1967...1968...1969....AKEVLER 40 YILDIR ÇALIŞIYOR....2004...2005...2006
BİZLER ÇALIŞIYOR VE YENİ İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZLERİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ; BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
ADİL DÜZEN 388
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 23 Aralık 2006 Fiyatı: www.akevler.org veya www.adilduzen.com’a tıklamak!
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 388. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Hedefimiz; “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, Reşat EROL
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ
İHSAN EMCİ VEFAT ETTİ!
TEKE TEK’te ATİLLA YAYLA ile DOĞU PERİNÇEK!
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 50. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ اتَّبِعُوا مَا أَنزَلَ اللَّهُ قَالُوا بَلْ نَتَّبِعُ مَا أَلْفَيْنَا عَلَيْهِ آبَاءَنَا أَوَلَوْ كَانَ آبَاؤُهُمْ لَا يَعْقِلُونَ شَيْئًا وَلَا يَهْتَدُونَ(170) وَمَثَلُ الَّذِينَ كَفَرُوا كَمَثَلِ الَّذِي يَنْعِقُ بِمَا لَا يَسْمَعُ إِلَّا دُعَاءً وَنِدَاءً صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لَا يَعْقِلُونَ(171) يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا كُلُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ وَاشْكُرُوا لِلَّهِ إِنْ كُنتُمْ إِيَّاهُ تَعْبُدُونَ(172) إِنَّمَا حَرَّمَ عَلَيْكُمْ الْمَيْتَةَ وَالدَّمَ وَلَحْمَ الْخِنزِيرِ وَمَا أُهِلَّ بِهِ لِغَيْرِ اللَّهِ فَمَنْ اضْطُرَّ غَيْرَ بَاغٍ وَلَا عَادٍ فَلَا إِثْمَ عَلَيْهِ إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ(173)
وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ (Va EiÜAv QIyLa LaHuM) “Onlara kavl olunduğunda.”
91. âyette, “Onlara ‘Allah’ın inzâl ettiğine iman edin’ dendiği halde, onlar ‘biz bize indirdiğine iman ederiz’ derler.” denmişti. Burada da aynı şey dendiğinde, “Biz babalarımızı bulduğumuz şeylere iman ederiz derler.” denmektedir. Buradaki bu “Ve” harfi oraya atıfta bulunmaktadır. Orada “kendilerine kitap verilenlere” denmiş, burada ise “tâbi olunan zalimlere” denmektedir. Tâbi olanlara, zalimlere tâbi olmayın, Allah’ın inzâl ettiklerine tâbi olun dendiği zaman, onlar; “Biz babalarımızdan gördüklerimize tâbi oluruz demektedirler.”
“İZ” gelmiş olması, onlara bunun denmesi gerektiğini ifade eder.
-Kim diyecektir?
İşte mü’minlere düşen vazife budur.
‘Biz “Adil Düzen”de çalışamayız!’ diyenlere bunlar diyeceklerdir. Siz diyeceksiniz.
‘Gelin, Kur’an ne diyorsa onu yapalım.’ dediğimiz zaman, onlar cari sistem ne ise onu yapmaktadırlar. Bizden evvelkiler ne yaptılarsa, bunlar da onu yapıyorlar. Yeniliğe kapalıdırlar. Bizimle onlar arasında Kur’an hakem olmalıdır, Allah’ın inzâl ettiği hakem olmalıdır.
-Bu nasıl olacaktır?
Şüphesiz bu, Kur’an’ı bugün nâzil olmuş gibi okumak ve üzerinde müzakere etmekle olur. İçtihat farklılıkları olabilir. Herkes kendi içtihadı ile hareket edecek ama içtihadını yapacaktır. İçtihat yaparken biz onların sözlerini dinlemeliyiz, onlar da bizim sözlerimizi dinlemelidirler. Bizim AK Parti ve Saadet Partisi’nden istediğimiz budur. Bizim sözümüze kulak verecekler ve kendi içtihatları ile en iyisine uyacaklardır. Diyebilirler ki; biz herkesi nasıl dinleyeceğiz? Ona göre içtihat müessesesini kuracak ve herkesi dinleyeceksiniz. “Adil Düzen” size istişare müessesesini öğretir. Ama onun için de dinlemeniz gerekir. Bu partilere bizim katkımız olmasaydı yine de fazla bir şey deme yetkimiz olmazdı. Oysa onlar bizi yakından tanıyorlar ama dinlemiyorlar!
اتَّبِعُوا مَا أَنزَلَ اللَّهُ (EitTaBıGUv MAv EanZaLa elLAHu)
“Allah’ın inzâl ettiğine tâbi olun.”
Allah’ın inzâl ettiği nedir? Burada eğer “Ellezî Enzelellahu” olsaydı, kastedilen Kur’an olurdu. Ama burada inzâl olunan sadece Kur’an değildir, bütün inzâl olunandır. O halde inzâl olunanları tesbite çalışalım.
a) İnzâl olunan Kur’an’dır. Önce Kur’an her gün herkes tarafından okunacaktır. Her rekatta birer âyet de olsa, günde en az 10 âyet okunacaktır. Bu farzdır. Ancak okuma şöyle yapılacaktır. Önce Kur’an’ın Arapçası okunacak, sonra onun Osmanlıca tercümesi okunacak, hattâ gücü yetenler yapacak, sonra onun Türkçeleştirilmiş şekli okunacak, ondan sonra da onun üzerinde düşünülecek, yorumu yapılacak. Bunu kişiler ayrı ayrı kendileri yapmaya çalışacaklar. Sünnet namazları budur.
b) İnzâl olunan istişare ile sabit olmuş mânâsıdır. Müslümanlar bir araya geleceklerdir. On-yirmi kişi, kadın-erkek birlikte olacak, Kur’an Arapça okunacak, Osmanlıcaya tercüme edilecek, Türkçe meali okunacak. Ondan sonra da âyet üzerinde istişare yapılacak. Sıra ile konuşacaklar. Herkes kendi görüşü ile diğerlerine müşavir olur. Cemaat de ona müşavir olur. İstişare esnasında kişilere doğan mânâlar inzâldir. Herkes ona göre amel edecektir. Orta işlerde başkanın istişarî kararı cemaati bağlar. Çünkü başkan vekil olarak onlar adına karar vermiştir.
c) Aramızdaki fakihlerin ve rasihlerin Kur’an ilimlerini ve bugünkü ilimleri öğrendikten sonra yaptıkları yorumlar bize inzâl olunandır. Şöyle ki, altı mertebe vardır. Herkes kendi mertebesini tesbit ederek ona göre amel eder. Fakih ve rasihlerin içtihatları da inzâl olunandır. Hatadan sorumlu değiliz. Ümmiler doğal velilerine tâbi olurlar. Bunlar müçtehitlerini de seçemeyenlerdir. Sailler ise kendi müçtehitlerini seçerler ve onların nezaretinde amel ederler. Âmiller kendi müçtehitlerini seçerler ve onlardan izin aldıkları işlerde amel ederler. Zâkirler rasih veya fakihlerden birini seçer ve onun fetvaları ile amel ederler. Kendisine tâbi olanlara onunla fetva verirler. Yüz yüze görüşmeleri gerekmez, kitaplarını okumak durumundadırlar. Müçtehitlerinin sağ olması gerekmektedir. Ölülerin içtihatlarına tâbi olamazlar. Fakihler ise ehli tercihtirler. İçtihat yapabildikleri yerlerde kendileri yaparlar, yapamadıkları yerlerde de diğer müçtehitlerden birinin o konudaki içtihadını tercih ederler. Bunlar ölü müçtehidin içtihatlarını da tercih edebilirler. Rasihler ise kendileri içtihat yaparlar, diğer müçtehitlerle sadece istişare etmiş olurlar. İşte bu da inzâl olunandır.
d) Yukarıda sayılan inzâl olunanlar sünnet gibidir, kişilerden kişilere değiştiği gibi zamanla da değişebilecektir. Hata ihtimali her zaman vardır. Devamlı dikkat içinde olunmalıdır. Ama bunun yanında icmalarda hata ihtimali kabul edilmez. Bir defa icma olmuşsa artık o hatasızdır demektir. Zamanın değişmesi neticesinde değişebilir, ama onu değiştirmek de yine icma ile olur. Âmiller ocakta icma ederler. Zâkirler bucakta icma ederler ve onları bağlar. Fakihler ilde icma ederler ve onları bağlar. Rasihler ülkede icma ederler ve halkını bağlar. Bütün ülkelerin rasihleri ayrı ayrı icma etmişlerse, icmaların icmaı olmuşsa, bu icma âyet gibidir, bütün insanlığı bağlar. Bu icma Kur’an ve kesin müsbet ilme dayanıyorsa, artık o zamanla değişmez diyenler vardır. Kimi de geçmişte ihtilaf edilmemişse o zaman değişmez diyorlar. Biz de buna uyuyoruz. Değişmediğine de icma olması gerekir. Üç kere üçün dokuz ettiğinde böyle icma vardır. Doğal sayılarda bu değişmez.
İşte, Adil Düzen Çalışanlarının görevi bu inzâllere tâbi olmak, diğer insanları da bu inzallere tâbi olmaları için uyarmaktır. Buradaki “M” Kur’an’ın dışındaki Tevrat, İncil, Veda ve Avestaları da içerir. Müçtehitler onları da bilmelidirler. Sünnet ve fukaha içtihat ve icmalarını da bilmelidirler. Bunu ayrı ayrı bir rasihin bilmesi imkansızdır. Onun için işbölümü yapacak, her müçtehit kendi konusunda çalışacak, sonra bir araya gelerek istişare yapacak ve bilgileri aktaracaklardır. Bu sebepledir ki fakih ve ehli zikirler genel çoğulla çoğullandıkları halde, rasihler müzekker kurallı çoğulla çoğullanmıştır, “rasihûn” denmiştir.
قَالُوا بَلْ نَتَّبِعُ مَا أَلْفَيْنَا عَلَيْهِ آبَاءَنَا (QAvLUu BeL NatTaBiGUv MAv EaLFayNAv GaLaYHı EAvBAEanAv)
“Biz babalarımızda ülfet ettiklerimize tâbi oluruz.”
