1967...1968...1969....AKEVLER 40 YILDIR ÇALIŞIYOR....2005...2006...2007
BİZLER ÇALIŞIYOR VE YENİ İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZLERİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ; BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
ADİL DÜZEN 397
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 24 Şubat 2007 Fiyatı: www.akevler.org’a tıklamak!
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 397. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Hedefimiz; “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, Reşat EROL
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ
‘İRAN DEVRİMİ ÖRNEK DEVRİMDİR’
ENERJİ MESELESİNE ÇÖZÜM KATKISI
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 59. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
وَاقْتُلُوهُمْ حَيْثُ ثَقِفْتُمُوهُمْ وَأَخْرِجُوهُمْ مِنْ حَيْثُ أَخْرَجُوكُمْ وَالْفِتْنَةُ أَشَدُّ مِنْ الْقَتْلِ وَلَا تُقَاتِلُوهُمْ عِنْدَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ حَتَّى يُقَاتِلُوكُمْ فِيهِ فَإِنْ قَاتَلُوكُمْ فَاقْتُلُوهُمْ كَذَلِكَ جَزَاءُ الْكَافِرِينَ(191) فَإِنْ انتَهَوْا فَإِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ(192) وَقَاتِلُوهُمْ حَتَّى لَا تَكُونَ فِتْنَةٌ وَيَكُونَ الدِّينُ لِلَّهِ فَإِنْ انتَهَوْا فَلَا عُدْوَانَ إِلَّا عَلَى الظَّالِمِينَ(193) الشَّهْرُ الْحَرَامُ بِالشَّهْرِ الْحَرَامِ وَالْحُرُمَاتُ قِصَاصٌ فَمَنْ اعْتَدَى عَلَيْكُمْ فَاعْتَدُوا عَلَيْهِ بِمِثْلِ مَا اعْتَدَى عَلَيْكُمْ وَاتَّقُوا اللَّهَ وَاعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ مَعَ الْمُتَّقِينَ(194)
وَاقْتُلُوهُمْ (VaQTuLUvHuM) “Onları katlediniz.”
Devlet demek, hukuk düzenini kurmuş topluluk demektir. Hukuk düzeni demek, kişiler arasında çıkan nizaları tarafların seçecekleri hakemlerin alacakları kararları herkesin ölüm de olsa kabul etmesi demektir. Hakemlerden oluşan yargının üstünlüğü demektir. Buna “barış düzeni” diyoruz. İslâm dini bu demektir. İslâm barıştır, din de düzendir. Hakemlerin kararlarını kabul etmeyenlere karşı devlet gücünü kullanır ve hakem kararlarının uygulanmasını sağlar.
“KITAL” vuruşma demektir. O seni öldürmeye çalışıyor, sen onu öldürmeye çalışıyorsun. Bundan önceki âyette “sizinle mukatele edenlerle kıtal ediniz” demişti. Şimdi o kıtalin hükümlerini getirmektedir. Orada “KÂTELÛ” burada “UKTULÛ” diyor. Burada tek taraflı kıtal vardır. “Ve” harfi ile “kâtelû”dan farklı olarak zikredilmiştir. Vuruşmaya başladınız, sonunda galip geldiniz, teslim oldular. Artık karşılıklı kıtal kalkıyor. Bu saldıranları öldürebilir misiniz? Savaş esirleri öldürülebilir mi? İşte bununla ilgili hükmü getirmektedir.
حَيْثُ ثَقِفْتُمُوهُمْ (XaYÇu ÇaQıFTuMUvHUM) “Vuruşmada nerede galip geldiyseniz.”
Artık hakem kararlarına razıyım diyor. Korkusundan dolayı bunu söylemiş olabilir. Eline fırsat geçince saldırmaya devam edecektir. Galip gelseydi sizi öldürecekti. Siz bu durumda yahut kaçarken yakaladınız. Öldürebilir misiniz? İşte bütün bunlarda koyduğu hüküm vardır, “sekfettiğiniz yerde öldürün” diyor.
“SAKF” tavan anlamındadır. “S” harfi peltek “S”ye dönüşmüş, yani nerede hakim olur ve artık hapseder duruma gelirseniz orada öldürünüz. Başka bir akraba kelime de delme mânâsındadır. Nerede kurşun atar veya kılıç saplarsanız orada öldürünüz. Eğer esiri alır başka yere naklederseniz, artık onu öldürmezsiniz. Ona esir muamelesi yapılacak, savaş bitince onun hakkında karar verilecektir. O gün komutan bir yargıç olarak savaşanlara ne yapılacağına karar verir, o zamana kadar askerler onlara işkence yapamaz ve öldüremez.
“KATL” yaralamaları da içine alır. Yani bu emir değil, daha önceki emrin kısıtlanması demektir.
Mukatele edeceksiniz, mukatele esnasında öldürebilirsiniz. Savaş devam etse bile vuruşma yerini değiştirdiğinizde artık onları öldüremezsiniz. Bunun başka mânâsı, savaş esnasında atılan kurşunlar savaşmayanları da öldürmüş olabilir ama savaşmayan kimseler asla öldürülemez. Fıkıhta bunlar sayılmıştır. Savaşmayan din adamları da bunun içindedir.
وَأَخْرِجُوهُمْ (Va EaPRiCUvHUM) “Ve onları ihraç ediniz.”
Burada “katlediniz” ve “ihraç ediniz” diyor. Maktuller ihraç edilemeyeceğine göre katletmediklerinizi “ihraç ediniz” diyor. İslâm hukukunun korunmasının dayandığı iki temel vardır. Hakem kararlarına uymak, uymayanlara karşı da iki müeyyide uygulanır. Birincisi sürmektir. Hakem kararlarına uymuyor ama savaşmıyor. Bunlara yapılacak muamele bunları çıkarmaktır, sürmektir. Gittikleri yerde rahat dururlarsa sorun yok, onlar orada siz burada kalırsınız. Ama size saldırılarsa o zaman onlarla savaşırsınız. Savaşanları savaş esnasında öldürebilirsiniz, diğerlerini ise sadece ülkelerinden sürebilirsiniz.
İhraç “Ve” ile bağlanmıştır. O halde tertip sözkonusu değildir. Savaştan önce de ihraç edebilirsiniz, savaştan sonra da ihraç edebilirsiniz. Vuruşma sırasında öldürülenlerin dışındakiler öldürülemezler.
مِنْ حَيْثُ أَخْرَجُوكُمْ (MiN XAYÇu EaPRaCUKuM) “Sizi ihraç ettikleri yerden ihraç ediniz.”
Esas olan barış içinde yaşamaktır. Hakem kararlarına uymaktır. İnsanların inançlarına saldırmamak, başörtülerine karışmamaktır. Bu konularda hakemlerin verdikleri kararlara uymaktır. İslâm düzeni budur.
Sizi hakem kararlarına bağlı olmaksızın sürer, sizi aranızda barındırmazlarsa, o zaman iç savaşı çıkarma hakkımız yoktur. Göç ederiz. Sonra orada da bizi rahat bırakmazlarsa, oradan savaşıp ülkemizi fethederiz, o zaman da bizim onları çıkarma hakkımız doğar. Nitekim biz Rum ve Ermenilerle bin yıla yaklaşan müddetle barış içinde yaşadık. Ama sonra Batılıların kışkırtması ile Rum ve Ermeniler bize saldırdılar. Halkımızı camilere doldurup yakmaya başladılar. Sonra biz İstiklâl Savaşı’nı kazanınca onları ülkemizden çıkardık.
