1967...1968...1969....AKEVLER 40 YILDIR ÇALIŞIYOR....2005...2006...2007
BİZLER ÇALIŞIYOR VE YENİ İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZLERİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ; BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
ADİL DÜZEN 399
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 10 Mart 2007 Fiyatı: www.akevler.org’a tıklamak!
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 399. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Hedefimiz; “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, Reşat EROL
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ
Farklı bir “28 ŞUBAT” değerlendirmesi
ORDU VE TÜRKİYE’NİN KORUNMASI
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 61. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
الْحَجُّ أَشْهُرٌ مَعْلُومَاتٌ فَمَنْ فَرَضَ فِيهِنَّ الْحَجَّ فَلَا رَفَثَ وَلَا فُسُوقَ وَلَا جِدَالَ فِي الْحَجِّ وَمَا تَفْعَلُوا مِنْ خَيْرٍ يَعْلَمْهُ اللَّهُ وَتَزَوَّدُوا فَإِنَّ خَيْرَ الزَّادِ التَّقْوَى وَاتَّقُونِي يَاأُوْلِي الْأَلْبَابِ(197) لَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ أَنْ تَبْتَغُوا فَضْلًا مِنْ رَبِّكُمْ فَإِذَا أَفَضْتُمْ مِنْ عَرَفَاتٍ فَاذْكُرُوا اللَّهَ عِنْدَ الْمَشْعَرِ الْحَرَامِ وَاذْكُرُوهُ كَمَا هَدَاكُمْ وَإِنْ كُنتُمْ مِنْ قَبْلِهِ لَمِنْ الضَّالِّينَ(198)
الْحَجُّ (eLXAcCu) “Hacılık”
Burada “EL” cins içindir. Bunun için hacılık diyoruz. Türkçede cins isimler “lik” ile tercüme edilir. Çocuk/luk, genç/lik, yaşlı/lık deriz.
“HACC” gidip gelme demektir. Bu sünnet Hazreti İbrahim’in sünnetidir. Hazreti İsmail’den beri değişerek gelmektedir. Araplar her yıl Mekke’ye gelip Kâbe’yi ziyaret ederlerdi. Putlarını oraya yerleştirmişlerdi.
“HACC” İslâm’ın dört veya beş ibadetinden biridir. İslâm’ın şartı beştir. Hadisten gelmedir. Namaz, zekât, oruç ve hac. Bunda ittifak vardır. Beşinci şart ise değişik şekilde ifade edilmiştir; kelime-i şehadettir, yani Allah’ın birliğini ve Muhammed’in elçiliğini tasdik etmektir.
Bence Hazreti Muhammed zamanında bu doğru idi. Şimdi Allah’ın birliğini ve Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğunu tasdiktir. Bu şehadet aynı zamanda cihadı da içermektedir. Çünkü şehadet ilayı kelimetullahtır. Söyletmemek isteyecekler. Ona karşı direnilecektir. Bu kelime aynı zamanda Kur’an’ı okumayı ve yaymayı içermektedir. Biz bu beşinci şarta “tilavet” yani okumak diyoruz. İmanın şartı ise altıdır diyorlar. Hadislere dayanır. Allah’a iman, meleklere iman, kitaplara iman, resullere iman. Kur’an’da bunlar böyle mezkurdur. Buna kadere imanı eklemektedirler. Bu konuda Kur’an’da açıklık vardır. Ama iman bahsinde sayılmamıştır. Kadere imanı ‘hayır ve şer Allah’tandır’ şeklinde ifade etmektedirler. İnsanlar şirke en çok burada düşüyorlar. Sanki Allah’tan başka hâlik varmış gibi şerrin hâlikını başka yerde arıyorlar. Ulemanın hadislere dayanarak bu altıncı şartı eklemelerini makul buluyorum. Ama Kur’an’da birlikte zikredilen beşlidir ve âyetler sisteme uymaktadır. İslâm’ın şartları ile imanın şartları on etmektedir. Bence sadece kaderden bahsedip kazadan bahsetmemek insanı sorumluluk dışına atar, dolayısıyla imanın şartı ya beştir ya da yedidir. Allah’ın kaderi vardır ve insan kader içinde müriddir, yani kader içinde iradesini kullanır şeklinde ifade etmemiz gerekir.
Bu konuyu imanın şartları içinde değil de imanın açıklamasında anlatmalıyız. Allah’ın birliğine inanmak zaten kadere inanmaktır. Ama insanın da sorumluluğuna inanmayınca ne kitaba ne resule gerek kalmaz.
Diğer ibadetler sayılırken “Ey iman edenler” diye başlamaktadır. Oysa hac için bütün nâsa diye beyan etmektedir. Kâbe bütün dinlerin ve dünyanın merkezidir. Hazreti İbrahim’in mabedidir. Orada her din mensubunun yeri vardır. Kudüs Yahudilerin ve Hıristiyanların, Ganj Hinduların merkezidir. Bizim merkezimiz de Medine’dir. Kâbe ise bütün insanların ortak mabedidir. Herkese açıktır. Ömründe bir defa oraya gidip gelmek gücü yeten bütün insanlara farzdır. Hangi din mensubu olursa olsun ona farzdır. İbrahimî dini kabul eden bunu yapar. “Adil Düzen” uygulayıcıları bir an evvel iktidara gelmeli ve orasını tüm insanlara açmalıdırlar.
أَشْهُرٌ مَعْلُومَاتٌ (EaŞHuRun MaGLuMaTun) “Malum aylardır.”
“ŞEHR” zaman olarak aydır. Hilalden hilale kadar geçen zamandır. Dolunaya “ŞEHR” denir. Şehit ve şöhret kelimeleri bu mânâları taşımaktadır. “EŞHUR” aylar mânâsındadır. Üç aydır. Onun için azlık çoğulu olarak getirilmiştir. Ramazan’dan sonra gelen üç aydır. Senenin dörtte biri etmektedir.
Bunlar aynı zamanda haram aylardır. Diğer dördüncü ay bunlardan evvel gelen üç ayın ilk ayıdır. Nekire getirilmiştir, çünkü her yıl tekrar etmektedir. Bütün hac yolları haram hâle gelir. İnsanlar kendi ülkelerinden kalkıp Mekke’ye ihram içinde geleceklerdir.Yollar güvenli ve açık olacaktır. Bu yollar kenarları ile birlikte insanlığın ortak malı olacaktır. Nasıl denizler insanlığın ise, buralar da öyle olacaktır.
“MA’LÛMÂT” kelimesi ile senenin belli ayları demek olur. Kurallı dişi çoğuldur. Grup hâlinde olduğu ifade edilmiş oluyor. “Hac malum aylardır” diyerek bütün dört ayı hac dönemi yapmıştır. Hac bir kişi için değil, namaz gibi birlikte ifa edilen bir ibadettir. Kendi ülkesinden de olsa ihrama o aylar içinde başlanır.
O aylar içinde kafileler hâlinde hareket edilir. Hac yolcularına öncelik tanınır. Hac yollarında da pazarlar kurulur. Diğer aylar üretim ayları, hac ayları da mübadele ayları olmuş olur. Hac ayları gökteki aylara göre düzenlenerek bütün mevsimlerde dolaşmış, her mevsim nasibini almış olur. Oruçta bu dolaşma nasıl sağlık için gerekli idiyse, ekonomi için de bu hacda da gereklidir. Yoksa mevsimlik mallar hakim olur. Diğer mevsimler kısır kalır. Ekonomide denge kaybedilmiş olur.
