1967...1968...1969....AKEVLER 40 YILDIR ÇALIŞIYOR....2005...2006...2007
BİZLER ÇALIŞIYOR VE YENİ İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZLERİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ; BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
ADİL DÜZEN 391
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 13 Ocak 2007 Fiyatı: www.akevler.org veya www.adilduzen.com’a tıklamak!
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 391. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Hedefimiz; “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, Reşat EROL
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ
BAYRAMLAR VE ÖNERİLER…
TARİH IRMAĞI, SERMAYE OYUNU VE ÇİN
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 53. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا كُتِبَ عَلَيْكُمْ الْقِصَاصُ فِي الْقَتْلَى الْحُرُّ بِالْحُرِّ وَالْعَبْدُ بِالْعَبْدِ وَالْأُنثَى بِالْأُنثَى فَمَنْ عُفِيَ لَهُ مِنْ أَخِيهِ شَيْءٌ فَاتِّبَاعٌ بِالْمَعْرُوفِ وَأَدَاءٌ إِلَيْهِ بِإِحْسَانٍ ذَلِكَ تَخْفِيفٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَرَحْمَةٌ فَمَنْ اعْتَدَى بَعْدَ ذَلِكَ فَلَهُ عَذَابٌ أَلِيمٌ(178)
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا (YAv EyYuHAv elLaÜINa EaMaNUv) “Ey emniyete alanlar.”
Bu sûrede İsrail oğullarına hitap edilmişti. İki defa da “Ey nâs” diye hitap edildi; biri Allah’a ibadet edin, diğeri de helali yiyin diye. Sonra iki defa “Ey iman edenler” denmiş; birinde ‘raina demeyin’ denmiş, bir de ‘sabır ve salâtla istiane edin’ denmiştir. Nâsa “helâlinden yiyin”den sonra, iman edenlere “rızıklandırdıklarımızdan ekledin” denmiştir. Şimdi de kısas hükümlerini bu hitapla anlatmaktadır.
Kur’an’da bu hitap yalnız Medine sûrelerinde vardır. Başına “Ve” gelmez, sonra da “Ve” ile başlamaz. Bunun anlamı, konular birbirinden ayrı olarak anlatılır. Bundan önceki âyette birrin ne olduğu, mü’minlerin ve müslimlerin nasıl iyi birer insan olacakları anlatılmıştır. Şimdi burada yalnız mü’minlere hitap etmektedir. Çünkü kısası uygulama yetkisi yalnız mü’minlere verilmiştir. Kişiler kendileri kısas yapamaz. Mesela, bir kimse babasını öldüreni öldürse ona kısas yapılmaz ama diyeti ödenir. Oysa kısas yapıldığı zaman diyet ödenmez.
“Ey iman edenler/ Ey emniyete alanlar” hitapları siyasi âkileleri kurmuş ve askerliği yapan kimselere farz kılınmış olan şeyleri ifade eder. Yani, mü’minlerin devletlerini kurmuş olmaları, Mekke devrinden Medine devrine geçmiş olmaları gerekir.
Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti içinde ne yapacağız?
Türkiye Cumhuriyeti Devleti kanunlarına tâbi olacağız. Biz kısasa kalkışmayacağız.
Önce kendi aşiretimizi ve kendi kabilemizi yani kendi ocak ve bucağımızı kuracağız. Ortaklara tapu vermeyeceğiz, tapu kooperatifte olacak. Kişilerin aralarında çıkan sorunları hakemler yoluyla çözeceğiz.
Hakem kararlarına uymayanları kooperatiften çıkarıp siteden uzaklaştıracağız.
Biz devlet olmadığımız için kısasa hükmedemeyiz. Kendiliğinden diyete dönüşür. Biz diyete hükmederiz. Yakınları cumhuriyet başsavcılarına başvurup dava ikame etmezlerse bu diyet tazminat mahiyetinde olur. Taraflar bunu kabul etmek zorundadır. Etmeyen tarafı kooperatiften çıkarırız.
Ceza kısmı ise cumhuriyet hükümetine ait olup biz devlet olmadıkça uygulamaya kalkışmayız.
İkinci yapacağımız iş ise; demokratik yoldan yasaları değiştirip bucaklara hukuki bağımsızlık verilmesini isteyeceğiz. Yani, bucaklar kendi ceza hukuklarını kendileri yapsın ve uygulasın diye siyasilerden talep edeceğiz. Eğer böyle bir anayasayı meclisten geçirirsek, artık kendi bucağımızda bu hükümleri uygularız.
Aksi halde “Adil Düzen”in cari hükümler içinde iktidar olmasını bekleriz. Sonra biz bucaklara ceza özerkliğini tanırız. “Adil Düzen”i kabul edenler bu âyetin hükümlerini uygularlar. Biz bucağın içinde ceza kısmına müdahale etmeyiz. Biz iktidar olmak için silah kullanmayız. Mevcut yasalara göre iktidar olsak, bugün olduğu gibi iktidarı bize teslim etmezlerse onlarla silahlı mücadele yapmayız.
AK Parti’nin yapacağı iş askerlere “Siz madem bize itaat etmiyor, baş örtmemize izin vermiyorsunuz, yani milletin iktidar yaptığını muktedir yapmıyorsunuz, biz hükümetten çekiliyoruz. Kimi iktidar yapacaksanız yapın, biz destekliyoruz. Sizin güvenoyu verin dediklerinize biz güvenoyu vereceğiz.”
Sonra ne olacak?
Sonrası için Allah diyor ki; siz karışmayın, dinlemeyenlerin hesabını biz görürüz.
Cumhuriyet hükümetini veya devletini onlar kendileri yıkarlar. Biz yeniden istiklâl savaşı yaparak “Adil Düzen” içinde yeni cumhuriyeti kurarız. Ama asla iç savaş çıkarmayız.
Şimdi bu hükümleri baştan koyarak kısas hükümlerine geçilebilir.
كُتِبَ عَلَيْكُمْ الْقِصَاصُ فِي الْقَتْلَى (KuTiBa GaLaYKuMu eLQıÖaÖu FIy elQaTLAy)
“Size katlde kısas kitabet olunmuştur.”
“KÜTİBE” kökü Kur’an’da 13 defa geçer. Biri şeytan aleyhine yazılmış olarak geçer. Biri kadınların lehine geçer. Üçü de erkeklerin lehine, biri de müşterek geçer. Kısas, vasiyet ve oruçta birer defa, diğerleri de kıtalde geçer. Namaz için de “Kitaben Mevkuta” denmektedir. Hac ve zekâtta kitabet sözü geçmemektedir. Çünkü onlar nâsa/insanlara emrolunanlardır.
“ALEYKÜM” denmiş, “LAKÜM” denmemiştir. Çünkü kısası uygulama mü’minlere yani devlete verilmiş bir yükümlülüktür. Bu görevi ifa ederken mağdurlardan hiçbir şey talep edilmez. Mahkeme masrafları alınmadığı gibi kısası uygulama külfeti de yüklenmez. Yalnız mağdurlardan değil, suçlulardan da bir şey alınmaz. Yani, devlet yargılamayı tamamen karşılıksız yapar ve ne davacıdan ne davalıdan bir şey talep etmez. Çünkü devlet vergiyi zaten bunun için alıyor. Devletin imtiyazlı asli görevidir. Hakemlerin verdiği kararların infazı iman etmiş olanlara yani devletin silahlı güçlerine verilmiş görevdir ve yalnız onların imtiyazında bir görevdir. Başkaları bu yetkileri kullanamazlar. İl silahlı güçleri bunu halktan aldıkları cizye vergi karşılığı ifa edip ayrıca bir ücret talep etmezler. Onun için burada “ALEYKÜM” denmiştir.