Bir yerin güvenliğini kim sağlıyorsa orası onundur. Saddam iyi kötü Irak’ta güvenliği sağlamıştı. ABD, ‘sen zulüm yapıyorsun’ diye saldırıp işgal etti ama şimdi kendisi güvenliği sağlayamıyor. O halde oradan çekilmesi gerekir. Çekilince kime bırakacak? Güvenliği kim sağlarsa ona bırakacak. Irak hükümeti güvenliği sağlayabilirse ABD’ye git deme hakkı vardır. Sağlayamıyorsa, bir başka kuvvet gelir ve orada güvenliği sağlar.
Eğer Türkiye, İran ve Suriye ülkelerinde “Adil Düzen”i kursaydılar; o zaman Irak’a girip ABD kuvvetlerini oradan sürme ve “Adil Düzen”e dayalı bir devleti kurma yetkileri doğardı. Kendi ülkelerinde “Adil Düzen”i kuramamış ülkelerin dışarıya karışma yetkileri yoktur. Başörtü serbestliğini ülkelerine getirememiş zavallıların Irak ve Lübnan’da söz söyleme yetkileri yoktur. Peki, ne olacak? İnsanlık Türkiye’ye “Adil Düzen”in gelmesini sabırla bekleyecek. Ufukta bundan başka bir ışık görülmüyor.
وَالْفِتْنَةُ (Va elFiTNaTu) “Fitne”
Birlikte yaşayanların birlikte yaşamaları ancak şeriatla mümkündür. Herkes kurala göre yaşayacaktır. Kimse kimsenin hakkına tecavüz etmeyecektir. Herkesin hak ve hürriyetlerinin bittiği yer, başkalarının hak ve hürriyetlerinin başladığı yerdir. Bu sınırı şeriat kurallarla belirler. Herkes kurallar içinde kendi faaliyet sınırını bilir ve uyar. İhtilaf hâlinde bu sınırı fiilen belirleme işi hakemlere aittir. Hakemler sınırları çizer.
İşte, hakem kararlarına uymamak fitnedir. Bizzat ihkakı hak etmeye kalkışırsanız, bu fitnedir. Herkesin hakemlerin verdiği karara uyması ve hakem kararlarının en üst seviyede tutulması gerekir.
Fitne, bir şeyi ısıtıp eritmek, moleküller arasındaki bağları koparmak, yani kuralları çiğnemek demektir.
أَشَدُّ مِنْ الْقَتْلِ (EŞadDü MiNa elQaTLı) “Katlden eşeddir.”
Burada “KITAL” değil de “KATL” zikredilmiştir, yani burada adam öldürmeler de girmektedir.
Devlet güvenliğini korumak için adam öldürebilir. Ne zaman adam öldürebilir?
Önce kısas yoluyla öldüren idam edilerek öldürülür. Bunun dışında idam cezası yoktur. Hattâ adam öldürmüş olan bucağından çıkar, kaçar ve ilçesi dışındaki bucaklardan birine sığınır, orası da kabul eder de diyeti öderse, artık o da katledilmez. Ama bu kimse yetkililer tarafından bucağında veya ilçesinde görülürse katledilebilir. Çünkü o kurallara uymamış, fitne olmaya başlamıştır.
Burada “derin güç” kavramına gelmiş oluruz. Bir kimse eğer fitne olmaya devam ediyorsa, yargı bunu fitne olmaktan alıkoyamıyorsa, başkan onu bucağından sürgün eder. Artık o bucakta fitnelik yapamaz hal alır. Devlet başkanı ise devlet merkez ilinden sürebilir. Bölge merkez illerinde de yaşayamaz. Eğer bu sürgüne itaat etmez, bucak veya ilçesi topraklarında görülürse, katledilmesini emreder. Ancak eğer idam mahkumu değilse diyeti ödenir. Bucak başkanlarına bucak içinde yaptıkları fiillerden dolayı kısas yapılmaz ama diyet ödenir.
Bir toplulukta diyet müessesesini koymazsanız orada fitnenin önüne geçemezsiniz. Demek ki derin güç meşru değildir ama devlet gücü meşrudur. Devlet gücü işleri açıkça yapar. Türk mahkemeleri yurt dışında bulunan birinin idamına karar vermişse ve diyet de ödenmiyorsa, kim başını getirirse devlet ona ödül verebilir.
Kuleleri gerçekten Usame Bin Ladin yıkmışsa, bu hakemlerce tesbit edilmişse, Usame’yi koruyan devlet kulelerin değerini ve ölenlerin diyetlerini öder. Ödemezse, işte o devletle savaşma hakkı doğar, sonunda yenen yendiği zaman o ülkeyi ganimet yapabilir, halkını esir edebilir.
وَلَا تُقَاتِلُوهُمْ (Va Lav TuQAvTıLuHuM) “Onlarla mukatele etmeyiniz.”
“Onlar sizinle mukatele ederlerse siz de onlarla kıtal ediniz.” denmiş, buna kısıtlayıcı hükümler getirilmemiştir. Esir olup teslim olduktan sonra, vuruşma yerinin dışına çıkarılınca artık onları katletme muhakemeden sonra olmaktadır. Savaş bittikten sonra muhakeme de edilemez.
Şimdi burada mukatelenin yasaklandığı yerler belirtilmektedir. Bu istisna ile getirilebilirdi. O zaman kıyas caiz olmazdı. “Fa” ile getirilseydi kıyas aramadan nass ile her yere teşmil edilirdi. Burada Mescid-i Haram’dan bahsetmektedir. Ancak kıyasla mesela hastahanelerde, mabetlerde, okullarda kıtal haram kılınmış olabilir. Uluslararası anlaşmalarla savaşta yasaklar konabilir. Bizim o yasaklara uymamız gerekir.
عِنْدَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ (GiNDa eLMaSCiDiL XaRAvMı) “Haram Mescid’in indinde.”
Kıtalin uluslararası anlaşmalarla yasaklandığı zamanlar olabilir, mekanlar olabilir. Kur’an bunlardan örnekler vermiştir. Biri “Mescid-i Haram”dır, Kâbe’nin çevresidir. Bugün bu çevre apartmanlarla doldurulmuştur. Ulaşım kolaylaşmaktadır. Nüfus artmaktadır. Dolayısıyla Mescid-i Haram bugün yetmeyebilir. Genişletilebilir. Bu binalar “Adil Düzen” zamanında yıkılır. Arsa parası ödenmez. Bina bedeli ruhsatlı ise ödenir. Beşte bir de fazla ödenerek haram şüphesi kalmaz. İşte bu mescidin içine giren emin olur.
Ne var ki burada “İnde’l-Mescidi’l-Harami” denmiştir, “Fi’l-Mescidi’l-Harami” denmemiştir. O halde haram olan yalnız mescit değil, Mekke bucağıdır. O halde haram yerler üç mertebededir. A) Mescidi Haram, hiçbir zaman burada adam öldürmek yoktur. B) İkinci alan Mekke’nin kendisidir, Mekke beldesidir. Burada haram aylarda savaşmak caiz değildir. C) Mekke ilinde ise ihramda olanlara savaşmak caiz değildir.
Hâsılı, âyeti mutlak olarak anlarsak, Mekke ilinde savaş meşru değildir. Buradaki “İNDE” kelimesinin tarifi ile haram kılınan yerler belirlenmiş olur. Bir de haram aylar vardır. Dört aydır. Hac ayları ve Recep ayı.