Beş vakit namaz aşiretin namazıdır. Cuma kabilenin namazıdır. Hac da insanlığın namazıdır. Ramazan Bayramı şa’bın yani ilin, Kurban Bayramı da kavmin yani ülkenin namazıdır. Ramazan Bayramı itikafla taçlandırılmıştır. İl mescitlerinde yapılacaktır.
فَمَنْ فَرَضَ فِيهِنَّ (Fa MaN FaRaWa FıyHınNa) “İçinde kim haccı farz ederse.”
Burada “haccı kim farz ederse” deniyor. Farz etmek bölmek, ayırmak demektir. Arsalar ifraz edilir. Vaktini kim hacca ayırırsa, yahut haccı farz ederse, yani o yıl yapmaya karar verirse denmiş olmaktadır; yani ihrama girip hacca niyet ederse demek olmuş olur.
İnsan ömründe her zaman hacca gidebilir. Bunlardan birini seçer de ihrama girip çıkarsa, kıyas yoluyla bir ceza vermesi gerekir. O ceza da ihsarda olduğu gibi bir koyun kesmek, yahut cima ile haccını iptal edende olduğu gibi bir büyük baş hayvan kesmektir. Buna dair delil başka âyetlerde aranmalıdır.
Bütün insanlara hac yapmak farz olduğuna göre cezalar onlar için de olmalıdır. Demek ki kurban ve fitre, hattâ ceza oruçları bütün insanlar için geçerli bir ibadettir. Nitekim Kur’an’da orucun geçmiş kavimlere de farz kılındığı bildirilmektedir. Zekât da öyledir. Gerçi fıkıhçılar zekât yerine cizyeye benzeterek haraç almışlarsa da, bizce bu ancak kendi beldelerinde kendileri için doğrudur. Bizim beldede iş yapıyorlarsa zekât verirler ve onlar da zekâttan yararlanırlar. Bu konuda din ayırımı yapılmaz.
الْحَجَّ (eLXacCa) “Haccı kim farz edecek olursa.”
Yani, kim ihramda ise denmiş olur. Burada hac kelimesini izhar etti, yani zamir olarak söylemedi. Çünkü yukarıdaki hac kelimesi topluluğun ettiği hacdır. Bu ise kişinin kendisi için farz kıldığı hacdır. İki hac ayrı ayrı hac olduğu için “hac” kelimesi iade edilmiştir. Bunların farklı olması bu haccın üç ayı kapsamasıdır. Yani kişiler Arafat’ta orada bulunmak şartı ile istedikleri zaman ihrama girebilirler.
فَلَا رَفَثَ (Fa LAv RaFAÇa) “Rafes yoktur.”
“Rafes yoktur”, orucu bozan cinsi ilişki kurmak yoktur.
Haccı bozan şeyler ikidir; biri rafes, diğeri arefe günü Arafat’ta bulunmamak. Bu iki şey yapıldığı zaman hac bozulur. Burada üç şey sayılmıştır. Biri fıkıhçıların ittifak ettiği rafestir, diğerleri fusuk ve cidaldir.
Diğer ikisinin hükmü farklı olduğu için sayılmış olabilir. Rafes hacılığı iptal eder. Fusuk keffareti gerektirebilir. Yahut her üçünün hükmü iptaldir. İkinci mânâyı tercih edebiliriz. Fukaha bu mânâyı vermemiştir. Hacda yani ihramda olanların cidal yapmaları haccı iptal eder. Fusuk da iptal eder diyoruz.
وَلَا فُسُوقَ (Va LAv FuSUQa) “Fusuk da yoktur.”
“FSK” kökünün ikinci mastarıdır. Arapçada bir kökün değişik mastarları vardır. O mastarların farklı mânâları vardır. “Kara’tu kıraeten” denirse, herhangi bir okumayı yaptığını söylemiş oluruz. “Kara’tu kur’anen” dendiği zaman, okunmak üzere hazırlanmış bir metni okumuş olursun.
“FİSKAN” vardır, “FUSUK” vardır. Aralarındaki farkı tam kavrayabilmemiz için bu kalıpların Kur’an’daki geliş şekilleri üzerinde durmamız gerekmektedir. M. Lütfi Hocaoğlu ve arkadaşları Kur’an üzerinde bu hususta çalışmalar yapmaktadırlar. Ondan sonra bu husustaki araştırmamız kolaylaşacaktır.
Şimdilik şunu diyebiliriz ki “FISK” iki kademedir. Bunlardan biri daha ağırdır. Biz burada ağır olanı tercih ediyoruz. Hangi fiillerin fısk olduğu Kur’an’da sayılmıştır. Yalandan şehadet fısk sayılmıştır. Bunlardan ağır olanları yapanların hacılığı iptal olmuş olur. Hangileri ağırdır konusu ise tefsirden ziyade fıkhın konusudur. Tefsir bir cümlenin değişik konulara olan mânâlarını anlatır. Fıkıh ise değişik âyetlerin bir konu üzerindeki hükümlerini anlatır. Fıkıhta haram bölümü ele alınırken fısk bâbı gelecek, o da iki fasıl olacak; biri fısk, diğeri fusuk. İşte bu fusuku işleyenlerin hacılığı iptal edilmiş olacaktır.
وَلَا جِدَالَ (Va LAv CiDAvLa) “Cidal da yoktur.”
“CİDAL” demek çizgileşmek (cetvelleşmek) demektir. Herkesin kendisini haklı çıkarmaya uğraşmasına cidal denir. Herkesin hakkı bulmak için işbirliği yapmasına cihat dener. Cidal aynı şekilde derece derecedir. En ağır olanı cidaldir. Karşı tarafa kısası gerektiren fiilde bulunmak cidaldir. Hacılığı iptal eden budur. Kadını cünüp yapmayan ilişkiler, hafif fısk, sözlü tartışma hacılığı iptal etmez, sevabını azaltır.
Kur’an’ın fıkhî yorumu budur. Hakemler kalıpları alıp olaylara uygulamalıdırlar.
Bir simsar alıcı ile satıcıyı buluştursa, akit yapsalar, sonra da teslimden evvel akit ortadan kalksa simsar ücret istihkak eder mi? El-cevap; eğer akit iptal edilmiş ise ücret almaz. Ama feshedilmişse o zaman alır. O halde bu sualin cevabı fasit akitlerde, bâtıl akitlerde aranacaktır. Yoksa sorunu çözemezsiniz. Niçin bâtıl akitlerde almaz da fasit akitlerde alır? Çünkü bâtıl akitler baştan sayılmamış sayılır. Fasit akitler ise fasitliğe karar verildikten sonra geçersiz olur. O halde simsarın iptalde etkisi yoktur. O ücretini almış ve çekilmiş olur.
فِي الْحَجِّ (Fıy eLXAcCı) “Hacda tekrar edilmiştir.”
Burada hac tekrarlanmıştır. İhramda iken değil, hac aylarında iken değil, hacda iken. Bu hacda iken yani Arafat’tan başlayıp Müzdelife’ye ulaşıncaya kadar geçen hac ayı zamanındaki hacdır.
Böyle olunca da şöyle hükümler koyuyoruz.
a) Hac ibadeti ifa edilirken cinsi ilişki, şehadeti men eden fusuk, kısası gerektiren cidal hacılığı iptal eder. Ceza olarak büyük baş hayvanı keser ve hacılığı gelecek yıllarda iade eder.
b) Cinsi ilişki yapmadan yaklaşma, şehadeti gerektirmeyen fısk ve kısası gerektirmeyen hassaten sözlü cidal haramdır, kurban veya fitreyi gerektirir ama hacılık bâtıl olmaz.
Görülüyor ki, zamir veya adını zikretme ne yeni mânâları ifade etmektedir.
وَمَا تَفْعَلُوا مِنْ خَيْرٍ (Va MAv TaFGaLUv MiN PaYRın) “Hayırdan ne fiil ederseniz.”
Buradaki “Va” “Lâ Fusuka”ya bağlıdır. Yani, hacda yasaklar vardır ama sadece yasaklar değil hayırlar da yapacaksınız onlar da hayırdır. Haccın yasakları sayılmıştır. Bir de haccın hayırları nelerdir?
a) Başta haccın rüknü olan tavaf yapmak,
b) Arafat’ta durmak,
c) Safa ile Merve arasında yürümek,
d) Arafat’ta ma’şeri harama inmek,
e) Sonra ma’şeri haramdan inmek,
f) Tıraş olup kurban kesmek haccın vaciplerindendir.
Ayrıca;
a) Ma’şeri haramda taş mübadelesi yapmak ve atılan taşlar sayısınca tekbir getirmek.
b) Ma’şeri haramdan indikten sonra kurban kesmek ve et mübadelesi yapmak.
c) Zemzem suyuna su akıtıp oradan su doldurmak. Bunu kıyasla yapıyoruz.
d) Mala mal mübadelesi ile hediyeleşmek.
İhrama girip niyet ederken başlayarak sonuna kadar tekbir getirmek, tesbih etmek, istiğfar etmek ve tahmid etmek. Kurban, sadaka, oruç ve namaz.
يَعْلَمْهُ اللَّهُ (YaGLaMHU elLAHu) “Allah onu bilir.”
Yani onu kaydeder ve hayrını görürsün. Allah’ın onu imletmesi, gereğini yapması demektir.
Bir kimseden bir şey isterken ‘beni gör’ dersin, yani benim hâlimi görünce ne yapacağını bilirsin demektir. Burada ‘görür’ denmiyor da ‘bilir’ deniyor. Çünkü hayır niyeti ile yapılandır. Niyet ise görülmez, sevabını yazar. Dünyada da hayrını görürsün. Bu hayırları insanlığın nasıl göreceği konusu ayrıca düşünülmesi gereken konudur. Hacca giden kimsenin yaptıkları bilgisayara alınmalı, kayda geçmelidir. Mesela, neler sattı, neler aldı? Bu kayıtlar hangi memleketlerde neler üretildiğini bize bildirir. İhracat ve ithalat yapacak kişiler bu kayıtlardan yararlanabilirler. Bu hediyeleşme sistemi nasıl oluşacaktır?
Mekke’de her ülke bir mağaza açacak, gelen hediyeleri burada satılığa çıkaracaktır. Bunlar Mekke dinarı üzerinden satılacak, kimse Mekke dinarı almayacak, onun yerine hac değiştirme senedini alacaktır. Malları herkes önce pahalı olarak fiyatlandırıp koyar. Herkes eksiltmeye başlar ve bütün mallar satılıncaya kadar fiyatlar düşürülür. Muharrem ayının sonuna kadar satılmayan mallar Mekke emirine kalır. İşte bu yolla burada tam serbest pazar oluşmuş olur. Mağazaya konan malların ve satılan malların hepsi bilgisayara geçtiği için bütün kayıtlar ve fikir hareketleri bilinecektir. Bunun anlamı şudur ki hayırlar bilgisayara geçmelidir. O zaman hayır dar mânâda sadece mal anlamına gelmiş olur. Buradaki “MiN” “Fî” mânâsında olup hayır üzerinde ne yaparsanız onu Mekke yönetimi bilecek, sonra dünya bilecektir demektir.
وَتَزَوَّدُوا (Va TaZavVaDUv) “Tezevvud ediniz.”
“ZAD” azık demektir. Normal yükün üzerine konan yolda yükletilene zad denir.
Mekke’ye giderken herkes yiyeceğini evinden götürecektir. Gidip gelinceye kadar azığı beraberinde olacaktır. Oraya gittiği zaman da kendi yiyeceklerini yine o mağazalara koyacaktır. Satılırsa Mekke dinarı ile satılacak, karşılığında başka malları satın alacak ve onu yiyecektir. Mesela armut satılacak, muz alınacak. Satılmazsa kendi götürdüğü malı kullanacaktır.
“TEZEVVEDÛ” hayır işleyin, âhiret için kendinize azık yapın demek olabilir. Bizi cennete götürünceye kadar dünyadaki hayırlarla geçiniriz. Cennete girince artık dünya azığından çok oradaki ziyafetlerle geçiniriz.
فَإِنَّ خَيْرَ الزَّادِ التَّقْوَى (Fa İnNa PaYRa elZAvDi elTaQVAy)
“Zadın en hayır olanı takvadır.”
“TAKVA” korunmadır, şeriatın içinde kalmadır, kurallar dışına çıkmamadır; yani, insan günah işlememekle de hayır yapmış olur. Zadın hayırlısı takvadır. Korunmadır. Dindir. Şeriatın dışına çıkmamadır. Hile yapmak takvanın dışına çıkmadır. Yalan söylemek takvanın dışına çıkmadır.
İnsanlar kurallarla hareket ettikleri zaman toplulukta refah olur. Kuralların dışına çıkıldığı zaman bazen kişi kazanmış gibi görünür ama bindiği gemi batar ve yine kötülük olur.
Tazavvud edin, yani kazanç için pazarlık yapın ama takvadan ayrılmayın yani şeriattan ayrılmayın.
وَاتَّقُونِي (Va itTaQUvNIy) “Bana ittika ediniz.”
Bana ittika ediniz, bende korununuz, benim şeriatıma geliniz.
Burada “NİY” zamiri kullanılmıştır. “N” olsaydı araçlar da kastedilmiş olurdu. Oysa burada “bana” denmektedir. İnsanlar içtihatları ile, sözleşmeleri ile kendi şeriatlarını kendileri yaparlar. Ama şeriatın üstünde şeriat vardır. O şeriatı yapma şeriatıdır. Şeriat bilgisayardaki bilgiler ise, şeriatın şeriatı program yapmadır. İşte o program yapmada alternatif yoktur. “Bana ittika edin” demek, şeriatların şeriatına uyun demektir.
Her topluluğun şir’ası vardır ama bu şir’aların tâbi olduğu ilâhi kanunlar vardır. O kanunlar içinde şir’a oluşur. Allah’ın değişmez kanunlarına sığınan kimse kurtulmuş olur. Allah’ın takvası dört mertebedir.
1- Ehli Hak: Bunlar müsbet ilme dayanarak hakkı bulur, müsbet ilmin verilerine inanırlar. Müsbet ilmin henüz aksini ispatlamadığı hususlarda da bir şey söylemezler, tavakkuf ederler, bilmiyoruz derler.
2- Ehli Kitap: Bunlar peygamberlerin gösterdiği mucizelerle kitapların İlâhi sözler olduğuna inanırlar. Bunlar şimdi yaşayanlar olarak dört gruptur; Yahudiler, Hıristiyanlar, Hindular ve Brahmanlar.
3- Ehli Kur’an: Bunlar kitaba Hazreti Peygamber aleyhisselâmın mucizesi ile değil de, kendisinin mucizesi ile inanırlar. Bu mucizeler sekiz yüzlüde izah edilmek üzere 300 sahifelik hazırlanmaktadır.
4- Ehli İcma: Bunlar Kur’an’ı icmalara dayanarak anlamaya çalışırlar. Onlar için kesin hakikat, Kur’an’ın veya müsbet ilmin insanlığın ittifakı ile kabul ettiği hakikattir. Bunlara göre bu yani Kur’an’ın mânâsında yapılan icmalar değişmezdir. Kur’an’da “Bana ittika edin” demek, icmaların dışına çıkmayın demektir. Kendiniz için de içtihatların dışına çıkmayın demektir, yani fıkhın dışında bir şir’ayı kabul etmeyin demektir.
يَاأُوْلِي الْأَلْبَابِ(197) (Yav EuLi elBABı)
“Ey lub sahipleri benden ittika edin.”
Müteşabih âyetleri de yalnız elbab sahipleri anlarlar.
“LUB” beyindeki kırışıklıkların adıdır. Girintili çıkıntılı yüzeydir. Bu kelime Lâtinceye geçmiş, onlar “lob” olarak söylemektedirler. Biyoloji ilmi düşünmenin ve zekânın bu kırışıklıklarda olduğunu tesbit etmiştir. Asıl bilgisayardaki depo ve muhakeme yerleri burasıdır. Kur’an da bunlara hitap etmektedir. O halde Allah’a ittika etmek demek, içtihat ve icmalardan ayrılmamak demektir. Gelişigüzel değil, mantıkla hareket etmek demektir. Bütün akıllı olmak demek, aklın emrinde olmak demektir.
***
لَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ (LaYSa GaLaYKuM CuNAvXun)
“Aleyhinizde cunah yoktur.”
“CENAH” kanat demektir. İki mânâsı vardır. Kanat altına alıp gizlemenizde bir zarar yoktur, yapabilirsiniz demektir. Diğer bir mânâsı da, yana atıp geçmek yoktur; yapmalısınız, değerlendirmelisiniz demektir. Burada biz Safa ve Merve’deki koşmaya kıyas ederiz. Bunu da yapmalısınız, bu da vaciptir demektir.
أَنْ تَبْتَغُوا (aN TaBTaĞUv)
“İbtiga etmenizde cunah yoktur. İbtiga etmeniz gerekmektedir.”
“İBTİGA” girişimci olmak demektir. Boğa gibi işe saldırma demektir. Ekonomide yarışma demektir. Girişimci olma, müteşebbis olma demektir.
Bundan sonra Arafat’tan inmeden bahsetmektedir. Demek ki Arafat’ta alışveriş yapmak, dolaşıp pazarda değişmeler yapmak gerekir.
Kur’an’a göre böylece Arafat’ta yapılacak ilk iş hediyelerin değiştirilmesi olmalıdır.
فَضْلًا مِنْ رَبِّكُمْ (FaWLan MiN RabBiKuM)
“Rabbinizden fazl istemede bir cunah yoktur.”
“FADL” burada nekiredir, “RABBİKUM” marifedir. Nekire marifeye izafe edildiği için “MİN” ile gelmiştir. Yani Kur’an bize fadlı istemeyi değil, herhangi bir fadlı istememizi öneriyor.
Ticaretin kuralı şudur. Tüccar bunu alıp satacağım demez. Piyasa fiyatını öğrenir, neyi ucuz bulursa alır. Piyasa fiyatından üstün bulunca satar. Onun için “FADL” nekire gelmiştir.
Halbuki üretimde kural insanın bir işi yapmasıdır. Bugün ucuzdur diye işini değiştirmemesi, beklemesi gerekir. İşi bir gün açılır. Bununla beraber boş oturmaması için insanın dört çeşit mesleği olmalıdır. Tarımdan bir işi anlamalı, mevsimi gelince başka her işi bırakıp tarımla uğraşmalıdır. Sanattan bir işi olmalı, piyasaya o mal gidiyorsa onun imalatına başlamalıdır. İnşaattan bir mesleği olmalı, başka iş bulamazsa inşaatta çalışmalıdır. Bunun dışında “Genel Hizmet”ten de bir hizmeti öğrenmelidir. Yani; insan dört çeşit mesleği bilmeli, her birinden birini bilmelidir. Bu dört arasında birisine ağırlık verir ama hiçbirisinde meslek değiştirmezsiniz.
Ticarette ise tüccar piyasada nerede kâr varsa sermayesini orada yatırır. Bunun başarılabilmesi için tüccar malın fiziki kısmına karışmamalı, sadece fiyatlarla meşgul olmalı, para ve senetten başka bir şey görmemelidir. Böylece herkes kabiliyeti varsa ticaret yapabilir. Sermayesi kâr veya zarar eder. Selem sisteminde sermayeye de gerek yoktur. Zararı çok az olur.
Burada “MİN RABBİKUM/Rabbinizden” deniyor, çünkü serbest yarışta uygarlık vardır, evrim vardır. Bunlar uygarlaşmanın kuralı olmaktadır. Bize emredilen girişimci olmamızdır. Herkes girişimci olacaktır.
İşçilik sisteminde insanların yüzde -hattâ binde- biri müteşebbistir; “Adil Düzen”de yüzde doksanı girişimcidir. Arz ve talepler internette akşamları yapılmakta, karşı taraf sabaha kadar birini seçip düğmeye basmaktadır. Akit tamam olup ertesi gün o iş yapılmaktadır. Bu hususta kural şudur. Malı en pahalı satmak sevap, alırken ise en ucuza almak sevaptır. Çünkü o zaman mal en çok muhtaç olana gider, diğer taraftan para da en çok sıkıntıda olana gider. Pahalıya alıp ucuza haksızlık yapmak demektir.
İşte burada genel bir kaide ortaya çıkmıştır, serbest rekabet İlâhi fadldır.
Bu ticaretin Arafat’ta olduğunun en büyük delili “Leyse Aleyküm”ün harfi atıfsız başlamasındandır. Bir de çok genel kural olduğu için “Vav” harfi getirilmemiştir.
فَإِذَا أَفَضْتُمْ مِنْ عَرَفَاتٍ (Fa EiÜAv EaFaWTuM MiN GaRaFAvTın)
“Arafat’tan ifada ettiğinizde.”
“Fayda” akan sudur. Selle geçici gelen taş toprakla karışık sudur. “Fayazan” ise temiz ama yokuş aşağı akan ırmaktır. “Arafat”tan aşağıya doğru inilecektir. “Arafat” üstü düz dağ demektir.
İnsanlar oralarda toplanır ve görüşürler. Arafat’ta bulunulacaktır. Arafat özel isimdir, o sebeple nekiredir. Ancak burada dişi kurallı çoğul gelmiştir. Demek ki Arafat’ta her ülkeye bir yer ayrılacak, oraya gelecekler çadırlarını kuracak, mallarını teşhir edecek ve birbirlerini ziyaret edecek, tanışacaklardır.
Dil sorunu olduğu için bu tanışma nasıl olacaktır?
Mekke’de her ulustan aynı dili bilen bine yakın kişiye bir yer verilecek, onlar orada yerleşecek ve tercümanlık yapacaklardır. İşte hacılar onlarla dolaşırlar ve onlara Arapça tercümanlık yaparlar. Orada rehber olabilmek için bu ülke bucaklarında oturmak gerekmektedir. Türkiye’den 100 000 kadar hacı gitmektedir. Orada 1000 aile varsa, 100 kişiye bir tercüman düşmektedir. 10 saat Arafat’ta kalındığını farz etsek, her kavme 5 dakikalık bir konuşma yapılabilir. Her kavmin hac emiri beş dakikalık konuşma yapar, diğerleri dinleyebilir.
Bu konuda “Adil Düzen” iktidar olunca Kur’an’ı buna göre yorumlayarak bir düzene gidilmesi gerekir.