“KETB ETMEK” deriyi çift dikişle dikmek demektir.
Topluluk için konulmuş yazılı kurallara kitap denmektedir. Türkçede yazmak olarak tercüme edilmektedir, tam doğru değildir. “Yazıldı” demek, kader öyle çizildi demektir. Arapçada hat yazmaktır. Kitap ise kural yazmak, şeriat yapmaktır. İş mektubu “kitabe”dir. Ama hatır mektubu ise “risale”dir. Burada şeriat olarak kondu demektir. Çünkü biz kısasa tâbi olmayacağız, kısas hükümlerini uygulayacağız.
“KATLAY” kelimesi “KATLA” kelimesinden gelmektedir, mastardır. Zikrâ ve Buşrâ gibi son harfi “Ya” ile gelen mastarlar vardır. Bu mastar mutlak mef’ul olarak gelmez. “Kataltu Katlâ” denmez. Demek ki bu mastar mastarı mimi gibi isim mastarıdır ve bunun çoğulu olabilir. “Kıtal” mastar olarak mufaale bâbının mastarıdır ama çoğul olarak kullanılacaksa “katla”nın mastarı olabilir.
“Katla” kelimesi yalnız burada geçmektedir, yani yalnız kısas için getirilmiştir. Lisanu’l-Arab’a bakıp bunun neden sadece burada kullanıldığı araştırılır. Her bir araştırma birer âyettir. Biz bunu şöyle anlıyoruz.
“KATL” bütün bedenî saldırıları içine alır. Göze göz, dişe diş ve yaralamalar, hattâ darbeler.
Bunu ne kadar genişletebiliriz?
Mesela, bir kimse birini alıp evine hapsetse, kısas olarak biz de onu bir gün hapis mi tutarız?
Bedenî yaptırımların hepsi kısasa tâbidir. Ama mâlî yaptırımlar kısasa tâbi değildir. Çünkü mal zaten kişiye emanettir. Asıl sahibi kamudur. Onu işletip ondan yararlanmak üzere ona verilmiştir: Dolayısıyla malda kısas yapmak demek, kamunun değerlerini helak etmek demektir.
Onun için Hazreti Resul “Lâ darara ve lâ dırara fi’l-İslâm” demiştir; barış düzeninde zarar ve mukabele bizzarar yoktur. Biri sana zarar verdi diye sen ona zarar veremezsin. Ama bedene yapılan bir saldırı için kısas talep edebilirsin.
Buradaki harfi tarif istiğrak içindir, yani genel olarak kısas hükümleri alınmıştır.
Allah Kâinatı kurallar içinde yarattı. Çünkü öyle yapmasaydı biz ondan yararlanamazdık.
Biz elimizi ateşe soktuğumuzda ateşin bizi yaktığını bilmezsek, elmayı yediğimizde elmanın bizi yakmadığını bilmezsek nasıl yaşarız? İçtimai kurallar da böyledir. Ben ne yaptığım zaman ne ile karşılaşacağımı bilmezsem o topluluk içinde yaşayamam. Roma mantığı bunu kanunlarla belirlemeye çalışmaktadır.
Oysa kanunlarla kural belirleme yanlıştır.
a) Birincisi, biz sadece bizim toplulukta yaşamıyoruz. Uçağa biniyoruz. Bakırköy’den Kartal’a geçme zamanından daha kısa zamanda Macaristan’dayız. Cep telefonu sayesinde dünyanın her yeriyle evde görüştüğümüz gibi görüşüyoruz. O halde böyle bir toplulukta ekseriyet kararları ile alınan kararlarla yaşamamız artık mümkün değildir.
b) Kurallar o kadar çoktur ve değişmektedir ki, kişilerin bunları kanunlardan okuyup öğrenmeleri mümkün değildir. Türkiye Cumhuriyeti kanunlarını baştan okumaya kalkışsanız, sadece okuyup geçseniz, ömrünüz biter ama kanunlar bitmez. O halde böyle bir çözüm ütopik bir çözümdür. Ay’a gitmeden daha fazla Güneş’e gitme kadar ütopiktir.
c) Kanun yapanlar eski kanunları bilmemektedir. Bilseler bile çelişkileri fark edememektedir. O halde kanunlar sorunu çözmüyor, yoruma gerek görülüyor. Yorumlayanlar da kendilerine göre kural koyup yorumluyorlar. Öyleyse kanun var ama kural yoktur. Halk elmanın zehir olduğu, zehirin gıda olabildiği bir sosyal yapı içine terk edilmiştir.
d) Çağımız artık demokratik çağa ulaşmıştır. Temsilcilerin ekseriyetle aldıkları ve her gün değişen kanunlarla insanlar artık yaşayamıyorlar, yaşamak istemiyorlar. O halde kanun sistemi tarih olmuş bir sistemdir.
Öyleyse ne yapılacaktır?
“Adil Düzen” iktidar olduğu zaman şeriat sistemine dönülecektir.
Şeriat sistemi nedir?
a) Herkes kendisi içtihat edecek ve kendi hayat kurallarını kendisi koyacaktır. Bunu ilân edecek ve o kurallar içinde yaşayacaktır. Değiştirebilir ama değişinceye kadar ona uyacak. Uymaz da zarar doğarsa tazmin edecek.
b) İsteyenler aralarında sözleşmeler yapacak ve o sözleşmelere göre ortaklıklar kuracaklardır. Ekonomik ve sosyal ortaklıklar artık onların kanunlarıdır. Sözleşmeler devam ettikçe taraflar bu sözleşmelere uymak zorundadırlar. Tek taraflı da olsa sözleşmeleri sona erdirebilirler.
c) Birlikte yaşayanlar kendilerine ortak vekil seçerler. Bu vekile belli konularda kendi adlarına karar alma yetkisini verirler. O da onlarla istişare ederek ortak vekil olarak karar alır ve buna kendi kararları olarak uyarlar. İsterlerse topluluktan ayrılırlar.
d) En önemlisi, asıl son sözü söyleyecek olanlar hakemlerdir. Taraflar birer hakem seçerler, o hakemler bir de baş hakem seçerler ve çıkan nizaları hallederler. Son söz yargınındır. Buna yargı üstünlüğü denmektedir. İşte bu hakemler heyetinin sorunları çözerken kullandıkları araçlar da dört tanedir.
1- Tarafların içtihatları. Kime ispat külfeti düşmüyorsa onun içtihatları uygulanır. Bugün bu uluslararası veya şirketler arası anlaşmalarda uygulanmaktadır.
2- Sözleşmelere bakılır ve sözleşmelere göre hüküm verilir.
3- Ortak vekillerin istişare ile aldığı kararlara göre hakemler hükmeder.
4- Ne var ki hakemler bunları çözerken yorumlamak zorundadırlar. Çünkü hiçbir kural metin yorumsuz uygulanamaz. O halde hakem heyetini bağlayan yazısız kurallara gerek vardır. Çünkü yazılı kurallar yazısız kurallarla yorumlanacaktır. Bu da akıldır, ilimdir; yani, hakemler akıllarına ve ilimlerine göre yorum yaparak karar vereceklerdir.