حَتَّى يُقَاتِلُوكُمْ فِيهِ (XatTAy YuQAvTiLuKuM FIyHı)
“Onun içinde sizinle kıtal etmedikçe siz kıtal etmeyiniz.”
Hakem kararlarına uymayan topluluklar aleyhine savaşma izni çıkar. Bir de eğer size saldırırlarsa hakem kararını beklemeden savunma yapma hakkınız doğar. Burada saldırdıklarını ispat külfeti savunana aittir. Mahkeme kararında böyle bir külfet yoktur. Hakem kararları da olsa, savunmaya geçtiğinizi ispat külfeti buralarda saldırana düşer.
İslâm şeriatını iyi kavramak gerekir. İslâmiyet’te savaşlar bir haftada, hattâ bir günde biter.
Bu nasıl sağlanır?
a) Önce soruşturma sözkonusudur. Bunun için soruşturmacıları seçersiniz. Onlar önce sözlü sonra yazılı soruşturmalar yaparak şahitlik yapacaklarını haber verirler. Yazılı sorulara cevap vermezlerse, şahit de isterse başkan duruşmalı soruşturmaya karar verebilir. Karakolda dayaklı soruşturmaya karar verme yetkisi hakemlere aittir. Hakemin birini karakol soruşturması yapılacak kimse seçer. Dava soruşturma bittikten sonra açılır. Hakemlerin şahitlere ait dosyaları kabul veya reddetmesi sözkonusudur. Bir haftalık bir zaman verilebilir.
b) Mahkeme duruşmada şahitlerin şehadetini dinler veya dinlemez. Soruşturmayı yeterli bulur veya bulmaz. Ama soruşturmayı bizzat yürütemez. Hakemler için sadece ikrar ve şahitlerin şehadeti delildir. Onları takdir ederek karar verirler. Davalarda hakemlerin resmi danışmanları var, onlardan mütalaa isteyebilirler, ama davayı uzatamazlar ve davaların temyizi yoktur. İşte süratle şahitlerin şehadeti ile karar verildiği için ispat külfeti müddeiye aittir, karar da hakemlere aittir. Görülüyor ki hayat tahkim sistemine oturmaktadır. Hakemlere yalnız nizalar gitmez, aksine hakkın belirlenmesi için hakemlere gidilir.
فَإِنْ قَاتَلُوكُمْ فَاقْتُلُوهُمْ (Fa EiN QavTaLUvKuM FaQTuLUvHuM) “Sizinle mukatele ederlerse onları katlediniz.”
Burada “Fa” harfi gelmiştir. Hangi şartlarda olursa olsun sizinle kıtal yaptıklarında siz de onları katlediniz. Katil yerini değiştirmemek şartı ile katl caizdir.
Burada kıyasa illet aramaya gerek yoktur. Saldırı varsa savunma kendiliğinden hak olarak doğar. İkinci “Fa” da bunun kural olduğunu belirler. “İn Ci’te Ükrimüke” dersen, bir defa için gelsen sana ikram ederim demek olur. “İn Ci’te Fa Ükrimüke” dersen, her gelişinde sana ikram ederim demiş olursun.
Burada “FAKTULÛHUM” derken, ne zaman saldırırlarsa siz de onları öldürün anlamı ortaya çıkar.
كَذَلِكَ جَزَاءُ الْكَافِرِينَ(191) (KaÜAvLiKa CaZAEu eLKAvFiRIyNa) “Kâfirlerin cezası böyledir.”
Burada çok önemli bir hususa işaret etmektedir. Savaş hukukuna uymayan kimseler kâfirdir. Onlara yapılacak muameleler de bunlardır. Size saldırırlarsa saldırın. Haram yerlerde de saldırmayın; haklı olsanız da saldırmayın. Burada haram yerlerde saldırma ile diğer yerlerde saldırmayı birbirinden ayırmaktadır.
Haram yerlerde ve başka yerlerde size saldırırlarsa saldırabilirsiniz. Bunun dışında ise saldıramazsınız. Haklı iseniz deniyor. Haklılığa kim karar verecek? Hakemler. O halde “kâfirlerin cezası budur” demek suretiyle bize farklı savaşı başlatma kurallarını söylemiş olmaktadır. Saldırana saldırırsın, mahkeme kararını beklemezsin. Hakem kararlarını dinlemeyenlere ancak hakem kararları ile saldırabilirisin. Kâfir olmaları onlara saldırmayı meşru kılmaz. Şartlar oluşmalıdır. Kâfirler de masumdur demektir.
***
فَإِنْ انتَهَوْا (Fa EıN iNTaHaV) “İntiha ederlerse.”
“İNTİHA” “İBTİDA”nın karşıtıdır. Başlangıcın karşıtı son demektir. “Fa” harfi ile getirilmiştir. Yani, her ne zaman son verirlerse demek olur. İlleti aramaya gerek kalmaksızın demektir.
Savaş topluluklar arasında yapılır. Biz şimdi Türkiye’de yaşıyoruz. Türk devleti savaşmaya karar verdiği zaman yapacağımız iki şey vardır, ya bu ülkeyi terk eder gideriz, yahut gider savaşırız. ‘Ben bu ülkede kalacağım ama savaşmayacağım’ deme lüksümüz yoktur. İslâm devletinde de bu böyledir. Baştan cizye yani bedel kabul edilmişse ve o beldeye saldırılmışsa, savaşa zorlayamayız.
Türkiye’de zorunlu olarak askerlik yapma durumundayız. Bunu değiştirmeye çalışmalıyız ama bu durum değişmedikçe, bu ülkede yaşıyorsak buna uymalıyız. O halde tek başına savaş suçlusu insan yoktur. Yenilen suçludur. Daha yenilmeden savaştan vazgeçer, ‘biz hakem kararlarına razıyız’ derlerse, artık söz hakemlerindir ve suçlu yoktur. Kişilere dokunulamaz, kişiler öldürülemez.
Aslında Irak’taki durum budur. Iraklılar teslim oldular. ABD ordusu savaşı kazanmış değildir. Demek ki şimdi söz hakemlerin olmalıdır. Artık Saddam dahil kimse suçlanıp ceza verilemez. Sadece Iraklılar tazminata mahkum edilebilir. Biz Irak sorununu böyle çözüyoruz. Irak’ta “Adil Düzen”e dayalı bir devlet kurulmalıdır. Irak yüze yakın ile bölünmeli ve bu iller iç işlerinde bağımsız olmalı, her il iç güvenliğini kendisi sağlamalıdır. Irak ordusu, o ilin seçilmiş yönetimi davet ederse, yani sıkıyönetim ilan ederse o zaman girip güvenliği sağlamalıdır. Irak devleti ise ABD’ye hakemlerin kararı ile bir tazminat ödemelidir. Artık kimseyi muhakeme edip asmak sözkonusu olmaz. Kaldı ki Saddam’ı baştan beri kullanan ABD’dir, şimdi feda etmek zorunda kaldı.
فَإِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ(192) (Fa EinNa elLAHa ĞaFUvRun RaXIyMun) “Allah gafurdur, rahimdir.”
Burada “Fa” ile gelmiştir, “İNNE” ile gelmiştir, “GAFUR” ve “RAHİM” nekire ile gelmiştir. Bu ne demektir? Bugünkü düzende diyelim ki savaşmakta olan iki devlete Birleşmiş Milletler ateşkes kararını bildirdi. Bu devletler de buna uyup silah bıraktılar. Artık savaş suçlusu yoktur. Hakem kararını kabul ettiler demektir.