Şimdi hac menasiki yapılmaktadır. Medine’yi ziyaret gibi hacla ilgili olmayan merasimler de yapılmaktadır. Bunlar yeniden ele alınıp içtihat yapılmalıdır. Medine ziyaretini yalnız Ehli Kur’an yapacaktır. Diğerleri kendi kıblelerine gidip tamamlayacaklardır. Kur’an’da ziyaretin yeri bulunmalıdır. Burada bu emredilmiş bulunmaktadır. Arafat’ta alışveriş yapılması emrediliyor.
Burada taşlama emrediliyor. Burada neler yapılıyor?
a) Herkes memleketinden getirdiği taşları burada bir yere atıyor ve karıştırıyor. Teknik ilerledikçe bu karıştırma daha kolay yapılacağı için tekniğine girilmiyor. Zamanın içtihadına bırakılıyor.
b) İnsanlara taş atmayı öğretmiş oluyor. Taşlar elle ortalığa atılıyor. Onlar karışıyor.
c) Sonra gidip götürdüğü taş sayısı kadar taş alınıp ülkesine getiriliyor. Hac hatırası olarak mozaik bir plaka yapılıyor ve evin girişine konuyor. Bütün dünyadan gelen taşlar karışmış oluyor.
d) Bir de her taş atışında “Allahu Ekber” denerek zikrediliyor. Birlikte tekbir getiriliyor.
Kur’an’da Mekke’den ve Bekke’den bahsedilmektedir. Biri Mekke merkez bucağıdır, diğeri ise Mekke ilidir. Burada her ulusun bir bucağı bulunur. Bunun dışında Safa ve Merve’den bahsediyor, Arafat’tan bahsediyor. Bir de Meş’ari Haram’dan bahsediyor. Kâbe’den ve Haram Mescit’ten söz ediyor. Hazreti İbrahim’in musallasını zikrediyor. Yesrib’in de adı geçmektedir. Tüm insanların toplanma yeri olarak seçilen buralarda bu yerler durak yerleri olacaktır. İnsanlarla birlikte buralarda bulunulacaktır.
فَاذْكُرُوا اللَّهَ (Fa uÜKuRUv elLAvHa) “Allah’ı zikrediniz.”
“Haram Meş’ar’de Allah’ı zikrediniz.” Bu zikir nasıl olacaktır?
Namaz kılınız mânâsında olabilir. Bir de taşlama yapılacaktır. Müzdelife’de taşlama yapılacak, birlikte hareket edilecek, haccın temel ilkeleri olacaktır.
Kur’an’da işaretleri olan ve Hazreti Peygamber aleyhisselâm tarafından öğretilen iki önemli vacip vardır; taşlamak ve kurban kesmek. Kurbanı Hazreti Peygamber aleyhisselâm kesmiş ve karıştırmıştır. Bu konuda açıklık mevcuttur. Köylerde de etler karıştırılır. Bunun tıbbî mânâsı; her ülkeden otlayarak gelmiş hayvanların etleri karıştırıldığında, dünyada mevcut tüm minerallerden yararlanılmış olunur.
Bu husus nasslarla sabit olmaktadır.
Buna kıyas yapılarak diğer bütün mallarda emredilen hediyeleşme de bu illeti taşımaktadır. Taşlamada da aynı illeti ararız. Bu ibadetin emredilmiş olmasının başka bir illeti de bulunabilir.
İbadetlerin teşriine bir sebebi teşri olabilir. Onlar illet olamaz. Bunlardaki hikmet beşeriyetin birbirlerine karışması ve birbirlerine karşı muafiyet kesbetmesi, yani beşerî sağlıktır. İlleti ise ihtilattır.
Mekke’de bulunmak ve birlikte say etmek, tavaf etmek, akmak, taş atmak, Hacer-i Esved’e el sürmek; bunların hepsi ihtilattır. Ancak kalıcı ihtilattan da bahsedilmektedir. Bunlardan biri malların değiştirilmesi, diğeri de kurban etlerinin karıştırılması, taşların karıştırılmasıdır. Âyette işaretini bulamadığımız ancak icma ile sabit olan zemzem suyunu da kıyasla katarak dörtlü yapıyoruz. Herkes kendi ülkesinden su götürecek, kuyuya boşaltacak, sonra doldurup getirecek ve komşularına içirecek.
عِنْدَ الْمَشْعَرِ الْحَرَامِ (GıNDa MaŞGaRı eLXaRAMı)
“Haram Meş’ari’nin indinde.”
“MEŞ’AR” şuur yeri, yani haramı gösteren işaret demektir. Arafat Harem’in dışındadır, yani Mekke bucağı içinde değildir. İşte Mekke bucağı burada başlar ve burada bir işaret konur. Harem sahasını gösterir.
Kur’an burada kentlerin giriş ve çıkışta levhalarının olması gerektiğini bize emretmektedir. Ülkeler arası, iller arası, bucaklar arası direkler ve levhalar olması gerekmektedir. O bucağa girildiğinde oraya girildiği asgari haber verilecektir. Bazılarından davetiye istenecektir. Orada bir suç işlenirse o bucak sorumlu olacaktır.
Burada zikretmek demek, oranın yönetimine haber vermek demektir. Giriş ve çıkışın kaydı artık bilgisayarlarla yapılacaktır. Nasıl metroya binerken, şehir içi gemilere binerken akbile basıyorsak, ona da parasız olacak ama basılarak geçilecektir. Bilgisayar geçenin hangi saniyede geçtiğini kaydedecektir.
Burada şuna da işaret etmektedir. Eğer bir yasak varsa, haram varsa, haram tercih olunur. Temiz su ile pis suyu karıştırdığın zaman karışım pistir. Haram Meş’ar’den bahsetmektedir. Meş’ar’in kendisi de haram sayılmaktadır. Hudutlara yaklaşmayın âyetinde de bundan bahsetmiştik.
“MEŞ’AR” burada marife gelmiştir. Arafat ile Mekke arasında bulunan bu sınır bellidir, değiştirilemez. Bunu diğer sınırlarla da kıyas yoluyla çevirecek olursak, Mekke bucağının sınırları değiştirilemez. Bu kuralı bütün beldeler için geçerli sayacağız. Bucak planlanacak ve bin civarında aile yerleştirilecek. Sonra artık başkaca bir ilave yapılmayacaktır. Artan nüfus olursa başka bucaklara yerleştirilecek veya yeni bucaklar inşa edilecektir. İmar değişikliği yoktur.
كَمَا هَدَاكُمْ (Ka MAv HaDAvKuM)
“Nasıl hidayet etmişse öyle Allah’ı zikrediniz.”
Başka yerde “Kema Allemekum” denmektedir. Size öğrettiği gibi namazınızı kılın.
Burada da “size hidayet ettiği gibi zikredin” denmektedir.
Hidayet ile ilim arasındaki farkı belirlememiz gerekir. İlimde kesin tarifler var, standartlar var, ölçüler var; onların içinde kalınacak, toleransların dışına çıkılmayacaktır. Hidayette ise hedef gösterilir. İnsanlar kendi ölçüleri ve takdirleri ile uygulamayı yaparlar. Bundan dolayı Kur’an’da içtihat ihtida olarak ifade edilmektedir. Uğrumuzda cihad edenleri biz yolumuza koyarız deniyor. Hidayet ile cihadı bir arada zikrediyor. Zaten içtihat kelimesi de böyle üretilmiştir.
Haccın bu zikri yani cemre taşlamasını zikrederken hidayet ettiği gibi deniyor. Bu hidayeti nasıl yapacaktır? İçtihat ve icmalarla yapacaktır. Kur’an’ı şimdi bize nâzil olmuş kabul ederek yeniden içtihatlarımızla bazı düzenlemeler yapabileceğiz demektir. Hedef zikirdir. Diğeri onun bir uygulamasıdır. Sünnetle ve şimdiye kadar gelen icmalarla sabit olanlara genel olarak uyarız. Ama yeni içtihat ve icmalarla değiştirebiliriz demektir.
Eğer bir şey Kur’an’da tesbit edilmemiş ve örfe bırakılmışsa, orada içtihat ve yeni icma yetkimiz vardır demektir. “Adil Düzen” iktidara geldiğinde, III. bin yıl uygarlığını kurmak üzere geldiği bilinecektir. Hac ibadetinde Kur’an’a dayanarak yeni icmalara gidilebilir, yeni içtihatlara gidilebilir. “HEDAKÜM” tabiri bunu ifade ediyor. Şimdiden ne gibi yenilikler yapılacağını tahmin edebiliriz.
a) Güney Amerika’dan başlayarak Anadolu’dan geçen bir Hac Yolu tesis edilecektir. Afrika’dan ve Çin’den gelen Hac Yolu da bu yola katılacaktır. Bu yol araba demir yolunu tesis edecek, ayrıca hava yolları kurulacaktır. Deniz yolları açılacak, bütün dünya halkları Mekke’ye gelebilecektir.
b) Mekke kentinde her ulusa bir bucaklık yer verilecek ve orada onların bucakları olacaktır.
c) Mallar karıştırılacak, etler karıştırılacak, taşlar karıştırılacak, sular karıştırılacaktır.
d) İzdihamın olmaması için güzergah ve zaman ayarlaması yapılacaktır.
İktidarda olduğumuz zaman, Kur’an’ın öğrettikleri ama şimdiye kadar uygulanamayan hususlardan gücümüzün yettiği kadarını uygulamamız gerekmektedir.
Burada bir konuyu daha tartışmamız gerekir. Biz icmalara giderken diğer dinlerde olan âlimlerin de icmalarımıza katılmaları gerekmekte midir, yoksa Kur’an ehli âlimlerinin icmaları yeterli midir? Eğer bir konu onları da ilgilendiriyorsa onların âlimleri katılmadıkça icma olmaz. Ama onları ilgilendirmeyen hususlarda icma için onların katılmaları gerekmez. Bu kural bütün ilimler için gereklidir. Hukukta hukukçuların, fizikte fizikçilerin ittifakı yeterlidir. III. bin yıl uygarlığında birçok ilerlemeler kaydedilecektir.
a) Ümmet icması yerine ocak, bucak, il, ülke ve insanlık icmaları sözkonusu olacaktır.
b) Ayrıca ihtisas icmaları ortaya çıkacaktır. Bu hadislerde eskiden uygulanmıştı.
c) İcmaya katılma imtihanlı ve demokratik ehliyet gerektirmektedir. Ehliyet önce imtihanlarla dayanışma ortaklıklarında verilmektedir. Sonra da yeter sayıda halkın onları seçmesi ve müçtehit olarak kabul etmesi gerekir. İcma bunların ittifakı ile olacaktır. Eğer dışarıda kalan ilim adamı varsa icmaa dahil ilim adamları onu nazarı itibara alıp icmaa katılmazlar. Böylece bütün çağın âlimlerinin ittifakı ile icma oluşmaktadır.
d) İcma diğer icma ile değişebilecektir. Ama III. bin yılın baştan ihtilaf edilmeden icmalarla sürüp gelen icmaları uygarlık değişmedikçe değişmeyecektir.
Bizim için sahabelerin Kur’an’ın yorumuna ait icmaları bağlayıcıdır. Ancak onların icma ettiklerine III. bin yıl müçtehitlerinin icması gerekir. İcma üzerinde icma varsa o artık o uygarlıkta değişmez.
Bizim burada bunu anlatmamızın sebebi, hac ibadetinde yapılacak icma ve içtihatlara işaret etmektir. Kur’an’ın haccın bazı yerlerdeki meselelerini icma ve içtihatlara bırakması, uygarlığın her bin yılda yeni ihtiyaçları getireceğine işaret eder. Kur’an âyetleri birbirlerini açıklar. Bir yerde bir delil bulur ve hüküm çıkarırız. Eğer hükmünüz yanlışsa biraz sonra Kur’an sizi uyarır. Değiştirip düzeltmek zorunda kalırsınız. İçtihadınız doğru ise başka âyetlerle takviye edilir.
وَإِنْ كُنتُمْ مِنْ قَبْلِهِ (Va EiN KuNTuM MiN QaBLiHIy) “Min kabl (önceden) olsanız bile”
Yani, Allah size hidayet etmeden önce demektir. Bu ifadede icma ve içtihatların değişeceğine işaret etmektedir. Şimdiye kadar biz icmaların icmalarla değişebileceğini ifade ediyorduk. Ama bunu istihsanla diyorduk. Geçmişte bu hususta ihtilaf edilmişti. Biz değişir diyenlerin yanında yer aldık. Burada bu hususta açık beyan var. Yani, Allah size hidayet etmeden, içtihat ve icmalardan evvel farklı durumda olsanız da, içtihatlardan ve icmalardan önce dalâlette iseniz. Şimdi görünüz ki onlar yanlıştır. Şimdi biz değiştirmeyiz diyemeyiz. Eğer yeni içtihat ve icmalar bize doğru yolu göstermişse artık onunla amel edeceğiz demektir.
لَمِنْ الضَّالِّينَ(198) (La MiNa elWAvlKIyNa) “Muhakkak ki dâllîndendir.”
Burada “Ve Küntüm” veya “İz Küntüm” dememiş de “İN KÜNTÜM” diyor. İleride hata içinde olsanız da deniyor. “İN” maziye istikbal mânâsını verir. Yani, ileride siz icma ve içtihatlarla yanlış yaptığınızı görürseniz artık yeni icma ve içtihatlarla amel ediniz demektir. Bir mucize olarak hac konusunda dalâlette olacağımız, daha sonra da hidayet olunacağı bildiriliyor. Bu takdirde içtihada ve icmalarımıza göre hareket etmemiz gerektiğini bildiriyor. Burada “Lam” harfi getirilmiş, yani böyle dalâlet içinde kalınacağını teyit ediyor. “İzâ” değil de “İN” gelmesi bunun belki bir defa olacağını ifade ediyor. Ayrıca “Ve” harfi ile ifade ederek, daha evvel dalâlette de olsanız siz içtihat ve icmanızla amel ediniz demektir.
Kur’an bize bir uygarlığı öğretiyor. Bakıyoruz, her şey makul bir şekilde olanları söylüyor. Aklımıza takılan bir şey yok. İnsanların doğru yolu bulması için içtihattan başka ne yapılabilir. İçtihadın karşısında ilham konabilir ama ilham birliği sağlamaz. İlhamları birleştirici bir araç yoktur. Çünkü ilham hislere dayanmaktadır. Hisleri uzlaştırmak çok zor, hattâ imkânsızdır. Renklerle zevkler tartışılmaz. Bu sebeple içtihadın yerini ilhamlar alamaz. İlham kişinin kendisine delil olabilir ama ilham başkasına delil olamaz. Kelamda ilham başkasına delil değildir deniyor. İçtihat sadece içtihat edenleri bağlıyor. İcma ise tüm icma edenleri bağlıyor. İcmaya aykırı içtihatlar geçersizdir. İçtihatlar yapılacak ve ona göre amel edilecek ama içtihada göre değil icmaya göre amel edilecek. Aksine icma olunca değişmiş olabilecektir.
Fıkıhçılar lâikliği oluşturdular. Yöneticilerin yetkilerini çok fazla sınırlandırdılar, demokrasi için tüm kuralları geliştirdiler ama demokrasiye ulaşamadılar. 1400 sene saltanat dönemi ile geçti. Yirminci yüzyılın gelişmeleri demokrasi talebini yaygınlaştırdı ama mekanizması bulunamadı.
“Adil Düzen” bu sorunu içtihat ve icma sistemi ile çözdü.
Ebu Hanife İslâmî çevrenin içinde olmadığı için mahalli icmaları kabul etmemişti. Oysa Malik Medine’de yaşadığı için Medinelilerin ittifakını yani mahalli icmaları da kabul etti. Bugün ise demokrasi mahalli icmalara dayanmaktadır.
Mahalli icmalar bir yönüyle ortak içtihatlara benziyor. Ortak sözleşme olarak kabul ediyoruz. Bir yanıyla da icmalara benziyor. Nereye kıyas edersek edelim mahalli icmalar gereklidir. Bunda ihtilaf edilemez. İhtilaf mahallî icmaların merkezî icmalara muhalif olup olmayacağını tesbittir. Bize göre muhkem olanlara muhalefet caiz değildir. Ama müfesser seviyede olanlara muhalefet caizdir. Muhkem ile müfesser olanlar hangileridir denirse, o kendi konusunda incelenir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-399 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-229 İstanbul, 10 Mart 2007
FARKLI 28 ŞUBAT DEĞERLENDİRMESİ
28 Şubat’ın suçluları televizyonlara çıkıyor ve o günleri hevesle anlatıyorlar!
Adil Düzen Çalışanları bilsinler diye burada bazı gerçekleri anlatmak isterim. 28 Şubat neden oldu?
1- Önce baştan başlayalım. 1897’de Bazel’de yapılan toplantıda Osmanlı İmparatorluğu, Rus Çarlığı yıkılıyor, Avusturya İmparatorluğu parçalanıyor ve Avrupa devletleri içine katılıyor. Rusya’da ise Sovyetler imparatorluğu kuruluyor ve kapitalizme karşı denge oluşturuluyor. Osmanlı İmparatorluğu parçalanıyor ve dinsiz devletler oluşturuluyor. Türkiye de bu gruptandır. Dinsiz bir Türkiye oluşturulacaktır.
Türkiye’ye biçilen rol şudur. İmparatorluk yıkılacak, yerine dinsiz bir Türkiye kurulacak. Hıristiyanlar Türkiye’den tehcir edilecek. Böylece ileride buraların İsrail imparatorluğu tarafından işgali kolaylaşacak, Hıristiyanlar karşı çıkmayacaklardır. O plana göre Türkiye 1997’de yani 100 sene sonra yıkılacak, Sevr uygulanacak, İsrail imparatorluğu kurulacaktı. İşte, 28 Şubat Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkma uygulamasına geçmedir. Ama başarılamamıştır.
2- Türkiye Cumhuriyeti Devleti 1900’dan beri borçlandırılıyor, batırılıyor, darbelerle geri bırakılıyor. 54. Erbakan Hükümeti işbaşına gelince bu çöküşe dur denmeye başlandı, 28 Şubat’ın asıl sebebi budur. Onlar bunu hep yapmaktadırlar. Menderes’i Türkiye’yi kalkındırdın diye astılar. Demirel’i kaç defa indirdiler. Özal’ı neden kurşunladılar? 28 Şubat ile Türkiye’deki ekonomik gelişmeyi durdurdular. Türkiye ondan sonraki beş sene kan ağlamıştır. AK Parti dört senedir hâlâ o yaraları tedavi edip ülkemizi 54. Erbakan Hükümeti dönemine ulaştıramamıştır. Demek ki 28 Şubat asgari olarak Türkiye’yi on sene geri bırakmıştır.
3- Sömürü sermayesi dünyadaki bütün güçleri oluşturur, sonra kontrolü altına alır. Kendi dışında bir sosyal oluş oluşmuş ise onu önce kontrolü altına alır; alamazsa yıkar. Mesela, Erbakan D-8’leri kurdu. Amerika bunun kurulmasını Avrupa Birliği’ne karşı bir güç oluşturulması amacıyla istiyordu. Bunu kendisi kuramadığı için Erbakan’ın kurmasına başlangıçta göz yumdu. Sonra baktı ki Erbakan D-8’leri onlara yar etmeyecek, onu uzaklaştırmanın yolunu aradı ve 28 Şubat’ı gerçekleştirdi.
4- Bunlar 28 Şubat’ın zahiri sebepleridir. Asıl sebep 54. Hükümet’in “Adil Düzen”e karşı kurulmasıdır. Tansu Çiller; ‘Adil Düzeni bırakmanız şartıyla koalisyon yaparım!’ demiştir. MİT’in de özel baskıları olmuştur. Bu taviz verilerek hükümet kurulmuştur. 54. Hükmet “Adil Düzen”i oluşturup ülkenin sorunlarını çözeceğine, mevcut faizli sistemde sorunları çözmekle meşgul olmuştur. Allah bunun için düşmanların böyle hareketlerine izin vermiştir.
Bu gerçekler bilindikten sonra, ‘28 Şubat niçin oldu?’ sorusu sosyal kanunlar gereği çözülür. 28 Şubat olacaktı. Kimse onu durduramazdı. Eğer gerçekten 28 Şubat benzeri bir âfetle karşılaşmak istemiyorsak, gerekirse ordunun yapılanmasına müdahale ederek hazırlanmalıyız.
1- Ordumuzda bazı yenilikler yapmalıyız.
a) Ordularımızı saldırı orduları değil, savunma orduları hâline getirmeliyiz. Ona göre teşkilâtlandırmalıyız.
b) Her bölgemizi bir ordu savunacaktır. Ordularımızı 12 ye çıkarmalıyız: Samsun, İstanbul, Bursa, İzmir, Adana, Diyarbakır, Van, Erzurum, Kayseri, Konya, Afyon ve Ankara bölgelerinde birer ordu yerleştirmeliyiz.
c) Ordular kendi savunma silahlarını kendileri üreteceklerdir. Biz sadece maddi imkan sağlayacağız.
d) İç güvenlik illere bırakılmalı, sıkıyönetim dışında askeri iç işlere karıştırmamalıyız.
2- Dış siyasetimizde Mustafa Kemal’in uyguladığı siyaset olmalıdır; yurtta sulh, cihanda sulh. Kimsenin bir karış toprağında gözümüz yoktur. Kimseye de bir karış toprak vermeyiz. Biz hiçbir devleti iç işlerimize karıştırmayız ama biz de kimsenin iç işlerine de karışmayız. Oralarda zulmedilen halklar varsa ülkemize göç ederler. Onları kardeş yaparız.
3- İç işlerimizde de her şeyden önce yargımızı saygın, etkin, tarafsız ve bağımsız hâle getirmeliyiz. Bunun için ceza da dahil “hakemler sistemi”ne gitmeliyiz ve yargıyı en üst seviyeye çıkarmalıyız.
4- “Karşılıksız faiz parası”nı ortadan kaldırıp “karşılığı olan senet parası”nı çıkarmalıyız. Halk işletme senetleri ile iş yapmalı. Herkese iş ve herkese aş sorunlarını çözmeliyiz. Yani; “Adil Ekonomik Düzen”i getirmeliyiz.
İşte; eğer bir gün sömürü sermayesinin patronları Amerika’da bir otel lobisinde toplanır da yeni bir 28 Şubat planlarlarsa, o zaman geldikleri gibi giderler, hem de kötü giderler, dünyadaki sermaye hakimiyeti bitmiş olarak giderler. Sermayenin Türkiye’deki figüranlarını veya kuklalarını eleştirmenin bir mânâsı yoktur. O para onlarda varken pek çok asileri bulabileceklerdir.
Türk milleti ne yapmış? Beş sene sabretmiş, sonunda 28 Şubat mağdurlarını anayasa ekseriyeti ile iktidar etmiştir. Aradan dört sene geçtiği halde, mağdurların mağduriyeti hâlâ artarak devam ediyor. Erbakan ve arkadaşlarının milletvekilliklerini devlet gasp etmiş, dokunulmazlıkları kaldırılmadan ve muhakeme yapılmadan mahkum edilmişlerdir. Devlet bunların haklarını iade etmeli ve ağır tazminat ödemeli. Bunu da Demirel dahil o günkü aktörlerden ve sokaklarda yürüyenlerden tahsil etmelidir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-399 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-229 İstanbul, 10 Mart 2007
ORDU VE TÜRKİYE’NİN KORUNMASI
Cumhuriyetin kuruluşunda benimsenmiş bir ilke vardır. Yayılmacılık yoktur. Dışarıdakiler bize gelirlerse kucağımız açıktır. Bu İslâmiyet’in emrettiği bir siyasettir. Biz eğer dünyaya bir uygarlığı götüreceksek, bu uygarlığa karşı direnen olursa fetih siyasetini güdebiliriz. Oysa biz uygarlıkta şimdilik onlardan gerideyiz. Dolayısıyla bizim onlara saldırma hakkımız yoktur. Bir gün ülkemizde “Adil Düzen” gerçekleşir, bu sayede muasır medeniyetin fevkine çıkarsak, o zaman fetih savaşlarına girişebiliriz. İslâm orduları zamanında bu barış düzenini götürmek için dünyayı fethettiler. Avrupa orduları dünyayı bunun için fethettiler. Yeni uygarlık yeni fetihleri gerektirir.
Şimdilik “Adil Düzen”i ülkemizde uygulayıncaya kadar sadece savunma ordumuz olacak ve dışarıda cereyan eden olaylara karışmayacağız, tuzaklara düşmeyeceğiz.
Savunma orduları nasıl oluşacaktır?
a) Bir ülkenin ekonomisi düzelmezse o ülke ordusunu besleyemez. Meselenin püf noktası ekonomidir. Ordusu olmayan devlet de kendisini savunamaz. O halde her şeyden önce ülkemizin ekonomisini düzeltmeliyiz. Bunun için ne yapmalıyız?
1- Önce özellikle dış borçlarımızı hemen kapatıp faiz ödemekten kurtulmalıyız. Borçlarımızı nasıl kapatacağız? Bunun dört yolu vardır. Türkiye dolar borcunu bu dört yoldan biriyle kapatır. Birincisi, dış borcu iç borca çevirmektir; ikincisi, nakit borcu mal borcuna çevirmektir; üçüncüsü, borcu iştirake çevirmektir; dördüncüsü, faizli borcu kredileşme borcuna çevirmektir.
2- “Karşılıksız para” sisteminden vazgeçip “karşılıklı faizsiz para sistemi”ne geçilmelidir. Dört çeşit para kullanılacaktır. Birincisi, imar senetlerini alıp satan ve inşaatı kredilendiren toprak parası; ikincisi, ön ödemeli siparişleri kredilendiren buğday parası; üçüncüsü, inşaat malzeme stoklarını faizsiz ve icrasız kredilendiren demir parası ve bu paralarla dövizleri alıp satan altın parası. Bu paralara geçmek, paralardaki sıfırları atmaktan daha kolaydır.
3- Ordunun gelirlerini anayasal hâle getirip siyasilerin denetiminden çıkarılmalıdır. Ordu kendi gelirlerini kendisi denetlemelidir. Ordunun gelirleri de dört çeşittir. Millî bütçenin beşte biri tek kalem olarak orduya ayrılacaktır. Gümrük gelirleri ordunun olacaktır. Askerlik bedelleri de ordulara aittir. Asıl önemli olan ordu üretici hâle getirilmeli; yolların bakımı, elektrik hatlarının bakımı ve korunması, garajların, havaalanlarının, rıhtımların ve limanların işletilmesi onlara verilmeli. Oradan gelirler temin etmek suretiyle ordu ülkeye yük olmaktan çıkar. Savaşta da o stratejik yerlere önceden bütün detaylarıyla sahip olduğu için savunmayı en iyi şekilde yapar. Ayrıca bu gibi yerlerde askerlik yapanlar aynı zamanda bir meslek öğrenerek evlerine dönerler. Askerlik bir meslek eğitimine dönüşmüş olur.
4- Tüm ekonomi mekan içinde planlanmalı, zaman içinde planlanmalı. Mesela, nereden yol geçecek belirlenmelidir. Uluslararası yol planları 1000 senelik olmalıdır. Ülkeler kendi planlarını 500 senelik yapmalıdır. İller planlarını 250 senelik yapmalı, bucaklar 125 senelik yapmalıdırlar. Bu planlamada savunma ile hayat iç içe birlikte düşünülmeli. Her bölgenin savunmasını yapan ordudan onun bölgesindeki planlama onların görüşü alınarak yapılmalıdır. Ordunun hangi işletmeleri işletebileceği planda belirtilmelidir.
b) Savaşın kazanılmasında araçlardan çok eğitim önemlidir. Ne kadar iyi silahın olursa olsun, onu kullanmayı bilmiyorsan silah bir işe yaramaz. Şoförlüğün veya şoförün yoksa, araban olsa ne yazar. Kaldı ki savaşta daima düşman silahlarına ve araçlarına sahip olursun. Eğer onları kullanmayı biliyorsan, hiç silahın olmasa, ikmalin olmasa da savaşı kazanabilirsin. Savaşlarda zaferleri kazanmak için iyi eğitimin alınması gerekmektedir. Güncel eğitim, sürekli eğitim, özel eğitim ve savunma eğitimi alınmalıdır. Onun için her asker senede en az onbeş gün, gerekirse bir ay askerlik eğitimini almalıdır. Her sene kıtaya gidip oradaki gelişmeleri öğrenmelidir. Ömür boyunca özel olaylar dışında kıta değiştirilmemelidir. Askeri eğitim onbeş yaşında başlamalı, ondan sonra senelik olarak sürdürülmelidir.
c) Askerlik mecbur olmalıdır. İsteyenler bedel verebilmeli ve savaştan muaf tutulmalıdır. Yalnız bedelliler seçme ve seçilme haklarını kaybetmelidirler. Bedelli olmak gönüllü olmalıdır. Böylece ordu hem maddî imkânını artırmış olur hem de savaşmak istemeyenleri zorla askerliğe sürüklememiş olur.
d) En önemlisi, askerlik demokratik olmalıdır. Şöyle ki, herkes askerliğini kendi bölgesi dışında bizzat kendisinin seçtiği bölgede yapmalıdır. Komutanını kendisi seçmelidir. Normal zamanlarda kişi üstünü veya ordusunu değiştirebilmelidir. Buraya kadar olan kısım demokratiktir. Bundan sonrasında artık askerlik başlamalı ve ast üstü için ölebilmelidir. Bu taksimin en önemli yararı, her ordu belli kurallar koyar, o kurallara uyan ordusunu seçer ve oranın askeri olur. Bu ordu o bölgenin halkının da istediği kurallar koyar. Ayrıca tüm ülke asker bulabilmek için belli kriterleri olan kuralları koyar. İsteyen Sünni, isteyen Şii, isteyen lâik olabilir.
Türkiye’nin varlığını sürdürmesi için orduda da yenilikler yapmak gerekir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92