Bu sefer kişilerin de baştan hakemlerin akılları ve ilimleri ile neye karar vereceklerini bilmeleri gerekir ki ona göre kurallar içinde yaşansın. Yoksa insan elmayı atar, zehiri yutar.
Bütün bunların çözümü nedir?
Evet, insanlar içtihat yapacak, sözleşmeler yapacak, istişarî kararlar alacak, hakemlerle tartışarak karara varacak ve hayat böyle gidecek ama bütün bunlarda ilim en başta yer alacaktır. İlim ise varsayımlara dayanır. Öyle varsayımlarımız olmalıdır ki, onunla karşımıza çıkan olayları tümdengelim yoluyla çözebilmeliyiz. Bütün kurumlar ve kişiler o varsayımlara göre hareket edecektir. O zaman kurallı bir sosyal yapı oluşur. İnsanlar hataları dışında bir sıkıntıya girmezler. Yine içtihatlar, yine sözleşmeler, yine istişarî kararlar ve yine hakemler olacak ama bunların hepsinin görevi baştan insanlığın kabul ettiği varsayımlar üzerinde oturacaktır.
İşte bu varsayımlardan esaslı olanları belirtelim.
a) Her insanın eşit kişiliği vardır. Başkasına yaptığını başkası da ona yapma hakkını iktisap eder. Bu kısastır. Kısas şeriatın değişmez temel kuralıdır. Emek kişinin bir parçasıdır. Bedeni gibi kişinin emeği de korunur.
b) Yeryüzü insanlığın ortak malıdır. İşgal ile paylaşılır. İşgal eden diğer yerlerdeki haklarını buraya toplamış olur. Diğer yerlerde hak iddia edemez, burada da ondan hak talep edilmez. İşgal intifanın sebebidir. Tahliye ettiğinde oradaki hakkı sona erer.
c) Herkes topuluk içinde borçlu ve alacaklı olma ehliyetine sahiptir. Doğan çocuk anne babasına değil, topluluğa borçlanarak büyür. Sonra bu borcunu topluluğa çocuklarını yetiştirerek öder. Yakınlık ilkesi.
d) Herkes davalı ve davacı olma hakkına sahiptir. Herkes sözleşme yapma ehliyetine sahiptir. Hakemlerin yorumu ile sözleşmeler kişileri bağlar ve yönetir.
Görülüyor ki, her türlü sosyal kurallar ancak kısası esas alırsanız mâkul hâle gelir. Yoksa adam öldürenin 20 yıl hapsinin hiçbir makuliyeti yoktur.
Kanun yapanların o zamanki aklı, kanun yapanların o zamanki çıkarı kural olamaz. Çünkü o kural değişir, o çıkar da değişir. Saltanatın çıkarı için bile olsa makul olduğu için ekseriyet kararlarından daha iyidir. Çünkü vatandaş saltanatın çıkarının ne olduğunu bilebilir. Ona göre kurallar içinde hareket etme imkanını bulur. Oysa ekseriyet çıkarları ekseriyet her an değiştiği için bunu bilmekle mümkün olmaz.
Burada yeni bir şey öğrenmiş oluyoruz. Varsayımlar içinde çözüm üretmek makuliyettir. Varsayımlar iyi ise topluluk iyi olur, kötü ise topluluk kötü olur. Ama varsayımlı bir topluluk içinde makul hareket mümkündür ve topluluk yaşar. Oysa varsayımsız toplulukta artık makuliyet yoktur. Topluluk yaşayamaz. Bunun içindir ki cumhuriyetlerde daima derin güçler vardır, topluluğun kararsızlığı onların tutarlılığı ile giderilmektedir. “Adil Düzen” gelmeden demokrasi daima aldatmaca olmaya mahkumdur.
الْحُرُّ بِالْحُرِّ (elXurRu Bi EL XurRi) “Hür hür ile.”
Burada önemli karşılaştırmalar vardır. Önce “hür hür ile, abd abd ile” diyor.
Burada hürlerle köleleri katlâda ayırıyor. Sonra da “ünsa ünsa ile” diyor, “zeker zeker ile” demiyor.
Oysa âyetin gelişine göre zeker zekerle öldürülecektir denmesi gerekirdi. Mefhumun muhalefetini esas kabul etsek şu mânâ çıkar; erkek erkeği öldürse ona kısas olmayacaktır. Oysa bunun makul tarafı yoktur. Bunlarda kısas olunca evleviyetle erkek erkeğe de kısas olacaktır. O halde şu sonuç çıkar, burada sayılanlar hasr için değildir. Yani yalnız kadın kadını, köle köleyi, hür hürü ile öldürecek anlamı çıkmaz. Yahut bütün kadınlar köle anlamı da çıkmaz. Öldüren hür ise ölen kim olursa olsun o öldürülecek, öldüren hürdür ölen köledir dolayısıyla öldürülemez gibi bir hüküm getirilemez. Öldürenin hürriyeti ölenin köle olması onu kısastan kurtaramaz. Yine öldürenin erkek öldürülenin kadın olması onu kısastan kurtaramaz. Burada öldüren hür ise kısas yapılacak hür olacaktır demektir. Ölen değil öldüren için hürlük sözkonusudur.
وَالْعَبْدُ بِالْعَبْدِ (elGaBDu Bi eLGaBDi) “Abd abd ile kısas yapılacaktır.”
Bir köle hürü öldürürse ne yapılacaktır?
Köle hüre eşit olmadığı için denk kabul edilmeyebilir. Kölenin sahibinin katli istenebilir. Bu hükmü kaldırıyor. Katleden köle ise köle katlolunacaktır, sahibi değil. Çünkü kısasta bütün insanlar eşittir. Hür olsun köle olsun aralarında fark yapılmadan katil katlolunur. Bunlara mefhumu muhalefet ile hüküm verip hür köle mukabili katledilemez diyemeyiz, o zaman köle de hür karşılığı katledilmez anlamı çıkar. Kimse bu şekilde yorumlayamaz. Çünkü makul olmaz. Yani insanların eşitlik ilkesine aykırı olur.
Bakınız, demek ki Kur’an’ı bile yorumlarken makul olmak zorundayız, yani varsayımlara dayanmak zorundayız. Mefhumu muhalefeti değil kıyası esas almalıyız.
Madem ki köle köleyi öldürdüğünde kısas yapılıyor, köle hürü öldürdüğü takdirde de kısas yapılacaktır. Bu evleviyetle böyledir. Tamim etmemiz için illet bulmamız gerekir. O da kişi olma demektir. O halde hür köleyi öldürse de öldürülür demektir. Yukarıdaki ifade ile takviye edilmiş olur.
وَالْأُنثَى بِالْأُنثَى (Va eLEuNÇAy Bi eLEuNÇAv) “Ünsa ünsa ile katledilir.”
Öldüren kadın ise ölen erkek olsa da yine kadın öldürülür. Kısasta karşı taraftan erkek olması istenemez. Aksini düşünsek o zaman öldürülen erkek olsa kadın öldürülmez demek olur. Bunu da makul görmek mümkün değildir. O halde burada ifade edilmek istenen nedir? İnsanların kısasta birbirinden tefrik edilmeyişidir.
Kısasta erkek kadın, hür köle, kıyasen küçük büyük eşit olup öldüren öldürülür. Nitekim başka yerde cana can dendiği için fıkıhçılar icma ile bu âyeti böyle anladılar.
