okunma
1 Yorum 03.02.2020 07:09
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1048
Furkan Suresi Tefsiri 1-3. Ayetler
25.01.2020 3856 Okunma
1 Yorum 26.01.2020 06:07
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1047
Nur Suresi Tefsiri 62-64. Ayetler
18.01.2020 4393 Okunma
1 Yorum 25.01.2020 07:13
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1046
Nur Suresi Tefsiri 61. Ayet
11.01.2020 4601 Okunma
1 Yorum 13.01.2020 08:24
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1045
Nur Suresi Tefsiri 58-60. Ayetler
4.01.2020 4133 Okunma
1 Yorum 05.01.2020 08:14
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1044
Nur Suresi Tefsiri 53-57. Ayetler
28.12.2019 4109 Okunma
1 Yorum 30.12.2019 08:51
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1043
Nur Suresi Tefsiri 47-52. Ayetler
21.12.2019 4096 Okunma
1 Yorum 22.12.2019 23:13
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1042
Nur Suresi Tefsiri 43-46. Ayetler
14.12.2019 4549 Okunma
1 Yorum 17.12.2019 07:14
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1041
Nur Suresi Tefsiri 39-42. Ayetler
7.12.2019 5662 Okunma
2 Yorum 09.02.2020 00:42
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1040
Nur Suresi Tefsiri 35-38. Ayetler
30.11.2019 9840 Okunma
2 Yorum 03.12.2019 13:53
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1039
Nur Suresi Tefsiri 32-34. Ayetler
23.11.2019 4661 Okunma
1 Yorum 24.11.2019 08:09
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1038
Nur Suresi Tefsiri 30-31. Ayetler
16.11.2019 3711 Okunma
1 Yorum 19.11.2019 12:31
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1037
Nur Suresi Tefsiri 27-29. Ayetler
9.11.2019 3859 Okunma
1 Yorum 10.11.2019 05:24
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1036
Nur Suresi Tefsiri 23-26. Ayetler
2.11.2019 3359 Okunma
1 Yorum 03.11.2019 07:48
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1035
Nur Suresi Tefsiri 19-22. Ayetler
26.10.2019 3391 Okunma
1 Yorum 28.10.2019 13:15
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1034
Nur Suresi Tefsiri 12-18. Ayetler
19.10.2019 3757 Okunma
1 Yorum 20.10.2019 10:50
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1033
Nur Suresi Tefsiri 6-11. Ayetler
12.10.2019 5717 Okunma
2 Yorum 16.10.2019 14:52
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1032
Nur Suresi Tefsiri 1-5. Ayetler
5.10.2019 4253 Okunma
1 Yorum 06.10.2019 23:25
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1031
Müminun Suresi Tefsiri 111-118. Ayetler
28.09.2019 3454 Okunma
1 Yorum 30.09.2019 10:50


© 2025 - Akevler