Bugün buna tutuculuk diyoruz. Yapılan yeniliklere karşı çıkmak, değişmelere direnmek demektir.
Allah doğayı denge üzerine kurmuştur. Genel evren kanunu vardır. Etki tepkiye eşittir. Yeni bir şey geldiği zaman halk önce karşı çıkar, yenilik istemez. Ama yenilik getirenler sabrettikçe ve getirilen de iyi ise yavaş yavaş değişenler cephesine geçilir. Yeterince değişme olduğunda da dengeye gelir ve değişmeler yerleşir. Ama getirenler sabırsız ise onlar da vazgeçerler, böylece yenilik gelmemiş olur.
“Adil Düzen”in hikâyesi böyledir.
Millî Görüşçüler hemen geri çekildiler. Sonra “Adil Düzen”in oyunu kaybettiler, kaybolan oyları AK Parti topladı ama o da “Adil Düzen”e sahip çıkmadı. Böylece o cephede “Adil Düzen” karşıtlığı doğdu.
“Mâ Elfeynâ Âbâenâ” dendi. İzmir Akevler de direnemedi. Bırakmadı ama cihadına devam edemedi.
Şimdi İstanbul Akevler bu işe sahip çıkmıştır, devam etmektedir.
Allah’ın nurunu kimse söndüremeyecektir. Vazgeçenler olursa, Kur’an’da deniyor ki; sizi başkaları ile değiştiririz, sonra onlar sizin gibi olmazlar. Biz elimizden geleni yapıyoruz.
Akevler Yenibosna’nın başarısı, “Adil Düzen” çalışmalarının internete girmesini ve yazılı hâle gelmesini sağlamasıdır. Kendileri daha ileriye gidemeseler bile, sadece bu hizmetleri bile onlara yeter.
Hazreti İsa’dan önce Hazreti Zekeriya geldi, Hazreti Yahya geldi. Biz bizden sonra geleceklere imkan hazırlamış oluyoruz. Kur’an’dan evvel Tevrat geldi, İncil geldi. Allah hiçbir ameli zayi etmez.
“ÜLFET” kelimesi lif kelimesinden gelişmiştir. Lif, iplik teldir. Ülfet, birbirine sarılıp güçlenme demektir. Topluluk ancak bunlarla yaşar. İnsan topluluğu evrimleşecek şekilde yaratılmıştır.
Evrime uymayanlar sonunda yok olup giderler. Son beşyüz yılın yönetimdeki evrimini takip edelim.
Önce derebeylik vardı. Onlar kalktı, yerine krallık geldi. Krallık içinde yer almayan derebeyleri yok olup gittiler. Sonra krallıklar kalktı, cumhuriyetler geldi. Cumhuriyete uyamayan krallıklar tasfiye oldu. Sonra cumhuriyet evrimleşti, demokrasi geldi. Demokrasiye ayak uyduramayan cumhuriyetler dağıldılar.
Şimdi “ekseriyet demokrasisi”nin yerini alan demokrasi doğmaktadır. Buna “Adil Düzen” diyoruz. “Adil Düzen” demek, denge demokrasisi demektir. Çoğulcu sistem de denge demokrasisidir. Yerel yönetimlerle merkezi yönetimler arasında dengenin kurulmasıdır. Ülke ve ulusun bölünmez bütünlüğü korunmak şartıyla yerinden yönetimin, bağımsız yerel yönetimin gerçekleştirilmesi “Adil Düzen”dir. Buna ayak uyduramayanlar tasfiye olacaklardır. Yenilik demek sadece değişme demek değildir, ileri olma demektir.
Cumhuriyet inkılaplarının en önemli işi, halkımıza çoklu yaşayışı benimsetmedir. Şapka örtmeyen topluluğa bunu yapabilme yeteneğini kazandırmadır. İçtihat kapısını kapatan topluluğu içtihada zorlamadır.
Henüz inkılâplar başarıya ulaşmış değildir. Hâlâ Avrupalıların hazırlattığı kanunları Meclis’ten geçirerek iş yapıyoruz. Türkiye’de sömürücü tekel sermayenin oluşturduğu örgütler vardır. Tekel sermaye tarafından ABD’deki Yahudilerin lehine hazırlanan kanunlar Avrupa Birliği’ne gider, onlar da Türkiye’ye gönderirler. Hükümet onu Bakanlar Kurulu’ndan geçirerek Meclis’e gönderir, Meclis de bunları parti disiplini içinde kanunlaştırır. Demek ki inkılâplar hâlâ içtihat kapısını açamamıştır.
İşte bunu “Adil Düzen” yapmaktadır, İstanbul Akevler yapmaktadır, Yenibosna Akevler yapmaktadır.
“Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası” tüm anayasalara alternatif olarak hazırlanmıştır. Marks’ın Kapital’inden çok ileridedir. Çünkü Marks sermayeyi devreden çıkarmış, yerine yine tekelci ve yine kuvvete dayanan devleti yerleştirmiştir. Marks bunun farkındadır. Bunu kamufle etmek için getirilen sosyalizm geçicidir, sonra komünizm gelecektir demiştir. Ama komünizmi bir ütopik dünya olarak tanımlamıştır.
“Adil Düzen” ileri bir düzendir. Doğal düzendir. Gerçek kuralları içerir.
“Adil Düzen” karşısında yer alan tutucular kimlerdir?
a) Kapitalistler “Adil Düzen”den hoşlanmıyorlar, çünkü sömürüleri son buluyor.
b) Sosyalistler “Adil Düzen”den hoşlanmıyorlar, çünkü bunların da iktidarları son buluyor.
c) Kendilerine demokrat diyen karmacılar da “Adil Düzen”den hoşlanmıyorlar. Çünkü ekseriyeti baskı altına alarak iktidarı ve sermayeyi ellerinde bulunduran sınıfın baskısı son buluyor. Diktatör artıkları olarak onlar da direniyorlar.
d) Gelenekçi dindarlar da “Adil Düzen”den hoşlanmıyorlar. Çünkü onlar dini sadece mabetlere kapattılar, dünya işlerini ise keyfî olarak zevk içinde yürütüyorlar.
“Adil Düzen” ne yapıyor? Allah’ın inzâl ettiklerini ortaya koyuyor ve insanları bu çözümlere çağırıyor.
Görülüyor ki, ister lâikler olsun, ister dinciler olsun, hepsi “Adil Düzen”e karşı cephe almışlardır.
Necmettin Erbakan toplantılarda saatlerce “Adil Düzen”i anlatıyor, Millî Görüşçü tek bir Allah’ın kulu “Adil Düzen” kelimesini bile ağzına almıyor! İşte Allah bize bunlardan haber vermektedir.
أَوَلَوْ كَانَ آبَاؤُهُمْ (Ea Va LaV KAvNa EAvBAEuHuM) “Babaları şöyle olsaydı bile mi?”
İşte, ister kapitalistler olsun, ister sosyalistler olsun, ister ekseriyet demokratları olsun, ister dinciler olsun, bunların “Adil Düzen”e karşı çıkmalarını Allah cevaplandırıyor. Ya onlar yanlış yolda idilerse. Siz kendinizi düşünün, kendiniz içtihat edin. Deneyin, araştırın. Ona göre değişin ve yeniliğe uyun.
Kaldı ki burada babadan maksat çok gerilere gidilen baba değildir. Eğer bir topluluk bugün yaşıyorsa o topluluğun geçmişinde mutlaka doğru olduğu zamanlar olmuştur. Arabistan’da yaşayanlar için bu Hazreti İbrahim ve Hazreti İsmail zamanıdır. Yahudiler için bu Hazreti Musa zamanıdır. Hıristiyanlar için bu Hazreti İsa zamanıdır. Kur’an dincileri için bu asrı saadettir, ilk dört asırdır. Ondan sonra ne olmuş? Zamanla bozulmuş ve yakın tarihte bâtıl üzerinde birleşmiş olabilirler. O halde biz atalarımızdan devraldığımız şeriatı veya düzeni iki bakımdan ele almak durumundayız. Biri, evrim dolayısıyla artık eskiyen taraflar var mıdır? Günümüze uyacak şekilde yeniden ele almak zorundayız. İkincisi ise başlangıçtaki doğru yoldan yakın atalarımız sapmışlardır. İşte biz bunları araştırmak durumundayız. Bin sene önce yapılan içtihatları babalarımız acaba doğru anladılar mı?
لَا يَعْقِلُونَ شَيْئًا (LAv YaGQıLUvNa ŞaYEan) “Bir şeyi akledemezler.”
Buradaki “bir şey” tamim için değil de içlerinden bir veya birkaç tanesi de olsa “akledememiş” olabilir. Yani, yanlış yapmış ve gözden kaçırmış olabilirler. O şey de kilit nokta olabilir. Atladıkları olabilir. Çünkü insanlar hata etmez değildirler. Bu takdirde tüm sistem çökebilir. O halde Allah’ın her asırda, her topluluğa ve her kişiye inzâl ettiğine göre davranılması gerekir. Biz Allah’ın inzâline sorarız, o bize atalarımızın yaptıklarından doğru olanla yanlış olanı ayırır, doğrulara uyarız ve yanlışları atarız.
Mustafa Kemal inkılâplar yaptı. Biz o yaptı diye kabul etmeyiz. Bu şirktir. Doğru yaptıklarını alırız, yanlış yaptıklarından düzeltilecek kadar olanları düzeltiriz, düzeltilemeyecekleri atarız.
Burada “akledemedikleri” derken, bilemedikleri ve anlayamadıkları değil de, akıllarına gelmemiş olabilir denir. Yahut hata yapmış olabilirler. Bunun anlamı şudur. Biz bizim atalarımızın yaptıkları yanlışları düzeltirken, onlara karşı gelme, onlara isyan etme şeklinde değil de; eksik bıraktıklarını tamamlama şeklindedir.
Mustafa Kemal ne diyor? ‘Birinci vazifen Türk Cumhuriyetini ve istiklâlini muhafaza ve müdafaa etmektir. Yegane vazifen budur.’ Öyleyse inkılâplar bunun içindir, cumhuriyet ve istiklâl içindir.
Eğer inkılâplar bunu yapmıyorsa elbette onları bırakacağız. Mustafa Kemal Türk ordusuna lâikliği değil, Türkiye devletini emanet etti. Eğer lâiklik Türk devleti için zararlı ise elbette onu bırakacağız. Biz onu devletimize yararlı olacak şekilde tanımlıyoruz. Mustafa Kemal tanımlamadı ama o zamanki düşünürler tanımladı. O tanım bize yararlı ve doğru ise kabul ederiz, yoksa yeniden tanımlarız.
وَلَا يَهْتَدُونَ(170) (Va LAv YaHTaDUvNa) “İhtida etmemiş olabilirler.”
“İhtida” yol bulup hedefe ulaşma demektir.
İnkılâplar yaptık. Niçin yaptık? Muasır medeniyetin fevkine çıkmak için yaptık. Peki, çağdaş uygarlığın üstüne çıktık mı? Hayır! Bunun böyle olduğunu herkes itiraf ediyor. O halde inkılâplar bizi hidayete götüremedi.
Yapacağımız nedir? Muasır medeniyetin fevkine çıkmak için oturup yeniden düşünmek. Yanlışları ve doğruları ayıklamak. Sonra yeniden denemek. Başarırsak sürdürmek.
Başaramazsak elbette o zaman biz yine oturup düşünecek ve daha başka bir yol arayacağız.
Müsbet düşünme budur. Denemek ve sonuçlara göre yeni adımlar atmak.
İşte biz 1960’larda bunu gördük. Gördük ki Cumhuriyet Halk Partisi’nin tek partili sistemi bizi muasır medeniyetin fevkine çıkaramadı. Demokrat Parti’nin ikili parti sistemi de bizi muasır medeniyete ulaştıramadı. Cemal Gürsel’in ve Kenan Evren’in ekseriyet demokrasisi de bizi muasır medeniyetin fevkine çıkaramadı.
İşte bundan dolayı biz “Adil Düzen” diye yeni bir sistem geliştirdik. Anayasa ekseriyeti ile iktidar olduk. Baktık ki bu da bizi muasır medeniyetin fevkine çıkarmıyor. Şimdi “Adil Düzen”i yeniden ele aldık ve sıfırdan başladık. Yenibosna; İzmir Akevler çalışmalarının, sıfırdan başka yerde yeniden ele alınmasıdır.
“Babalarımız, atalarımız” derken, onların ölmüş olması gerekmez. Benim gibi yaşı seksene dayanmış olanlar hata yapmıştır, eksik kalmıştır. Siz bize bakarak ne dersek onu yapmamalısınız. Millî Görüşçülerin hatası budur, sadece Erbakan’a bakıyorlar. O zaman ne oluyor? Bakmayanlar çıkıp ayrı parti kuruyorlar. İkisi de hatalıdır. Erbakan’a karşı olmadan, onun başkanlığına saygı göstereceksin ama sen içtihadınla hareket edeceksin.
Bu âyetler çağımızdaki insana şunu anlatıyor. Taklit yoktur. Ne içeride ne de dışarıda birini taklit edemezsin. Tüm halk içtihat edecektir. Müçtehidini seçerken içtihat edecektir. İşte o zaman muasır medeniyetin üstüne çıkılır. Tarihteki bütün uygarlıklar böyle doğdu. İçtihat ve icma tek çıkar yoldur. Gelecek bin yılların uygarlıkları Kur’an’ın bu yeni yorumlarına dayanmaktadır.
Bu âyet hem taklidi reddeder, içtihadı ve icmayı vacip yapar hem de ataları taklit etmeyi reddeder. Mustafa Kemal ve arkadaşları nasıl sultanları taklit etmedilerse, biz de onları taklit etmeyeceğiz. Yeniden ele alıp tekrar tekrar kendi aklımızla karar vereceğiz. Mustafa Kemal ne diyor? ‘Elimizde tuttuğumuz meşale müsbet ilimdir’ diyor. Lâikliktir demiyor, inkılâplardır demiyor. Onlara açıkça temas bile etmiyor.
***
وَمَثَلُ الَّذِينَ كَفَرُوا (Va MaÇaLu elLaÜIyNa KaFaRUv) “Küfretmiş olanların meseli.”
Bundan önce 17. âyette “Ve Meseluhum” diyerek münafıkların meselini anlatmıştır.
Burada ise küfredenlerin meselini anlatmaktadır. Buradaki yakın atıf ise biz babalarımızı üzerinde bulduğumuz şeylere uyarız diyenlerdir. Bunları kâfir olarak tasvir ediyor, yahut onların içinde kâfir olanlar vardır. Ne kadar anlatırsanız anlatın, kulak vermez ve duymuş olarak kendilerini göstermezler.
كَمَثَلِ الَّذِي يَنْعِقُ (Ka MaÇaLi elLAÜIy YanGIQu) “Na’keden kimsenin misaline benzer.”
17. âyette “ateş yakan kimseye benzer” deniyordu. Burada da “na’keden kimse” diyor.
Bu kelime Kur’an’da bir defa sadece burada geçer. “NAKA” kelimesi ile akrabalığı vardır. Develere komut verme demektir. Hayvanlar çeşitli seslerle dürtülürler. Değişik dillerde farklıdır. Mesela, tavuklar Türkçede cu cu diye çağırılırlar. Arapların da develere nak nak demiş olmaları gerekir.
“Bi” harfi ta’diye için gelir. Hayvanı sopayla veya yularla götürürsünüz, önüne merkep koyarsınız, o ona tâbi olur. Merkebin ayakları incedir, kumlarda daha kolay batar. Develer onun peşine takılarak giderler. Eşek kumlara batmıyorsa, kendileri hayda hayda batmazlar. Kumlardan çok bataklıklarda bu durumla karşılaşılır.
Mesela, ‘gel gel’ çağırma şeklinde develer insana doğru gelebilirler.
Burada kâfirlerin misalini o develere benzetmektedir. Yani, kâfirlerin çağrılarının misali anlamındadır. “Meselu duae ellezîne keferû” demek olmaktadır. “Kıyle Lehum” denmişti. O söylenenler burada akdedilenlerdir. Buradaki “Mâ” küfredilenlerin benzetildiği şeydir.
بِمَا لَا يَسْمَعُ إِلَّا دُعَاءً (Bi MAv LA YaSMaGu EilLav DuGAvEan)
“Duadan başka bir şey sem’etmezler.”
İnsanlar kendi isimlerini en önce bellerler. Daha konuşmasını bilmeden çocuğu kendi ismi ile çağırdığınız zaman sizin tarafınıza döner. İnsanın beynine bu yazılır. Hayvanlarda da böyle bir meleke vardır. Kendilerini adlarıyla çağırdığınız zaman onu duyar ve o sese yönelirler.
Bu hususta fazla araştırma yapılmamıştır. Ancak pratikte büyük baş hayvanlara, atlara, köpeklere isimler takılır ve bununla çağırılırlar. Ayrıca hayvanlar kendilerine mahsus seslerle dürtülürler. Bunu yavru iken analarının davranışları ile öğrenmektedirler. Bu husus iyi bir araştırma konusudur.
Kâfirler de kendilerine bir söz yönelttiğiniz zaman onun kendilerini muhatap aldığını bilmeyebilirler. Ancak bütün sorun o çağrılar hayvanlara fazla bir şey öğretmez. Kâfirler de söylenenler üzerinde durmazlar.
Burada önemli olan tutucuların kâfir olarak belirlenmesidir.
Adil Düzen Çalışanları bu sağırlıktan kendilerini kurtarmış kimselerdir. Yenibosna’daki market denemeleri, bundan önceki Ahşap evler denemesi, Kırgızistan girişimleri hep tutucu olmadığımızın delildir.
Sonuç başka bir şeydir. Ondan biz sorumlu değiliz. O denemeler de kendilerine göre meyve vermiştir.
وَنِدَاءً (Va NiDAEan) “Ve nidadan başkasını duymazlar.”
Burada dua ve nida “Ve” harfi ile getirilmiştir. İkisi bir işlemin vasfıdır. “Ev/veya” gelseydi, dua ayrı nida ayrıdır. Hayvanların seslere karşı duyarlığı, canavarların çıkardığı seslere karşı duyarlığı, yahut yavrularına karşı çıkardığı seslere karşı duyarlığı gibidir. Mekaniktir ve reflekstir.
Bunlar insanlarda alışkanlık şeklinde ortaya çıkar. Hayvanlara hitap etmekle kâfirlere hitap etmek arasında fark yoktur. Çünkü onlar akılları ile değil de, silahla da olsa alıştırıldıkları ile hareket ederler. Baskılı eğitim bunun için yapılmaktadır. Kendilerinden başka bir şeyi dinlemeyecek, başka her şeye kulaklarını tıkayacak, makineleşmiş insan isteyenler kapalı tek tür eğitim yaparlar. Tek tür eğitim insanları hayvanlaştırmaktan başka bir şey değildir. Başlangıç yıllarında aldıkları eğitimi hayatları boyunca bırakamazlar.
Bu sebepledir ki Kur’an’ın önerdiği açık eğitimdir. Yani, çocuk ve halk her şeyi duyacak, her şeyi görecek ve kendi aklıyla doğrusunu tercih edecektir. Kendisini öyle yetiştirecek ve öyle alıştıracaktır.
Ne var ki insanların çoğu değişik şeyleri birleştirerek sentez yapamaz. Bunun için de kişilere sentez yapanları seçme hakkı verilmiştir. Kişi kendi seçtiği müçtehidin içtihatlarına göre hareket eder. Ama karşı mezheplerin görüşlerini de bilir. Anlayabildiği kadar delillerini anlar. Bu kendisinin içtihat yapmasına imkan vermese de müçtehidini seçmede yardımcı olur. Müçtehidini de seçmeyen kimsenin müçtehidini kendisinin seçtiği velisi seçer. Dayanışma ortaklığı budur. Onu da yapamıyorsa, doğal velisi yani anne babası veya yakınları seçer. Şeriat düzeninde, demokrasi düzeninde yöneticilerin seçmesi sözkonusu değildir. O zaman demokrasi olmaz, dikta olur. Öğrenme serbest olacak, birlik sağlamak için de imtihanlar ortak yapılacaktır. Tevhid-i Tedrisat Kanunu böyle anlaşılmalıdır. Türk halkında doğan aşağılık duygusu bu aktif eğitime tâbi tutulmayışıdır. Adil Düzen Derslerine muhaliflerin katılmasını ve itiraz etmelerini bunun için nimet biliriz, şükrederiz.
صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ (ÖumMun BuKMun GuMYun) “Summ, bukm, umydürler.”
17’inci âyetten sonra gelen âyette bu kelimeler aynen tekrar edilmiştir. Münafıklar gibi kâfirler de dilsiz, sağır ve kör olarak vasıflandırılmıştır. Münafıklar da kâfirler de aynı kategoridedirler. Kendilerine göre çıkarları vardır. Münafıkların maddi çıkarları vardır. Kâfirlerin ise atalarına bağlılık taassupları vardır.
Sağırdırlar, söylenenleri duymazlar. Sen söylersin, bir kulaktan girip öbür kulaktan çıkar.
Adil Düzen Çalışanı her söze kulak verecektir. Kim söylerse söylesin, ne kadar yanlış söylerse söylesin, mutlaka o sözü değerlendirmelidir, işitmelidir, anlamalıdır. Mü’min budur. Kâfir ve münafıkların ortak vasıfları da; sen söylersin cevap vermezler, sanki dipsiz kuyuya attığınız taş gibidir. Ses gelmez, cevap gelmez.
Bizim yazdıklarımızı okumayanlar sağırdır, bize cevap vermeyenler dilsizdir. Aynı zamanda kördürler de, yaptıklarımızı da görmezler. ‘Akevler ne yaptı?’ derler. Oysa Akevler’de tüm bugünkü hareketlerin temeli atılmıştır. Bir zamanlar İslâmiyet’te lâiklik yoktur, demokrasi yoktur diyenler, şimdi bunların savunucusu olmuşlardır. Papa’ya karşı çıkanlar, zafer kazanılınca bizden fazla papacı olacaklardır. Biz o din mensuplarının hatalarını yazıp anlattık. Onlar yarın onlar gibi olan insanlara ve mezarlara tapacaklardır.
Zaten bugün de farklı bir şey yapmıyorlar. Onların gözleri yalnız helal-haram demeyip para kazananları görüyor, haklı-haksız demeden iktidar olanları görüyor. Onlar Allah’ın en büyük nimeti olan ilim yapanları görmüyor. Görmezler, çünkü onlar ya kâfir ya da münafıktırlar. Onların da elbette yaptıkları doğru ve iyi işler vardır. Bugünkü Türkiye’ye katkıları vardır. Bizim onları görmemiz gerekir. Türkiye’nin 1990’lardan 2000’lere nasıl geldiğini düşünürseniz, herkesin bunda katkısı vardır. Bunları görmemiz ve kör olmamamız gerekir.
فَهُمْ لَا يَعْقِلُونَ(171) (Fa HuM LAv YaGQıLUvNa) “Onlar akletmezler.”
17’inci âyetten sonra gelen âyette “Fehum Lâ Yerciûn” denmektedir. Burada ise “Fehum Lâ Ya’kılûn” denmektedir. “Münafıklar rücu etmezler” diyor, “kâfirler akletmezler” diyor. Çünkü münafıklar düşünmüş ve öğrenmişler, gerçeği görmüşlerdir ama gerçeğe dönmüyorlar; bilerek dönmüyorlar. Kâfirler ise gerçeği öğrenmek istemeyenlerdir, kulak vermeyenlerdir, isteyerek bilmeyenlerdir. Bunlar kâfirdir. Onlar ise kulak verir, söylenilenleri anlarlar ama bildiklerinden vazgeçmez, körü körüne karşı olurlar.
Bundan önceki âyette de ataları bir şey bilmeseler bile mi? derken “LâYa’kılûn” denmiştir. Görülüyor ki, bölünmede âyetin bir kısmı 17’nci âyetin bölünmesinden doğmuştur. Orada “rücu’” kelimesini başka âyetten almış, burada da “akleden” kelimesini 17’nci âyetten bölüşmüştür. Böyle karşılaştırmalar yapılarak ileride tüm Kur’an Fatiha’da yaptığımıza benzer şekilde ikili bölünmelerle Kur’an’ı oluşturabiliriz. İnsanın kromozomlarını temel alarak insanın da bu şekilde oluşmuş olduğunu anlarız. Böylece Kur’an ile insan arasında bir analoji oluşmuş olur. Kim bilir, belki de kaç bin yıl sonra ulaşılacak bu buluşlar Kur’an’ın o günkü mucizesi olacaktır.
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا (YAv EayYu HalLaÜIyNa EAvMANUv) “Ey iman etmiş olanlar.”
Bundan önceki 168’inci âyette “Ey nâs” denmiş ve insanlara nelerin helâl edildiğini bildirmiştir.
Burada da “Ey iman edenler” denmiş ve onlara nelerin helal olduğu bildirilmiştir. Bundan önce en yakın olarak “Ey iman edenler, sabır ve salâtla istiane edeniz” denmiş, mü’minlere cihatta dayanıklı halde olmalarının yollarını göstermiştir. Burada da mü’minlerin yiyeceklerini nâsın yiyeceklerinden ayırmaktadır.
Mü’minler seçilmiş kimselerdir. Onlar kendilerini adamışlardır. Mallarını ve canlarını Allah’a satmışlardır. Artık onlar kendi malları ve kendi bedenleri üzerinde tasarrufta bulunamazlar. Malları ve canları Allah’ın kendilerine emanetidir. Onu ona göre korumak durumundadırlar.
كُلُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ (KuLUv MıN OayYıBATı MAv RaZaQNAvKum)
“Size rızıklandırdığımızın tayyibatından eklediniz.”
Nâs âyetinde yeryüzünde ne varsa hepsini helal ve tayyib olarak eklediniz denmiştir. Burada size rızık verdiğimizden tayyib olanı eklediniz denmiştir. Orada bütün nâsa hitap etmiştir. Mü’minler de onların içinde yer alırlar. Burada ise mü’minlere daha fazla şeyler haram edilmiştir. Nitekim İsrail oğullarına da İsrail’in haram ettikleri haram edilmiştir. Yeryüzünün hilafet görevini yüklenenler artık serbestliklerini kısmak zorundadırlar. Müslimler için serbest olanlar, mü’minler için serbest değildir. Mesela sigara içmek serbesttir, isteyenler içer ve erken ölebilirler veya hastalıklı yaşayabilirler. Mallarını ve canlarını Allah’a satmamış oldukları için kendi mallarında ve bedenlerinde istediklerini yapma hakları vardır. Oysa mü’minler sigara içemezler, içki içemezler, domuz eti yiyemezler, kumar oynayamazlar. Bunları yapan olursa İslâm ordusundan ihraç edilir.
“Size rızık olarak verdiğimiz”in mânâsı iki şekilde yorumlanır.
1) Helal olanı yeyiniz, başkalarının haklarına tecavüz etmeyiniz. Halktan vergi alırken beşte, onda, yirmide, kırkta birlerden fazla almayınız. Kimsenin özel mülküne dokunmayınız, insanları zorla çalıştırmayınız. Herkesin zekattan olan paylarını veriniz anlamındadır. Yani, yöneticilerin vergi payları Kur’an’da belirtilmiştir. Kimse onu artıramaz. Halkın özel mülküne dokunamaz. Hakemlerin kararı ile sınırlar belirlenir.
2) Bir başka mânâsı da, Allah sizin için neyi rızık yapmışsa onu yeyin, mesela dana eti size rızıktır ama ayı eti değildir. Sizin bedeni yapınız onları sindirecek şekilde yaratılmamıştır. O halde rızık olmayan şeyleri yemeyiniz, içki içmeyiniz, zararlı olanları kullanmayınız. Sizin olmayan bedeninizi sağlam tutunuz, emanete hıyanetlik etmeyiniz.
وَاشْكُرُوا لِلَّهِ (Va uŞKuRUv elLAHa) “Ve Allah’a şükrediniz.”
Hamdetmek ile şükretmek arasında fark vardır. Hamdetmek kalble ve dille olur. Ona karşı duyulan saygı ve iyi duygulardır, bunu ifade etmektedir. Kalble ve dille hakkı teslim etmektir. Şükretmek ise bedensel olur. Deveye yem verdiğinde eğer etlenirse şükretmiş olur. İnsan eğer bütün bedenini Allah’ın emrettiği yerde ve işlerde kullanırsa şükretmiş olur. Eğer bütün mallarını Allah’ın emrettiği yerde harcarsa şükretmiş olur.
Hâsılı, müslimler sadece zekât vermekle mükelleftirler. Mü’minler ise bütün mallarını ve canlarını cihat yolunda harcamak durumundadırlar. Onlar Allah için çalışır, Allah için biriktirir, Allah için yer ve Allah için yedirirler. Çocuklarını ve diğer yakınlarını Allah’ın emri olduğu için kendileri gibi onlara bakarlar. Bu da şükürdür. Allah göz vermişse göreceksin, kulak vermişse işiteceksin, ağız vermişse konuşacaksın, el vermişse yapacak ve yazacaksın, ayak vermişse yürüyeceksin, erkek yaratmışsa bir eş bulup evleneceksin, kız yaratmışsa bir erkeğe varacaksın. Zekâ vermişse ilim yapacaksın. Demek ki evlenmek müslimlere farz olmayabilir, ama mü’minlere farzdır. Çünkü mü’min her nimeti değerlendirmek zorundadır.
إِنْ كُنتُمْ إِيَّاهُ تَعْبُدُونَ(172) (EiN KuNTUM EiyYAHuv TaGBuDUvNa)
“Eğer sadece O’na ibadet ediyorsanız böyle yapmalısınız.”
İbadet etmek demek, yalnız O’nun işçisi olmak, kendi işlerini bile kendin yapmamak demektir.
Maaşını O’ndan alırsın ve yalnız O’nun işçisi veya memuru olursun. Bir başkasının ve böyle her şeyin işçisi olmak mü’minlere haram kılınmıştır. Mü’minler yalnız devletin yani kamunun işçisi ve memuru olabilirler. Başka firmaların işçisi olamazlar. Memurların iş yapmaları bu sebeple yasaklanmıştır.
Kur’an’da bürokrat yoktur, onun yerini mü’minler almıştır. Askerlik yapmayı kabul eden ve savunmaya katılan herkes mü’mindir. Ehliyetine göre tüm kamu görevlerini yapabilir. Serbest meslek erbabıdırlar. Halkın istediği genel hizmetler ile başkanların istediği kamu görevlerini yaparlar. Başkanın olmadığı yerde kendileri başkandır, kamu adına hareket ederler. Maaşlı bürokrat yoktur, ortak bürokrat vardır. Kamu bütçesinin anayasa ile belirlenen ve hakemlerin denetiminde olan vergiler hakkaniyetle yani kurallarla bölüştürülür. Bütçenin geliri çoksa görevlilerin alacakları maaş da çoktur. Bütçe gelirleri azsa alacakları maaş da azdır.
“Rızıklandırdıklarımızdan ekl edin” demek, anayasal vergiyi uygulayın demektir.
***
إِنَّمَا حَرَّمَ عَلَيْكُمْ “Allah size sadece şunları haram etmiştir.”
“İNNEM” gelmiştir. Sadece anlamındadır. Ancak “İNNE” sözünden sonra fiil cümlesi gelmez.
Fiil cümlesinin gelebilmesi için “İNNE”den sonra “M” gelmesi gerekir. Bu takdirde tahsis ifade etmez, sadece tahkik ifade eder. Oysa isim cümlesinin başına gelirse orada tahsisi ifade eder.
“İnnema Entum Fukara” derken, fakirler sizsiniz, Allah değildir anlamı çıkar. Fiil cümlesi olsaydı böyle bir anlam çıkmazdı. Size sadece bu haram edilmiştir, başka haram yoktur denemez. O halde buradaki “İNNEM”nın mânâsı “İNNE”den farklıdır. Size yalnız bunları haram etmiştir denmektedir. Neden yanlış biliyoruz, inek eti ile domuz eti arasında ne fark vardır ki biri helal biri haram olsun. İşte bu sebepledir ki haramlar Allah’ın bildirdikleridir. Bunlara kıyas yapılacaktır. Bu âyet aynı zamanda kıyasın da Kur’an’ın içinde olduğunu ifade eder. Haram edilmiştir. Haramın hükmü nedir? Allah’ın helal ve haramının âhirette hesabı vardır. Bu husustaki tebşir/müjdeleme ve inzar/uyarma dinîdir, düzenle ilgili değildir. Biz tefsirimizi Tevrat benzeri sadece şeriata göre yapıyoruz. Dolayısıyla o yönleri üzerinde durmuyoruz. Haramın dünyevi hükümleri şunlardır.
a) Haram edilenler mal değildir. Hukuk onu korumaz. Bu hukuk bakımından temel ilkedir. Müslüman ve mü’minler için geçerlidir.
b) Mü’minler için haram yasaktır da, haramları işleyen kimseler askerlikten ihraç edilebilir. İçkici, kumarcı, zinacı, hırsız askeri birlikler içinde barındırılamaz. Komutanlar bunları kendi askeri birliklerinden uzaklaştırırlar. Bunları kabul eden komutanlar da olabilir, onlar da onların yanında askerlik yaparlar. Hiçbir komutanın kabul etmediği biri olursa, o kimse ülkeyi terk etmelidir ve gittiği ülkede de artık mü’min olarak değil de müslim olarak yaşar.
c) Haram kazançlardan vergi alınmaz. Hukuken korunmadığına göre vergilendirilmesi de olmaz. O halde sigaradan, domuzlardan yahut fuhuştan para kazananlardan vergi alınmaz.
d) Haram işler devletçe kredilendirilmez. Karzı hasen olarak onlara faizsiz kredi verilmez. Ekilen tarlalar veya fabrikalar boş kalmış kabul edilir ve vergi ödemedikleri için kendilerinden istimlak edilir.
الْمَيْتَةَ (eLMaYTaTa) “Meyteyi haram kılmıştır.”
Kur’an’da her tür hükümlerden sadece bir tanesini zikreder ve kalanların onlara kıyas edilerek tesbitini ister. Böylece bütün maddelerin hükümlerini Kur’an içermiş olacaktır.
“MEYTE” kesilmeden, kan akıtılmadan ölen hayvanın etidir. Buradaki zehirlenme kandaki pis hava yani karbondioksittir. Vücutta yanma olur, çıkan duman kana karışır, kalbe gelir, akciğere gönderilir. Pis hava orada dışarıya atılır, temiz hava içeriye alınır. Bir insan nefes alamazsa birkaç dakika sonra ölür.
Demek ki bu zehir büyük bir zehirdir. Kesilmemiş hayvanda bu zehir dışarıya atılmamış ve ete karışmış olur. Kesilmiş hayvanda ise bu kan dışarıya atılır. Böylece zehirleme etkisi ortadan kaldırılmış olur.
Buna kıyas edeceğimiz maddeler şunlardır.
a) Katı olup zehir ihtiva eden maddeler kesilmemiş hayvanın etindeki zehirin etki derecesine kıyas yapılarak, ona göre helal veya haram kabul edeceğiz. Ona göre pis veya temiz kabul edeceğiz.
b) Yiyeceklerin bozulması sonucu oluşan zehiri de bu ölmüş hayvanın eti ile karşılaştırarak temizdir veya pistir, helaldir veya haramdır diyeceğiz.
وَالدَّمَ (Va elDaMa) “Ve demi haram etti.”
“KAN” ise kesildiği zaman dışarıya akmış olan kandır. Bunun yarısı temiz yarısı pistir. Karışmış olanı pis olur. Burada bulunan karbondioksit taşıyan kan hücreleri canlıdır. Bir kanı suya damlattığımızda rengini belli ederse o su pis olur. O kadar sudaki hücre sayısı sıvılarda pislik yaratır. O hücrelerin zehirleme derecesi pislik için ölçüdür. Sularda koli basilini ölçeriz. Bu koli basilinin miktarı işte bu suyu renklendiren kan hücrelerine karşılaştırarak tesbit edilir. Bunlar şimdi uluslararası normlarla belirlenmektedir. Hapis cezaları gibi artarak belirlenir. Kur’an ise ana maddelerini vermiştir. Bizim ona kıyas etmemizi istemektedir. Çünkü insanın belli miktardaki zehire de ihtiyacı vardır. Vücudu uyanık tutar. Onun için temizlikte fazla titizlik de iyi değildir, pislik de iyi değildir; belli kararda olması gerekir. Bunu da Allah Kur’an’da bildirmiştir.
وَلَحْمَ الْخِنزِيرِ (VaLaXMa elPıNZIyRı) “Ve hınzırın lahmı.”
Burada zikredilen “hınzırın lahmı”dır. Sütü ve kanı gibi bütün yenen kısımlar buna kıyas edilir. Tüyleri ve kılları, toynakları lahma kıyas edilemez. Deri ve kemikler dibağlanmamışsa haramdır. Ama et ve yağı çıkarılmışsa helaldir. Buradaki illet ise besin zinciridir. Omurgalı canlılar ot yerler. Gelişmişleri meyve yerler.
İnsanlar bu meyve yiyenler seviyesinde canlıdır. Besin zincirinde canlılar kendi seviyelerindekilerin etlerini yemezler. Mesela, kurtlar kuzu yerler ama ayıyı yemezler, aslanı yemezler. Her canlı kendisinden aşağı olan canlıların etlerini yer, sütlerini içerler. İnsan, maymun, domuz meyvecil hayvan olduğu için onların etleri haram kılınmıştır. Otobur hayvanların etleri ise helaldir.
Biyoloji ilmiyle canlıların ne cins varlıklar olduğu tesbit edilmelidir. Kuşlar ve memeliler yavrularını besleyen canlılardır. Sürüngenler ve kurbağalar ciğerle soluyan canlılardır. Balıklar ise ciğerleri olmayan hayvanlardır. Haram kılınan yavrularını büyüten memeli ve kanatlı hayvanlardan besin zincirinde meyvecil olanlardır. Kuşlardan yırtıcı olanlardır. Diğerlerinin haramlığı yoktur. Helalliği ise kavminin yiyeceği olup olmamasına bağlıdır. O halde domuz besin zincirindeki yeri ile haram kılınmıştır, eti de yiyecek olma bakımından haram kılınmıştır. Yağı alınmış kıllarla dişleri fırçalamada bir mahzur yoktur.
وَمَا أُهِلَّ بِهِ لِغَيْرِ اللَّهِ (Va MAv UHilLa BiHIy Li ĞaYRi elLAHi) “
İhlal, hilallemek demektir. Hilal, yeni aydır. Çobanlık döneminde her ay başında kurban kesilirdi. Bu kurbanlar ortak bütçe oluştururdu. Bu sebeple ihlal etmek demek, kurban kesmek demektir.
Kurban ancak Allah için kesilir ve eti de topluluk için harcanır. Allah’tan başkası için kurban kesmek veya vergiyi topluluktan başkasına vermek haramdır. Bugün bütçede teklik ilkesi vardır. Herkes topluluğa vergisini verir, topluluk onu şer’î kurallarla bölüştürür. Bu sebepledir ki sosyal sigortalar, odalar birliği gibi fonlar bütçede birliğe aykırıdır, devlet içinde devlet olmaktır, insanları haraca bağlamaktır. Odalara bütçeden pay verilir. Bütçe topluluğun kalbidir. Nasıl bir insanda iki kalp olmazsa, bir devlet içinde iki bütçe olamaz.
Buna kıyasla, piyasaya sürülen bir mal ne amaçla sürülüyorsa ona göre hüküm alır. İspirto yakacak maddesi olarak piyasaya sürüldüğü için pis değildir, alınıp satılması caizdir. Ama rakı içki olarak piyasaya sürüldüğü için onun alınıp satılması haramdır; hattâ başka amaçlarla kullanılması da haramdır.
Burada etiketleme sözkonusudur. Besmele ile kesme demek, etiketlendirme ve kamunun damgası ile damgalanması demektir. Etiketsiz ve devlet garantisi olmayan malların alınıp satılması ve yenip içilmesi haramdır demektir. Burada çok önemli bir husus ortaya çıkmaktadır. Topluluk içinde artık mallar üzerinde topluluk denetimi olacaktır. Ne var ki bu devlet memurunun denetimi şeklinde olmayacaktır. Dayanışma ortaklıklarının fetvaları ve güvenceli kontrollerini yapan genel hizmetlilerin denetimi ile olacaktır.
ِ فَمَنْ اضْطُرَّ(FaMan ioWuRra) “Kim iztirar içinde kalırsa.”
Usulde arazlar bahsi vardır, mazeretleri inceler. Cenin, küçük, yaşlı ve ölüler mazurdurlar. Akıl hastası, baygın, yanıltılmış, zorlanmış kimseler mazurdurlar. Cinsi farklı olan, köleler, farklı dayanışmada olanlar, yabancılar mazurdurlar. Uyuyan, hata eden, aciz olan, bilmeyen mazurdur. Unutan, muztar kalan, hasta olan, bunayan mazurdur. Sarhoş olan, hezl yapan, hacredilen, iflas eden mazurdur.
İşte usulde 24 sınıf olarak incelenen özürlü olma sistemi Kur’an’da bu âyetle genel olarak ortaya konmuştur. “Iztırar içinde olan” demektir. Darur, miyop veya hipermetrop demektir. Kör değil ama doğru olarak görmemektir. Bu da mazeretin bir sınırıdır. Yukarıda sayılan 24 özürde bu kriter esas alınacaktır.
غَيْرَ بَاغٍ (ĞaYRa BavĞın) “Gayra bağin”
“BAĞYETME” boğadan gelen bir kelimedir. Zevklerini tatmin etme, kasten onu yapma demektir. Açlığını gidermek için domuz eti yiyebilirsin, başkasının olan malı kullanabilirsin, ama bunu zaruret olsa da zaruret bahanesiyle veya zaruretten fazlası için yapamazsın. Bu bağy olur.
“İBTİĞA ETMEK” demek, müteşebbis olma ve onu planlayıp yapma demektir. Mesela, suyu varken, yiyeceği varken onları döküyor, hayvanlara yediriyor da kendisi şarap içiyorsa bu bağydır.
وَلَا عَادٍ (Va LAv GADın) “Adavet etmeksizin.”
“ÂD” udveden gelir, vadinin yakasıdır, cephedir. Taşmaksızın mânâsındadır.
Bunu da birkaç şekilde yapabiliriz.
a) Karnımız doyduğu halde zevk için devam edersek âd olmuş oluruz.
b) Zaruret kalktığı halde biz zaruret varmış gibi devam edersek âd olmuş oluruz.
c) Başkasının hakkını gasp ederek bu işi yapmak da adavettir. Domuz eti yiyebilirsin ama bir Hıristiyanın domuzunu gasp ederek yiyemezsin.
d) Zaruret yaygınlaşmışsa, mesela herkes rüşvet vermek zorundadır. Ben de artık rüşvet vermeliyim dersen, herkes vergi kaçırıyor, ben de kaçırmalıyım dersen ve bunu helâl hâle getirirsen âd olmuş olur. Belv-i umumiler (umumi belalar) zarurettir. Müslimler için bu meşrudur, ama mü’minler için bunlar meşru değildir. Bununla cihad etmek amacı ile bunlar zaruret olur. Faizi kaldırmak için faiz alabilirsin, rüşveti yok etmek için rüşvet verebilirsin. Adil vergi sistemini getirmek için vergiyi kaçırabilirsin. Ama bunlar şahsi çıkarlar için yapılırsa udvan olur.
فَلَا إِثْمَ عَلَيْهِ (Fa LAv EiÇMa GaLaYHı) “Onda ism yoktur.”
Bağy ve udvan olmaksızın zaruret sebebiyle bu haramları yapanlar için “ism yoktur”, günah yoktur.
Günahın bu dünyadaki cezası mü’minler için terfiden mahrumiyettir. Israr edildiği takdirde ordudan çıkarılmadır. Bunlar mazerettir.
إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ(173) (EinNa elLAHa ĞaFUvRun RaXIyMun) “Allah gafur ve rahimdir.”
Burada nekire gelmiştir. Kamunun bu hususta müdahalesi istenmektedir: Nefsi müdafaa gibi haller vardır. Bunlar zarurettir. Evine giren hırsızı ev sahibi öldürebilir. Yahut işini engelleyen zorbayı kişi öldürebilir. Ancak diyetini ödemesi gerekir. Bu diyeti âkile öder. Âkile de böyle bağy veya adavet olanları dayanışmasından çıkarır. Böylece denge kurulmuş olur.
Kur’an’ı belirlenen varsayımlarla ve oluşan usulle yorumladığınız takdirde eksiksiz bir sistem ortaya çıkar. Kur’an’ı buna göre yorumlamaktayız.
Bu yorumlama kıyamete kadar devam edecek ve daha iyi düzenlemeler bulunacaktır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-388 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-218 İstanbul, 23 Aralık 2006
İHSAN EMCİ VEFAT ETTİ!
Babam Köy Hocası idi. İnkılâpların en koyu bir şekilde uygulandığı 1928 yılında doğmuşum. Babamın bir ve tek talebesi olarak on yaşıma kadar yetiştim. Okul uzak olduğu için ancak 11 yaşımda iken başladım. Beş sınıflı tek vekil öğretmenli okulda okudum. Mezun olunca babam “Okula gidersen kâfir, gitmezsen cahil olursun. İkisi birbirine eşittir. Ne istersen onu yap!” dedi. Çok zor şartlarda ve maddi imkansızlıklar içinde orta okula gittim. Babam ben lisedeyken vefat etti. Üniversiteye devam edebilmek için beş yıldır nişanlım olan eşim merhume Zülfiye Karagülle ile evlendim. Köydeki işleri ona bırakarak ben okumaya devam ettim. Eşimin ailesinin desteği ile üniversiteyi bitirdim.
Babamın öğrettikleri ile okulda öğretilenler birbirine zıt gözüküyordu. Ben kendi aklımla hareket etmeye karar verdim. İslâmiyet’i öğrenmek için babamın başlattığı Arapça derslere kendi kendime devam edip kendime medresenin en üst diplomasını verdim. Çünkü babamdan kalan o kitapları Arapça’sından anlamıştım. Lise ve üniversitede de Matematiğe önem vererek batı ilimlerinin tamamının esaslarını anlamaya öğrenmeye çalıştım. Kendime bir yol çizdim. İnsanlarla iyi geçindim.
Arkadaşlarım beni hep sevdiler, bugün de seviyorlar. İkili ilişkilerde son derece iyi insanım. Dünya görüşüme ve duygularıma karşı değiller ama benden uzak durmaları da benim kaderim olmuştur. 1960 yılında, olmadığım halde “DP’lisin” diye beni işten kovduklarında köyüme gittim ve kışı orada geçirdim. Üç çocuğum vardı. Kimse benimle herhangi bir iş yapmak istemiyordu. Karşılıksız yapacağım hizmetlere bile insanlar isteksiz ve karşı idiler. Ne köyde ne de İstanbul’da yakınlık kurulacak adam değildim! Hayırlı işlerde ben onları desteklerdim ama hiçbir sosyal faaliyette benim yerim olamazdı! Ben de fazla heveslenmez, uzaktan destekleme ile yetinirdim.
1961’de askerler bana iş verdiler ve İzmir Hava Eğitim Komutanlığı’na kontrol mühendisi olarak gittim. İzmir’e vardığımda bir avuç bilinçli Müslüman ile karşılaştım. Onlarla dost olduk. Ancak ben hâlâ uzak durulması gereken kişi idim! Bu Müslümanların içinde okumuşlar çok az idiler. İslâmiyet’i sokaklarda alenen savunamıyorlardı. Ben ise her konuştuğum kimseye İslamiyet’i anlatmaya başladım. Risale-i Nurlardan bahsettim. Benim o zamanlar neyin ne olduğundan haberim yoktu. Ama uzaktan destekleme dışında da hiçbir ümidim yoktu. Ama garibanlardan oluşmuş olan Nur talebelerinden ilerisi için ümitliydim. Bilinçli Müslümanlar haftada bir gün birbirlerinin evinde toplanıyorlardı, on-yirmi kişi kadar olmuşlardı. Ben de onlara katıldım. İsimlerini bile bilemezdim ama artık onları ismen yakından tanıdım.
İzmir’e gittikten bir iki ay geçmişti. Bir gün Hava Eğitim Komutanlığı’na bu ismen tanımadıklarımdan ama simaen tanıdıklarımdan biri geldi, ismini de öğrendim: İHSAN EMCİ.
İzmir’de Türk Ocağı’nın yönetim kurulunu oluşturacaklardı, benim de katılmamı istedi. Ben, benden uzak durmayı isteyeceklerini bildiğim için katılmak istemedim. Uzun uzun bunun bir sonuç vermeyeceğini anlattım. İHSAN EMCİ o kadar ısrar etti ki, sonunda ‘EVET’ demek zorunda kaldım.
Sonra onunla çalışmaya başladık. O beni bırakmadı, ben de onu bırakmadım.
Böylece sosyal faaliyetlere doğrudan girmiş oldum. Sonra benim daha başta dediğim oldu ve birkaç yıl sonra Türk Ocağı’ndan ayrılmak zorunda kaldık. Ama orada edindiğimiz çevre ile birlikte bizim katıldığımız Yeşilay Cemiyeti, Komünizmle Mücadele Derneği, Akevler Kooperatifleri, Nurcular ve Millî Görüşçüler de İzmir’in en faal ekipleri olmuştur. Zaman zaman bunlardan birilerini bırakıyorduk ama tümüne olan etkinliğimiz devam ediyordu.
İşte, hayatıma yön veren şüphesiz “BABAM”dır. Ama beni topluluğa kabul ettiren ve dolayısıyla bugünkü Adil Düzen oluşumuna katkıda bulunmamı sağlayan ikinci kişi diyebilirim ki “İHSAN EMCİ”dir. Size basit gibi gelebilir ama ondan önce pek çok insanla arkadaş oldum, çok yakınlıklar kurdum, hâlâ da onlara yakınlığım devam ediyor. Ama onların hiçbiri beni sosyal hayatta faal olarak görev almaya layık görmediler. Bu psikoloji Millî Görüşçülerde hâlâ devam etmektedir, AK Partililerde devam etmektedir. Size tuhaf gelir ama “Akevler”de de devam etmektedir. Bu uzak tutma beni sevmediklerinden değildir, sosyal baskı onları o tarafa itmektedir. Bir öğrenci olan “İHSAN EMCİ”nin bu baskıdan kendisini kurtararak, yakından tanımadığı birini keşfetmesi ve onu faal hâle getirmesi büyük olaydır, tarihî olaydır. 20 000 sahifeden fazla “Adil Düzen Çalışmaları” o karardan sonra başlamıştır. Bundan sonra neler oldu? İhsan Emci Arapça’dan zayıftı, dolayısıyla klasik ilimleri fazla bilmezdi. Ama yakın bir arkadaşı vardı; Osman Eskicioğlu. Bunlar talebe iken müftü muavini oldular. Beni hep desteklediler. Türk Ocağı veya Komünizmle Mücadele Derneği adına İzmir’de ve çevrelerde bana konferanslar düzenlediler.
Bu konferanslarla ne yaptık? CIA’nın metodu vardır. Dünyada mevcut fikirleri ayrı ayrı destekler ve oraya hakim olur. Bunlar şöyle ayarlanır.
a) Oluşan cemiyet, vakıf, şirket, parti, her ne olursa olsun, onun maddi desteğini başlangıçta sağlar ve mâli gücünü elinde bulundurur. Adamları ile onları yönetir.
b) Hiçbir kuruluşu sağlıklı geliştirmez, hepsinin çarpık ve aşırı olacak şekilde yaşamalarını sürdürür. Kendi desteği olmadan yaşama imkanı bulamazlar.
c) En önemlisi, bütün grupları birbirine düşman yapar ve onların çatışmasından yararlanarak kendi yönetim dengesini kurar. Böylece insanlığı, ulusları ve cemaatleri paramparça eder.
d) Normal zamanlarda samimi insanların oralara gelmesine izin verir, kritik dönemlerde ise kendi adamları aracılığıyla yönetimi ele alır ve istediklerini yaparlar.
İzmir’deki Müslüman ve milliyetçiler de böyle tutucu, gerici ve çekişmeci bir şekilde organize edilmeye çalışılıyordu. Biz konferanslarımızda halkımızı bu konularda aydınlatmaya çalışıyorduk. Atatürk düşmanlığı yaygındı. Onun kişiliğinde halk polise, orduya, yönetime, okula, düşmanca bakar hâle getirilmişti. Savcı deyince öcü olarak görüyor, mahkeme onlar için savaş alanı gibi algılanıyordu. Halk bunlara buğuz edilerek devlet düşman ediliyordu. Öyle ki, İstiklâl Savaşı gibi Allah’ın büyük lütfü bile tu kaka ediliyordu.
Bu CIA ile o zamanlar onun paralelinde çalışan MİT insanları rahatsız ediyordu. Kanuni bir suç bulamadıkları için hiçbir şey yapamıyor ama son derece rahatsız ediliyorlardı. Bu sebepledir ki zaman zaman dernek ve kurumlarımızdan bazıları elimizden alınıyordu.
İzmir’de Kestane Pazarı Derneği vardı. İsmail Tanrıbuyruğu ve Ali Tosun klasik medrese derslerini veriyorlardı. Yönetici Raif Cilasun Halk Partisi’nden gelen samimi bir Müslümandı, bunların legal olarak ders vermelerini sağlıyordu. Ali Rıza Güven de Aksekili samimi bir iş adamı idi, bunları destekliyordu. Nuri Sevil, Ahmet Tatari, Ali Rıza Güven gibi iş adamları da destekliyorlardı. Ahmet Tatari’nin Masonlarla sıkı işbirliği vardı. Derneğin tüm teknik işlerini onlar yürütüyor ve muhasebeyi onlar tutuyordu.
“Akevler”e karşı bu dernek mensupları organize oluyor ve saldırıya geçiyorlardı.
Şimdi İHSAN EMCİ’nin bir adımını daha sizlere anlatmış olayım.
İHSAN EMCİ ve Osman Eskicioğlu İmam Hatip Okulundan mezun oldular. İzmir’den yani benden ayrılmamak için gitmek istemiyorlardı. O zaman İzmir’de gidilebilecek okul yoktu. İhsan Emci’ye, İzmir’de Yüksek İslâm Enstitüsü’nün açılması için müracaat edelim dedim. O zamanın başbakanı Süleyman Demirel’di. Dengeleri çok iyi ayarlamayı bilen İhsan Emci bu işi yapamayacağımızı bildiği için buna taraftar olmuyor, Ali Rıza Güven’i buna teşvik ediyordu. İhsan Emci İmam Hatip öğrencilerini temsilen hareket ediyordu. Bunlar içinde Sabri Tekir ve Fehmi Koru da vardı. Ali Rıza Güven atlatıyor ve yukarıda anlattığım Mason mahfillerin etkisiyle girişimde bulunmuyordu.
Bir gün ben ısrar edince İhsan Emci; ‘Yarın derneğe gideceğiz. Hayır derlerse sonra Ankara’ya biz gidelim’ dedi. Ertesi gün gidip Ali Rıza Güven’e, ‘Gidecekseniz gidin yoksa Karagülle ile biz gidiyoruz’ dedi. Süleyman Karagülle gitmesin diye Ankara’ya gittiler. Süleyman Demirel reddeder zannediyorlardı. Demirel ise zaten düşünüyormuş olmalı ki hemen talimat verdi ve İzmir Yüksek İslâm Enstitüsü açıldı ve İHSAN EMCİ ile arkadaşları oradan mezun oldular.
İzmir’e gittiğim zaman, Remzi Güres’in başkanlığında Dursun Aksoy, Mehmet Gemalmaz ve Ahmet Remzi Hatip Kur’an’ı mealle okuyor ve bir Mandalina Bahçesi Ortaklığında İslâmî bir hayat kurma düşüncesinde idiler. Başlangıçta beni davet ettiler ve katıldım. İzmir Halil Rifat Paşa semtinde oturuyorduk. İşte ayrılığımız olmuştur. Onlar faizli kredilerle işler yapmayı şimdilik meşru görüyorlardı. Ben katılmadım. Dolayısıyla ekonomik faaliyetlerden uzak kaldım. İlmî faaliyetlere de onlar katılmamaya başladılar.
Ben, İhsan Emci ve Osman Eskicioğlu’na kooperatif kuralım diyorum ama, yine kendi sezisi ile İhsan Emci bir türlü ‘evet’ demiyordu. Bu işin Ahmet Tahir Satoğlu ile olabileceğini keşfetti ve bir gün Ahmet T. Satoğlu’nun evinde Eşref Akhan ve Süleyman Kısacık olmak üzere Kooperatifin kurulmasına karar verdik. Süleyman Kısacık’ın Süleyman Karagülle’ye oy vermesi dışında, ittifakla Ahmet T. Satoğlu’nu başkan yaptık. Akevler böyle kuruldu. Ahmet Satoğlu on sene Akevler başkanlığını yaptı. Hâlâ Akevlerde oturmaktadır.
İHSAN EMCİ’nin son fedakarlıklarını da anlatarak sözlerimi bitireyim.
Biz İzmir’e gittiğimiz zaman Demokrat Parti’den tamamen ümidimizi kesmiş ve yeni partinin kurulmasını öneriyorduk. Bu hususta İhsan Emci’den destek gelmiyordu ama, yapılan konferanslar yeni siyasi oluşumu hazırlıyordu. Siyasi partinin kurulmasını önerdiğimizde herkes reddediyordu. Odalar Birliği Başkanı iken Necmettin Erbakan’a gittik. O reddetmedi, bir alternatif olarak kafasına koydu. Demirel tarafından veto edilince bağımsız adaylık faaliyetine geçildi. Ondan önce İhsan Emci’nin girişimi ile Erbakan İzmir’e getirilmiş, “İslâm ve İlim” isimli o meşhur konferans verilmişti. Erbakan bu konferanstan sonra İhsan Emci’yi tanımıştı.
Bağımsız faaliyete geçtiğimizde tüm arkadaşlarım ile birlikte İhsan Emci de bizi destekledi ve Aydın’a gelerek faaliyet gösterildi. Bu faaliyete Ahmet Tahir Satoğlu da katıldı. Yaşar Tunagür bunları desteklemekten alıkoymak istedi ama onlar dinlemediler. Sonuçta bunlar müftü muavinliğinden uzaklaştırıldılar. Sonraki faaliyetlerde hep Millî Görüş’ün yanında oldular. Müftü ile arasını açtılar ve bu işi böyle bağladılar. 1973’ten sonra bu olayı Erbakan’a anlattığım zaman bana, “İhsan Emci vali yapılacak adam” dedi. O da onu keşfetmişti.
Ne var ki Erbakan da İhsan Emci’ye bir şey yapamadı. Vakıflar Genel Müdürlüğü’nde iş verdiler. Son derece faal olan İhsan Emci Ankara’daki partilerden ve partililerden soğudu. Sanayi Bakanlığı’na gitti ve ondan sonra kendisini siyasetten çekti, ilme verdi. ESAM’da veya MGV’de faal olması önerisinde bulundumsa da, siyasetçilerden ümidini kesmişti. Hattâ ben bir konuda toplantı yapmak üzere çağırdığımda gelmedi ve ‘ben onlar varken gelmem’ dedi; onların kimler olduğunu da söylemedi.
Cenazesine Sivas’tan gelen akrabaları vardı. Çok kalabalık olarak Sanayi Bakanlığı’ndan emekli olanlar vardı. Böylece benim hayatımın ilk yıllarında etkin olan bir arkadaşı 66 yaşında orada buluşmak üzere yolladık.
Oysa ben onu daha genç yaşta görüyor, kurulacak Adil Düzen Partisi’nde aktif rol alır diye düşünüyordum.
Olmadı…
Nasip değilmiş.
Allah rahmet eylesin.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-388 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-218 İstanbul, 23 Aralık 2006
ATV’de TEKE TEK programında Atilla Yayla ile Doğu Perinçek tartıştı. Doğu Prinçek’in değiştiğini ve iyi şeyler söylediğini söylüyorlardı. Bir Marksistin bütün saldırgan ve yalancı fikirlerini heyecanla savunan huyunda zerre kadar bir düzelme yoktu. Yönetici de onun bu davranışlarını tasvip ediyor, hep konuşturuyor, o da hep saldırıyordu. Ona göre, kendi saçma düşünceleri dışındaki bütün fikirler ilmî değilmiş, ilmî olmayanı söyleyen de üniversitede hocalık yapamazmış! Rektör onu atmakla iyi yapmış; Atilla Yayla cahilmiş, bilgisizmiş, hainmiş! Oysa Perinçek yalan söylüyordu. Mustafa Kemal saltanatı alaşağı etmiş. Oysa saltanatı Batılılar alaşağı etti, Mustafa Kemal alaşağı etmedi. Atilla Yayla ise doğru şeyler söylüyordu. Ne var ki bunu kendi fikirlerinden, ilmin ve mantığın dayanaklarından ziyade, onun bunun sözlerine dayanak yapıyordu. Efendiliğini koruyor, saldırgana sadece gülerek cevap veriyordu. Telefon oylamasında Perinçek galip getirildi! Doğu Perinçek son sözü doğru söylüyordu. Dışarıdan alınan bir para ile araştırma yapıp Türkiye’nin yirmi yılını kötülemesi doğru değildir. Ancak ne olursa olsun bir profesörü doğru bir şeyi söyledi diye kürsüden, hem de usul yordam dinlemeden uzaklaştırmak cinayettir. Bunu tasvip etmek de ihanettir.
Ben bu yazımda iki konuyu Adil Düzen gözüyle kritik edeceğim.
Yapılan bir işi kritik ederken olayı geçmişi ve geleceği ile değerlendirmek gerekir.
a) Cumhuriyetin ilk dönemi faşizm bir yönetimdir. Bu gerçektir. Bunu inkar edip, hayır özgürlükler içinde bir yönetimdir demek safsatadır. Göz göre göre insanları kandırmak, halkı aptal kabul etmek ve hakikati inkâr etmektir.
b) O yönetimin o günkü şartlarla iyi veya kötü olduğunu söylemek başka bir şeydir. İyi demek ilmî değildir, kötü demek de doğru değildir. İlmen tarihî olaydır. Şunu sorabiliriz; sonuçları iyi olmuş mudur? Cumhuriyetin kurulması, 75 milyonluk Türkiye’nin varlığı elbette iyi olmuştur. 12 milyon nüfuslu bağımsız bir ülke olarak mı kalacaktık? Daha iyisi olabilir miydi? Bu saçma bir sözdür. Olmayan olanla karşılaştırılamaz.
c) Bir şeyi kritik ederken niyet esastır. Mustafa Kemal, ‘cumhuriyet ilan edilecek ama kimilerinin başı gidecektir’ demiştir. Hangi şartlarda demiştir? Ömrünü doldurmuş bir hanedanı yaşatmak ölüyü diriltmek gibidir. Cenazeyi kaldırmayıp kokutmak isteyenlere karşı zor kullanmak gerekmiş olabilir. İngiltere’de olduğu gibi ad ve şekil olarak hanedanlık bırakılabilirdi, ama dünyanın düşmanlığını üzerimize çekip sürdürmek demekti. İngiltere’de ölü mumyalanabilmişti ama bizde ölü mumya kabul edilmemiştir. İçtihat sözkonusudur. Hata da olsa sorumlu olmaz. Bunu kötü niyetle de yapmış olabilir, ama bizim kötü niyet okuyucusu olma ehliyetimiz yoktur.
d) Bir başka konu da, o yirmi sene içinde yapılanlarda Mustafa Kemal’in dahli ne kadardır, payı ne kadardır? Dolayısıyla onu suçlamamız da yanlıştır. Ama onu dokunulmaz kabul edip yaptıklarını hatasız kabul etmek de şirktir. Hakaret ayrıdır, yaptıklarını değerlendirmek ayrıdır. Kimseye hakaret etme hakkımız yoktur. Doğu Perinçek de Prof. Dr. Atilla Yayla’ya hakaret edemez. Ama kimseyi tanrılaştırıp zorla ona taptırmaya da kimsenin hakkı yoktur. Marksistlerin de yoktur. Ama bu saçma düşüncede olanlar maalesef hâlâ var!..
Program yöneticisi, özgürlüğü yok eden özgürlüğün olup olmadığını soruyor, dinlerin böyle olduğunu varsayıyor ve dinin yaşatılmasının savunulmasını suç sayıyor. İslâmiyet 1500 seneden beri değişik dinleri ve rejimleri barındırmış bir dindir. Bu bakımdan Osmanlılar daha özgürlükçü idiler. Türkiye’deki azınlıklar cumhuriyet döneminde tehcir edildiler. Meşrutiyet döneminde olduysa soykırımı oldu. Hiçbir delile değil, emareye bile dayanmadan dindarlar özgürlük düşmanı oluyor, onun için onlara özgürlük tanınamaz deniyor. Bir Marksist alenen özgürlük düşmanlığı yapıyor, kendi düşüncesi dışındakilere hiçbir hak tanımıyor ama ona söz yok! Bunları görünce diyoruz ki;
Allah’a inanmayanların demokrasi ve lâikliği inanmaları imkansızdır.
‘Özgürlüğün tarifine gerek yok!’ diyor Perinçek. Prof. Dr. Atilla Yayla da tarif ediyor ama tarifine sahip çıkamıyor. Bir de hürriyetin son yüzyıllarda ortaya çıktığını söylüyorlar. Zavallılar!
Fıkıhta hürriyet çok açık ve net olarak tanımlanmıştır. Kölelik de tanımlanmıştır.
a) Önce insan tanımlanıyor. Adem soyundan gelen herkes insandır, irade sahibidir. Borçlu ve alacaklı olmakta, davalı ve davacı olmaktadır. İnsandan başka varlıkların kişiliği yoktur, yani borçlu ve alacaklı olamazlar, davalı ve davacı olamazlar. Topluluklar ortaklıdırlar. İnsan olarak tüzel kişilikleri vardır. Temsilcisi başkanlardır. Gerçek kişi olmak zorundadır. İnsanın bu kişiliğini kimse elinden alamaz, kendisi de devredemez. Eski Roma’da ise kölelerin kişiliği yoktur. Onlar insan değil eşya sayılırlar. Tevrat ve Kur’an böyle bir köle anlayışına şiddetle karşıdır. Böyle Roma anlayışı kölelik hiçbir zaman meşru sayılmamıştır. Batı’daki köleliğin kaldırılması, Roma anlayışındaki köleliğin kaldırılmasıdır. Roma’da da böyle kölelik Hıristiyanlığın etkisi ile gevşemeye başlamıştır.
b) Özgürlük yani hürriyet ise insanın özel mülk sahibi olabilmesidir. Özel mülk sahibi olmak ne demektir? Belli yerlerin ve taşınır malların kişinin tasarrufuna verilmesidir. İnsanın kendi bedeni de buna dahildir. Topluluk yani devlet kişinin bu alanını başkalarının tecavüzünden korur. Ona dokundurmaz. Bu alandaki faaliyet serbestliğine özgürlük denir. Yani, özgürlük demek, mülk edinme ve özel mülkiyet sahibi olma demektir. Bu hakkını da devletin korumasıdır.
c) Şu sorulabilir, özel mülkiyet içinde kişi tamamen özgür müdür, kendisine verilen mallar üzerinde sonuna kadar istediğini yapmak serbestliğine sahip midir? Hayır; kendisine verilen mülk topluluğundur. Devlet tarafından yönetmek üzere kendisine verilmiştir. Şeriat içinde, kanunlar içinde yönetme zorunluluğu vardır. Buradaki özgürlük sınırlıdır. Ne var ki bu sınırı çizecek olan yöneticiler değildir; bağımsız, tarafsız, etkin ve saygın hakemlerden oluşan yargı denetimindedir. Yani, sınır ancak hakemler tarafından belirtilir. Buradaki özgürlük kendi mülkünde kişinin tasarruflarına hakemler dışında yönetici de olsa karışmamasıdır. Özgürlük diğer kişilere karşıdır, yoksa mevzuata veya yargıya karşı değildir. Böyle olunca da özgürlüğü ortadan kaldıracak özgürlük diye bir şey sözkonusu değildir.
d) Kölelik ise özgürlüğün ortadan kalkması değildir. Kişi savaşta esir alınmıştır. O topluluk içinde vatandaşlık görevini yerine getirmektedir. Dolayısıyla onun mülkünü devlet doğrudan korumaktadır. Kölenin mülkünü bir haminin emrine vermektedir. Artık devlet yerine o geçmektedir. Onun kişiliği devam etmektedir. Ancak mülkünde tasarruf etmemektedir. Aslında mülk edinememektedir. Sadece bedeni ile ilgili mülk sahibidir. Dolayısıyla ihtiyaçlarından fazlası ona ait değildir. Sosyalizm demek, bütün halkı köleleştirmek demektir. Kapitalizm de böyledir. Halbuki İslâm düzeninde savaş esirleri dışında köleleştirmek yoktur. Hür olan kimsenin ise özel mülküne yöneticiler de müdahale edemezler.
İşte, Batı’daki hürriyet mücadelesi -İslâm’da zaten olmayan- yöneticilerin özel mülkiyete müdahale edilmesine karşılıktır. Mesela, hükümetin veya parlamentonun istediği vergiyi koyabilmesi özgürlüğe müdahaledir. Vergi nisbetleri Kur’an’da belirlenmiştir. Onu kimse değiştiremez. Bu yazı TEKE TEK’e ulaştırılmalıdır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL