1967...1968...1969....AKEVLER 40 YILDIR ÇALIŞIYOR....2004...2005...2006
BİZLER ÇALIŞIYOR VE YENİ İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZLERİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ; BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
ADİL DÜZEN 384
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 25 Kasım 2006 Fiyatı: www.akevler.org veya www.adilduzen.com’a tıklamak!
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 384. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Hedefimiz; “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, Reşat EROL
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ
YİMPAŞ’A SALDIRI NEDENİ VE ÇÖZÜM
AKEVLER, ECEVİT VE CHP-MSP KOALİSYONU
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 46. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
وَلَا تَقُولُوا لِمَنْ يُقْتَلُ فِي سَبِيلِ اللَّهِ أَمْوَاتٌ بَلْ أَحْيَاءٌ وَلَكِنْ لَا تَشْعُرُونَ(154) وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِنْ الْخَوْفِ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِنْ الْأَمْوَالِ وَالْأَنفُسِ وَالثَّمَرَاتِ وَبَشِّرْ الصَّابِرِينَ(155) الَّذِينَ إِذَا أَصَابَتْهُمْ مُصِيبَةٌ قَالُوا إِنَّا لِلَّهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ(156) أُوْلَئِكَ عَلَيْهِمْ صَلَوَاتٌ مِنْ رَبِّهِمْ وَرَحْمَةٌ وَأُوْلَئِكَ هُمْ الْمُهْتَدُونَ(157) إِنَّ الصَّفَا وَالْمَرْوَةَ مِنْ شَعَائِرِ اللَّهِ فَمَنْ حَجَّ الْبَيْتَ أَوْ اعْتَمَرَ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْهِ أَنْ يَطَّوَّفَ بِهِمَا وَمَنْ تَطَوَّعَ خَيْرًا فَإِنَّ اللَّهَ شَاكِرٌ عَلِيمٌ(158)
وَلَا تَقُولُوا (Va LAv TaQUvLUv) “Kavletmeyiniz.”
İnsanoğlunun yaratılışının ardından İsrail oğullarına hitap etmiş, sonra İbrahim aleyhisselâmın insanlığı tek millete götürme görevi ele alınmış, bu arada kıble üzerinde durulmuştur. İsrail oğullarına kavmî olarak verilmiş uygarlaştırma görevi mü’minlere verilmiştir. Henüz savaştan bahsedilmemektedir. Namazla ve sabırla istiane edilmesi emredilmiş ve şimdi de Allah sebilinde katledilenlerden bahsedilmektedir.
Bunlar savaş maktulünden ziyade zulüm maktulü olabilirler ki, cumhuriyet döneminde bunlar çokça yaşanmış, kurunun yanında yaşlar da yanmıştır. Sıffin Savaşı’nda ölenlerin iki tarafını da şehit saymaktadırlar. Çünkü iki taraf da Allah rızası için savaştı. Cumhuriyet döneminde olanları da bu gözle görebiliriz. İçtihat hatası tarafları şehadete götürmüş olabilir. Bunlar için “kavletmeyin” deniyor. Bu âyette bize öğretilen bir şey vardır.
Zahir vardır, hakikat vardır. Zahirde dünya düzdür ve duruyor. Gerçekte ise dünya yuvarlaktır ve dönüyor. Bir de izafiyet vardır. Allah gerçekleri söylememiz gerektiğini bildirmektedir. Görünürde şehitler de ölmüştür, ama gerçekte yaşamaktadırlar. Burada aslında “ölü değildirler” demiyor, “ölüdürler demeyiniz” diyor. Bundan sonra da “BEL” değil “BEL” kelimesi getirilmiştir. Çünkü onlar ölüdürler ama öldükten sonra da yaşamaktadırlar. Siz onlara ölü demeyiniz. Bir hastaya nasıl “sen hastasın, ölüyorsun” demez; “sen iyisin, şifayab olacaksın” der de teselli verirsen, burada da şehitler için ölü denmiyor, şehadet rütbesi veriliyor, saygın olarak anma emrediliyor. Kıyasla saygın kimselere saygın sıfatları ile hitap etmek de emredilmiş olmaktadır.
لِمَنْ يُقْتَلُ فِي سَبِيلِ اللَّهِ (LiMaN YuQTaLu FIy SaBiLi ElLAHı)
“Allah sebilinde katlolunanlara emvât demeyin.”
Mü’minlere emredilen iki türlü cihat vardır. Biri büyük cihat dediğimiz iç cihattır, yani bulunduğun toplulukta kötülükle yapılan cihattır. Zulümle, rüşvetle, yolsuzlukla, zinayla, faizle yaptığın cihattır.
Buna büyük cihat deniyor. Çünkü burada mü’minler katlolunmayı da göze alarak cihat yaparlar. Ama kendilerinin katletme yetkileri yoktur. Sana vuracaklar ama sen sabredeceksin ve vurmayacaksın.
Bunun ne kadar zor olduğunu cumhuriyet dönemi mü’minleri çok iyi bilmektedirler. Sabrettiler, isyan etmediler; öldüler ama öldürmediler. Onun sonucu olarak bugün Anayasa ekseriyeti ile iktidardadırlar. 12 milyondan 70 milyona ulaştılar. Silahsız, sadece sözle dâvet eden kimseleri öldürenler zalimdir. Ölenler de şehittirler, “onlar için ölüdür demeyin” diyor. Bu cihadın özelliği, eğer silahsız cihad yaparsan savaşta ölenlerin üstünde olursun. Ama silaha sarılırsan, o zaman şehit değil, mürted olursun. Yurt içinde yapılacak cihatta seni öldürecekler ama sen öldürmeyeceksin. Habil ile Kabil hikâyesini iyi okuyun!..
أَمْوَاتٌ (EaMVAvTun) “Emvât demeyin.”
“EMVÂT” meyyitin çoğuludur. “MEYYİT” ölü demektir. Onlar ölü değil, şehittirler. Âhirete vardıkları zaman, peygamberler dahil herkes hesap verecek, günahları ve sevapları tartılacaktır. Bunlardan istisna edilenler sadece Allah yolunda şehit olanlardır. İyi dikkat etmek gerekir; çıkar uğruna ölenler değil, Allah yolunda ölenler.
Allah yolunda ölmek ne demektir? Topluluğun iyiliği için ölenler demektir.
“Adil Düzen”i getirmek istiyoruz. Partimizin kapanması değil, canımızın alınması bile bizi yıldırmaz ve korkutmaz. Biz ölmekten değil, öldürmekten korkarız. Cezadan değil, suç işlemekten korkarız. Biz “Adil Düzen”i kendimiz için değil, topluluğumuz için istiyoruz, devletimiz için istiyoruz.
Demek ki, Allah yolunda katledilmek demek, devletin ve milletin selâmeti uğruna onun varlığı için katledilmek demektir. İç cihatta bunun için katle mukabele yoktur. Zulme dayanamıyorsan hicret edip gidersin.
İkinci cihad ise vatan müdafaasıdır, savaştır. Burada topluluk cephe oluşturur ve vatanı korur. Bu küçük cihattır. Çünkü burada ortak hareket vardır. Sonra burada düşmanın bellidir, sana da onu öldürme yetkisi verilmiştir. Bununla beraber, bu savaşa Allah rızası için katılan kimseler de şehittir. Onlar için de ölüdür denemez. Vatanı müdafaaya giderken kendi vatanının İslâm düzeni içinde olması şart değildir. Eğer o ülkenin İslâm düzenine yani barış düzenine, lâik ve demokratik düzene geçmesi için cihad yapıyorsan, o zaman o ülke de bilkuvve Müslüman ülkedir. Nasıl beşikteki çocuk bilkuvve anne ise, asker ise, uğrunda cihad yapılan ülke de bilkuvve potansiyel olarak İslâm ülkesidir. Eğer değilse, o zaman orada bir gün bile oturmayıp göç etmelisin. Hicret etmediğine göre demek o ülke İslâm ülkesidir. Onun uğruna savaşa katılıp ölenler de şehittirler. Şart; İslâm için cihad yapacaksın, öldürmeden ve isyan etmeden cihad yapacaksın, sabır ve salâtla istiane edeceksin.
بَلْ (BeL) “Bilakis”
“BeL” kelimesi daha önce söylenen sözü tasdik veya tekzip etmeden, ondan sonra gelen cümlenin tasdiki içindir. “Ahmet geldi bel Kazım geldi” dersem, Ahmet geldi veya gelmedi, o hususta bir şey söylemiyorum ama Kazım geldi, onu söylüyorum demektir.
Allah da burada Allah uğrunda ölenlerin ölü olup olmadığını söylemiyor ama onların hayatta olduklarını söylüyor. Ölmüşlerdir ama şimdi hayattadırlar anlamı çıkabilir.
أَحْيَاءٌ (EaXYAEun) “Haydırlar, diridirler.”