Bu eşitlik ilkesi diyete de intikal eder, diyette eşitlik sağlanır. Bununla beraber kamu görevlisi askere yapılan taaddi kamuya da yapılmış olduğu için onların diyetleri iki mislidir. Biri vârislerine verilir, diğeri ise ilgili vakfa kalabilir. Bu bilhassa uluslararası cinayetlerde önem kazanır.
Fransa’da bizim elçimiz öldürülürse Fransa’dan katilin teslimini isteyebiliriz, yahut dört misli diyet alabiliriz. O hükümetin tercihi olur. Öç alan için de böyledir. Öç alanı bize teslim ederlerse biz kısas yaparız. Teslim etmezlerse kaç kişiyi öldürmüşse onun dört katı diyet talep edebiliriz. Buradaki farklılık, kısasta değil de kamunun uğradığı zarara karşı yapmış oluruz.
Buradaki önemli husus, hürlerde olduğu gibi köleler de, kadınlar da, kıyasen çocuklar da mü’min statüsündedirler. Çünkü “ey iman edenler” denmiştir, “size” denmiştir. O “siz” ifadesi altında bunlar sayılmıştır.
Mü’min müslim karşılığı, müslim mü’min karşılığı öldürülebilir mi?
Eğer bizim yönetimimizde iseler ve cizyeyi bize veriyorlarsa kısas yapılır. Ama bizim yönetimimizde olmayan birini katletmişse, kişi de bize iltica etmişse biz onun diyetini ödeyip kısastan kurtarabiliriz. Aynı haklar konusunda diğer devletler de bize karşı hak sahibidirler. Bu da uluslararası kısas hükümleri şeklindedir.
Biz bucaklar arası da bu hükümleri geçerli yapıyoruz. Böylece idam cezası kalkmıyor ama son derece kısıtlı hâle geliyor. İlçesini terk eden bir kimsenin diyeti âkilesi tarafından veya bucağı tarafından ödenirse, bir daha ilçede görünmemek şartı ile kısas diyete dönüşür.
فَمَنْ عُفِيَ لَهُ (Fa MaN GuFiYa LaHUv) “Onun için bir şey afv olunursa.”
Burada “Fa” harfi ile istisna yapılmıştır. Yani yukarıdaki kısas burada diyete dönüştürülmüştür. Ancak istisna olarak değil, yukarısının izahı olarak yapılmıştır.
Bunun anlamı şudur ki, diyette kısas hükümlerine tâbidir. Kişinin kendisine kısas yapılması ile malının alınması aynı hükümlere tâbidir. Burada affedilen kısas değil, kısasın diyete dönüşmesidir. Yani diyet affedilemez. Burası çok önemlidir. Af kısası kaldırmaz, sadece kısası diyete dönüştürür. Diyet mağdurun kendisine veya vârislerine ödenir. Onu hazfederler. Ona mâlik olduktan sonra artık onu isterlerse iade ederler. Mağdura veya vârislerine diyet alacak olarak temlik edilmez. Çünkü diyeti ahzeden kamudur.
Mirasta da benzer hükümler vardır. Ölenin malları önce başkana intikal eder. Başkan onun borçlarını öder, vasiyeti yerine getirir, kalan kısmını ise Kur’an’a göre mirasçılara taksim eder. Mirasçılar ancak bundan sonra paylarına sahip olurlar. Kısasta da böyledir. Diyet kabile başkanı tarafından taksim edilir. Kısas olmak üzere alınır ve mirasçılara sonra taksim edilir. Mirasçılar mallarını aldıktan sonra isterlerse suçluya bağışlayabilirler. İşte bundan dolayı hükümler istisna şeklinde değil, beyan şeklinde getirilmiştir. Yani “Fa” ile atfedilmiştir. “Fa”nın başka hükmü de affın her yerde geçerli olmasıdır.
Kısas hangi şartla olursa olsun diyete dönüşebilir. Oysa cezalar yani kamuya karşı işlenmiş suçlar ise affedilemez. Mesela, kamu görevlisini kamu görevinden dolayı katleden kimsenin affı mümkün değildir. İnfaz edilir. Çünkü burada mağdur olan kamudur. Kamu mağduriyetini kabullenecek bir yetkili yoktur.
مِنْ أَخِيهِ شَيْءٌ (MiN EaPIyHı ŞaYEun) “Ehiden yapılacak bir şey.”
Burada “ŞEY” kelimesi kısmi affın tümünü affa dönüştürmesinden dolayıdır. Yoksa diyette tenkis yani noksanlık değildir. Çünkü diyeti alacak olan vârislerdir. Affedecek olan ise kardeşlerdir.
Burada “İHVETİ” denmemiş, “EHIHİ” denmiş, yani bir kardeşin affı demektir. Bu kardeşlerden birinin affı değildir. Öyle olsaydı “Min Ehin Lehu” olurdu. Bu da büyük kardeş anlamına gelirdi. Velayet hakkını elinde tutan kardeş demektir. Şöyle ki, bir kimsenin babası ve dedesi yoksa, kardeşleri veya amcaları veli olurlar. Bunlardan en büyüğü veli olur. İşte affetme hakkı da onundur. Ancak mirasçı olmamalıdır. Babası olsa babası vârisi olduğu için af yetkisine sahip değildir. Çünkü paraya tamah eder ve kısastan vazgeçebilir. Bu da kamu görevi olan adaletin ve güvenin devamını ihlal eder. Eğer kişinin kardeşlerinden daha yakın vârisleri yoksa o zaman vâris olmayan en yakın akraba af yetkisine sahip olur. Kardeşinden murat budur.
Böyle eğer kişi affedildiğinde azmayacaksa ve başka cinayetler işlemeyecekse veya çevreyi korkutmayacaksa af edilecek, yok böyle bir tehlike sözkonusu ise o zaman kısas istenecektir.
Her iki kararda da diğer küçük kardeşlerin hakemlere itiraz hakları vardır. Affedilmesi uygun olduğu halde affedilmemişse veya kısas yapılması gerektiği halde affedilmişse bu karar iptal edilir, velayet ondan sonraki kardeşe intikal eder. Velayet müessesesi babanın ve babadan erkekten erkek akrabalarına ait olduğu için bu yetkiyi anadan kardeşler kullanamazlar. Kadınların kısası affa çevirme hakları yoktur, çünkü güvenlik sağlamakla yükümlü değildirler. Bununla beraber kardeşin aldığı karara bütün vâris olacak akrabalar dahildir.
Burada önemli bir şey daha ortaya çıkıyor. Bir kimse yaralansa ve ölmese kim affedecektir? Kendisi mi, kardeşi mi? Mal kendisine intikal edeceği için kendisinin affetme yetkisi yoktur. Affı ancak kardeşi yapabilir. Çünkü cinayet yalnız mağdura yapılmamış, akrabalarına da yapılmış olmaktadır.
“ŞEY’ÜN” kelimesi kardeşe pazarlık hakkı tanımaktadır. Şöyle ki, diyet şer’an tesbit edilmiştir. Ancak affeden kardeşler de bir şey isteyebilir. Diyetten fazla bir şey alabilirler. Bunu yapmaları affı ortadan kaldırmaz. Ne var ki o aldığı şey ona helal olmaz, sonra istirdad edilerek vârislerine verilir.
“ŞEY’ÜN” kelimesi, kişinin kendi çıkarı için aldığı kısma karşı yaptığı aftır.
فَاتِّبَاعٌ بِالْمَعْرُوفِ (Fa EiTiBAGun Bi eL MaGRuFi) “Maruf ile ittiba olacaktır.”
Affedene tâbi olunacaktır. Kamu yetkilerini kullanma şeriatta değişik kimselere verilmiştir. Merkezi yönetim yoktur, yetkileri bölüşülmüştür. Burada bucak başkanı kardeşin emrine verilmiştir. O affederse ona uyulacak, ona tâbi olunacaktır. Kim başkan olursa ona tâbi olunacaktır. İttiba kişiye değil makamadır. Görev icra edilirken ihraz edilen makamdır. Burada ittiba olunacak ve ihsan ile eda olunacaktır. Maruf ile ittiba edilecektir. Yani, diyet pazarlıkla değil maruf ile eda edilecektir.
Kur’an birçok hükümleri, miktara ait hükümleri devre ve topluluğa bırakmıştır.
Diyetin miktarını kim tesbit edecektir?
Kur’an bunlar için örf ve maruf kelimelerini kullanmaktadır. Örf, topluluğun uygulamada oluşmuş değeridir. Mesela, fiyat örf ile sabit olur. Dil de örf ile oluşur. Yetkililerin aldığı kararlarla sabit olmaz. Bu örfün sübutu hakemlere aittir. Hakemler örfü sabit tutar, ona karşı hakemlerin yanında dava ikame edilmezse o örf kabul edilmiş olur.
“MARUF” böyle değildir. Meclis veya şûra bir araya gelir, karar şekillerinden uygun olanı ile kararlaştırılırsa bu maruf olur. Mesela, meclis toplanarak orta değer ile diyetin miktarını tesbit etmiş olur. Bu miktar hakemlerin kararı ile yenilenebilir. Burada diyetin sübutunu marufa bırakmıştır.
Burada ikinci soru sorulur. Bu marufu kim belirleyecektir? Bunun içtihadını yapmamız gerekir.
a) Kur’an’daki “Ey iman edenler” Cuma cemaatidir. Dolayısıyla hukuk düzeni bucaklarda kurulur. Böyle olunca diyet miktarı bucakta tesbit edilir. Bu uygulamayı yaptığımızda bütün yük bucak halkına biner. Öyleyse şöyle diyebiliriz. Küçük diyetler bucak meclisince, ondan büyük olanları il meclisince, daha büyük olanları ülke meclisince tesbit edilir.
b) İlin diyeti tesbit etme yetkisi şûradan doğmaktadır. Mahkemelerin kararları mahkumların rızası olursa bucakta icra edilir. Mahkum kabul etmez de direnirse bucak silah kullanmaz, il yönetimine havale eder, il yönetimi silahlı icra yapar. Madem ki diyet kısas hükümlerine tâbidir, o halde ilde de bu diyet tesbit edilebilir.
c) Devletin diyeti tesbit etme yetkisi şundan vardır. Çünkü resmi ücretler devlette tesbit edilmektedir. Diyetin tespitinde kişinin 33 yıllık çalışma karşılığı esas alınmaktadır. O halde bu tesbit devletçe yapılmalıdır.
d) Biz bunu şöyle yapıyoruz. Diyet 32 yıllık ücret olarak kabul edilirse, 32’nin üzeri nâs, 16-32 arası devlet, 8-16 arası il, 8 yıllık ücretten daha azsa bunu bucak tesbit eder.
“İTTİB” münker gelmiştir. O halde maruf olana değişik şekilde yaklaşılacaktır. Bu da bize mahalli diyetler vardır ve farklıdır anlamını verir. Her ülkenin kendi diyet usulü vardır. Diyetlerin ödenme usulü vardır. Buna göre diyet ülkede bir olsa bile taksitler farklı olabilir.
وَأَدَاءٌ إِلَيْهِ بِإِحْسَانٍ (Va EaDAEun EiLaYHi Bi İXSANın)
“Ve ihsan ile tediye edilecektir.”
Burada “EDA”yı ayırmıştır, bunu da nekire yapmıştır. Bu edanın ihsan ile yapılmasını emretmektedir. Bunun için şunu yapıyoruz. Önce mağdura devletçe birden ödenir. Bunları taksit taksit olarak dayanışma ortaklarından tahsil eder. Burada “İHSAN” vardır. Çünkü mağdura peşin ödenmiştir, bu ihsandır. Dayanışmadan taksit taksit alınmıştır, bu da ihsandır. Başka ihsanın uygulaması şöyle olmaktadır. Bir adam kasten adam öldürse kısasa tâbi olur. Affedilirse diyete dönüşür. Bu diyeti devlet öder. Böylece mağdurlar için ihsan ortaya çıkar. Döner bunu kişiden taksite bağlayarak tahsil eder. Eğer taksitlerini ödeyemezse âkilesinden tahsil eder. Kişi âkileye bu diyeti öder. Ama ödeyemezse zorunlu çalışma yerine alınır ve ona ödetilir. Ödeyemezse âkilesi ödemiş olur. Bu takdirde malları mirasçılara taksim edilir. Böylece katilin yakınları mağdur edilmez. Babalarının işlediği suçtan dolayı çocukları ve âkilesi tecziye edilmez. Kişi hapishaneye atılmaz, ancak zorunlu çalışma yerine alınır. Orası suçlular sitesidir. Dışarıdan girip çıkma serbesttir. Ne var ki orada askeri idare vardır. Mahkumlar ise dışarı çıkamazlar. Hattâ eşleri ve diğer yakınları isterlerse o siteye yerleşerek yakınlarının yanında yaşayabilir ve orada çalışabilirler. İşte bunların hepsi edanın ihsanı ile yapılmaktadır.
Bunlar bizim bulduğumuz çözümlerdir. Daha iyi çözümler bulunursa onlar kabul edilir.
Burada çok önemli bir şey vardır. O da caydırıcılık her zaman geçerli olmalıdır. Katil önceden affedileceğini bilmediği için suçu işlerken idam edileceğini kabul ederek işler. Bu caydırıcılıkda noksanlık getirmez.
ذَلِكَ تَخْفِيفٌ مِنْ رَبِّكُمْ (ÜAvLiKa TaPFİyFun MiN RabBiKuM)
“Bu size Rabbinizden tahfiftir.”
Yani, asıl olan kısastır. Dolayısıyla eğer af olmazsa kısas yapılır. Kısasın uygulanması için talebe gerek yoktur. Çünkü kısas yapma görevi yönetime verilmiş görevdir. Onların affetme yetkileri yoktur. Af yetkisi kardeşine aittir. Kardeşe verilen bu yetki tahfif içindir. Bunun tahfif olduğu ifade edilmesidir. Af tahfifin illetidir. Madem ki mağdurun velisi kısas istemiyor artık kısas yapılamaz. Ama bu af değildir. Mâli sorumluluğunu azaltmaz. Bunun önemi şudur. Kısas veya diyetten hiçbirisi affedilmezse ne olacaktır?
Fıkıhçılar cezada şüphe düşmesini esas aldıklarından bu takdirde kısas yapılmaz diyorlar. Hattâ kardeşlerden biri affetse diğerlerinin söz hakkı kalmaz gibi istidlalleri vardır.
Biz bunlara katılmıyoruz. Affetme yetkisi bir kardeşe verilmiştir. Affedilmemesi hâlinde kısas yapılır. Mesela, bir kölenin kardeşi yoksa, kölenin katili de sahibi ise sahibi katledilir. Çünkü sahibi yoktur. Bu da zayıf ve kimsesiz olanları korumaktadır. Bize göre hüküm böyledir. Afv tahfifin illetidir. Cezayı tamamen ortadan kaldırmanın illeti değildir. Hele kısas için kısasın talebi gibi bir şart yoktur.
وَرَحْمَةٌ (Va RaXMaTun)
“Ve rahmettir.”
Ortada yalnız tahfif sözkonusu değildir. Kısasta mağdurların bir yararı yoktur. Oysa af ve diyette ise mağdurların yararı vardır. Yakınlarını kaybedenler hiç olmazsa maddi bakımdan tatmin edilirler. O halde zarar kısmen gideriliyor ve rahmet oluyor.
Biz bunun için bir kişinin diyetini 33 yıllık çalışma ücreti olarak kabul ediyoruz. Bu sayede kişinin ekonomik değeri tazmin edilmiş oluyor. Herkes eşit olduğundan herkesin diyeti bu oluyor.
فَمَنْ اعْتَدَى بَعْدَ ذَلِكَ (Fa MaN EıGTaDAy BaGDa ÜAvLiKa)
“Bundan sonra kim i’tida ederse.”
Bu cezalar konduktan sonra ve müessese getirildikten sonra kim i’tida ederse, yani başka yollar ararsa, hapishaneler icat ederse, yahut afv müessesesini kaldırırsa veya kısas yapmazsa, onun cezası elim azaptır deniyor.
İnsanlığı en çok meşgul eden ceza müessesesidir. Dengeli ceza müessesesi topluluğu mesut eder. Dengesiz ceza müessesesi topluluğu zulme sokar. Her türlü aşırılıklar son derece kötü sonuçlar doğurur.
a) Batı dünyası İslâm hukukunun felsefesini kavrayamamıştır. Kamu ayrıdır. Cinayet kamuya karşı işlenmiş suç değildir. Devlete karşı işlenen suçlar nelerdir?
1- Bir suç kamu görevi ifa eden görevliyi engellemek amacıyla işlenmişse bu kamuya karşı işlenmiş suçtur.
2- Gizli işlenmiş başkalarını mağdur eden fiiller de kamuya karşı işlenmiş olur. Çünkü devletin görevi hukuku korumaktır. Gizli ilişkiler, hırsızlıklar ve gizli işlenmiş katletmeler devlete karşı işlenmiş kabul edilir. İspat edildiği takdirde bunların cezasını devlet verir. Gasp devlete karşı işlenmiş suç değildir. Çünkü açıkça yapılmıştır, devlet onu kolayca hükme bağlar. Evlenebilecek kimselerin açık cinsi ilişkisi suç değildir. Resmi nikaha bunun için gerek yoktur.
3- Neseb ihtilatı (karışıklığı) devleti görevini yerine getiremez hâle sokar. Çünkü babası belli olmayacağı için çocuğa karşı baba görevini kim yüklenecektir?
4- Devleti aciz kılacak işlerde kamuya karşı işlenmiş olur. Mesela kardeşlerin evlenmesi böyledir. Doğacak çocuğun hukukunu devlet koruyamaz. Çünkü sakat doğmakla devleti acziyet içinde bırakır.
b) İkinci tip suçlar ise devleti aciz duruma sokmaz. Devletin hukuku koruma görevi vardır. Caydırıcılık bakımından cezalandırılması gerekir. Mağdur olanların da burada hakları vardır. Bunlar dengelenmektedir. Şimdi bir taraftan devlet ceza vermektedir, diğer taraftan ayrıca mağdura da tazminat ödetiyor. Oysa Kur’an cezayı en ağır bir şekilde yapıyor. Ama afv müessesesi getirerek en ağır ceza hafifletiliyor. Böylece kısas ortadan kalkıyor. Diğer taraftan mağdurlar da diyetten yararlanıyorlar. Burada ince bir denge korunmuştur.
c) Batı ya idamı uyguluyor ya da hepten kaldırıyor. Oysa Kur’an’da idam var ama affa dayalı idam var. Hukuk düzeni içinde başka ölüm cezası yoktur. Ancak, teslim olmazsa, devletle savaşa girişirse, onunla savaş kurallarına göre savaş yapılır. Demek ki hukuk düzeninde kısastan başka idam cezası yoktur.
d) Hapishaneler devlete yük, yakınlarına işkence, suçluyu suça alıştırma ve caydırıcılığı da olmayan bir müessesedir. Bunun yerine zorunlu çalışmalar müessesesi vardır. Devlete yük olmaktan çıkıyor, yakınlar işkenceden uzak tutuluyor, suçluyu askeri yönetimde ıslah ediyor. Ayrıca kısas olduğu için de caydırıcılığı takviye edilmiştir.
فَلَهُ عَذَابٌ أَلِيمٌ(178) (Fa LaHUv GaÜAvBun EaLİyMun) “Ona elim azab vardır.”
Zamir “Men”e racidir. “Men” lafzen müfrettir, mânen ise müfred ve cemi içerir. Fert olsun cemaat olsun “Men” ikisine racidir. Buradan anlıyoruz ki topluluğun da fert gibi kişiliği vardır. Burada fert ve topluluğu hükümde birleştirmek için müfret gelmiştir. “Hum” gelebilirdi, o zaman yalnız topluluk kastedilmiş olurdu.
“Elim azab” acıklı azaptır. Bu âhiretteki azaptan ziyade dünyadaki azaptır.
Allah’ın dünyada koyduğu hükümler insanın dünyadaki yararları içindir. Allah sadece imtihan için okulda olduğu gibi sorular sormaz, imtihanı gerçek hayatta yapar. İnsan, kendisine yararlı işler yaparsa dünyada da karşılığını alır. Topluluğun âhirette cezası yoktur. Topluluğa yapılacak azap hep dünyevidir.
Kişiye gelince, kişinin işlediği günahlar iki şekilde olur.
a) Bunlardan biri, yalnız kendisine zararı olur. Bu takdirde cezasını dünyada zaten çeker. Çünkü Allah kimseye kendisine zararı olmayan ve topluluğa zarar vermeyen bir şeyi haram kılmamıştır. Kendisine zararlı olan bir günahı işlerse zaten dünyada cezasını göreceği zararla çekmektedir. Bunlardan dünyada çektiği olursa âhirette azaptan ziyade sevaptan mahrumiyet şeklinde olur. Mesela, Mustafa Kemal içki içti, zararı kendisine oldu, erken öldü, cezasını bu dünyada çekti, âhirete kalmadı. Kalsaydı da affedilmesi büyük ihtimal. Çünkü kendisine verilen görevi yapmadığı için suçlu olur.
b) İkinci haram ise topluluğa verilen zarardır, yani başkalarına karşı işlenen suçlardır. Bunun cezasını dünyada yargıçlar vermektedir. Dolayısıyla âhirete fazla bir şey kalmamaktadır. İşte “elim azab vardır” demek, kuralları çiğneyenlere acıklı azab vardır demektir. Bu da tenkildir, yani etkisiz hâle getirmedir. Kur’an’da dört kaide sayılmıştır.
a) Katletmek. Hakem kararlarına rıza göstermeyenlere uygulanır.
b) Hakem kararlarına uyanlara uygulanır. Kısasa benzer. Ama affı caiz değildir.
c) El ve ayağın çapraz olarak kesilmesidir. Katil olmadan suç işleyip teslim olanlara uygulanır. İtiraf edenlere ise kısas uygulanır.
d) Siteden sürme veya ülkeden sürme. Çalışma sitelerine sürme yahut bucaklardan sürme.
İşte bunlar azabı elimdir. Uygun olanla bunlar cezalandırılmış olur.
Bu âyet Kur’an’ın yarım sayfasından azdır.
Ama kısas önemli bahis idi, bundan dolayı tefsiri uzun oldu.
Ayrıca vasiyet de çok önemlidir.
Şahadet müessesesi de orada açıklanmaktadır, onu da kısa geçmek istemedim.
Gelecek derste vasiyette şehadet anlatılacaktır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-391 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-221 İstanbul, 13 Ocak 2006
BAYRAMLAR VE ÖNERİLER…
“Bayram” kelimesi Kur’an’da bir yerde geçer. Havariler Hazreti İsa’dan gökten yemek istiyorlar. Allah da gönderiyor. Bizim ilklerimize ve sonrakilerimize de îd/bayram olsun diyorlar.
Îd, avdet geri gelme anlamına gelir. Sene-i devriyesi olarak eski günler hatırlanır. Bayramın anlamı geçmiş olayları yılbaşlarında hatırlama demektir. Bize mâide indir, bize rızık olsun deniyor.
Kur’an bayramlar için şu hükümleri koymuştur.
a) Senede iki defa bayram yapılır. Bunlar gökteki aylara göre yapılır. Bu günler de devreder, yani güneş takvimine göre gezer. Her olay için ayrı bayram değil de, bu iki bayramda bütün geçmiş hatırlanmalıdır. Hangi yıl bayram güneş takvimine göre gelmişse o günkü olaylar anılmalıdır. Yılda iki bayram vardır. O halde yaklaşık 15 yılda bir geçmiş 10 yıllık tarih anılmış olur. O sene o bayramın rastladığı günlerin olayları anılmış olur.
b) İnsan önce kendi tarihini her bayram gözden geçirmelidir. Herkes kendi başından geçen olayları bilgisayarda kayda geçmelidir. Haftada bir bunu yapabilir. Eğer bizim istediğimiz muhasebe tutulursa o kaynak olur. Sonra ocağının yani aşiretinin, sonra bucağının, sonra ilinin, sonra ülkesinin, sonra insanlığın tarihleri anılmalı ve kutlanmalıdır.
c) Ramazan Bayramı’nda da Kurban Bayramı’nda da ortak yemek yenmelidir. Bunun için camiler, okullar, kapalı salonlar ve stadyumlar kullanılabildiği gibi çadır sistemini de geliştirmeliyiz. Her ailenin sığabileceği bir çadırı olmalıdır. Savaş veya afetler zamanında o çadırla gidip uzak yerlerde yerleşebilmelidir. İşte bayram günlerinde bu çadırlarda bayramlaşmak amacıyla bir araya gelmeli, herkes orada çadırını kurmalı, orada yemek hazırlamalı ve ondan sonra kişiler/aileler kendi yemeklerini başkalarına ikram etmeli, kendileri de başka yemeklerden yemelidirler.
d) Bayramlaşmalar bayramlaşma sahalarındaki çadırlarda ziyaret ve ikramlarla olmalı, bu uygulama karda kışta da yapılmalıdır. Çünkü savaş ve âfet kar-kış beklemez. Bu aynı zamanda sivil savunma uygulamasıdır.
Ramazan Bayramı Kur’an’ın inmeye başladığı Ramazan ayının sona ermesi bayramıdır.
Kurban Bayramı risaletin tamamlandığı bayramdır. Bunlar hatırlanır ve tarih şuuru geliştirilir.
Halkımızın icat ettiği bazı iyi âdetler ve örfler vardır. Onları da şeriata göre düzenlemeliyiz.
1) Bayramdan önce herkes alışverişe çıkar ve alacaklarını o dönemde alır. Bunun iyi tarafı, insanlar kıyafetlerini bayramdan bayrama yenilerler. Yıl içinde bu işlerle vakitlerini kaybetmezler. Üreticiler de bayrama hazırlık yaparlar. Ekonomi israftan kurtulur ve dengeli çalışır. Burada eksik olan taraf, selem sisteminin çalışmaması yani halkın bayramlıklarını daha evvel sipariş etmemeleridir. Bu da o gün pahalılığa sebep olmakta veya artanlar israf olmaktadır. Kurban dahil bayramlıklar önceden sipariş verilmelidir. Bu siparişte zenginlerin alacakları mallara yapılacak zamlarla fakirlerin alacakları mallar ucuzlatılmalıdır. Bu ucuzluk sağlık ve estetik bakımından büyük fark yaratmalıdır.
2) Halkımızın bir âdeti de çocuklara para ikramında bulunmaktır. Bu uygulama çocukları dilenciliğe alıştırmakta, ayrıca zenginlerin çocuklarına daha çok verilmektedir. Bunu da şöyle düzenlemeliyiz. Bayramlık fonunu ayırmalıyız. Aynı yerde bayramlaşan cemaat eline imkan geçtiği zaman bayramlık fonuna istediği nispette katkıda bulunmalıdır. Çadırlara yerleşip bayram namazı kılındıktan sonra, bayramlık fonu henüz baliğ olmamış çocuklara eşitlik içinde bölüştürülür. 3 yaşına kadar olanlara ayrı, 3 ile 7 yaş arasında olanlara ayrı, 7 ile 10 yaş arasında olanlara ayrı ve 15 yaşa kadar olanlara ayrı miktarlarda bölüştürülebilir. Böylece çocuklar topluluktan yardım almaya ama sonra topluluğa katkıda bulunmaya alıştırılmış olur.
3) Halkımızın örflerinden biri de bayram günleri şeker ve tatlı dağıtmadır. Bu konuda da her aile kendisine özel tatlı veya meyve benzeri bir usul benimsemelidir. Kişiler ziyaretlerini yaparlarken aynı şeyleri tatmak zorunda kalmamalıdır. Farklı olunca, insan yılda iki defa da olsa her çeşit gıdadan tatmış olacağı için yıllık vitamin ihtiyacını giderir. Bunun için herkes tatlısını veya ikramını tescil ettirmeli, artık onu başkası yapmamalı, o kişi hep onu yapmalıdır. Yoksullara malzeme yardımı yapılabilir ama herkes kendisi o ikramlığı elleriyle hazırlamalıdır.
4) Bir de ziyaretler yapılmaktadır. Bayramın birinci günlerinde yaşlılar çadırlarında oturur, gençler kafileler hâlinde uğrayıp onları ziyaret ederler. Herkes teberrüken kendi adını ve ziyaret edilenin adını söyler. Mesela, “Süleyman Karagülle teyzesi Havva Çakır’ın bayramını tebrik eder” der. Böylece ziyaret eden hem kendisini tanıtmış hem de yakınlığını anlatmış ve onun adını aklında tutmuş olur.
Bunlar bidati hasenedir.
Bunları da usulüne göre yaparak ibadet hâline çevirmiş olur, böylece ihsan emrini yerine getiririz.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-391 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-221 İstanbul, 13 Ocak 2006
TARİH IRMAĞI, SERMAYE OYUNU VE ÇİN
Tarih geniş bir ırmak gibidir, kendi yatağında akmaktadır. Biz onun akışını ve yatağını değiştirme gücüne sahip değiliz, ancak kayığımızdaki dümenle sağa sola gidebilir, kayalara çarpmadan ilerleyebilir, sağa veya sola yanaşarak yararlanabiliriz. Her birimizin kayıkları ayrıdır ama aynı ırmak içinde ve yan yana akıp gidiyoruz. Ayrı kayığımız olduğu için ayrı ayrı uluslarız ama aynı ırmakta yan yana gittiğimiz için de tek bir halkız.