Kişiler ayrı ayrı muhakeme edilip cezalandırılmaz. Neden? Çünkü savaşa kollektif girilmiştir, kişisel sorumluk yoktur. Oysa hukukta kollektif sorumluluk yoktur. Öyleyse barışa razı olanlara artık savaş hükümleri uygulanmaz. Yapılacak iş hukukun gereği olanı topluluğa uygulamaktır; o da maddî tazminat olabilir. Savaş tazminatı ve toprak kaybı bunlardandır. Kur’an’ın öğrettiklerine uyulmazsa çıkar yol bulunamaz.
“Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası” tetkik edildiğinde uluslararası sorunların hepsi çözülür hâl alır. Ancak eksiklikler vardır. Mesela, bu hükümler orada bu kadar açık şekilde yazılmamıştır. Onun için devamlı olarak Kur’an okunacak, eksikler düzeltilecek, yanlışlar düzeltilecektir. Tekrar ediyorum; on kişi olarak Kur’an’ı günün ihtiyaçlarını çözecek şekilde usul ve müsbet ilimleri bilerek yorumlayacak ve bir kabine kuracak kadar olduğunuz zaman, iktidar kendiliğinden kucağınıza gelip oturacaktır. Bugün bundan ne derece uzak olduğumuz açıktır. İşte biz de yeniden öğrene öğrene gidiyoruz. Bilmeden bir şey yapılamaz.
III. bin yıl uygarlığı silah gücüne dayanmayacak, Genel Hizmet ilmine dayanacak, sabırlı olarak yapılan Genel Hizmete dayanacaktır. Bu hususta kadınlar erkeklerden daha güçlüdürler. Öyle görülüyor ki, III. bin yıl uygarlığı kadınlar tarafından kurulacaktır. Mü’mine olup mallarını ve canlarını Allah’a satmış kadınların daha çok etkileri olacaktır.
“GAFÛR” demek, savaşarak işledikleri suçlar affedilir demektir.
“RAHÎM” demek, savaş mağluplarına kaldıramayacakları yük yüklenmez demektir.
Yani, Iraklılara ancak verebilecekleri şeyler yüklenebilir. Mesela, Irak petrollerinin işletilmesi beş yıl, on yıl, yirmi yıl ABD’ye verilebilir; yılı hakemler tayin ederler. Bu da rahîm olmadır.
“ALLAH” kelimesi burada insanlığı yani uluslararası hakemleri temsil eder.
***
وَقَاتِلُوهُمْ حَتَّى لَا تَكُونَ فِتْنَةٌ (Va QAvTiLUvHUM XatTAy Lav TaKUvNa FıTNaTun)
“Onlarla fitne kalmayıncaya dek kıtal ediniz.”
Demek kıtalin yani kısas dışında adam öldürmenin gayesi tektir, o da fitne kalmayacak şekilde herkes hakem kararlarına uyacak demektir. Mahkemeler hep geçmişte cereyan eden olaylar hakkında ve kişiye dayalı kararlar alırlar. Savaş ise geleceğe yönelik olur ve topluluğu ilgilendiren olayları içerir. Savaşta kimseye ‘Sen niçin adam öldürdün?’ denemez. Savaşmak adam öldürmektir. Kişi öldürmez, topluluk öldürür. Savaşta sorumluluk kollektiftir. Savaşın bu mantığı Batılılarca biliniyor ama onlar yine de savaş suçluları diye yargılıyorlar. İşte bunların hepsi Yahudilerin fitnesidir. Katili asmayacaksın! Hapishanede eziyet etmeyeceksin! Savaşacaksın ama öldürmeyeceksin! O hem atomu hem biyolojik silahı kullanacak, sen kullanmayacaksın!
İşte bunlar fitnedir, sermayenin fitnesidir. Savaşta da yasaklar vardır ama herkes için vardır. Hüküm siyasilerin değil, hakemlerindir. O halde fitne kalmayınca yani herkes hakemlerden oluşan yargıya teslim oluncaya kadar kıtal vardır.
وَيَكُونَ الدِّينُ لِلَّهِ (Va YaKUvNA eldDIyNu LilLAHi) “Din Allah’ın oluncaya dek savaşın.”
Buradaki “DİN” düzendir. Kur’an’da “DİN” kelimesi düzen olarak anlaşılır. Mesela, savaş düzeni din değildir. Din, haklıyı kuvvetli kılan şeriat düzenidir. Oysa savaş kuvvetliyi haklı kılan harp düzenidir. Harbin karşılığı İslâm’dır, savaşın karşılığı barıştır ve “DİN” yalnız barıştır, savaşı içermez.
Düzen Allah için, yani topluluk için, insanlık için oluncaya kadar savaşın.
Bunun anlamı, hakem kararlarına uyuluncaya kadar savaşın demek olur. Fitne kalkacak ve herkes hakem karalarına uyacak. İşte savaşın mânâsı budur. Bunun için devlet kurulur, bunun için savaş meşru olur.
“DİN”i takva olarak anlar, “ALLAH”ı da halifesi olan devlet olarak değil de zatı olarak anlarsak; o zaman elinize silahı alın ve herkes Muhammedî oluncaya kadar savaşın anlamı çıkar. Bu mânâyı hiçbir âlim anlamamış ve hiçbir siyasetçi uygulamamıştır. Kur’an’ı bunun için dil ve usul ilimlerine dayalı olarak yeniden anlamak zorundayız. Zamanla kelimeler mevzilerinden tahrif edilmiştir. Kur’an’ın lafzı tahrif edilmemiştir ama halk arasında mevzuları yani mânâları tahrif edilmiştir.
Savaşın, fitne kalmayıncaya ve düzen devletin oluncaya kadar savaşın, yani bizzat ihkakı hakka kalkışanlarla, yargısız infaz yapanlarla savaşın demek olur.
Burada kısaca derin güce de temas edelim. Yargısız infaz olmaz ama fitne devam ediyorsa ve devlet içinde devletler oluşmuşsa, o takdirde artık hukuk düzenine değil savaş düzenine geçilir, o takdirde muhakemesiz adam öldürülebilir. Bütün anayasalarda sıkıyönetim vardır. Sıkıyönetim askeri düzendir. O halde derin güçlerin adam öldürmeye hakları yoktur, fitnedir, devlet içinde devlettir. Ama sıkıyönetim ilan edilir, o gerekeni yapabilir. Sıkıyönetim savaş durumu olduğu için daha sonra sıkıyönetim komutanı yaptıklarından dolayı yargılanmaz. Komutan görevini yapmazsa yeni komutan tarafından yargılanabilir.
فَإِنْ انتَهَوْا (Fa EiN iNTaHaV) “İntiha ederlerse.”
Yani, fitne kalmayınca herkes hakem kararlarına uyarsa, din devletin olursa, yani devlet içinde devlet oluşmaz, kimse yargısız infazlara kalkışmazsa, o zaman sıkıyönetim kaldırılır.
Bakınız, biz Kur’an’da bir kelime söylendiği zaman ona uygulanabilir mânâ veriyoruz. “Fitne olmayınca” deyince, herkes hakemlerden oluşan yargıya uyarsa, din Allah’ın oluncaya kadar da yargısız infaz yapılmazsa demektir, diyoruz. İşte bu tür mânâlandırma hukuki mânâlandırmadır. İçtihat da budur.
Kur’an’daki kelimelere uygulanabilir mânâ vermek fıkıh demektir. Bu mânâ verilmelidir. Ama herkes kendine göre verir. İşte bundan dolayı farklı mezhepler doğar.
Yine burada da “Fa” harfi ile gelmiştir. Kural geneldir.
فَلَا عُدْوَانَ (Fa Lav GuDVAvNa) “Udvan yoktur.”
Yani düşmanlık yoktur. Savaş bitti, barış başladı. Artık bizim ne Yunanlılara, ne Ermenilere düşmanlığımız yoktur, onların da bize düşmanlıklarının olmaması gerekir. Soykırım iddiaları tarih olmuştur. Yaptılarsa onu Osmanlılar yaptılar. Onların yaptıklarından biz sorumlu değiliz. Lozan barışı ile onları tarih yapmışızdır. Eğer biz Lozan anlaşmasına uymuyorsak, ondan sonraki anlaşmalara uymuyorsak, ondan sorumlu olabiliriz. Yoksa, artık geçmişte yapılanları şimdi dile getirmek yeni fitnenin doğuşudur. Savaş sebebi olabilir.
إِلَّا عَلَى الظَّالِمِينَ(193) (EilLA GALay elJAvLıMIyNa)
“Zalimlerin dışında udvan yoktur.”
“ZALİM” kimdir? Biri, sözleşmelere uymayan ve uymadığı hakem kararları ile sabit olan zalimdir. Diğeri de, savaşta cephe savaşı yapmayıp şahsi kini ve çıkarı olan zalimdir.
Mesela, savaşta elde edilenler kişilerin malı olamaz. Bunlar getirilip ganimete katılmalıdır. Yoksa ganimet için yani çapulculuk için savaşılmış olur. Böyle yapılırsa bunun cezalandırılması gerekir. Şahsi kini olduğu için savaştan yararlanmış da öldürmüşse, onun cezası verilebilir ve bu cezayı komutan verir.
***
الشَّهْرُ الْحَرَامُ (elŞaHRu eLXAvRAVMu) “Haram Şehir.”
Bundan önce Mescidi Haram’dan bahsetmiştir. Şimdi haram şehrden bahsetmektedir. Genel olarak kurallar her zamanı ve yeri kaplayacak şekilde konur. Hukukta kişiye özel kural konamaz, ayrıcalık yapılamaz.
Kuralların uyması gereken kurallar vardır.
a) Kurallar davranışlara karşı konur, kişilere karşı konamaz. Eşyaya karşı da konamaz. Böyle yapan kim olursa olsun karşılığı budur denir. Falan veya filan kimselere şu hükümler vardır gibi bir kural konamaz.
b) Kurallarda şartlar konabilir. Bu şartların başında fiili işleyenin ehil olup olmamasına bakılır. Şoför arabayı kullanırken bir kaza yaparsa, hata yaptığını karşı taraf ispatla yükümlüdür. Ehliyeti olmayan biri kaza yaparsa, bunun süren hatası olmadığını ispatla yükümlüdür. Bunun için 25 arıza sayılmıştır.
c) Üçüncü ayırım yer ayırımcılığıdır. Şu yerde bunu yapmak suç veya mükafatı gerektirir gibi.
d) Dördüncü olarak da belli zamanlar için yasaklar konur.
Şu aylarda şunları avlamak yasaktır kuralı konmuştur. Nitekim bugün birçok böyle yer ve zamana göre yasaklar getirilmiştir. Kur’an bu yasakları düzenlemektedir. Bundan önce yasak yerden bahsetmiş, burada yasak aydan bahsetmektedir. Ne var ki yasak ay yasak yere kıyasla tesbit edildiğinden yasak ayın hükmünden bahsetmemektedir. Böylece burada hükümler yasak yerlere de şamildir. Yukarıdaki size saldırırlarsa Haram Mescit’te siz de katledin beyanı ile zaten haramlarda kıyas olduğu belirtilmiştir. Onun izahı yapılmaktadır. Bunun için arada “Ve” veya “Fe” getirilmeden ifade edilmiştir.
بِالشَّهْرِ الْحَرَامِ (Bi elŞaHRi eLXaRAvMı)
“Haram şehr karşılığıdır.”
Bu ifade gösteriyor ki herkesin vakti kendisine aittir. Ortak yerler veya ortak zamanlar ayarlanır ve o zaman içinde taraflar yasaklara riayet ederler. Bazı münavebeli yasaklar da konur.
Meralarda devamlı otlanırsa ot bitmez. Bazı meralar münavebe ile kullanılabilir. Bu ay sizin merada otlatırız, öbür ay da bizim merada otlatabiliriz. Yahut hatlarda sıra uygulaması yapılabilir yani aylar değişebilir. Bu değişmelerin günlük olmasından ziyade, aylık olması uygundur. Çünkü o ayda başka işler yapılabilir. Sanayide enerji kısıtlamaları yapılacaksa böyle yapılmalıdır. Bakıma alınabilmelidir.
Nöbetleşe iş yapma bu âyetle hükme bağlanmış oluyor.
وَالْحُرُمَاتُ قِصَاصٌ (Va eLXuRuMAvTu QıÖAÖun)
“Ve haramlar kısas iledir.”
Burada “Ve” harfi ile atfedilmiştir. Bunun anlamı haram ay haram ay iledir ifadesinden farklı bir şey söylenmektedir. Onun izahı değildir. Burada konan hüküm, haramlarda da kısas hükümleri geçerlidir. Af ve diyet sözkonusu olabilir. Bir kimse trafikte kırmızı ışıkta geçmiştir. Başkasının geçmesi gereken zamanı o kullanmıştır. Onların bu haklarını isteme hakları vardır. Cezası belli bir zaman için trafikten mendir. İsterlerse tazminat alarak trafikten men cezasından vazgeçebilirler. Bunun gibi, belediye trafikten men cezası yerine isterse para cezasını alabilir. Yani, şer’î kural trafikten mendir. Ama başkan affedebilir. Ancak para cezası belediyeye gidemez, trafik vakfına yahut devlete gelir olabilir.
Biz para cezalarının ceza verenlerin bütçesine katılamayacağını söylüyorduk. Kur’an’daki delil şimdi bize beyan olundu. Kur’an’ın ne kadar aklî hükümleri içerdiği burada ortaya çıkmaktadır.
Biz Kur’an’a inanmayanlara diyeceğiz ki; gelin varsayımları koyalım, ona göre tümdengelim yaparak bir hukuk düzeni oluşturalım. Siz ayrı koyun, biz ayrı koyalım. Biz Kur’an’a, siz Marx’a veya Adam Smith’e göre koyun, değişik bucaklarda uygulayalım. Sonuçlara kendileri baksınlar, sonunda en başarılı olan insanlık tarafından benimsenecektir.
İşte, yerinden yönetimin sırrı budur. Her bucak kendi kamu hukukunu kendisi hazırlar. Bizim için deneme olur. Kendileri için demokratik yönetim olur. Şeriatın temeli sözleşmelerdir, tarafların sözleşmelere uymalarıdır. Sözleşmelerin yorumu uygularken herkesin kendi içtihadıdır. Nizada hakem kararlarıdır.
فَمَنْ اعْتَدَى عَلَيْكُمْ (Fa MaN iGTaDAy GaLaYKuM)
“Kim size i’tidâ ederse.”
“ADAVET” düşmanlıktır. Cephe kurmaktır. “İ’TİD” tek taraflı cephe kurmaktır.
Bir topluluk içinde cephe kurulmaz. Kişiler ve gruplar hakemlerin kararlarına dayanarak bir cephe oluştururlar. Başkanların emrinde topluluğa karşı cephe alınmasına karşı cephe oluştururlar. İşte onlara karşı bir olup savaşmak zorundayız. Deniz Baykal’ın dediği gibi ‘bunu sen yaptın sen temizle’ diyemezsiniz. 28 Şubat’a karşı birlikte cephe alınması gerekirken o böyle söyledi. Sonra ne oldu? Meclis dışında kaldı.
فَاعْتَدُوا عَلَيْهِ (FaGTaDUv GaLaYHi)
“Siz de ona i’tidâ ediniz.”
Yani, cephe kurana karşı siz de cephe kurunuz. Cephe kuranlara karşı cephe kurmak meşrudur. Kısas hükümleri caridir. Kendilerine lâik diyen dinsizler dindarlara karşı cephe kurmuşlardır. Ne cephesi kurmuşlar? Siyasi cephe, derin güç cephesi, Yargıtay’ı yanıltma cephesi, basın cephesi... Her koldan bize saldırmaktadırlar. Bugün silahlı cephe kurmamışlardır. Yarın onu da kurabilirler. Mesela, PKK denemesi onların fitnesidir.
Onların bize karşı cephe kurması bizim de onlara karşı cephe kurmamızı gerektirir. Biz Adil Düzencilere yani Kur’an’a inananlara düşen görev budur. Akevler bu görüşün cephesidir. Millî Görüş bu cephedir. Gülen Cemaati bu cephedir. Holdingler bu cephedir. Bu cephenin uyması gereken kural bundan sonra ifade edilmiştir.
بِمِثْلِ مَا اعْتَدَى عَلَيْكُمْ (Bi MiÇLi MAv iGTaDAy GaLaYKuM)
“Size i’tidâ ettiklerinin misli ile i’tidâ edin.”
Yani, size silahla saldırırlarsa silahla mukabele edin. Ama size basınla saldırırlarsa basınla mukabele edin, silahla mukabele etmeyin. Sömürü sermayesi sermaye gücü ile bize saldırmaktadır. Silahı elimize verip bizi birbirimize kırdırmaktadır. Önce bu oyuna gelmemeliyiz, birbirimize saldırmamalıyız. Lâikçilerin buna gücü yetmediği için bize karşı silahlı saldırıda bulunamıyorlar. Biz de böyle bir saldırıda bulunmayacağız.
Onlar bize ne ile saldırıyorlarsa biz de onlara onunla saldıracağız.
a) Onlar bize ne ile saldırıyorlar? Onlar bize ilimle saldırıyorlar. Okullarımızı ve üniversitelerimizi ellerine geçirmişler, bizim okullarımızla bize vuruyorlar. Bunun için İlhan Arsel’in kitaplarını okumak yeterlidir, YÖK yeterlidir. Peki, bu durumda biz ne yapacağız? Kendi kendimizi yetiştireceğiz. Üniversite diplomasını aldıktan sonra, ayrıca Kur’an diplomasını da almalıyız. İlkokuldan doktoraya kadar her safhada Kur’an ne diyor deyip çalışacağız. Günümüzde Türkiye’de Kur’an’ı mealleri ile okuma yaygınlaşmıştır. Bu durum “Adil Düzen”in en güçlü müjdecisidir.
b) Onlar bize ne ile saldırıyorlar? Basın yayınla saldırıyorlar. Biz bir dergi kurarak savunmaya geçmeliyiz. Bir televizyon kurmalıyız. Kitaplar basmalıyız. İnternette yerimizi almalıyız. Bugün bu istikamette faaliyetler vardır ama çok eksiktir.
c) Onlar ne ile saldırıyorlar? Yargı ile saldırıyorlar. Yargıyı yanıltıyorlar. Biz ne yapacağız? Bir avukatlık bürosunu kurmalı ve bu büro aracılığıyla yargıyı yanıltmalarını önlemeliyiz. Avukatlar vakıftan ücret alacaklar, savunmaları ücretsiz yapacaklar. Sonra hakemlik sistemini getirerek yargının işlerini kolaylaştırmalıyız. Türkiye Cumhuriyeti mevzuatı buna müsaittir.
d) Başka nasıl saldırıyorlar? Sermaye ile saldırıyorlar. Rüşvet, kaçakçılık, işsizlik, dış borç ile bizi çökertmek istiyorlar. Genel Hizmet Kooperatifleri kurmalıyız, Mala-Mal Marketleri kurmalıyız; böylece onlara onların bize saldırdıkları gibi saldırmalıyız.
Tabii ki bunların başında karşı partiler kurmak gerekir. Ne var ki, anayasa ekseriyetini alıyorsunuz ama kırk senelik çaba sonunda serap oluyor! Orada yaptığımız hata, sadece ayrı parti kurmakla yetinmek olmuştur. Partimiz diğer partileri “Adil Düzen”e getirmek istemiş, ama maalesef kendileri onlara gitmiştir.
Hatalardan ders alınmalıdır.
Bunun için siyasi parti cepheleşmesi en geriye alınmalı.
Sonra bütün partiler “Adil Düzen”e çağrılmalı.
Bütün partilerle diyalog kurmalıyız.
وَاتَّقُوا اللَّهَ (Ve itTaQUv elLAHa)
“Allah’a ittika ediniz.”
“Adil Düzen” bir partinin düzeni değildir, bir ulusun düzeni değildir; insanlığın düzenidir.
“Allah’a ittika ediniz” emri ile bölücülük yapmayın, ayırımcılık yapmayın. Partiler olarak bir tek devlete dönün, ayırımcılık ve bölücülük yapmayın.
Sonra insanlığa dönünüz; din, ırk, ulus, devlet ayırımcılığı yapmadan birlikte “Adil Düzen”de birleşiniz. Fitne ve din baskısına karşı birlikte cephe kurunuz deniyor.
Kötülere taviz vermek ne kadar yanlışsa, iyileri dışlamak da o kadar yanlıştır. İyiyi kötüden ayıran hakem kararlarıdır. Hakem kararlarına uyan iyidir, uymayan kötüdür.
“İTTİKA” nedir?
“İTTİKA” şeriatın içine girmedir, devletin kanunlarına uymadır, yargı kararlarını dinlemedir.
Onlar meclisi yıpratmak, orduyu zayıflatmak, devlet başkanını güçsüz kılmak, hükümeti iş yapamaz hâle getirmek için çalışırlar.
Muttakiler ise devletlerini güçlü kılmaya çalışırlar. Meclisi yüceltirler. Başkana saygılı olurlar. Orduyu korurlar. Hükümete uyarlar. “İTTİKA” budur. Bu da karşı cephede olanlara misli ile mukabele etme dışında bir şey yapmamaktır. Bu durum uluslararası ilişkilerde de geçerlidir. Birleşmiş Milletler kararlarına uyulur.
وَاعْلَمُوا (VaGLaMUv) “İlmediniz.”
Allah bize en büyük müjdeyi vermektedir. Böyle yapmaz da devletinize ve insanlığa sahip çıkarsanız, saldıranlara hak ettiklerinden fazlasıyla saldırmazsanız, yani ittika ederseniz, bilin ki Allah sizinledir, yani devletiniz sizinledir, meclisiniz sizinledir.
AK Parti iktidarını zayıflatmaya değil, kuvvetlendirmeye çalışmalıyız. Seçim ayrıdır. Seçim günü gelince istediğimiz partiye oy veririz, ama AK Parti iktidarda iken onların içtihatlarına uymak zorundayız. Günü gelince cumhurbaşkanımızı değiştireceğiz ama o güne kadar ona saygılı olacağız.
أَنَّ اللَّهَ مَعَ الْمُتَّقِينَ(194) (EanNa elLAHa MaGa eLMutTaQIYNa)
“Allah muttakilerle beraberdir.”
Bu bize büyük müjdedir. Hem bizi var eden Allah bizimle beraberdir, onun haberini veriyor, bu ne büyük müjdedir; hem de Allah’ın halifesi olan devlet de bizimle beraberdir.
Sorun çıkarmayan devletin açık kuralları içinde hareket edenler sonunda o devlet tarafından korunurlar. Nitekim 12 Eylül’den sonra devlete sorun çıkarmayan Kur’an Kursları, İmam Hatip Okulları, Yüksek İslâm Enstitüleri mükâfatlandırılmıştır. O günkü ittika bugünkü anayasa ekseriyetini getirmiştir.
Bugünkü iktidar eğer sorunları çözemiyorsa, bunun tek sebebi vardır, cahillik, cehalet.
Biz “Adil Düzen Çalışmaları”nı yaparken onlar bize gülüyor, yan çiziyorlardı. Ne oldu? “Adil Düzen”e karşı gelenler şimdi iktidar hasreti ile yanıyor, diğerleri de gölde susuz boğuluyor; cehaletin cezasını çekiyorlar.
Hâlâ da tevbe etmiyor, “Adil Düzen”i öğrenmeye çalışmıyorlar.
Siz ise bunları okumak ve yaymakla geleceğin müjdesini alıyorsunuz.
Şimdiden Nasr ve Fetih mübarek olsun.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-397 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-227 İstanbul, 24 Şubat 2007
‘İRAN DEVRİMİ ÖRNEK DEVRİMDİR’
“İran devrimi sömürgeleşmeye, ezilmeye karşı insanların hakkını koruma devrimidir.
Örnek bir devrimdir. İran’daki bu devrim bütün dünyadaki saadetin çekirdeği olacaktır inşaallah.”
Prof. Dr. Necmettin ERBAKAN (Millî Gazete, 14 Şubat 2007)
Batılılar, önce İspanya/Endülüs üzerinden İslâmiyet ile tanıştıktan sonra Arapçadan Lâtinceye yaptıkları çevirilerle uygarlaşmaya başladılar. Bu arada Bağdat’ta da Nasturiler aracılığıyla Yunan felsefesi klasikleri Arapçaya çevrilmişti. Batı önce Yunan felsefe klasiklerini Arapçadan Lâtinceye çevirdi. Sonra da Osmanlılardan dolayı Batı’ya göç eden Bizans alimleri Yunancadan Lâtinceye çevriler yaptılar. Batı uygarlığı böyle doğdu.
Batlılar uygarlaşırken İslâmiyet’ten öğrendiklerini gizleyip kapatmak amacıyla yaptıklarına “Rönesans” dediler. Uygarlığın Yunanistan’da başladığını ileri sürerek, Müslümanlardan ileri olduklarını iddia ettiler. Sonra öğrenildi ki, Yunanlılar da medeniyeti Mısırlılardan ve Mezopotamya’daki Sümerlerden almışlar. Bu sefer de asıl uygarlığın Mezopotamya ve Mısır’da doğduğunu öğrendiler. Günümüzde artık kesin olarak anlaşılmıştır ki, ilk medeniyet Mezopotamya/Irak’ta Sümerler tarafından kurulmuştur, yani Hazreti Nuh medeniyetidir.
Sümerlilerin dili Türkçeye yakın dildir. İlk uygarlığı Türkler kurmuşlardır. Hazreti İbrahim de Azeri babadan doğmuş bir Sümerli idi. Mezopotamya Hak uygarlığından sonra Mısır’da ayrı kuvvet uygarlığı doğmuştur. İran ve Anadolu’da ise Mezopotamya/Sümer uygarlığı devam etmiştir. İran’da Elamlar, Anadolu/Türkiye’de Hattiler/Hititler kendi ülkelerinde Sümer uygarlığını devam ettirmişlerdir. İranlılarla olan yakınlığımız beş bin yıllara dayanır.
İslâm uygarlığı Medine de kurulmuştu. O ekol Medine ulemasına dayanıyordu. Muaviye ile ilgili çıkan ihtilafta Halife Hazreti Ali Irak/ Kufe’ye gitmişti. Irak Sümerlerin ülkesi idi. Abbasiler üç bin yıllık uygarlığın üzerinde oturdu. O’nun soyundan gelen İmam Cafer Medine ekolüne karşı Irak ekolünü geliştirdi. Elamlılar uygarlığı Sümerlilerden aldılar ama hiçbir zaman mağlup olmadılar. Onların kültürleri Araplardan daha ilerideydi. İranlılar İslâmiyet’i kabul ettiler ama kültürleri ile Abbasiler’e karşı direndiler. Ebu Hanife de Abbasi yönetimine karşı idi; sonunda şehit edildi. İmam Cafer ekolünün talebelerinden olan Ebu Hanife Sünni Hanefi mezhebini kurdu. İran’da ise Ebu Hanife’nin hocası İmam Cafer’in adı ile Caferî mezhebi kuruldu. Yani, gerek Hanefilik ve gerekse Caferilik Medine ekolüne karşı gelişmiş biri Sünni diğeri Şii iki mezheptir. Türkler Medine ekolünü değil, Caferi ekolünün Hanefi kolunu benimsediler. Böylece kendilerini İranlıların kültürlerinden korudular. Mezhep olarak Türkler ve İranlılar Caferi mezhebinin iki ayrı koluna mensuptur. Batı mezhebi olan Malikiler ile ve Hambeliler ayrıldılar. İmamı Şafii ise bu ekolü birleştirmeye çalışmıştır. Başlangıçta Medine ekolünde ise de, daha sonra Abbasilerin yanında yer alarak Irak ekolüne yaklaşmıştır.
Türkler ile İranlılar o kadar birbirine yakın ve iç içedirler ki, Selçukluların devlet dili Arapça değil Farsça idi. Mevlana Mesnevi’sini Farsça yazmıştır. İranlılar ile Osmanlılar arasında barış imzalanmış ve yüzyıllardan beri aramızda herhangi bir savaş ve hudut çatışması olmamıştır. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda Türkiye’yi ilk ziyaret eden devlet adamı İran Şahı olmuştur.
Batılılar son yüzyıllarda Türkler ile İranlıları birbirinden uzaklaştırmak, hattâ savaştırmak için sürekli faaliyettedirler. XX. yüzyılın sonlarında İran’da İslâmî devrim olmuştur.
Millî Selâmet Partisi olarak Cumhuriyet Halk Partisi ile MSP-CHP Koalisyonu yaptığımızda, Humeyni Bursa’da sürgünde bulunuyordu. Bu sayede solcularla işbirliği yapılabileceğini öğrendi ve İran’da onlarla birleşerek inkılâp yaptı. Onun bu inkılâbı Gorbçov tarafından örnek alındı ve Rusya’da ateizm sona erdirildi. Sonra dünya solcuları da din düşmanlığı yapmaktan vazgeçtiler. Demek ki bu bakımdan da Türkiye ile İran ortak etki yapmışlardır.
Humeyni tarihte benzeri olmayan inkılâp yapmıştır. Halkımız bunları iyi bilmelidir. Batılıların aramızı açmak için yaptıkları fitnelere kulak vermemelidir.
1. İran İslâm inkılâbından önce inkılâplar hep dine karşı yapılır, iktidara gelenler cami ve kiliselere saldırırlardı. Oysa İran’daki inkılâp dindarların dinsizlere karşı yaptıkları bir devrimdir ve bu ilktir.
2. İran’dan evvel devrimler eşkıyalar tarafımdan silahla yapılır, sonra da devrim yapanlar birbirlerini yerlerdi. Oysa İran’da halk sokağa dökülmüş ama asla silah kullanılmamıştır. Tam tersine silahsız halka bombalar yağdırılmış ve onbinlerce insan şehit edilmiştir. Ama sonunda silahsız güç zalim silahlıyı yenmiştir. Bu da yenidir ve halk devrimidir.
3. İmam Humeyni’nin en büyük bir diğer başarısı, Sünni-Şii çatışmasını sona erdirmesidir. Şiilere Sünnilerin arkasında namaz kılmalarını emretmiş ve ülkesine davet ettiği kimseleri ayırmamıştır. Bunlardan bir tanesine ben de katılmış ve bu beraberliği bizzat görmüştüm.
4. Dördüncü büyük başarısı, Humeyni bin yıldan fazla zamandır uyutulan Şii halkını uyandırmasıdır. O zamanki Sünniler 12 imamı katletmişler ve bunu gizleyerek bir daha gelecektir deyip Şiilerin siyaset yapmalarını önlemişlerdir. Bu inanış o kadar kökleşmiştir ki, bugün dahi buna inanmaktadırlar. Çünkü bu inanış Şiileri Sünnilere teslimde kendilerini mazur göstermiştir. Humeyni bu bâtıl inanışa dokunamamıştır, ama ‘naibi imam’ adı altında onları yeniden siyaset sahnesine sokmuştur. Bu da Humeyni’nin İslâm âlemine büyük hizmetidir. Çünkü böylece Batı sömürüsüne karşı İslâm âlemi büyük bir güç kazanmıştır.
Allah Humeyni İslâm devrimi yönetimine defalarca yardım etmiştir. -Önce Şah’ı devirmekte yardım etmiştir. -Sonra isyan eden solcuları mağlup etmekte yardım etmiştir. -Asıl bütün Batı’nın desteğinde Saddam sekiz yıl boyunca saldırırken yardım etmiş ve Saddam’ı/Batı’yı yenmiştir. -ABD elçiliğine el koyduğunda ABD’nin helikopterlerinden oluşan Fil ordusunu çöldeki ebabil kuşları ile helâk etmiştir. -Şimdiki Atom enerjisi savaşında da galip getireceğini bekliyoruz ve duâ ediyoruz.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-397 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-227 İstanbul, 24 Şubat 2007
ENERJİ MESELESİNE ÇÖZÜM KATKISI
ESAM (Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi) “enerji” konulu bir dergi çıkardı. Dergi 140 sahifelik yazıları içermektedir. Dr. Müh. M. Lütfi Hocaoğlu ile birlikte yazdığımız yazıda, “enerji meselesi”nin teknik ve hukuk ile ilgili iki sorunu olduğunu, bunlardan teknik sorunların batılılarca çözüldüğünü, hukukla ilgili sorunların ise batılılarca ele bile alınmadığını ifade etmiştik. Ayrıca fiyatlandırmaların nasıl yapılacağını anlatmıştık.
Diğer yazarların yazılarına bakmaya başladım. Yararlı bilgiler vermektedirler, güzel temennileri de vardır, ancak çözümlerin mekanizmaları üzerinde duran yazara rastlamadık. Oysa bu tür dergilerde çözümler üretilmeli ve bunlar tartışılmalıdır.
Bu tür dergileri halk okuyamaz. Bu tür dergileri o dergide yazanlar okumalı ve birbirlerini eleştirmelidirler. Dergi yazarlarından bizim yazımızı eleştirmelerini bekliyoruz.
*
Enerjinin hukuki sorunları nasıl çözülecek?
1. Enerjiyi halk üretecek ve halk tüketecektir. Üreticilerde tekel oluşmayacaktır.
2. Enerjinin alınıp satılması serbest rekabetle sağlanamadığı için halk tarafından yapılamaz. Tekelden yapılması zaruridir. Bunu özel sektör yapamaz. Devlet de yapamaz. Bunu kurulacak “Elektrik Dağıtım Vakıf Kooperatifi” yapabilir.
3. “Elektrik Dağıtım Vakıf Kooperatifi” herkesten arz edilen enerjiyi alacaktır. Vakıf kooperatife tanınan yüzdesini koyacak isteyen herkese satacaktır. Fiyatı öyle ayarlayacaktır ki, bütün arz ve talebi karşılayacaktır.
4. “Elektrik Dağıtım Vakıf Kooperatifi” elektriği alıp satacak, gaz yakıtı alıp satacak. Bunun yalnız taşıma ve nakil hizmetlerini yapacak, depolamayı ise tekelsiz özel sektöre bırakacaktır.
“Elektrik Dağıtım Vakıf Kooperatifi”nin yapacağı işlerin başında elektrik üreticilerine üretmeyi öğretmek, bunun için araç ve gereçlerini sağlamak, tüketicilere de tüketmeyi öğretmek, yani ona göre üretim ve tüketim yaptırmaktır.
*
Enerji kaynaklarımızı şu şekilde sıralayabiliriz.
- Eskiden her akan suyun kenarında su değirmenleri ve çarkları kurulurdu. Şimdi onlar küçük elektrik santralleri hâline gelmelidir. Kişi diğer işlerini yaparken değirmenleri de çalıştırıp elektrik üretmelidir.
- Eskiden birçok yerde rüzgar değirmenleri vardı. Onlar şimdi çoğalıp elektrik üreten değirmenler olmalıdır. Halk diğer işlerini yaparken bunlardan elde ettiği elektriği “Elektrik Dağıtım Vakıf Kooperatifi”ne satacaktır.
- Güneş enerjisi güneş pillerle elektrik veya kimyasal enerjiye ve gaza çevrilebilir. Küçük çapta bunu yapacak teknoloji geliştirilebilir.
- Bitki veya çöp artıkları ile termik enerji elde edilebilir.
- Linyit kömürleri ile yerinde küçük ve orta boy santraller kurulabilir.
- Jeotermal santraller kurulabilir.
Halk bunları genellikle kendilerine ek gelir temin etmek üzere üretecektir. Ürettikten sonra ürettiğini “Elektrik Dağıtım Vakıf Kooperatifi”ne satabilir. Ayrıca sanayiciler ve kentler kendilerine ucuz elektrik elde etmek için uzak yerlerde santraller kurup istedikleri yerde tüketebilir.
“Elektrik Dağıtım Vakıf Kooperatifi” ne yapacak?
Yukarıdaki yerlerde küçük boy senkron asenkron motorlar sistemi ile elektrik üreten kimselerden yüz tanesini, bin tanesini kredi ile satışa çıkarır. Şöyle ki, elektrik değirmenine sahip olan bunun bedelini “Elektrik Dağıtım Vakıf Kooperatifi”ne elektrik enerjisi ile öder.
Halk elektrik borcunu ödedikten sonra artık sadece emeği ile üreteceğinden ürettiği malları çok ucuza satabilir, böylece bir taraftan enerji meselesi çözüme kavuşur, diğer taraftan ucuzluk sayesinde ülke ekonomisi canlanır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92