Şehitlerin sevapları o kadar büyüktür ki, artık onların muhasebesi yapılmaz, doğrudan cennete götürülürler. Bunu başka şekilde şöyle açıklayabiliriz. Zaman izafidir. Ölenler eşit zaman içinde beklemezler, durumlarına göre zaman ayarlanır. Şehitlerin zamanı nerede ise sıfırlama gibi zamanlanır. Bizim zamanımıza göre onlar ölüdürler, ama kendi zamanlarına göre onlar diridirler.
Bu âyetleri açıklayabilmek için eski müfessirler zamanın izafiyetini kabul etmişlerdir. Tayyi mekan ve tayyi zaman kavramlarını geliştirmişlerdir. 20. yüzyılın fiziğini açıklayabilmek için de bu tayyi zaman teorisi ortaya atılmış, sonra uzay yolculuğunda bu deneyle ispat edilmiştir.
20. yüzyılın müsbet ilimleri pek çok müteşabihleri muhkem hâline getirmiştir.
وَلَكِنْ لَا تَشْعُرُونَ(154) (Va LAvKin LAv TaŞGuRUvNa) “Ama siz şuurunda olmazsınız.”
“ŞA’R” baştaki tüylerdir. “ŞİİR” ozanların söylediği mısralardır. “ŞUUR” beyinde oluşan bilinçtir. “ŞUUR ETMEK” farkında olmak demektir. Bizim o şehitlerle bir diyaloğumuz olmaz ama onlar diridirler. Onların da bizden haberleri yoktur. Zaman dışı olmuşlardır.
Kıble konusu içinde iç cihad vesilesiyle şehitleri bu mertebelere çıkarmış olması bize şunu gösterir ki, toplulukta inkılâp yapmak kolay değildir. İnsanlar basit âdetleri bile terk etmezler.
Bir düğün yaparsınız, en ince teferruatına kadar herkes kurallara uymak için yarışır. Günah da olsa unutur ve yapar. Kıble de basittir ama değiştirilmesi zordur. Onun için dahi cihad gerekiyor.
Mü’minlerin bu bilinçte olmaları gerekmektedir. Sabır ve salâtla istiane etmeleri gerekmektedir. Doğuda öldürmeler olmaktadır. Bunlar töre adına yapılmaktadır. Adil Düzen Çalışanları da bir bakarsınız sebepsiz yere ölmüş olabilirler. Ölmeyi göze almayan mü’min olamaz. Müslim olur ama mü’min olamaz. Bu ölme de savaştan ziyade ülkende ölmektir. Senin elin kolun bağlı iken ölmek insanı peygamberlerin üzerine çıkarır. Bunu göze alanlar öldürülmeseler de onlar mertebesinde olurlar. İnsanlar İslâm’a dâvet edilirler ve kabul edenler cennete giderler. İmana ise dâvet olunmazlar, kendileri talip olurlar. Bu imana ulaşmanın yolu, birlikte Kur’an okumaktan geçer. Her gün her vakit Kur’an okuyanlar o mertebeye ulaşırlar.
***
وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ (Va La NaBLuVanNaKuM) “Size bela edeceğiz.”
“BELA” bilemekten gelen bir kelimedir. Kör bıçağı alıp eğeler ve onun üzerinden demir tozları dökerseniz o keskin hâle gelir. İnsanlar da bir sıkıntıya uğratılıp bilenirlerse kesici hâle gelirler.
Lamark’ın bulduğu büyük biyoloji kanunu vardır. Canlı neye ihtiyacı olursa ona karşı tedbir almayı öğrenir. Soğukta yaşayan soğuğa, sıcakta yaşayan sıcağa dayanıklı hâle gelir.
Adil Düzenci olmak, Adil Düzen mü’mini olmak sanıldığı kadar kolay değildir.
Yine burada bu vesileyle Adil Düzencileri tasnif etmemiz gerekir.
a) Adil Düzen mü’minleri Adil Düzen için mallarını ve canlarını vermeye hazır olan kimselerdir. Bunlar cenneti satın almış kimselerdir.
b) Adil Düzen için çalışmaktadırlar, ona katkıda bulunmaktadırlar, ama bunlar Adil Düzen için canlarını ve mallarını verecek durumda değildirler. Katkıları vardır. Bunlar Adil Düzenin Müslimleri, yani ashabı yemin olanlardır. Bunların da cennetteki makamları yücedir.
c) Adil Düzene karşı değiller, ama yanında da değildirler. Çıkarları olursa desteklerler. Bunlar müellefei kulub denen zümredir.
d) Dördüncü grup vardır ki bunlar Adil Düzene karşıdırlar, cephe almışlardır.
Şimdi Adil Düzen müslimleri ile Adil Düzen mü’minlerinin ayrılması gerekir. Adil Düzende hilafet görevi mü’minlere verilmiştir. Mü’min olanların Allah adına hareket etme yetkileri vardır. Müslimler kendi işlerinde Allah’ın halifesidirler. Mü’minler ise ortak işlerde Allah’ın halifesidirler. Nasıl okullarda her yıl imtihan olur ve imtihanları geçtiğinizde daha yüksek sınıflara çıkarsanız, Adil Düzen müslimleri de imtihan olunurlar ve sınıflarını geçenler mü’minler sınıfına girerler. Diğerleri ise müslim kalırlar.
بِشَيْءٍ (Bi ŞaYEın) “Bir şeyle imtihan edeceğiz. İbtilâ edeceğiz.”
Burada “ŞEY” nekiredir. Yani, bütün sorular size gelmez, duruma göre bir şeyle imtihan olunursunuz.
“ŞEY” nekire gelmiş, diğerleri marife gelmiştir. Marife olan diğerleri istiğrak veya cins içindir. Şeyde ise onlardan biri ile hattâ onların birçok türü ile imtihan olunursunuz deniyor.
مِنْ الْخَوْفِ (MiNa eLPaVFı) “Havf ile ibtilâ edeceğiz.”
Siyasi baskı gelir; ben eğer “Adil Düzen”e hizmet edersem siyasi güç, derin güç, güçlü sermaye, asker kızar ve üzerime yürür, beni mahvederler diye içinize korku düşer. Çevredekiler size bu telkini yapar.
Biz Millî Nizam Partisi’ni kurduk, kapattılar, korkmadık; yeniden Millî Selâmet Partisi’ni kurduk, kapattılar, korkmadık; Refah Partisi’ni kurduk, kapattılar, korkmadık; Fazilet Partisi’ni kurduk, kapattılar. Ama her kapanışında büyüdük. Sonra Saadet Partisi’ni kurdular. Korktular, “Adil Düzen”den vazgeçtiler. Ne oldu? Kapatılmadılar ama Allah cüce hâline getirdi. Çünkü sınıfta kaldılar.
Şimdi Allah onları yine imtihana hazırlamaktadır. “Adil Düzen”i yeniden ele alırlarsa, -ki Erbakan yeniden ele almaya başlamıştır.- sınıfı geçecekler. Belki de yine kapatacaklar ama daha büyük parti kurulacak, Adil Düzen Partisi’ni kuracaklar ve o zaman iktidar olacaklar. Yok, bu korkaklıklarında devam ederlerse, Allah onların yerine başkalarını getirecek, sonra onlar bunlar gibi olmayacaktır.
Adil Düzen Çalışanları “Adil Düzen”i ortaya koymakta, kendi aralarında uygulamaktadırlar. Apartman ve siteler şeklinde bir örgütlenme yapacaklardır. Ama Adil Düzen Partisi’ni onlar değil, başkaları kuracaktır. İleride “Adil Düzen” iktidara geldiğinde Adil Düzen mü’minleri söz sahibi olacaklardır; imtihanları geçenler söz sahibi olacaklardır. Adil Düzen Müslimleri ise “Adil Düzen”den yararlanacaklar; bu dünyada yararlanacaklar, âhirette yararlanacaklar... Allah’tan başkasından korkmamak, Allah ne diyorsa onu yapmak; öldürülebilirler ama onu da göze alırlarsa mü’min olurlar.
وَالْجُوعِ (Va eLCUvGı) “Açlıkla”
“HAVF” siyasi baskıdır, “CÛ’” ise ekonomik baskıdır. Gelirlerin az olması, hattâ bazen işsiz kalıp yiyecek dahi bulamamasıdır. Bu haber Adil Düzen Çalışanlarını sevindirecek haberdir. Çünkü Adil Düzen Çalışanlarından zengin olana pek rastlayamazsınız. Rastlasanız bile onlar “müslim” seviyesindedirler. Adil Düzen Çalışanlarının çoğu günlük giderlerini zor karşılamaktadırlar. Hele “mü’min” olacaklar için bu durum çok daha ileri safhada olabilir. Burada “Bi Şey’in”den anlayacağız ki, bazen o duruma düşerler demektir. Yoksa her zaman aç olurlar anlamında değildir. O düştükleri zaman imtihanı kazanmışlardır, sınıfı geçmişlerdir. Artık imtihan korkusu kalmamıştır. Bunlar çok zengin hâle de gelebilirler. Çünkü sınıflarını geçtiler.
وَنَقْصٍ (Va NaQÖıN) “Ve naks”
“HAVF, CÛ’, NAKS” üçlü sistem kullanmıştır. Aslında havf cû’u da kapsamaktadır, cû’ da naksı kapsamaktadır. Fakat bunlar farklıdır. “Havf” psikolojiktir, olmamışlardan korkmadır. “Cû’” ise fiilen yaşamadır, bedenidir. Üçüncü olarak da mala gelmiş oluyor. Psikolojik imtihan, biyolojik imtihan, mâli imtihan budur işte. İmtihanı da beklememiz gerekir. Şimdi en ağırı siyasi baskıdır, tehdittir. Açlık ondan sonra gelir. Mal ise en hafif olanıdır. Kaide, hafiften başlayıp şiddetlisine gitme sözkonusu iken, Kur’an’da ters sıra takip edilmiştir. İlk bakışta bu belagata aykırı gibi görünür. Oysa insanlar siyasetten en az korkarlar. Açlıktan daha çok korkarlar. Hele eğer malları varsa, onu kaybetmekten canını kaybetmekten çok korkarlar.
Allah burada bize insan psikolojisini anlatmaktadır. Bunun böyle olduğu bundan sonra gelen mal ile ilgili imtihanda üçlü yapılmasından anlaşılmaktadır. Böylece bu âyette üçlü sistem uygulanmıştır. Aslında bu da ikilidir. Çünkü siyasi baskı ve açlık bedene ârız olan imtihandır. Diğeri ise mala ârız olmaktadır.
Hakeza, mala ârız olanlarda da üçlü değil ikili sistem vardır. Emvâl ve enfüste noksanlık mevcut olanların zıyaıdır. Halbuki semerâttaki noksanlık kazançta noksanlıktır. Bu da insanların en az üzülecekleri bir şey olması gerekirken, en şiddetli olarak Kur’an’da yer almaktadır. Çünkü insan sosyal varlıktır, ekonomik varlıktır. Sosyal seviyesini düşürmek istemez. İntiharların çoğu bundan dolayı olmaktadır.
مِنْ الْأَمْوَالِ (MiNa eLEMVALı) “Emvâlde noksanlık.”
Zengin iken fakir olabilirsiniz, elinizdeki servet gidebilir. Hiç umulmadık bir zarara uğrayabilirsiniz. Günümüzde bir darbe hiç beklemediğiniz bir yerden gelebilir. Hiç borcunuz olmadığı halde sahte senet ile borçlu kılınabilirsiniz. Mahkemeye verirler, rüşvet kullanırlar. Sizden alacakları paranın yarısını avukatlara verirler, sonunda mahkum olursunuz ve ödeme yapabilirsiniz. Yahut vergi borcunuz olmadığı halde, birden size bir vergi tahakkuk eder, altında ezilip gidersiniz. Sigorta cezaları gelebilir. Makineniz çalınabilir. Kaza geçirebilirsiniz.
Bütün bunlar beklemediğiniz mal noksanlığı olabilir. İmtihandasınız.
Bakalım ne yapacaksınız? Bu durumları nasıl karşılayacaksınız?
وَالْأَنفُسِ (Va eL EaNFuSi) “Nefislerinize bir şey gelebilir.”
Kolunuz kırılır, hasta olursunuz, kör olursunuz, beklenmedik hastalık gelebilir, aranızda ölenler olur. Bunların yanında en önemlisi “Adil Düzen”de birlikte çalışırken, bir de bakarsınız ki bir arkadaşınız sizi terk edip gider. Bütün çalışmalarınız, gayretleriniz, ümitleriniz birden yıkılır. İşte bu da nefislerde eksilmedir.
Cemaatleşmek zordur ama dağılmak kolaydır. III. bin yılın başında, aramızda bir peygamber olmadan sadece Kur’an’a dayanarak bir uygarlık kurulacaktır. Bunu kuracak olanlar bizim gibi sade insanlardır. Bizim hâlimiz de işte böyle olacaktır. Ama bu uygarlık kurulacaktır. Çünkü bunu biz kurmayacağız, O kuracaktır, O’nun kaderinde vardır. Biz sadece bu kuruluşta görev almak için okula devam ediyoruz, imtihanlara giriyoruz. Sınıfta kalabiliriz ama Allah hiçbir zaman amellerimizi zayi etmez. Üst sınıfa geçemesek de, mü’min olamayıp müslim olarak kalsak da, yine de kazançlı olacağız. Çünkü bir şeyler öğreniyoruz.
وَالثَّمَرَاتِ (Va elÇaMaRAvTi) “Semerelerin noksanlığı ile sizi imtihan eder.”
“SEMERE” meyve demektir. Ama aynı zamanda kazanç demektir. Yani, mallardaki artmadır. Hattâ nüfustaki artma da semeredir. Bunun için enfüsten sonra getirmiştir. Yeryüzü insanlarındır, çalışır ve yaşarlar. Nüfus artar. Kişi başına üretim de artarsa uygarlaşma olur. Mesela, bir kimse günde bir litre ile geçinir. Bunu iki kilo kabul edelim. Bu iki kiloyu kazanıp yemek için kaç saat çalışılmalıdır? Hayvanlar bunun için tam gün çalışırlar. Bu sebeple onlarda uygarlaşma yoktur. Oysa insan kullandığı araçların yardımı sayesinde bu geçinme için çalışma saatini çok azaltmış, belki bir saate, belki yarım saate indirmiştir. Kalan saatlerini nüfusu artırmak ve daha fazla nüfus besleyebilmek için kullanmaktadır. İşte bu “SEMERE” olmaktadır.
Bir başka gözle bakacak olursak, bir insanın yaşaması için belli büyüklükte yere ihtiyaç vardır.
Yine buğdaydan hareket edelim. Acaba bunu kaç metrekarede yetiştirmekte, bir dönümünde kaç kilo buğday alabilmektedir? Ne kadar az yerde o miktarda buğday elde ederseniz, semereniz o kadar geniş olur. Çünkü o yer o kadar fazla nüfusu besler hâle gelir. Bununla beraber yeni yerler keşfetmek de semeredir. Eskiden susuzluktan ekilmeyen yerler şimdi sulama ile ekilir hâle gelmiştir. Eskiden soğuk sebebiyle ekilmeyen yerler şimdi sera sayesinde ekilir hâle gelmiştir. İşte bu semeredir. Deniz tarımına henüz başlanmamıştır. III. bin yıl deniz tarımının yapıldığı bir uygarlık olabilir. Henüz göklere gidilip oralarda kentler oluşturulmamıştır. Bir gün gelecek, insanlar hidrojen enerjisini cinler gibi doğrudan kullanacaklar, böylece uzaya yayılma imkanını bulacaklardır. Dünyaya en yakın yıldızdan ışık dört senede varabilmektedir. Hızımız ışık hızının onda bir hızına çıkabilse, o zaman kırk sene sonra oraya ulaşabileceğiz demektir. Biz bugün Ay’a birkaç günde gidebiliyoruz. Bir günde gittiğimizi farz etsek, bir senelik yolu bir günde alıyoruz demektir. Ay’a bir günde gidebiliyorsak, en yakın yıldıza 12 milyon yıl sonra varabiliriz. Demek ki bizim için imkan sınırsız demektir.
İnsanlar her zaman semerelerini artırabilir, yeni üretim yerleri üretebilirler. İnsanlardaki bu genişleme ve yayılma hırsı o kadar fazladır ki, aç kalmaktan daha çok bu konudaki başarısızlıklarına üzülürler. Allah da bunları bu duyguları ile imtihan eder. Bu arada başarı gösterenler sınıfı geçmiş olurlar.
İBTİLA |
Naks
| Açlık (Bedeni) | Korku (Ruhi) |
وَبَشِّرْ الصَّابِرِينَ(155) (Va BaşŞıRı eLÖAvBiRIyNa) “Sabredenleri tebşir et.”
Daha önceki bir âyette, “Sabır ve salâtla istiane edin. Allah sabredenlerle beraberdir.” demişti. Şimdi de “Sabredenleri müjdele” denmektedir. Böylece sabır üç defa teyid edilmiştir.
Her üç yerde de topluca sabırdan söz edilmektedir. En zor sabır arkadaşların birbirine sabretmesidir. Birbirimize yaklaştıkça dikenler daha çok batmaya başlar. Ancak o dikenleri söküp atabilmek için yakınlığımız devam etmelidir. Canımız sıkılınca hemen canımızı sıkanın çekip gitmesini isteriz. Onun gitmeyeceğini anladığımızda biz çekip gitmeye kalkışırız. İşte sabır burada biter. Oysa, öyle topluluk oluşturmalıyız ki, birbirimize sabretmeliyiz, sabırlı olmalıyız. Cemaatimiz sabır üzerine oturmalıdır. Arkadaşımızdan üzücü bir durumla karşılaştığımızda sevinmeliyiz. İmtihana alındık demektir. Sabredebiliyorsak, o zaman mü’minlerden olacağız demektir. Yenibosna’daki olaylar bizi bu konularda imtihan etmektedir. Sabredenler kazanacaktır.
***
الَّذِينَ إِذَا أَصَابَتْهُمْ مُصِيبَةٌ (elLaÜIyNa EıÜAv EaÖAvBaTHuM MUvÖIyBaTun)
“Onlara bir musibet isabet ettiğinde.”
Yukarıda sayılanlar bir musibet olarak belirtilmektedir. Ayrıca musibet nekire olduğundan başka musibetler de vardır demektir. Bu dünya geçici hayat için yaratılmıştır. Sonunda hepimiz öleceğiz. En büyük musibet ölümdür. Bir yakınımız öldüğü zaman üzülüyoruz. Oysa şimdi yaşayanların kiminin ölümünü biz göreceğiz, kimi de bizim ölümümüzü görecektir. Dolayısıyla musibetlerden dolayı fazla sıkılmamamız gerekir.
“MUSİBET” beklenmedik bir olayla karşılaşmadır. Nimetleri hatırlayıp şükretmemiz gerekir. Bizim için geçmişte cereyan eden pek çok olay bizi sıkmıştır. Ama sonunda hepsi hayır olmaktadır. Hedefimiz ne olmalıdır? Hedefimiz cennet olmalıdır. Cennete giden yol ise Allah’ın halifesi olan topluluğa ve diğer insanlara iyilik etmektir. Siz birine selam verdiğinizde, ona değil de Allah’a selam vermiş olursunuz. O da selamı aldığı zaman Allah almış olur. Çünkü Allah bize o pencereden görünür. Musibetlerin büyüğü hiç şüphesiz kötü yakınlındır, kötü komşundur. Ama o musibeti Allah’ın bir imtihanı olarak düşünürsek zulüm rahmete dönüşür.
قَالُوا إِنَّا لِلَّهِ (QAvLUv EınNAv LilLAHi) “‘Biz Allah’a aitiz’ derler.”
O bizi yaratmıştır. Biz bu dünyaya kendi isteğimizle gelmedik, kendi isteğimizle de gitmiyoruz. O bizi getirdi, O götürüyor. Bize zulmetmek için getirmemiştir elbette. O bize sıkıntı veriyorsa bizim için veriyor; sabredelim de derecemiz yükselsin, sabredelim de günahlarımız âhirete kalmasın. O’na boyun eğme dışında yapacağımız bir şey yoktur. Biz O’na aitiz, O’nun güvencesi içindeyiz. O’nun cehennemi bile rahmettir. Öyle demiyor mu? Rahmetim her şeyi içine almıştır, cehennemi de almıştır.
وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ(156) (Va EınNAv EiLaYHi RACıGUvNa) “Ve biz O’na rücu edeceğiz.”
Bu dünyada çektiğimiz sıkıntılar eğer bu dünya ile iş bitse belki zulüm olur, isyan etmeye hakkımız olabilir. Ama Allah Kur’an’da bildiriyor; öldükten sonra sura üfürülecek, bu dünya değişecek ve yeni dünya kurulacak. Mezarlarımızdan kalkıp bir meydanda toplanacağız. Kaç trilyon insan bir yere gelecek. Yanlarında üç kişi var; biri savcı, biri avukat, biri de adil hakim. Savcı tüm kötülükleri dökerek cezalandırılmasını isteyecek. Avukat tüm belgeleri dökerek yaptığı iyilikleri sayacak. Bir sevap on günahı silecek. Mahkeme bittikten sonra karar alınacak ama son yargıç Allah olacak, son kararı o verecek. Zulmetmeyecek. Zerre kadar haksızlık yapmayacak. İhsanı çok olacak. Kapıya varıldığında defterin ya sağ taraftadır, adın orada okunacak, oradan cennete gideceksin; yahut sol taraftadır, o tarafa geçecek, defteri alıp cehennem yolunu tutacaksın. O defterde kaç yıl kalacağın, hangi hücrelerde cezanı çekeceğin yazılı. Cezanı çektikten sonra cennete gidebilirsin. Arafta kalabilirsin. Yahut cehennem ehli olup hep orada kalabilirsin. Ama sana zulmedilmeyecektir.
Demek ki bizim üzüleceğimiz şey bize gelen musibetler değildir. Çünkü musibet yaranın sarılması demektir. Asıl üzüleceğimiz, asıl korkacağımız şey, yaptığımız günahlardır. Allah bize göz verdi, görmemiz gerekenleri görüyor muyuz, kulak verdi, işitmemiz gerekenleri işitiyor muyuz? En önemlisi, bize zaman verdi, onu gerektiği yerde kullanabiliyor muyuz? Verdiği maddi imkanları onun istediği yerlerde harcıyor muyuz?
İşte bunun hesabını veremeyeceksek ondan korkalım. Paramız olmadığı için değil, olduğu için üzülelim. Çünkü biz olmayanın değil, olanın hesabını vereceğiz. Bunu sağlığımız için de söyleyebiliriz, aklımız için de söyleyebiliriz, ilmimiz için de söyleyebiliriz. Şükretmeliyiz ki milletvekili değiliz, bakan değiliz. Olunca hakkını verebilecek miydik? Bizi kurtaracak şey, toplantılara katılmak ve musibetlere sabretmektir.
***
أُوْلَئِكَ عَلَيْهِمْ صَلَوَاتٌ (EuLAvEıKa GaLaYHıM ÖaLaVAvTun) “Onların üzerinde salavat vardır.”
“SALÂT” olgunlaştırmak demektir. Ham meyve yenmez, olgunlaşınca yenir hâle gelir. Ham atlara binilmez, ham öküzler koşulmaz. Yorga atların yürüyüşüne agaj denmektedir. Onların üzerinde Allah’ın eğitimi vardır, hamlıktan çıkarılışı vardır. Musibetler bunun için isabet etmektedir. Musibetlere ne kadar dayanırlarsa onlar için hamlıktan çıkma o kadar kolay olur. Şoförlüğü öğrenen kimseler bilirler. İlkin insan kaideleri bilse bile kullanamaz. Sıkıntı zorlar. Ama zamanla alışır ve arabayı sürerken artık bilinçsiz hareket eder. Yani, başka şeyleri konuşurken de arabayı sürebilir. İnsan da musibetlere dayandıkça usta şoför olur ve arabayı sürer, hayatı sürdürür. Kamu görevi yapıyorsa başarı ile yapar. “Aleyhim” öne alınmış. “Salavât” yalnız bunların üzerinde var demektir. Yani, bu sıkıntıları çekmeyenler, böyle imtihana tâbi tutulmayanlar, hamlıktan çıkmazlar, eğitilmiş olmazlar. Yani, bunlar sınıf geçme şöyle dursun, giriş imtihanlarına bile alınmayanlardır.
“Salavât” kelimesi dişi kurallı çoğuldur. Tek bir hareketle değil, ancak sistematik eğitimle hamlıktan çıkar ve cennete girmeye hak kazanır.
مِنْ رَبِّهِمْ (MıN RabBıHim) “Rablerinden salavât vardır.”
Yetiştiricileri tarafından salavât vardır. Tıp fakültesine gidip okursun, bilgi alırsın, doktor olmazsın. Doktor olman için staj yapman gerekir. Yetiştiren kimdir; Allah. Staj yaptıran kimdir, yine Allah’tır.
Yani, öğretmen teorik derslerin yanında bir de pratik eğitim vermektedir. İbadetler teorik derslerdir. İnsan orada bilgiler alır. Ama asıl uygulama eğitimi ibtiladır, ibtilaya sabırdır. Dolayısıyla gelen belalar eğitimimizi tamamlama safhasıdır. Şükretmemiz gerekir.
وَرَحْمَةٌ (Va RaXMaTun) “Ve rahmettir.”
“Va” harfi ile atfedildiği için Rablerinden rahmettir demek olur. Annenin çocuğu eğitmesine benzer eğitimdir. Nasıl aşı insanı sağlıklı kılarsa, bu belalar da insanı sağlıklı hâle getirir, rahmet olur.
وَأُوْلَئِكَ هُمْ الْمُهْتَدُونَ(157) (Va EUvLAvEıKa HuM eLMuHTaDUvNa) “Ve işte onlar muhtedidirler.”
“MUHTEDİ” yol bulan demektir. “MUTTAKİ” ise korunan demektir.
Yani, bu eğitimi almayan kimseler hidayete ermezler, yol bulmazlar.
Akevler’de sıkıntılar içinde kaldık. Yeni şeyler keşfettik. Para değerini korumak için demir-çimentoyu sözleşmeye koymuş, herkesin para değerini koruyorduk. Çıkmak isteyenin demir-çimento hesabı ile parasını ödüyorduk. Yeni girenlerin parası ile inşaat yapmıyor, çıkanların parasını veriyorduk. İnşaatı belli tarihte bitireceğiz diye taahhüdümüz yoktu. Çıkanlar kendi hisselerini istedikleri kimseye devredebilirlerdi. Yahut yeni giren varsa biz o devri yaptırıyorduk. Kastelli’nin banker olayları çıkınca kimse bize para yatırmadı, herkes çıkmak istedi. Çünkü bir daire parası ile iki daire alabiliyorlardı. Bizim taahhüdümüz yoktu ama herkes öyle alışmıştı. Para vermediğimiz zaman bekledikleri olmayınca üzülüyor, biz de sıkıntıya giriyorduk. İşte bu bir musibetti. Bunu çözmek için yeni bir sistem geliştirdik. Sözleşmemizde yer alan hisse, iştirak, emanet ve karz demir-çimentoları devreye soktuk. Böylece Adil Düzende para politikası keşfedildi. Burada sizlere arz etmemde yarar vardır. Eğer ülke içinde ve ülke dışında refah varsa inşaat malzemesi de kıymetlidir, inşaat da kıymetlidir. Ama ülke içinde kriz varsa, ülke dışında kriz yoksa, o zaman ülke içinde taşınmazlar ucuz ama malzeme pahalıdır. Siz taahhüdünüzü yerine getiremezsiniz. Çünkü maliyetin altında onlara vermek zorundasınız. İşte buna dayanarak demir-çimentoyu çoğalttık, karz demir-çimento yaptık. Bununla malzeme alınıp satıldı. Diğerini de hisse demir-çimento yaptık. Onunla yapılar alınıp satıldı. Bunların arası zamanla açıldı ve kapandı, ama dengeyi bulduk. Ne sayesinde bulduk? Kastelli musibeti sayesinde.
Geçmişteki uygarlıklar da hep böyle musibetlerle doğdu.
a) İnsanlar toplayıcılıkla yaşarken soğuklar geldi ve meyve kalmadı. Bunun üzerine insanlar avcılığı keşfettiler.
b) Sonra buzlar eridi. Avlanacak hayvan kalmadı. Bu sefer çobanlığa başladılar. Bela rahmet oldu, insanlar için hidayet oldu.
c) Kuraklıklar oldu, ot kalmadı, hayvanlar otlayacak ot bulamadı, insanlar tarımı keşfettiler.
d) Sümerler Irak’ı işgal ettiler. Bu büyük beladır ama bu sayede Sümer uygarlığı doğdu. Onlar sayesinde biz bugün bilgisayarın başında yazı yazabiliyoruz, internet ile yazı ve bilgi gönderebiliyoruz.
e) Yunanistan’ı Dorlar istila etti. Bu belanın sonunda Yunanlılar Batı Anadolu’ya geldiler, İbranilerle ve Perslerle tanıştılar, bu sayede Yunan uygarlığı doğdu.
f) Haçlı seferleri sayesinde Avrupa uygarlığı doğdu.
g) Avrupa İstanbul’u kaybettikten sonra rönesansa girdi.
h) Sosyalistlerin dünyayı kasıp kavurması olmasaydı “Adil Düzen” ortaya çıkmaz, III. bin yıl uygarlığı doğmazdı.
Görülüyor ki belâlar salavattır, rahmettir ve ihtidaya vesiledir. Evrim böyle oluşmaktadır.
Ateist meşrutiyet gelmeseydi içtihat kapısı açılmayacaktı.
I. Cihan Savaşı mağlubiyeti olmasaydı Kuvva-yı Milliye doğmayacaktı.
Dinsizlik anlayışında bir lâiklik gelmeseydi biz bugün “Adil Düzen”i savunamayacaktık.
1930’larda Müslümanlar yönetim dışına itilmeseydi, şimdi anayasa ekseriyeti ile iktidar olamazdık.
On yılda bir gelen askeri darbeler bugün bizi anayasa ekseriyeti ile iktidara taşıdı.
Sizlere şimdi yeni belanın nasıl rahmet olduğunu anlatacağım. Başörtülüler kamu yönetiminden uzak tutuluyorlar. Hanımları örtülü olanlar ordudan atılıyorlar. Bu beladır, değil mi? Halbuki bu rahmettir. 19. ve 20. yüzyıllarda devletçilik moda idi. Her okuyan kamu görevlisi olurdu. 1950’de başlayan liberal faaliyetler halk sektörünü oluşturmaya başladı. Ne var ki herkes memur olduğu için bu iş hayatı okumamışların elindedir. Hâlâ böyledir. Allah şimdi ne yapıyor? Başörtülü olanların kendilerini ve eşlerini kamuda istihdam ettirmiyor; ettirmiyor ki serbest işe atılsınlar ve iş hayatı okumuş mü’minlerin eline geçsin. Yani, “Adil Düzen” için hazırlık yaptırmaktadır. Saadet Partisi’nin oy kaybetmesinin sebebi de budur. Allah diyor ki; devletçiliği bırak, teşkilatınla halk ekonomisine yönel. Parti bunu anlamıyor. Onun için bir şansı da görülmüyor.
***
إِنَّ الصَّفَا وَالْمَرْوَةَ (EnNa elÖaFAv Va eLMaRVaTa) “Safa ve Merve.”
Kur’an’da Mekke’ye ait yerlerden özel adları ile bahsetmektedir.
Kabe : Dört duvar içine alınmış bir mekandır. El-Beyt olarak da geçer.
Mescidi Haram : Kabe’nin çevresinde oluşan mescittir. Tavaf burada yapılır.
Safa ve Merve : Mescidi Haram’a 300 metre mesafede iki tepedir. Biri sert kayalık, diğeri yumuşak taştır.
Arafat : Mescidi Haram’dan uzak bir dağdır, toplantı yeridir. Orada durmak haccın rüknüdür.
Ma’şeri Haram : Haram ma’şer. Mekke ile Medine arasında bir vadidir. Hacılar Arafat’tan dönerken bir geceyi orada geçirirler. Arafat tarafı Müzdelife’dir, Mekke tarafı Mina’dır. Bu kelimeler Kur’an’da geçmez ama “ifaze” kelimesiyle bu yerlere işaret edilir.
Bekke : Kabe’nin bulunduğu kenttir.
Mekke : Kabe’nin bulunduğu ildir. Yesrib ile araziyi bölüşür.
Kıbleden sonra birden Allah yolunda katl olunanlardan, musibetlerle iptilalardan bahsetmiş, Safa ve Merve’nin tavafına gelmiştir. Ondan sonra Allah’ın inzal ettiğini ketm edenlere geçmiştir.
Bu âyetin buraya girmiş olmasının hikmetini kavramak zor görülmektedir. Teşabüh vardır. Kur’an’da böyle ilgisini bulamadığımız âyetler mevcuttur. Müsteşrikler bu konuda Kur’an toplanırken hata edildiği görüşündedirler ve kendilerine göre düzeltmektedirler. Biz ise icmayı da vahiy gibi kati kabul ettiğimiz için böyle âyetlerdeki anlayamama eksiğini kitapta değil kendimizde ararız, müteşabihtir deriz.
Biz buraya bu âyetin gelmesini birkaç yönden yorumlamaya çalışacağız, yine de teşabüh kalacaktır.
a) Safa ve Merve Hacer’in su aramak için gidip geldiği tepelerdir. Çölde kalmıştır ve su bulamazsa çocuğu ile ölmesi mukadder olan bir sıkıntı içinde gidip gelmektedir. Allah zemzem suyunu bulduruyor. İbtila âyetinden sonra buna işaret etmektedir ve burada gidip gelerek suretiyle sabrı tavsiye etmektedir. Bu âyetin buraya konması ile Hacer’in su arama kıssası teyid edilmektedir.
b) Burası Mescidi Haram’a bakan bir yerdir. Bu tepede gidip gelerek tavafı seyretmek, böylece milyonları aşan insanların Allah için dalgalanmalarını görmek, Allah’ı görmek gibidir. Safa ve Merve budur.
c) Kabe’nin etrafını dolaşırken nereye kadar genişletilebilir? Safa ve Merve dahil içinde kalmak şartıyla tavaf tamam olmuş olabilir.
d) Tüm insanlar hacca gelebilir. Ziyaret sıraya bağlanabilir. Safa ve Merve’nin dışında uygun alan varsa, tavaf edecekler orada beklerler. Safa’dan ziyarete girenler Merve’den çıkarlar, dağılma oradan olabilir. Mekke’de ulusların ilçeleri kurulduğu zaman bu ilçelerin geldiği demiryollarının merkezi Safa ve Merve’nin dışında olabilir. Safa ve Merve’nin hukuku o zaman ortaya çıkar.
مِنْ شَعَائِرِ اللَّهِ (MiN ŞaGAEıRı elLAHı) “Allah’ın şearindendir.”
“ŞEAİR” şuur kelimesindendir. Allah’ın düşünüldüğü, görüldüğü yerdir. Allah insanı yaratmış ve yeryüzüne onu kendisine halife yapmıştır. Tüm insanlık da Allah’ın halifesi olmuştur. Kişiler topluluğun ferdi olarak kamu adına içtihat eder ve amel ederler. Topluluğa ait haklar Allah’ın hakları kabul edilir; kavimler vardır, şa’blar vardır, kabileler vardır, aşiretler vardır. Bunlar Allah’ın halifesidirler. Birer ümmettirler. İnsanlık ise tek bir millet olarak, İbrahim’in imam olduğu millet olarak birleşmiştir. Hıristiyanlar, Müslümanlar, Budistler, Hindular ve Yahudiler bir ümmet olmuşlardır. Bu iki tepe arasında tavafta bulunan kimse bu birliği görür ve Allah’ı orada müşahede eder. Bu dünyada yaşayanların temsilcileri burada toplanmıştır. Âhirette ise tüm insanlar, Adem’den kıyamete kadar gelen tüm insanlar Allah’ın huzurunda böyle toplanacaktır.
İşte bu tepede duran insan sağına soluna baktığı zaman bunları görür olur. Ziyaret ederken veya başka yerlerde böyle kuş bakışı görmek mümkün olmaz. Bu iki tepe arasında katları yükseltip halkın oralardan tavafı seyretmelerine imkan vermek meşrudur. Bu anlayışa göre tavaf yerinin üstünü kapatmak meşru değildir.
فَمَنْ حَجَّ الْبَيْتَ (FaMaN XacCa eLBaYTa) “Kim beyti hac ederse.”
“HAC” girinti çıkıntı demektir. “HICEC” eğri büğrü demektir. “HAC” kelimesi gidip gelme demektir. Bir tür ziyarettir. Hac için dünyanın değişik yerlerinden insanlar kalkar, bir şeyler getirirler, sonra da ülkelerine dönerek bir şeyler götürürler. O sebepledir ki hac yalnız gidiş değil, aynı zamanda dönüştür. Ziyaret edip ülkesine dönmeyen kişi hacılığını eksik bırakmış olur. Hacca gelen kimse neler götürecektir?
a) Ülkesinde üretilip dünyaya pazarlanacak malları götürecek ve dünya ülkelerinden gelen mallarla değiştirecektir. Böylece dünyada şeffaf pazarın oluşması sağlanacaktır.
b) Ülkesindeki hayvanları götürüp orada kesecek, etleri karıştıracak, eti alıp ülkesine getirecek, böylece dünyadaki tüm vitaminler insanlığa yayılmış olacaktır.
c) Ülkesindeki suları pınarlardan toplayıp götürecek, zemzeme karıştıracak, teneke ile zemzem suyunu getirip halkına dağıtacak, böylece insanlık tüm dünyanın minerallerinden yararlanacaktır.
d) Ülkesindeki çakılları toplayacak, götürecek, karıştıracak ve alıp getirerek dünyadaki radyoaktiften insanlar yıkanacaklar. Bunlar maddi birliktir.
Bunun dışında hacca giden kişi orada değişik ülkelerden gelen hacılarla sohbet edecek, ülkesinin haberlerini götürecek ve onlardan aldıklarını getirecek. İşte bu sebepledir ki Kur’an ziyaret değil de hac demektedir; yani gidilecek ve gelinecek. Beyti hedef göstermektedir. Burada beytin tavafından bahsetmektedir.
أَوْ اعْتَمَرَ “Veya umre yaparsa.”
“UMRE” kelimesi ömürden, imardan gelmektedir. “İ’TİMAR” canlanmak demektir.
Hac, hac aylarında yapılır. Belli gün Arafat’ta durulacak, Kâbe tavaf edilecektir, Arafat’tan Mina’ya kadar gelinecektir. Umre ise vakfeyi içermez, sadece ziyareti içerir. Hac aylarının dışında yapılır. Dört haram aylardan biri Recep kopmuş olarak umre için ayrılır. Hac esnasında umre meşru değildir. Yapanlarınki kabul olunur ama ceza olarak kurban kesmeleri gerekir. Umre hac mevsiminin provasıdır. O gün insanlar acemilik çekmesin diye hac ayları dışında umre yapılır, yahut dinlenmek için umre yapılır.
Her iki durumda Safa ve Merve’nin ziyareti sözkonusudur. “MEN/KİM” kelimesi kullanılmıştır. Her dine mensup olanlara açıktır. Mine’l-müslimine” denmemiş, “mine’l-mü’minine” denmemiş; “kim olursa olsun” denmiştir. Zaten başka yerde de haccın bütün insanlara farz olduğu belirtilmiştir.
Kur’an, eski kitaplarda belirtilmeyen hükümleri kendi kitaplarına eklemek üzere hükümler getirmiştir. İsrail oğullarına sûrenin büyükçe kısmında doğrudan hitap ederek tahsis etmiş, ayrıca mü’minlerin onların yemeklerini yiyebileceklerini ve evlenebileceklerini de bildirmiştir. Bu ne demektir? Onları tanımak ve onların kitaplarında bulunmayan hükümleri Kur’an’da tanımlamak demektir.
İşte, Kur’an tüm insanlara Kâbe’yi ziyaret etmeyi emretmiştir. Ehli Kitap ve herkes ziyaret edecektir. Cizye vermeyen kimseler de ziyaret edebilir. Ama hakem kararlarını kabul etmeyen müşrikler ziyaret edemez, çünkü onlarla barışık değiliz. Mümin, savaşa katılandır. Müslim, cizye verendir. Kâfir, hakem kararlarını kabul edendir. Müşrik, hakem kararlarını tanımayandır.
فَلَا جُنَاحَ عَلَيْهِ (Fa LAv CuNAXa GaLaYHı) “Ona cunah yoktur.”
“CENAH” kanat demektir. “CUNAH” yanlamak demektir. Türkçede “yan çizmek” tâbiri kullanılır.
“Ona cunah yoktur” demek, onu yanlamak yoktur, yani onu terk etmek yoktur. Bunu da yapmalıdır demektir. Bu sebepledir ki fıkıhçılar Safa ve Merve tavafını vacip saymışlardır. Yapmayanların hacılığı bâtıl olmaz ama eksik kalır, kurbanla giderilmesi icap eder. Etimolojiye bunun için gerek vardır.
أَنْ يَطَّوَّفَ بِهِمَا (EaN YaoOavVaFa BiHiMAv) “Onları tavaf etmekten kaçınma yoktur.”
Hadislerde “SAY” geçtiği halde, burada “TAVAF” olarak geçmektedir.
Tavaf, taife kelimesinden gelmektedir, grup demektir. Halka olmuş oturum demektir. Sonra dolaşma anlamı verilmiştir. Ama yürüyüş anlamı da çıkar. Buradaki tavaf teksir sigası ile gelmiştir. Tefa’uldaki gaynın teşdidi teksiri içerir. O halde bunun en az üç defa yapılması gerekir. Mümtaz sayılarda çoğul 3, 7, 15’tir. Demek ki 3 defa dolaşmak vacip, 7 defa yapmak sünnettir.
وَمَنْ تَطَوَّعَ خَيْرًا (Va MaN TaOavVAGa PaYRan) “Hayrı kim tetavvu’ ederse.”
“TAV’” taat kelimesinden gelmektedir. Kim hayrı kendisine taat yaparsa, Safa ve Merve ziyaretinin hayır olduğu ifade edilmektedir. Vacib olmasa bile sünnettir demektir. Ama “TATAVU’” itaat anlamına gelir. Zorlanmadan uyar demektir. Burada emir yoktur. Emirin hacıları belli fiilleri işlemeye zorlama yetkisi yoktur. Askeri zorlama ile herhangi bir hareket yaptırılamaz. Herkes kendi içtihadı ve kendi isteği ile uyar. Kimsenin suç işlemesine mâni olunmaz, ama suç işlerse cezası verilir.
فَإِنَّ اللَّهَ شَاكِرٌ عَلِيمٌ(158) (Fa EınNa elLAHa ŞaKıRun GaLIyMun) “Allah şâkir ve alîmdir.”
Burada şâkir ve alîm nekire gelmiştir. Safa ve Merve’nin ziyareti örnek alınmıştır. Topluluğun bunu görmesi ve bilmesi gerekir. Zenginler kendi paraları ile ömürlerinde bir defa ziyaret etme durumundadırlar. Ama her bucak her yıl asgari bir kişiyi hacca gönderecektir demektir.
Yeryüzünde 100 devlet var, her devlette 100 il var, her ilde 100 bucak vardır. Demek ki bir milyon insan Mekke’ye mutlaka girmelidir. Bucak halkı bunu mâlen karşılayacaktır. Bu şöyle olmaktadır.
1- Zengindir, sağlığı müsaittir. Bucaktan hacca gitmektedir. Farzı kifayedir, diğerlerinden sakıt olur.
2- Zengindir, sağlığı müsait değildir. Bucaktan bir bedelli olarak gönderilir. Bunun masrafları karşılanır. Diğerlerinden sakıt olur.
3- Bir zenginin parası ile hacca gitme imkanı yoktur. Karz-ı hasen talep eden varsa ona verilir ve o hac yapar. Döndüğünde zengin olursa kendisi öder, olmazsa başka biri bedelli hac için para verirse o borç onunla kapatılabilir.
4- Kimse karz da istemiyorsa o zaman zekattan sebilullah faslından masrafları karşılanır ve her bucaktan mutlaka her yıl bir hacı gönderilir. Kişinin hacılığı da kabul edilmiş olur. Bir daha hacca gitmesi farz olmaz. Zengin olursa bedel koyar.
Bu hükümler “ŞAKİRUN ALİMUN” kelimelerinin nekire olmasından belirlenir.
Ayrıca bucaktan hacca gidenlerin bucakta kaydı yapılır ve Mekke bucağına bildirilir. Hangi bucaklardan kimlerin geldiği bilinmiş olur. “Alimun”un nekire olmasından da bunu istidlâl ediyoruz. Hac için izin yoktur, vize yoktur ama bildirme vardır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-384 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-214 İstanbul, 25 Kasım 2006
YİMPAŞ’A SALDIRI NEDENİ VE ÇÖZÜM
Nazlı Ilıcak Kanal 7’de YİMPAŞ ile ilgili program yaptı. Dursun Uyar’ın Akevler ile tarihi geçmişi olduğu için ilgi ile izledim.
1977 yılında Millî Selâmet Partisi’nin kongresi olmuştu. Derin güç Necmettin Erbakan’a karşı Turgut Özal’ı hazırlamış ve İzmir adayı olmuştu. Akevler olarak olaya müdahale edildi ve bu operasyon başarılı olmadı. “Derin Güç” ile Akevler’in arası o tarihte açıldı. Akevler kurucularından birinin de ortağı olduğu Özdemir Çelik Döküm Fabrikası’nın iflas ve tasfiyeden kurtarılması için Akevler’e başvuruldu. Ortaklar bularak onları kurtarmaya çalışırken büyük bir “İflas Şebekesi” ile karşılaştık. Batı, Sanayi Kalkınma Bankası aracılığı ile Türkiye’ye kredi veriyor, sonra “Derin Güç” aracılığıyla kurduğu iflas şebekesi ile kredi alan firmayı batırıyor, böylece Türkiye’yi Osmanlı Devleti gibi borçlandırarak yıkmak istiyor. Önce İzmir’de deşifre ettiğimiz bu şebekenin tüm Türkiye’de organize olduğunu, görevinin de Türkiye’deki işletmeleri borçlandırarak iflas ettirmek olduğunu öğrendik.
“Derin Güç” ve işbirlikçileri karşımızda cephe almış ama Sanayi Kalkınma Bankası ve Yerel Mahkemeler bizimle beraber olmuştur. Mezkur fabrikayı da iflas ettirememişlerdi. “Derin Güç” defa Akevler karşısında mağlup olmuştu.
Fabrikayı iflastan kurtardık, ancak çalıştıramıyorduk. Ekip olarak Almanya’ya gittik. Yüz gün dolaşarak ortaklar aradık. Bize, ortak oldukları şirketlerin iflas ettiklerini söyleyerek ortak olmadılar. Camianın 48, Türkiye’nin ise 500 şirketi batmıştı. Seksenli yılları anlatıyorum. Biz kendilerine; “Yemek yeseniz, mideniz bulansa ve kussanız, bir daha yemek yemez misiniz?” dedik ve onları ikna etmeye çalıştık. Dernekleri ve camileri gezerek, toplantılarda şemalar çizip faizin ve sömürünün kötülüklerini anlatıp ortaklığa çağırdık. Yüz gün tüm Almanya’yı dolaşarak yüzlerce/binlerce insanı ikna ettik.
Dursun Uyar ile Akevler işte o zaman karşılaşmıştır. Biz anlatıp yerlerimizi değiştirirken, o da ertesi gün geliyor ve bizi dinliyordu. Sonradan öğrendik ki; biz ekiyor, o biçiyordu…
Şimdi anladım ki, onu peşimize takan “Derin Güç” idi. Belki de o bunun farkında değildi.
Akevler’e hasımlıkları; bir yerden beş kuruş kredi almadan, sermaye koymadan, çok ortaklı Özdemir Çelik Döküm Fabrikası sorununu çözmemizdir. Çözümü çok basit şekilde yaptık. Alacaklılarla hissedarları anlaştırdık. Alacaklıları sermaye tezyidi yapmadan ortak ettik, herkese adalet içinde paylarını verdik. Hepsi bize gelip teslim oldu. Fabrika Akevler’in uhdesinde bugün hâlâ çalışıyor. İşte bu çözüm sömürü sermayesinin sömürmesine engel olmaya giden yolun ilk adımı olmuştur.
O tarihten sonra Dursun Uyar Beyi bir daha göremedik. Bir iki defa görüşme talebinde bulunduk ama görüşemedik. Akşam bu sebeple dikkatlice dinledim. Kendisinin başarılarını takdir ettiğim için gerek onu, gerekse Haşim Bayram Beyi sever ve takdir ederim. Akevler’e kötülükleri olsa da; “Adil Ekonomik Düzen”e ve halk ekonomisine büyük katkıları vardır. Sorun Akevler değil, adil düzlüğe çıkmadır.
Kendisinden emin, son derece güçlü ve oturaklı, ikna edici cevaplarının yanında, yüzü nurlu olarak cennete gidiyormuş gibi gördüm. Haşim Beyi de, onu da sevdiğimiz içindir ki, onlara yardım etmek istedik. “Faizli düzem içinde batacaksınız, gelin adil ekonomik düzen işletmelerine gidelim” diye anlatmaya çalıştık; kulak vermediler!.. Allah’a hamd olsun, batmadılar. Ama kendilerine yapılmayan zulüm kalmadı. Biz kendilerinden fazla üzülüyoruz ama…
Önerimizi tekrar ediyoruz: Allah “Zalim Düzen”de mü’minleri muvaffak etmez. “Zalim Düzen”de adalet olmaz. Gelin “Adil Ekonomik Düzen”e göre işletmeler kuralım; siz de kurtulun, ortaklarınız da. Şunu kesin olarak ifade etmek isteriz ki, Türkiye Cumhuriyeti mevzuatında adil düzen işletmelerini kurmak için tek menfi madde toktur. Sorun olarak olsa olsa, kanunları bilmeyen ve anlamayan, hattâ kötü niyetli bürokratlarla karşılaşabiliriz. Ama artık onları yenecek başta bilgi olmak üzere her türlü gücümüz vardır. Onlara kanunları öğretiriz.
Evet, Sayın Dursun Uyar Bey ve Sayın Haşim Bayram Bey! Gelin sizi zengin eden Allah’ın şeriatına dönün. Sömürü düzeninin içinde sömürenlerle mücadele etmeyin, sömürü düzenine karşı mücadele edelim, sömürülenleri ve sömürenleri bu beladan kurtaralım. Varlıkları onların olsun ama sömürüden vazgeçsinler.
Hedef elbette Dursun Uyar değildir. AK Parti’dir. Hattâ AK Parti değildir, “Adil Ekonomik Düzen”dir. Bunu bildiğimiz için biz sizin yanınızdayız. Siz de bunu anlayın ve Hakka giden yolda bizimle beraber olun.
DEVLET NE YAPMALIDIR?
a) Devlet bankerzedeleri kurtardı. Banker Kastelli’nin hâlâ kaşaneleri var. Devlet bankerzedeleri ve bankazedeleri kurtardı. 48 milyar dolar borcu yüklendi. Bu yanlıştı. Holdingzedeleri kurtarmak da yanlıştır. Devlet hazinesinden 1 kuruşu bunlar için ayırmamalıdır. “Bana mı sordun?” sorusu, çok doğru bir sorudur.Ama bu soru bankerzedelere ve bankazedelere de sorulmalıdır. Faizi koruyup ticareti devre dışı bırakmak zulümdür, zulümdür, zülümdür…
b) Devlet bir kanun çıkarmalıdır. Borcunu ödeyemeyen işletmelere devlet el koymalıdır. Şöyle ki, hemen hakemlerden oluşan bir bilirkişi heyeti oluşturulmalıdır. Şirketin mevcut gerçek mal varlıklarını, borç ve alacaklarını, hisse sahiplerini tesbit etmelidir.
c) Devlet tüm kayıtlı ilgililere yazı yazarak alacaklarını bildirmelerini istemelidir. Yine başka bilirkişiler tarafından bunların gerçek haklarını tesbit edecektir. İsteyen sonra mahkemeye gider ama şimdilik devlet hakemlerin tesbit ettiği alacakları esas almalıdır.
d) Eğer şirketin mal varlığı borçlarından fazla ise devlet borçluların borçlarını ödeyerek, o şirkete ortak olmalıdır. İşletmeler de yine borçlarını ödeyemeyen sahiplerine bırakılmalıdır. Sahibi işletme mülkiyetine sahip olmalı, yararlanma mülkiyeti ise ortakların ve devletin olmalıdır. Devlet hisselerini aldığı değerle (enflasyon varsa ilave edilecek) halka arz edecektir. Halk senetleri satın alınca özelleştirme de gerçekleştirilmiş olacaktır.
e) Şayet şirketin mal varlığı, borçları ve ana sermayesi karşılanırsa (enflasyon göz önüne alınarak değerlendirme yapılacaktır), o zaman sahibinden işletme mülkiyetini alacaktır. Payı varsa o da ortak olarak katılacaktır. Devlet değeri ile fabrikayı satın alacak, yine çıkacaklara ödeme yapacak ama değerdeki pay ile yapacaktır. Hissedar ile alacaklı tefrik edilmeyecektir. İşletmek için yeni yönetim oluşturacaktır. Eski yönetici devlete olan borçları kapatmazsa artık bir işletme yetkisine sahip olmayacaktır.
YİMPAŞ’a ve Dursun Uyar’a yapılan saldırı, derin gücün sömürü sermayesi adına tezgahladığı oyundur. Devletin görevi bu tezgahı bertaraf etmektir. Devlet bunun için vardır. Adalet Bakanlığı bunun için vardır. Yozgatlı Cemil Çiçek bunun için Adalet Bakanı’dır. Evet, Sayın Cemil Çiçek Beyefendi! Ya Akevler, YİMPAŞ, KOMBASSAN ve diğer Türk halk şirketlerinin üzerindeki sömürü sermayesinin derin güçler aracılığı ile yaptığı zulümleri kaldır, ya da orasını terk et! Zulmedenlerin aracı olmak için oralarda oturma; yoksa cehennemde ateşler üzerinde oturursun. Dursun Uyar Türk vatandaşıdır. Anayasaya göre siz onu başka devlete teslim edemezsiniz. Her gün basın ve yayın yoluyla ona hakaret edilmesine izin veremezsiniz. Ya bakan ol, ya da git. Sana ağabey tavsiyesi…
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-384 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-214 İstanbul, 25 Kasım 2006
AKEVLER, ECEVİT VE CHP-MSP KOALİSYONU
Sorunların ancak ilmî metotlarla çözüleceği sonucuna vardığımızda, İzmir’de Akevler Kooperatifi’ni kurmuştuk. Kooperatifimizin gayesi “çalışmada ve yaşamada birbirleri ile anlaşabilecek kimseleri bir araya getirerek aralarında iktisadi ve içtimai dayanışma ve yardımlaşmayı sağlamaktır” şeklinde ifade etmiştik. Büyük rağbet görünce, bunu ülkeye yaygınlaştırmamız gerektiğine kanaat getirdik ve bağımsız adaylıkları organize etmeye karar verdik. Necmettin Erbakan’ı destekledik. Sonra Millî Nizam Partisi’ni kurduk; kapattılar Millî Selâmet Partisi’ni kurduk. Ege’deki parti kuruculuğunu Akevler organize etmiştir.
1973 seçimlerinden önce MSP İzmir teşkilatı bütün partilerle diyalog kurma çabasında olmuş, Cumhuriyet Halk Partisi İzmir il teşkilatı buna yanaşmamıştı. Ancak ilçe teşkilatları arasında diyalog devam ediyordu. Konuşmalarımıza dinleyici olarak MHP’lilerin yanında CHP’liler de katılıyordu. Adalet Partisi ise sabote etmekle meşguldü. Ödemiş’e gitmiş, konuşma yapmıştık. CHP İlçe Başkanı ile de orada görüşme yaptık. Bize, “CHP ile koalisyon yapar mısınız?” diye sordu. “Bizim için bütün partiler eşit yakınlıktadır. Kiminle daha çok uzlaşırsak onunla koalisyon kurarız.” dedim. Sonra ilçe başkanımızdan öğrendim ki, o gün Sayın Ecevit’le görüşme yapmış ve bu görüşmeyi iletmiş. Ecevit de ertesi gün beyanat verdi ve işbirliği yapabileceklerini açıkladı.
Seçim kararı alınmış ve Erbakan konuşmaya İzmir’e gelmişti. Altan Öymen ve Cüneyt Arcayürek olmalı, tam hatırlamıyorum, iki gazeteci özel olarak il başkanlığımıza geldiler ve sordular. Biz de benzer cevap verdik. Seçim oldu ve Millî Selâmet Partisi anahtar parti hâline geldi.
Ecevit’in koalisyon teklifini Erbakan reddetti. Erbakan’ın teklifini de Demirel reddetti. Yeniden CHP-MSP kolalisyonu gündeme geldi. Sermayenin derin gücü sıkıntıda idi. MSP’nin koalisyona girmesini istemiyordu. Sonra çatışma dengesini kuramam diye de CHP-AP koalisyonu da istenmiyordu.
İki çözüm aranıyordu: 1. MSP’de Demirel’in gönderdiği adamları vardı. Onları tekrar AP’ye döndürmek istiyordu ama bunu da kolay başaramıyordu. 2. İkinci yol ise AP’den CHP’ye transfer yapmak suretiyle CHP hükümetini kurmak. Bunun için zamanla şartların oluşması isteniyordu. Hükümet kurulmalıydı. İşte bu sebeple de CHP-MSP koalisyonuna şiddetle karşı idi.
Erbakan-Ecevit görüşmesi başladı, tüm medya ayağa kalktı, sermayenin derin gücü devreye girdi ve bu koalisyonu önlemeye çalıştı. İzmir’den Akevler yine devreye girdi. Ömer Faruk Yeğdin, Dursun Aksoy, Ahmet T. Satoğlu ve Süleyman Karagülle tarafından Erbakan’ı destekleyen mektup gönderildi; sekiz sahifelik bir içtihat metniydi bu. Kur’an ve fıkha dayalı olarak CHP ile koalisyon yapılabilirdi. Bu mektuptan sonra MSP’deki muhaliflerin sesi kesilmiş ve CHP-MSP Koalisyonu gerçekleşmişti. Ondan sonra neler oldu?
Ondan sonra insanlığın bin yıllık tarihine etki edecek bir gelişme oldu.
Sermayenin derin gücü bir ülkede iki parti oluşturur; ikisi de kendilerindendir. Bugün ABD ve İngiltere’deki durum böyledir. Bunları çatıştırır. Dinlemeyeni kolayca indirir, dinleyeni başa getirir. Türkiye’de de bu işi CHP ile DP şeklinde yapıyordu. Güçlü olunca DP’yi yıkıyor ve paralıyor. Sonra CHP’yi güçlü yapıyor ve parçalıyor. Bu çatışmanın merkezine de dinsizlik ile dini koyuyordu. Sol din düşmanlığı yapıyor, aşırı sağ da sol düşmanlığı yapıyor. Merkez sağ da iktidar yapılarak dünya güllük gülistanlık olarak idare ediliyordu.
CHP-MSP Koalisyonu bu oyunu bozdu. İki parti uzlaşarak kararlı yönetimi oluşturdular. Çok da başarılı olan bir kabine oluştu. Anarşi durdu. Kıbrıs sorunu çözüldü. Ecevit’i dolduruşa getirip koalisyonu bozdurdular ama, artık olan olmuştu. Sonra Ecevit’e ceza verdiler ve tekrar iktidardan indirdiler.
Üniversitede Prof. Saffet Solak’la konuşan bir CHP’li, “Biz tekrar koalisyonu oluşturalım” der; o da “Biz bozmadık, siz bozdunuz.” der. “Ama Erbakan olmasın!” der. “Niçin?” diye sorar; “Bizimki onun yanında cüce kalıyor!” der. Yani, artık CHP’lilerle MSP’liler arasındaki buzlar çözülmüştü. Sömürü sermayesinin çenelerinden biri bağımsızlığını ilan etmişti. Bu durum burada kalmadı. O tarihlerde Humeyni Bursa’da sürgünde idi. CHP-MSP koalisyonundan örnek alarak o da solcularla işbirliği yaparak İran’daki şahlık saltanatına son vermiştir. Sonra Gorbaçov Türkiye ve İran denemesinden yararlanarak Rusya’da inkılap yaptı. Sonra yeryüzündeki tüm solcular değiştiler, din düşmanlığını bıraktılar ve iktidar oldular. Böylece Ecevit-Erbakan ittifakı tüm dünyadaki sermaye sömürü dengesini bozdu.
III. Bin Yılın Mimarı olarak Erbakan anılacaksa, Ecevit de hep hatırlanacaktır. Ecevit bu tutumunu daha sonra da sürdürmüş, Fethullah Gülen’in okullarını desteklemiş, son seçimi kaybedeceğini bile bile yapmıştır. Ecevit’in en büyük hatası MSP koalisyonunu bozmasıdır. En büyük suçu da, Merve Kavakçı olayında Meclis’i çalıştırmaz hâle getirmesidir ki; idamlık suç ve günah işlemiştir. Son bir hatırlatma daha yapabiliriz. Allah sevdiği kulların günahlarını âhirete bırakmaz, günahlarını bu dünyada çektirir. Cemal Gürsel de altı ay komada kalmıştır. Son aylarda hastahanede çektikleri Ecevit’e keffaret olmuştur. Bütün bunlara dayanarak cennette buluşacağımız ümidiyle uğurluyoruz. [Bülent Ecevit 11.11.2006’da defnedildi.]
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92