Kur’an’da hem sizi ümmetlere ayırdık diyor, hem de siz tek ümmetsiniz diyor. Yerel yönetimli tek insanlık vardır.
Şimdi ABD’deki sömürü sermayesi dünyayı kendi sermaye yönetiminde tek devlete götürmektedir. Bu yanlıştır. Bağımsız yerel yönetim içinde demokratik, lâik, liberal bir hukuk düzeni içinde insanlığın birliğe gitmesi akan tarihî ırmağın kaderidir. Gelecekte ne olacaktır? İnsanlık ülkelere ayrılacak, savunmaları uluslar orduları ile yapacaklardır. Ülkeler illere ayrılacak, iç güvenliklerini iller kendileri sağlayacaklardır. İller bucaklara ayrılacak, her bucak kendi hukuk düzenini kendisi bağımsız olarak kuracaktır. Bucaklar ocaklara ayrılacak, aşiretler birlikte istedikleri gibi yaşayacaklardır. Ekseriyet demokrasisi yerine “hicret demokrasisi” gelecektir.
Hakemlerden oluşan yargı üstünlüğünü tüm insanlık her kademede kabul etmiş olacaktır. Kurallar ve hakemler düzenine “hukuk düzeni” diyoruz. Tarih ırmağının ne tarafa aktığını bilirsek kendi kayığımızın dümenini ona göre çeviririz.
Şimdi ABD’nin sömürü sermayesi ne yapıyor? Her gün insanlığı sömürebilmek için yeni saldırılara geçiyor. Hedefi dünyada sermayeye dayanan tek devlet oluşturmaktır. Bunu sağlamak için çok basit bir çözüm yolu üretti. Çin’e gidiyor, orada fabrikalar kuruyor, oranın emeğinden yararlanıp ucuz mal üretiyor. Bu malları satabilmesi için dünyaya doları borç olarak veriyor. Ülkeleri borçlandırıyor. Ne var ki ülkelerin Çin mallarını almalarını sağlamak için borcu üretime değil de yatırıma veriyor. Yatırımı da üretim yatırımına değil, fabrikalara değil, ev inşaatına veriyor. Uzun vadeli ödemelerle lüks evler inşa ettiriyor. Halk bu inşaatlarda çalışıyor ve YTL kazanıyor. Tüccar Çin’den getirdiği malları bunlara satıyor. Böylece halk Çin malları ile geçiniyor. Bu mekanizma ile neler oluyor?
a) Ülkede inşaat yapılıp lüks evler üretiliyor. 20-25 senelik borç nasılsa bir gün arızaya uğrar ve o evler satılığa çıkar. O zama onda bir fiyatla yine kendisi satın alır. Böylece halk bedavaya evler yaptırmış olur.
b) Ülke devamlı olarak borçlanır. Piyasada dolar çoğalmaz ama devletlerin dolar borçları artar. Hiçbir devlet borç ödemez hâle gelir. Böylece tüm devletler sermayenin esiri hâline gelmiş olur.
c) Halk inşaat sektöründe olduğu için tarımda ve sanayide çalışan insan kalmaz. Bundan dolayı o ülkenin ekonomisi çöker. Çinliler üretir, insanlar yer, tüketir ve yaşarlar. Dünya üzerindeki tüm meskenler sömürü sermayesinin olur.
d) Bir gün bir ülkeyi yok etmek isterse bu işi yapmak çok kolay hâle gelir. O ülkedeki inşaat kredisini de keser, inşaat durur. Bu arada halk tarımı unutmuştur. Zaten tarlalar da ekilmediklerinden çalılıklaraa dönüşmüştür. Teknoloji unutulmuş, fabrikalar harabe hâle gelmiş, çalışamaz durumdadır. Çin’den yiyecek de gelmemektedir. İnsan bir apartmanı bir ekmeğe satar duruma gelir, insanlar birbirlerini keserek etleri ile geçinme durumuna düşerler.
İşte ABD sömürü sermayesinin dünyaya oynamak istediği oyun budur.
Bilhassa Türkiye’ye özel olarak bunu uygulamaktadır.
Ben bunu anlatırken Yahudi sermayesine veya küresel sömürü sermayesine kin beslemiyorum. O dünyayı birleştirme çabasıyla hareket ederken, kendi hakimiyetini de tesis etmeyi hedeflemektedir.
Bu durumda biz bu oyuna karşı neler yapabiliriz.? Bazı temel kuralları koyalım.
a) Önce ekonomik saldırıya karşı ancak ekonomik savunma ile cevap verilebilir. Devletin bazı yasaklar koyması ile buna bir çözüm üretemeyiz.
b) Savaş küresel tekel sermaye ile halk sermayesi arasındadır. Dolayısıyla tekel sermayeye karşı tekel oluşturarak tekele karşı savaşla bu sorunu çözemeyiz. Sorunu halk sermayesi ile çözebiliriz.
c) Merkez bankalarının ürettiği dolar veya lira ile bu sorunu çözemeyiz. Çünkü bu para tekel olan bir ekonominin parasıdır. Sermayenin emrine verilmiş bir devlet tekelidir. Merkez bankalarının çıkardığı karşılıksız paranın yanında, onunla yarışan ve halka satın alma gücünü sağlayan bir mübadele aracını keşfetmeliyiz. Onu devlet değil halk çıkarmalıdır.
d) Çin halkı ile Türk halkı arasında bavul ticaretini sağlamalıyız. Çinlilerle takas sistemini geliştirmeliyiz. Yani, onlara dolar değil mal satmalı, onlardan da bunun karşılığında mal almalıyız.
Bunları devlet değil İstanbul esnafı yapacaktır. Neler yapılacaktır?
1) İstanbul’da Pekin-İstanbul kara ulaşımını sağlayan kervan/lar oluşturmalıyız. İstanbul’dan her gün yeter sayıda TIR kalkacak ve Samsun, Batum, Tiflis, Bakü, Taşkent, Bişkek, Sincan, Pekin güzergahından TIR Kervanı gidip gelecektir. Buralardaki şehirlerde oturan şoförler günde sekiz saat çalışacak ve hepsi kendi evinde yatacaktır. Yani, TIR Kervanı aktarmalı şoförlerle gidecektir.
2) Bu TIR Kervanı kafilesine yakıt vakıf yoluyla sağlanacak ve bu kara taşımacılığı deniz taşımacılığı ile rekabet edebilir hâle gelecektir. Bunun için petrol üreten Asya ülkeleri katkıda bulunmalı; bunu da daha ziyade kendi menfaatleri ve hayatları için yapmalıdırlar.
3) Bu güzergah daha sonra Londra’dan Tokyo’ya kadar uzanacak, bu III. Milenyum İpek Yolu güzergahındaki bölge merkezlerinde Mala-Mal Marketleri kurulmalıdır. Tüccar buralara mal koyup satmalı, karşılığında oradan mal alıp başka yerlerde sattırabilmelidir. Mala-Mal Marketlerinde mal para ile değil de, sadece takasla alınıp satılmalıdır.
4) Ham maddenin olduğu yerlerde küçük ve orta büyüklükte işyerleri açılmalı ve buralarda ucuz işçiye normal ücret verilerek çalıştırılmalı; yani sömürü sermayesi ucuz işçi bulamamalıdır.
İşte bunun için İstanbul’daki küçük ve orta büyüklükteki işletmeleri organize etmeliyiz.
Akevler İstanbul Kooperatifleri bunu hedeflemelidir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL