1967...1968...1969....AKEVLER 40 YILDIR ÇALIŞIYOR....2005...2006...2007
BİZLER ÇALIŞIYOR VE YENİ İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZLERİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ; BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
ADİL DÜZEN 401
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 24 Mart 2007 Fiyatı: www.akevler.org’a tıklamak!
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 401. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Hedefimiz; “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, Reşat EROL
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ
SANAYİ DÖNEMİ SORUN VE ÇÖZÜMLERİ
GAZETELER, ORDU, HUKUK VE DÜZEN
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 63. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
وَاذْكُرُوا اللَّهَ فِي أَيَّامٍ مَعْدُودَاتٍ فَمَنْ تَعَجَّلَ فِي يَوْمَيْنِ فَلَا إِثْمَ عَلَيْهِ وَمَنْ تَأَخَّرَ فَلَا إِثْمَ عَلَيْهِ لِمَنْ اتَّقَى وَاتَّقُوا اللَّهَ وَاعْلَمُوا أَنَّكُمْ إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ(203) وَمِنْ النَّاسِ مَنْ يُعْجِبُكَ قَوْلُهُ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَيُشْهِدُ اللَّهَ عَلَى مَا فِي قَلْبِهِ وَهُوَ أَلَدُّ الْخِصَامِ(204) وَإِذَا تَوَلَّى سَعَى فِي الْأَرْضِ لِيُفْسِدَ فِيهَا وَيُهْلِكَ الْحَرْثَ وَالنَّسْلَ وَاللَّهُ لَا يُحِبُّ الْفَسَادَ(205) وَإِذَا قِيلَ لَهُ اتَّقِ اللَّهَ أَخَذَتْهُ الْعِزَّةُ بِالْإِثْمِ
فَحَسْبُهُ جَهَنَّمُ وَلَبِئْسَ الْمِهَادُ(206)
وَاذْكُرُوا اللَّهَ (VaÜKuRUv elLAHa) “Allah’ı zikrediniz.”
“Allah’ı zikretmek” “Allah” demektir, tekbir getirmektir. Ona ‘tekbir’ denmektedir.
Koro hâlinde ibadet sonra tarikatlarda mevcut ise de; Hazreti Peygamber namazda koro hâlinde ibadet yaptırmamıştır. Kur’an’da ise ‘onlar seherlerde istiğfar ederler’ diyerek, koro hâlinde istiğfarı teşri etmiştir. Namazın içinde değil ama namazın dışında birlikte cehren tesbih etmek ve zikretmek memurun bih olmalıdır.
“Adil Düzen”i tesis edinceye kadar biz bunları amel etmiyoruz. Bize göre şunlar yapılmalıdır.
Tesbih ediniz, tekbir ediniz, istiğfar ediniz, zikrediniz emirleri vardır. Acaba “zikrediniz” emri nasıl olacaktır? Kur’an’da Allah’ı zikretmek, Allah’ın ismini zikretmek, Allah’ın nimetini zikretmek olarak geçmektedir. Bunlar birbirinden farklıdır. Allah’ın ismini zikretmek demek, malların üzerine etiket yapıştırıp piyasaya sürmek, etiketlemek demektir. Allah’ın nimetini zikretmek demek, mal beyanında bulunmak demektir.
“Allah’ı zikretmek” namaz kılmak, Kur’an’ı mealiyle okumak, Allah’ı anlatmak ve ‘Allah, Allah…’ demek anlamlarına gelir. Burada “Allah’ı zikretmek” ne mânâya gelir?
Beş vakit namaz orada cemaatle kılınacaktır demektir. Bu nasıl olacaktır? Emri böyle anlıyorsak, dört gün yani arife gününden başlayıp bayramın son gününe kadar bütün hac kafileleri namazları birlikte kılacaklardır. Bu nasıl olacaktır?
Tüm hacılar bir düzen içine gireceklerdir. Başkan arifeden iki gün önceden başlar. Kâbe’nin etrafını 7 defa dolanır. Safa ve Merve arasında say eder. Tavaf bitince Safa’dan başlar. Üç defa gidip gelir. Yedinci defa Safa’dan Merve’ye gider. Sonra Arafat’a doğru yol alır. Yürüyerek Arafat’a gelir. Yavaş yürür. Arkasında cemaat eklenmeye başlar. Arabalarla da takip edilebilir. Hattâ tavaf ve say da arabalarla yapılabilir. Ancak hız imamın hızında olacak, kimse kimseyi geçmeyecek, herkes katılacak.
Arabanın içinde abdest ve tuvalet yerleri olur. Halk burada tuvaletini yapar ve abdestini alır. Her kavmin kendi arabası olur. Araba kafileyi takip eder. Namaz vakti gelince hoparlör ile ezan okunur. Kafile durur. Herkes imam tarafı secde eder. Kâbe niyet edilir.
İşte bu dört gün sürer. En son imam ayrılır. İmamdan sonra gelen kişi imameti ele alır ve biter. İmam konaklayın dediği zaman halk bulunduğu yerde konaklar. Cemrelerin atışı da böyle yapılır. İmam arada geri dönebilir. Bu da topluluğun geri dönmesi demektir. Safa ve Merve arasında yapılan talim burada da kıyasen geçerlidir. Benzer şekilde kurban kesilmesi ve tıraş olma olayları devam eder. Burada öğretilen toplu harekettir. Kafile başkanına uyulacaktır. Ama arkadan takip edilecektir. İmam yapacak, arkasındakiler yapacak, kafile kafile arka arkaya yapılacaktır. Bu öğreti aynı zamanda imalat için de sözkonusudur. Bir parti üretimine bir yerden başlanır. Önce sorumlu başlatır. Arkasında plana göre seri üretim yapılır. İmam Arafat’a gelir ve kıble tarafını mihrap yapıp durur. Nâs iki gün içinde tavafını yaparak sayden sonra Arafat’a gelir ve kendi yerlerine göre yerleşirler. Yüzleri Kâbe’ye doğru olur. Her kavmin yeter sayıda tuvalet ve su arabaları bulunur. Gerekirse eşyalarını o arabalara koyarlar. Özel araba sokulmayabilir. Arife günü herkes gelmiş olur. Ziyaret edemeyenler Arafat’a doğrudan katılırlar. Mekke’nin civarında her kavme ait bucak veya ilçe bulunacaktır. Önce bucaklar olacak, sonra ilçeler olacaktır. Yüz devlet yerine III. bin yıldan sonra bu belki bin devlet olacaktır.
Arife günü vakfeden sonra akşamleyin imam Arafat’tan ayrılır, ondan sonra cemreleri atar. Kurbanını keser ve haccı son buluur. Halk ise Arafat’tan iki gün içinde boşanacaktır. Tavaf yapmamış olanlar sonra tavaf yapabilirler.
فِي أَيَّامٍ مَعْدُودَاتٍ (FIy EayYAvMın MaGDUvDaTın) “Ma’dut günlerde. Sayılı günlerde.”
Kur’an’da sayılı günlere bilinen günler denmektedir. Bilinen günler Cuma günü gibi bilinen gündür. Marife değildir, çünkü Cuma günlerinden bir gündür. Nekire de değildir. Çünkü haftanın her günü de değildir. Buna malum bir gün deriz. Hac günleri de nekiredir. Çünkü her sene yeniden gelmektedir. Yılın belli günü değildir. Malum gün desek o zaman ileri geri alınamaz demektir. Oysa hac iki gün öne alınabilir, iki gün sonraya bırakılabilir. Bu sebeple sayılı günler denmiştir. Ramazan günleri için de sayılı günler denmiştir. Sene içinde 30 gün veya 29 gün doldurulacaktır. Kurbanların kesilmesi için yapılan tekbirler ise malum günlerde olmaktadır. İmam Arafat’tan döner dönmez kurbanını kesecektir. Kurbanın son gününe kadar ise diğer cemaat kurbanını kesmiş ve ihramlarını bitirmiş olacaktır.
Ben burada “Adil Düzen” insanlık içinde iktidar olup artık hac işi insanlık tarafından düzenlendiği zamanki içtihatlarımı yapıyorum. Asıl içtihatları kendi zamanlarında onlar yapacaklardır. Orada yaşanırken ve uygulanırken Kur’an daha doğru anlaşılacaktır.
“MA’DÛDÂT” kelimesi başka karine yoksa burada dördü ifade eder. Arefe günü ve ondan sonra gelen üç bayram günü, yahut arefe hariç dört bayram günü.
“Allah’ın zikri”ni namaz olarak anlarsak, bize emredilen beş vakit namaz hareket hâlinde imamla beraber kılınacaktır. Kur’an’da hac namazı tarif edilmiştir. Burada gabiri’s-sebil iken cemaatle nasıl namaz kılınacağı anlatılmıştır. Gemi giderken, uçak uçarken, araba hareket hâlinde iken veya dururken, tren vagonlarında, füzelerde ve benzeri yerlerde cemaatle nasıl namaz kılınacağını bize öğretmiş oluyor.
Eğer bu koro hâlinde zikir ise, yine namazdan önce veya sonra sesli olarak hep birlikte ‘Allah, Allah…’ denmeli veya tekbir getirilmelidir. Bayramlarda bu yapılıyor. Hacda da telbiye yapılıyor. Eğer zikirden maksat hutbe irad etme ise, başkan seyru sefer hâlinde iken hoparlörlerle hutbe irad eder demektir.
Bize göre namaz kılınacak. Hem tekbirler getirilecek, hem de başkan her namazdan sonra veya önce hutbe irad edecektir. Kur’an Arapça okunacaktır. Önce Kur’an okunacak. Kur’an her kavim kendi kabilesi içinde kendi diliyle okunacak. İmam ise Arapça Kur’an olarak okuyacaktır. Böylece buradaki “Allah’ı zikrediniz” emrinin dördü de yerine gelmelidir.
Son kafile nasıl çıkacaktır? İmam Müzdelife’de kalacak ve iki gün içinde hacıları boşaltacaktır anlamında gelir. Yahut imam ayrılır gider, yerine halefini bırakır. Her iki hal de caizdir. Halef de halefini bırakabilir. Bu husustaki içtihadımızı tamamlayabilmek için Adil Düzen Ekibi olarak Suudi Arabistan yönetiminden özel izin alarak bir yıl kafile hâlinde hacca gitmeliyiz ve Suud yönetimine Mekke’nin statüsünü tebliğ etmeliyiz. Mekke ili Suudilerin değil insanlığındır. Bunu anlatmalıyız.
فَمَنْ تَعَجَّلَ فِي يَوْمَيْنِ (Fa MaN TaGacCaLa FIy YaVMaYNı)
“Kim iki yevm taaccul ederse.”
Toplu harekette kafilenin kalkması, sonra kafilenin hedefe varması ve sonunda da kafilenin dağılması vardır. Kalkma bir zamana ihtiyaç gösterir. Hac için bu iki gündür. Yerinde durma bir gündür. Sonra dağılma da iki gündür. İmamdan önce Arafat’a gelinip yerleşilebilinir mi? Evet yerleşilebilir diyebiliriz, çünkü “Fa” harfi ile gelmiştir. İmam da iki gün önce gelip oturup namaz kıldırmaya başlar. İmam iki gün sonraya alır. Böylece imam için sekiz gün olur. Dokuzuncu gün son bulur. İsterse arifeden iki gün önce naibini gönderir. Kendisi arife günü hazır olur. Sona erdirirken de böyledir.
“YEVMEYN” nekire gelmiştir. Her gün için taaccul ve taahhur vardır. Arefe günü için de aynı şey söylenebilir: Ancak arefe günü bir gündür. Bunda icma olduğu için bize göre ona uyarak arefe günü herkes orada bulunacaktır. Allah’ı zikretme hususunda bu takdim ve taahhur vardır. Arafat için böyle takdim ve taahhur sözkonusu değildir Arafat kelimesi Muhammed gibi özel isimse, oradan ifade ile emredilmiş olmaktadır.
فَلَا إِثْمَ عَلَيْهِ (Fa LAv EÇMa GaLaYHi) “Onda ism yoktur.”
Burada cunah yok demiyor, ism yoktur diyor. Cunah dese onu yapmak farz oluyor. Yani, atmak yoktur, yapılmalıdır demektir. Burada yapılabilir demektir. İsm yoktur. İki gün önce başlasa bir ism yoktur.
Arafat’a iki gün önce hareket eder, yahut arefe günü orada bulunacak şekilde hareket eder. Bunda bir günah/ism yoktur, yani hacca hiçbir zarar vermez.
“İSM” üzüm dışındaki içkinin adıdır. Vücuda zararlı şeyler için kullanılır. Kıyas yoluyla topluluğa zararlı olan şeyler de ismdir. Takaddum demiyor da taaddud diyor. Sonra teecül demiyor taahhur diyor. Edayı takaddüm etmek, vaktinden önce ödemektir. Oysa taaccul etmek vakti içinde acele etmek demektir. Teccül etmek, ecel belirlemek, önce yapamamak demektir. Taahhur ise vakti içinde sona bırakmak demektir.
Buradan anlıyoruz ki sekiz veya dokuz gün haccın günleridir. Kaza değil edadır.
وَمَنْ تَأَخَّرَ فَلَا إِثْمَ عَلَيْهِ (Va MaN TaEapPaRa Fa LAv EisMa GaLaYHı)
“Taahhur edende ism yoktur.”
Takaddüm veya taahhur ederse dememiş de, takaddüm edene ism yok, taahhur edene ism yok şeklinde ayrı ayrı cümle olarak söylemiştir. Çünkü takaddüm eden başkası, taahhur eden başkasıdır. Eğer aynı kişi takaddüm veya taahhur etseydi, o zaman “MEN” kelimesini bir defa kullanırdı. İşte beliğ kelâm budur.
Biz konuşurken bu tür hatalar yaparız ama Kur’an’da asla böyle bir hata yoktur. Ne anlatılmak istenmişse tam ona uygun şekilde ifade edilmektedir. Onun için biz yorumu hep neden böyle dedi de böyle demedi diyerek Kur’an’ı yorumluyoruz. Kur’an eğer mucizulbeyan olmasa bu tahlilleri böyle yapamayız.
لِمَنْ اتَّقَى (Li MaN itTaQAv)
“İttika etmekte ism yoktur.”
Sıraya girdikten sonra zaruret olmamak şartı ile artık duramazsınız. İttika edeceksiniz yani artık sıranıza uyup topluluğun akışına devam edeceksiniz. Devam ederken trafiği aksatacak şekilde durma yoktur. Hareketler böyle olacaktır. Kara, hava ve deniz trafikleri de bu sisteme uyacaktır.
Arabalar bir anda kalkmayacak, sıraya girecek, biri kalkacak, arkasından diğeri, arkasından diğeri ve peş peşe dizilerek belli mesafelerle sefere çıkmış olacaklardır. Arabalar aynı hızla gideceklerdir. Bir şeritte aynı hızla gidilecektir. Her şeridin yanında durma ek şeridi olacak, arıza olursa hemen durma şeridine geçilecektir. Şeridin içinde durma veya şeridin içinde hızlanıp geçme olmayacaktır. Arabalar akacak, arkadaki öndekini takip edecektir. Durma ve kalkma merkezi komutla olacaktır. Bütün arabalar yerlerinde duracaklardır.
“İTTİKA” kelimesi takva kelimesinden gelmektedir. Kişi hareketinde ve durmasında da ittika edecek, kurallara uyacak, yani trafik kurallarına riayet edecektir.
وَاتَّقُوا اللَّهَ (Va itTaQUv elLAvHa) “Allah’a ittika ediniz.”
Yani, topluluğun koyduğu trafik kurallarına uyunuz. Siz de trafik kurallarını koyarken topluluğun ve halkın sıkıntıya girmeyeceği kuralları koyunuz. İnsanlar uygarlaştıkça daha çok seyrüsefer kuralları gelişecektir. Uzaya gittiğimiz zaman dahi seyrüsefer kuralları içinde hep birlikte gideceğiz.
Burada “İTTEKULLAHE” demekle, içtihat ve icmalarınızla ihtiyacınızı karşılayacak trafik kuralları koyabilirsiniz demektir. Size talim ettiği gibi denmiyor, içtihat ve icmada ittika ediniz diyor. Yani, sizi belli kurallara uymaya zorlamıyor, kuralları kendinize göre koyun ama kurallar icmalara aykırı olmasın, ilme aykırı olmasın diyor.
Şimdi burada öğretilenlere dayanarak İstanbul trafiği sorununu çözmeye çalışalım. İstanbul’un sorunu var. İnsanlar Anadolu yakasında oturuyor ve İstanbul yakasında çalışıyorlar. Sabahleyin Anadolu yakasından İstanbul yakasına doğru hareket ediyorlar, akşamleyin de Avrupa yakasından Anadolu yakasına hareket ediyorlar. Trafik böylece o zamanlarda tıkanıyor. Tıkanınca da daha çok tıkanıyor. Yapılacak iş nedir?
Mesai saatleri günde sekiz saat ise, iş yerleri mesaiye iki saat evvel başlayıp iki saat evvel bırakabilecekler, geç başlayıp geç bırakabileceklerdir. 08’de başlayıp 17’de bırakacaklar veya 10’da başlayıp 19’da bırakacaklardır. Bu hususta iş yerleri serbest bırakılacaktır. Ancak trafik kuyruğuna gireceklerdir. Böylece Anadolu’dan Avrupa’ya taşınırken iki saatlik bir zaman aralığı olacaktır.
Bütün şeritlerin bir durmayan şeridi olacaktır. Ana yola durma şeritlerinden akılacaktır. Katılmalar için devreye girme aralıkları oluşturulacaktır. Yani, normal seyrederken diyelim otuz metre ara olacak ama araya girmek için yüz metre olacaktır. Durma şeridinden hızlanıp araya katılacak ve arkadaki araba kendisini yüze ayarlayacaktır. Her arabanın önündeki araba ile mesafesini ölçen araç olacaktır.
Trafiğin kuralı sürattir. Azami süratle seyir en çok yolcu taşımaktadır. Dolayısıyla 100 kilometrede seyredilecek demektir. Ondan yavaş seyretme olmayacak ve bütün araçlar aynı süratle seyredecektir. Hızı düşük olan arabalar o saatlerde İstanbul trafiğine çıkmayacaktır. Arabanın hızı düşünce hemen durma şeridine geçecek ve en kısa zamanda o şeridi de boşaltacaktır. Şimdi böyle ana arterde saatte bu kadar kilometre ile kaç kişiyi bir taraftan diğer tarafa taşıyacağımızı hesaplar, ona göre yol ve köprü inşa ederiz. İstanbul trafiği ile ilgili ben birkaç makale yazdım ama bu çözümü Kur’an bana şimdi öğretti. Bu sebepledir ki her zaman Kur’an okuyup kendimize Kur’an’dan çözümleri öğrenmemiz gerekir.
وَاعْلَمُوا (Va iGLaMUv) “Ve bilin”
Trafik kurallarını koyarken içtihat ve icmalarımızla koyacaksınız. Ama bir defa koydunuz mu, ondan sonra o kurallara uyun ve bilin. Artık içtihat ve icmalarınızla değil, müçtehedün fih ve mücmaun aleyhi öğrenecek ve ona göre amel edeceksiniz. Trafik kurallarına uymak kesindir, bellidir ve o hareketleri yapacaksınız. Belirlediğiniz hız ve saatlerde belirlenen hareketleri yapacaksınız.
Şöyle yapılır. Sabah saatlerinde ikinci köprü Avrupa’ya, birinci köprü Anadolu’ya; akşam saatlerinde belirlenen iki saatte aksi yapılır. Diğer saatlerde her iki istikamette yapılır. Trafiği hafifletmek için daha başka kural da koyarız. İstanbul plaka numaralı araçlardan köprü geçiş vergisini alırız. Ondan sonra geçiş serbest olur. Yabancı plakalı araçlardan da İstanbul’a girerken geçiş harcı alınır. Çıkıncaya kadar ondan bir şey istenmez. Bu da köprülerdeki yavaşlamayı kaldırır. Hattâ köprülerdeki geçiş 120 km/saate çıkarılır.
Bu hususta temel ilke öğretilmektedir. Dar yerlerde süratle geçilir.
أَنَّكُمْ إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ(203) (EanNAKuM EiLaYHi TuXŞaRUvNa)
“Siz O’na haşr olunacaksınız.”
Âhirette mahşerde toplanacaksınız. Oradaki toplanmalarda da benzer kurallar uygulanacaktır. Herkes dördüncü boyuttan mezardan yükselecek, yeryüzü uzun bir çubuk gibi olacak. Hepimiz kendi öldüğümüz yerden çıkacağız. Ama orada da trafik sözkonusudur demektir.
“HAŞROLMAK” toplanmak demektir.
Burada da sabahleyin İstanbul’da toplanıyorsunuz ve 12-15 arası beraber oluyoruz. Bu taraftaki duruşunuza benzer. Benzer şekilde de gecelerimiz sakin geçmektedir. Hepimiz birlikte kalkıyor ve yatıyor oluruz. Böyle beraber olduğumuz saatlere ihtiyaç vardır. Çünkü o saatlerde onlarla olan işlerimizi hallederiz. Muhtarlıkları düzenleyerek trafiğimizi her zaman hafiflettiğimiz gibi ana artelleri de bu yolla azaltabiliriz. Boğazda da gemilerin akışı böyle olmalıdır.
İbadetler insanları eğitmek için konmuş kurumlardır. Hac, seyrüseferi öğreten bir kurumdur. Şehir içindeki trafik sözkonusu değildir. Şehirlerarası trafik de kurallara bağlanacaktır. Kazaları asgariye indirmek için her şeritte tek istikamette ve belli hızla kafile hâlinde ilerleyen arabalar olacak, her şeridin mutlaka durma şeridi olacaktır. Değişik hızlı şeritler olabileceği gibi, günün veya haftanın belli vakitlerinde hızlı veya yavaş hızlar ayarlanabilir. Halk o saatleri ve günleri bilerek arabasına göre yola çıkar. Trafiği düzenlerken halk için düzenliyoruz ama kuralları koyarken halkımız için koyuyoruz.
Kadir Topbaş İstanbul’a belediye başkanı olunca sevinmiştim. Bir taraftan mimar, diğer taraftan ilâhiyatçı; artık trafiğin yalnız tekniğiyle değil hukuku ile de ilgilenir sanmıştım. Ne gezer!
Lâikleşmiş tarikatlar insanlığın gelişmesini sağlayacak “Adil Düzen”in gelmesini engellemektedirler. Adil Düzen Çalışanları gerçekten Kur’an’a sarılmak suretiyle her şeyin çözümünü orada arayacaklar. Kur’an’da anlatılan ibadetlerin hikmetlerini iyi öğrenmekle yükümlüdürler. Sorunlar başka türlü çözülemez.
Kur’an’da verilen iki gün tacil ve iki gün tehir kuralı elektrikte ve akışkanlar mekaniğinde esaslı bir şekilde incelenir. Giriş ve çıkışlarda dalgalar ve özel baskılar olmaktadır. Oysa normal çalışırken sıkıntı olmamaktadır. Akışkanlar mekaniğini incelemeden ve bunların kanunlarını ele almadan mühendislik yapılamaz.
Üretimde de böyle değil midir? Bir kimse eğer bir tarlayı ekecekse bir anda bütün tarlayı ekmez. Bir başlama bir de bitme zamanı vardır. Sonra harmanı kaldırırken de biçmeye başlama ve çuvallara veya ambara doldurma zamanı vardır. Çok kısa zamanda bir tarlayı birden ekmelisiniz, onu fazla aylara yayamazsınız. Belli kısalıkta bir zamanda çözmeniz gerekir.
Hac insanların en büyük organizasyonudur. On milyonluk insan dünyanın her yerinden harekete geçerek hac yollarına katılmakta ve sonunda hepsi Kâbe’nin etrafında dolanmakta, Safa ve Merve’yi ziyaret etmekte, Arafat’ta durmakta, cemrelerden sonra kurban kesmekte ve ayrılmaktadır. Bunlar konmuş olan kurallarla gerçekleşmektedir.
***
وَمِنْ النَّاسِ (Va MiNa elNAvSi) “İnsanlardan öyleleri vardır ki”
“NÂS” dediğimiz zaman, Hazreti Adem neslinden gelen ve hayatta olan herkes nâstandır. İnsanın kişiliğini kendisi de dahil hiç kimse ortadan kaldıramaz. Kişi olmak demek muhatap olmak demek, davacı ve davalı olmak demektir. Müşrikler olsun, köleler olsun herkes muhataptır. Herkesin yargıya gitme hakkı vardır. Kimseye ‘sen muhatap olamazsın, sen dava açamazsın’ diyemezsiniz.
Oysa Roma hukukunda yabancıların dava açma hakları olmadığı gibi halk da dava açamazdı. Ancak paterler vr domus denen büyük aile reisleri dava açabilirlerdi.
Şimdi aşağıda anlatılan insan her grupta olabilir. Acaba buradaki “Va” harfi nereye atfetmektedir?
“Mine’n-Nâsi”yi ele alalım. Bundan önce insanlardan bir kısmının dünyayı talep ettiklerini, âhireti istemediklerini, bir kısım nâsın ise hem dünyayı hem de âhireti istediklerini belirtmiştir. Burada da şimdi iki taifeyi belirlemektedir. Bunlardan bir kısmı fitne sahibidir, insanları kandırarak yaşamaktadır. Bir kısmı ise Allah’ın rızası için nefislerini satanlardır, yani mü’minlerdir.
“Va” harfi yukarıdaki 200’üncü âyetteki “Fa Mine’n-Nâsi”ye atfetmektedir.
مَنْ يُعْجِبُكَ قَوْلُهُ (MaN YuGCıBuKa QaVLuHUv)
“Kavli seni i’cab eder.”
Sözleri seni şaşırtır. Ne kadar güzel ve hoş konuşuyor dersin. İnsanlar arasında böyleleri vardır.
Konuşma bir kabiliyettir. Herkese aynı derecede verilmemiştir. İlim de böyledir. İlim nasıl herkeste farklı ise, konuşma kabiliyeti de farklıdır. Konuşma yaparken karşındakini sıkmadan dinletebilmek demektir. Siz çok iyi şeyler anlatabilirsiniz ama anlatma kabiliyetiniz azsa, anlattım zannedersiniz, oysa karşı taraf bir şey anlamamıştır. Bir de sıkmadan anlatabilmek ve dinletebilmek sözkonusudur.
Günümüzde bunlara sanatkâr denmektedir. Roman olsun, hikâye olsun, tiyatro olsun, sinema olsun, diğerleri olsun, bunların hepsi hep halkı şaşırtmakta ve hoşlarına giderek kendilerini seyrettirmektedir. İşte böyle sanatkâr kimseler vardır. Birçok ilim ve din adamları vardır ki, az konuşmanın dışında konuşma bakımından bir marifetleri yoktur. Yüzünüze karşı ve sizinle konuştuğu zaman son derece hoşuna gidecek, sizi şaşırtacak sözler söyler, tarafsız görünür, adil görünür. Siz de gerçekten öyle olduğunu sanır ve ona teslim olursunuz. Ama…
Uluslararası uzlaşma budur.
فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا (FIy eLXaYAvTi elDuNYAv) “Dünya hayatında.”
Yakın hayatta elde ettiklerini elde etmek için seni kandırmaya çalışırlar.
Şimdi şu sal sorulur.
Hac âyetleri devam ederken insanları da tasnif etmiştir. Çünkü hac insanlığın hukukunu düzenlemektedir. Bundan sonra başka konulara geçecektir. Hacca ait hükümler sona ermiştir, ancak insanlara ait hükümler sürmektedir.
Bugün siyasi partiler çıkıp halka çeşitli şeyler vaat etmekte, halk da bunların vaatlerine kanarak oy vermektedir. Sonra vaatler unutuluyor. Sonraki seçimler geliyor. Halk tatlı yalan vaatlere yine kanıyor.
Önce, siyasi partileri tercih ederken şunlara dikkat etmek gerekir.
a) Bu parti neler vaat ediyor? Vaat ettikleri iyi midir, kötü müdür? Ben size ucuz sigara satacağım diye vaat ediyor. Bunlar kötü vaattir. Kur’an onlara hitap eder ama onlar gelmeyi hesaplamaz. Kur’an’ın muhatabı iyi şeyleri vadeden partilere oy vermek, kötü şeyleri vaat edenden kaçınmaktır.
b) İkinci olarak, bu vaat ettiklerini vadeden parti başaracak mı? AK Parti ne vaat ederse etsin, vaat ettiklerini yapmadığına göre demek ki vaat ettiklerini yapmak niyetinde değildir. Demek ki iyi şeyler vaat edecek, bir de gücünün yettiği şeyleri vaat edecektir. Hemen soracaksınız. Dış borcu nasıl tasfiye edeceksiniz? Biz cevap veriyoruz; dolar borcunu TL borcuna çevireceğiz; para borcunu mal borcuna çevireceğiz; borcu iştirake çevireceğiz, bir hamlede enflasyon yapıp bitireceğiz. İşte, biri size ‘ben bunu yapacağım’ dediği zaman; ‘ne ile ve nasıl’ diye soracaksınız.
c) Üçüncü kısım ise, sözünde durmuş mudur, vaat ettiklerini yapabilmiş midir? Yoksa kuru vaatlerde mi bulunuyor?
d) Bütün bunlarla adayları eledikten sonra, bunlarda eşit olanlar varsa onlar arasında tercih kriterleri ararsınız. Hâlen iktidarda olan partiyi diğerlerine tercih edebilirsiniz. Bu vasıfları yüzde yüz taşıyan parti bulamazsınız. Tercih sebebiniz güçlü olmasıdır. Yani hangisinin reyi fazla ise siz de ona verirsiniz.
وَيُشْهِدُ اللَّهَ عَلَى مَا فِي قَلْبِهِ (Va YuŞHıDu elLAHa GLY MAv FIy QaLBıHIy)
“Kalbinde olana Allah’ı şahit tutar.”
İnsan Allah’ı nasıl şahit tutar?
Allah’a dayanarak söz veriyorsa Allah’ı şahit tutmaktadır. Allah’ı kalbindekine şahit tutar. Allah’a inanan kimseleri kaldırmak için Allah’tan bahseder, kitaptan bahseder. İnsanları yanıltmaya ve kandırmaya çalışır. Seçimlerde oy almak için Allah’a inanmış görünür.
İslâm düşmanı olan partiler uluslararası ilişkilerde İslâm dostu görünüp İslâmiyet’i ortadan kaldırmayı planlayabilir. Böyleleri mevcuttur. Dolayısıyla kimsenin lafına bakılmamalı, ameline yani yaptıklarına bakılmalıdır. Birr ve takva ile iş yapıyorsa yardımlaşılmalıdır, yapmıyorsa yardımlaşılmamalıdır. Irak’ta yapılanlara bakıldıktan sonra ‘ben size demokrasi getiriyorum’ demek bir şey ifade etmez.
وَهُوَ أَلَدُّ الْخِصَامِ(204) (Va HuVa ELadDu ELPIÖAMı) “O hisamın eleddidir.”
“LEDDE” kelimesi “REDDE” kelimesi ile akrabadır. “HASM” davada karşı taraftır. “HASM” kelimesi de “KISM” kelimesi ile akrabadır. Taksim etmeye çalışmak ve bölüşmek hasımlaşmaktır.
“HİSAM” hasmın çoğuludur. Hasımlaşmada en çok reddeden, hakkı teslim etmeyen kimse budur. Bir kimse sizden görünür de sizin kuyunuzu kazarsa, onunla hasımlaşmak çok zordur. Senden görünmekte, sana muaraza etmemektedir. Ama uygulanırken karşı tarafta olmaktadır.
“Adil Düzen” karşıtları ile mücadele etmek kolaydır. Onlar karşı fikirler söylerler, onlara cevap verirsiniz. Ama ‘Biz de Adil Düzenciyiz’ deyip de sonra ‘Adil Düzen teheccüd namazına kalkmaktır’ dediklerinde, onlarla mücadele çok zordur. Onlar “Adil Düzen”in eleddü’l-hasmıdırlar. Ama ortaya çıkmazlar. Niçin? Çünkü bilirler ki biz bunları yenemeyiz.
***
وَإِذَا تَوَلَّى (Va ElÜAv TaValLAy) “Tevelli edince”
“TEVELLİ”nin iki zıt mânâsı vardı. Biri, sırtını çevirmektir, yani senden uzaklaşıp kendi başına işler yapmaya başlamasıdır. Biri de sırtını birine dayamak, yani onu arkasına almaktır. Kötü anlamda sırtını çevirmek, bir de iyi anlamda veli edinme anlamında sırtını çevirmektir.
Burada “İN” değil de “İZ” gelmiştir. Burada gerçek anlamda iktidar olduğu zaman anlamında da olabilir. Oy isterken, iktidar isterken seni şaşırtacak şekilde güzel konuşur. Sonra iktidar olunca sırtını çevirir. Ortak ederken seninle çok güzel konuşur, ama ortak olup zengin olunca da, ondan sonra seni unutur. Parti kurarken, gelişirken çok iyidir ama parti kurulduktan sonra unutur.
Biz 1969 yılında siyasete başladık. Hedefimiz neydi? Şeriat yani demokratik, İslâm yani lâik, hak yani sosyal, adil yanı liberal düzen getirmek. Bugün anayasa ekseriyeti ile iktidar olduk. Ne yapıyoruz? Bâtıl düzen içinde zina ve faiz düzeninin tek dişi kalmış canavarına doğru koşuyoruz! Bu durum bizim kırk senedir kendileriyle hasımlaştığımız kimselere karşı olsa işimiz kolaydır. Ama maalesef kırk senedir bu yollarda beraber yürüdüğümüz kimseler! İzâ tevellâ/tevelli edince yani iktidar olunca denmektedir.
سَعَى فِي الْأَرْضِ (SaGAy FIy eLEaRWı)
“Yeryüzünde sa’yeder. Vatanda sa’yeder.”
Burada arzı yani yeryüzünü ele alalım. Buranın fesadına sa’yeder, yani yalnız Türkiye’nin değil tüm dünyanın fesadına sa’yeder.
Tüm yeryüzü neresidir? Önce karalardır. Asya, Avrupa, Afrika, Güney Amerika, Kuzey Amerika, Hindistan, Çin ve Avustralya kıtaları; bütün bunların fesadına sa’yeder.
AK Parti nasıl oluyor da bunların fesadına sa’yetmektedir?
Yeryüzünü ifsat etmeye sa’yeden sömürü sermayesidir. Sömürü sermayesi dünyayı fesada ve fitneye sokmak için sa’yetmektedir. Faizi kutsallaştırmaktadır. Zinayı ibadet yapmaktadır. Hapishaneleri oteller hâline getirmektedir. İdam cezalarını kaldırarak terörü körüklemektedir. Yeryüzünü tek devlet hâline getirip sömürebilmesi için devletleri yıkmaktadır. Özelleştirme furyasıyla millî varlıklar, kamu malları yağma edilmektedir. Kur’an, bir deveyi yağmalayanları helâk ettiğini beyan etmektedir. Milletimizin fakru zaruret içinde seksen-seksenbeş yıldır veya daha fazla yıllarda borçlanarak elde ettiği KİT’ler yağmalanmaktadır.
İşte yeryüzünde bu fesada âlet olup katıldığı için iktidar olunca deniyor.
لِيُفْسِدَ فِيهَا (Lİ YuFSiDa FIyHAv)
“Orada fesat için hareket etmektedir.”
Bir taraftan sanayi artıklarıyla üç kuruşluk sömürü fabrikaları sularımızı, havamızı, topraklarımızı ve canlılarımızı kirletirken; diğer taraftan burası ormandır, burası doğal sit alanıdır, burası tarihi sit alanıdır, burası meradır, burası bilmem nedir deyip bizim ormanlarımızdan hava almamıza bile mâni olmaktadırlar. Pis iktidarları için temiz ve güzel dünyamız fesada uğratılmakta, bu yapılanlara ses çıkarılmamaktadır.
Yeryüzünde dört x dörtlük tehlike var ama ses çıkarılmıyor. Hava, su, toprak ve canlı kirleniyor. Doğum kontrolü, tedavi tababeti, tek evlilik, kitle imha savaşları ile nesiller dejenere oluyor. Dünya biyolojik, kimyasal, tahrip edici ve atom silahları ile bertaraf olacak durumda. İş, rüşvet, senet ve terör mafyaları ile dünya ıstırap içinde. Genel durum böyleyken, bunları yapanlara destek vermektedirler.
Dünyadaki iktidarlar sömürü sermayesinin dostu olarak bunları yapıyorlar. Ama konuşurken dünyanın refah ve saadeti için çalıştıklarını söylemektedirler. “Adil Düzen”in en büyük düşmanları bunlar olmaktadırlar. Mustafa Kemal’in ifadesiyle hatırlarsak; menfaatlerini memlekete kast edenlerin emelleriyle tevhit etmiş halde görünüyorlar. Bunlar bizimle bu yollarda kırk yıl beraber yürüdüler ama şimdi bizim feryadımıza kulak vermeye bile tenezzül etmiyorlar!
وَيُهْلِكَ الْحَرْثَ (VaYuHLiKu eLXaRÇa)
“Ve harsı ilhak ediyorlar.”
Burada “Ve” harfi gelmiştir. Yukarıda saydığımız dört x dörtlük ifsadın yanında bilinçli olarak harsı yani ekinleri helâk ediyorlar. Ne yapıyorlar? Köylerde halkı işsiz ve sıkıntı içinde bırakarak kentlere göç etmeye zorluyorlar. Anadolu baştan başa boşalmış, yazları da yaşlı emeklilerden başka hiç kimse oralara gitmiyor! Bugünkü Türkiye borçlanarak yaşıyor. On sene sonra, yirmi sene sonra ne olacak? Tarlalar çalılıklara dönecek, artık o tarlaları tekrar tarım arazisine getirmek için on yıl uğraşmak gerekecektir. Artık köyde ziraat yapacak nesil kalmamış, şehirdekiler tarımı unutmuş olacaklar. İnsanlık açlık ve sefalet içinde kıvranmaya başlayacak.
Bunu kim yapıyor?
Sömürü sermayesi yapıyor.
Kendi aklına göre insanları kentlerde toplayacak, sonra sanayi tarımı ile insanları yaşatacaktır. Oysa bu mümkün değildir. Tarım sanayileşemez. Tarla canlıdır, canlı senin emrine girmez. Sen ona ancak hizmet verirsin. O kendi kendine yaşar. Bu hizmeti onun yanında onunla beraber büyüyen insan verebilir. Canlı çocuk gibidir. Nasıl çocuğun büyüteni olmazsa, canlı da büyüyemezdi. Bu sözlerim size basit söz olarak geliyor. Ama kent insanına artık tarım da öğretemezsin. Bu iktidarlar dışarıdan gelen tazyikle Türk tarımını öldürmüyorlar mı?
İşte Kur’an bize bunu haber veriyor. Türk milleti uyanmalı, Adil Düzen Partisi’ni kurmalıdır. Köyden kente taşınma durmalıdır. Sanayi köylünün ayağına götürülmelidir. Köylü ziraat zamanında ziraat yapmalı, boş zamanlarında sanayi ile uğraşmalıdır. Tarım ürünlerinin değerlendirilmesi için sanayi geliştirilmelidir. Ekme biçme için sanayi geliştirilmelidir. Yoksa, bu tarım politikaları ile yarın insanlık açlıktan ölür.
وَالنَّسْلَ (Va elNaSLa) “Nesli de helâk ediyorlar.”
Burada hayvanların nesli de anlaşılabilir, yani ziraatı ve hayvancılığı öldürüyorlar denmiş olmaktadır. Tavuk gribi gibi uydurma hikâyelerle binlerce ailenin üç-beş tavuğunu telef ettiler. Bu arada bütçeden de milyarlar gitti. Köylü aç kaldı. Bütün bunlar üç-beş sömürü sermayesi uzantısının kümesleri yumurta ve piliç satsın diye yapıldı. Oysa grip virüsü yayılır, ölenler ölür, kalanlar ise dayanıklı nesil olarak yetişir.
Gökte uçan kuşlar sağlam değil midirler? İlaç sanayii ilaç satsın diye sağlıklı nesilleri imha ediyorlar. Bunlar yalnız tavukları değil, tüm hayvanları böyle hilelerle imha edeceklerdir.
Allah bize bunları bildirmektedir. İktidarda olanlar da onların uygulayıcısı oluyorlar.
Türkiye’de tavuk gribini tesbit eden laboratuar yok mudur? Olsa bile, kendilerine güvenleri olmadığı için Londra’dan öğreniyorlar. Onlar farklı gerekçelerle güya bizi korumak istiyorlar ama ondan sonra helâk ediyorlar. Ama nesil doğum kontrolü ile de ilgilidir. Batı uygarlığını helak eden doğum hapıdır. Batı dünyasının bu sebeple nüfusu azalıyor. Her yıl biraz daha azalıyorlar. Bütün dünyanın böyle olduğunu düşünün. Sonuç ne olur? İnsanlık helâk olup gider. Doğum kontrolü ile çocuk yapmıyorlar. Zina serbest. Kontrol hapı ile çocuk yapmamak serbest. Nesli helâk etmedir bu. Yukarıda saydım. İlave olarak buraya da eklenmelidir. Çünkü moda olarak çocuk yapmamaktadırlar. Evlenmiyorlar, evlenenler de çocuk yapmıyorlar. Böylece nesli helâk ediyorlar.
Şimdi Hazreti Peygamber aleyhisselâmın zamanını alın ve bu âyeti okuyun. O zaman ne parti var, ne iktidar var, ne tarım politikaları var, ne doğum hapları var. Ne anlayacaksınız bu âyetlerden?
İşte müteşabih bu demektir. Kur’an’ı okudukça şöyle biri hisse kapılıyorum. Sanki Kur’an bu asra daha çok hitap ediyor. Şüphesiz bu böyle değil ama bize öyle görünüyor. Kur’an’ın en büyük mucizesi budur.
وَاللَّهُ لَا يُحِبُّ الْفَسَادَ(205) (VaelLAHu LAv YuXıbBu elFaSADa)
“Allah fesadı sevmez.”
Allah’ın sevmediği olur mu? Elbette olmaz. O halde bu Adil Düzencilere en büyük müjdedir. Onlar istedikleri kadar fesat yapsınlar, istedikleri kadar tarımı ve nesli helâk etmek için say etsinler. Allah yeryüzünü ifsat etmeyecek, ekinler kurumayacak, nesiller inkıraz etmeyecektir. Aksine, bunu yapanları Allah kendisi helâk edecek, mağlup edecektir. Adil Düzencileri O iktidar edecektir.
Adil Düzencilerin yapacakları iş hazırlanmak, iktidara geldikleri zaman ne yapacaklarını bilmektir. Bütün içtenliğimle söylüyorum. Biz Kitab’ı okumalıyız, tefsirlerimizi ve yorumlarımızı yapmalıyız, muhasebemizi kurmalıyız, marketimizi işletmeliyiz. Ondan başka şey düşünmemize gerek yoktur. Allah fesadı sevmiyor. O fesadı yok edecek ve bize haydi yeryüzünün hükümdarlığını size verdim diyecektir.
Bundan bir iki asır sonra bu cümlelerimi okuyanlar, Allah’ın vadinin yerine geldiğini görerek III. bin yıl uygarlığını daha büyük şevkle yücelteceklerdir. Allah’ın bu vadinden sonra daha rahat uyuyabilirsiniz. Onların sayını Allah boşa çıkaracaktır. Avrupa’nın peşine koşup Allah’ı unutanlar kendileri hüsrana uğrayacaklardır.
***
وَإِذَا قِيلَ لَهُ (Va EıÜAv QIyLa LaHUv) “Ona dendiğinde.”
Buradaki kişi “Mine’n-Nâsi”deki “MEN”e gitmektedir. Yani baştan gelip rey isteyen, iktidar olmak için dil döken; iktidar olduktan sonra ise yeryüzünü fesada veren, ekinleri ve nesilleri helâk etmek isteyenlerle işbirliği yapanlara dendiği zaman. Burada tanımlanan kimse tamamen iktidar olmadan evvel dil döken, iktidar olduktan sonra ise artık sırt çeviren, halktan sırt çevirip halk düşmanlarını, ülke düşmanlarını dost edinen kimse demektir. “Tevellâ” ne kadar güzel bir şekilde burada uyuyor. Halkına sırt çevirmiştir.
Biz İslâmiyet’te laiklik vardır, demokrasi vardır dediğimiz zaman bize karşı çıkıyor, bizi dinsizlikle itham ediyorlardı. Onların ve yandaşlarının o zamanki bize karşı olan düşmanlıkları devam ediyor.
اتَّقِ اللَّهَ “Allah’a ittika edin.”
Burada ferde hitap etmektedir. Çünkü önce toplanıp cemaat olurlar. İktidar olunca tek kişinin etrafında toplanırlar. Baştan hizmet edenler bertaraf edilir, onun yerine kişinin etrafında halkalaşan ve kemikleşen bir birlik oluşur. Artık her şey bir kişinin dediği gibi olur. Ne istişare kalır, ne de temas kalır. O halka onun etrafında öyle kenetlenir ki, dışarıdakilerle görüşmesi bile mümkün olmaz. Olsa bile artık gücünü kaybetmiştir. Topluluğu o idare etmektedir. Onu çevreleyen halka onu istediği tarafa götürmektedir. Fiiller başkalarınındır ama hepsi onun adına işlenmektedir.
Hep zannederiz ki diktatörler diktatör olurlar. Oysa çevre onları diktatör yapar.
Tayyip bey bizimle görüşmüyor ama görüşsek de desek ki, ‘İttika et, artık bu uçurumdan kendini koru’ desek, artık bizi dinleme imkanı yoktur. Ne yapacaktır? Yapabileceği şey yoktur. İktidardan düşmelidir. Etrafındaki çıkarcılar dağılmalı, sadece samimi olanlar yanında kalmalıdır. O da yeni samimileri yanına almalıdır. Artık Kur’an’ı ve müsbet ilmi kendisine rehber edinmelidir.
Bu durum Erbakan için de böyledir. O yapı öyle oluşmuşsa onu değiştirmek mümkün değildir. Biz “Adil Düzen”i vaat ettik. Getirebildi mi? İktidar olduğumuz zaman bir adım atabildik mi? Saadet Partisi %5’ten aşağı oy aldı ama bundan ders almadı. Oysa bu Allah’ın ona ikramıdır ama O’nun bu nimetinden yaralanmayı bilemediler. Saadet Partisi içinde hâlâ işbirlikçiler vardır. Duam o dur ki %1’den aşağı düşsün de, belki o zaman eski samimi Millî Görüşçüler ve Adil Düzenciler partinin içinde hizmet etmek imkânını bulurlar ve ittika ederler.
Aynı temennim bu sefer şudur. AK Parti’nin oyları mutlak ekseriyet kazanmasın. Muhalefette kalsın da biz AK Partililere bazı gerçekleri anlatalım, anlatabilelim. Sonraki seçimde “Adil Düzen”in iktidarı olarak gelinsin, Sadetçilerle birleşip de gelinsin.
İşte, bizim her iki partiye ve onların başkanlarına diyeceğimiz budur. İttika edin.
Neler yapılmalıdır?
a) Seçimden önce bir araya gelin, Adil Düzen anayasası üzerinde ittifak edin, ensar ve muhacir olunuz.
b) Diğer partileri de bu ittifaka davet ediniz. İttifak sözleşmesini yazınız. Seçime ittifakla giriniz. “Adil Düzen”e katılanları da listenize alınız. Saadet Partisi ayrı olarak seçime girmesin.
c) Meclis’te ekseriyeti alırsanız, askere deyin ki; biz “Adil Düzen”i vaat ettik, millet bize bu şartlar içinde oy verdi. Siz buna izin verecekseniz iktidar olacağız. Yoksa biz zalim düzende iktidar olmayız. Onlar deseler ki, hayır, biz sizi koruyamayız; o zaman Meclis’ten çekilip millete dönün ve oturun!
d) Siz muhalefet bile etmeyin. Zulüm düzeni kendiliğinden çökmeye başlar. Askerler de dahil olmak üzere herkes artık sizden başka melce bulamazlar ve sizi iktidar ederler. Kabul etmezlerse ne olur? Mustafa Kemal’in dediği olur. Ne yaparız? İkinci istiklâl savaşını yaparız ve “Adil Düzen”i getiririz. Aynen Mustafa Kemal gibi yaparız, biz ordu ile savaşmayız, biz devletle savaşmayız. Bir zamanlar İsmet İnönü’nün dediği gibi; ‘Sizi ben bile kurtaramam!’ Bu duruma gelince o zaman gerçekleri görürler.
İşte, Erbakan’a da Erdoğan’a da “Allah’a ittika edin” dendiğinde, kastedilen budur.
أَخَذَتْهُ الْعِزَّةُ (EaPaÜaTHu elGızZaTu) “Onu izzet ahzeder.”
Koskoca başbakan kendi isteği ile iktidarı bırakmış da “Adil Düzen”in peşine düşmüş!
Bu olur mu?!.
Oysa onu cumhurbaşkanlığı bekliyor!
Firavun sarayı Çankaya’dan daha şatafatlı idi. Zulüm düzeninde oraya gelsen ne olacak. Sadece daha fazla günah kazanırsın. “Adil Düzen”de bir köy muhtarı ol, daha yüksek rütbedir.
İzzet seni ahzetmemelidir. Avrupa’nın fuhuş kulüplerinden kendini sıyırıp Allah’ın Adil Düzen kulübüne gel diyoruz. Biz bu yollarda kırk sene birlikte yürüdük. Şimdi sen nerdesin, arkadaşların nerde?!.
Bunun acı bir şey olduğunu anlamak için fazla zekâya gerek yok. Bakınız, ben diğer partilere bunları söylemiyorum. Onlar baştan zaten ayrı kulvarda yürüyorlardı. Allah onlara bir görev vermemişti. Ama size bu görevi verdi. Bize bu görevi verdi. Gelin, selâmete gelin. Uçurumlara yuvarlanmayın.
Evet, AK Parti milletvekilleri, “Adil Düzen” dışında milletvekilliği bile kabul etmeyin…
Bu âyet gelmeseydi ben bunları yazmayacaktım. Ama şimdi yazmak zorundayım.
بِالْإِثْمِ (Bi eELiÇMi) “Günah sebebiyle izzet alır.”
Yani günah işlemiştir. Taviz vermiştir. Fesat çıkaranlara yardım etmiştir.
Adam öldürüyor, asamıyorsun. Türk tarımı çökertilmiştir. Kişiler perişan edilmiştir.
Allah diyor ki; işte deve, onu sulayın; onlar deveyi kestiler! Günahları dolayısıyla Arapları bombaladı, dümdüz etti. Sonuçtan korkmadılar. Kamunun bir devesine dokunuldu diye Allah nasıl helâk ettiğini anlatır. Siz KİT’leri perişan ettiniz, işçileri işsiz bıraktınız. Onlara vermediğiniz maaşla dış borcumuzu ikiye katladınız.
Sizi işte bu günahlar ahzediyor. Tevbe kapısı her zaman açıktır. Ben size kendiliğimden bir şey söylemiyorum. Siz de okuyun sizin de inandığınız kitabı. Başka mânâ çıkarsa bana da öğretin de tevbe edeyim. Ama okuyamazsınız, yorumlayamazsınız. Çünkü bunun böyle olduğunu siz de bilmektesiniz.
Bundan sonrasını ben yorumlamayacağım.
Siz kendiniz okuyun ve siz yorumlayın…
فَحَسْبُهُ جَهَنَّمُ (Fa XaSBuHUv CaHanNamu) “Hasbı cehennemdir.”
وَلَبِئْسَ الْمِهَادُ(206) (Va LaBiESa eLMiHaDu) “Ne beis bir mihaddır, ne kötü yerdir.”
Gelecek âyetler müjdeli âyetlerdir.
Gelecek haftayı bekleyin…
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-401 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-231 İstanbul, 24 Mart 2007
SANAYİ DÖNEMİ SORUN VE ÇÖZÜMLERİ
Bugün sanayi dönemine geçilmektedir. Sanayi dönemi demek halkın kendi ürettiğini kendisinin tüketmemesidir. Halk işbölümü içinde bir mal üretir ve onu satar. Karşılığında ihtiyacı olan malları alır. Uygarlaşma bu demektir. Sanayi döneminin çok ağır sorunları vardır.
a) Sanayi döneminde insanlar iş bulamamaktadır. Kimin ne iş yapacağı belli değildir. İnsanlar devamlı iş bulamama veya işini kaybetme tehlikesi içindedirler. Bu sorun bugün çözülememiştir.
b) Sanayi döneminde iş bulunsa ve bir üretim yapılsa bile, ürün pazarlanamamakta, ihtiyaçlıya ulaşamamaktadır. Halkın elinde satın alma gücü olmadığı için onu alamamaktadır. Böylece üretici de aç kalmaktadır.
c) Sanayi döneminde dengeli üretim yapılamaktadır. Bazı mallar fazla üretilip çürümekte, bazı mallar ise bulunamamaktadır.
d) Sanayi döneminde dengeli bölüşüm olmamaktadır. Kimileri paralarını nerede harcayacaklarını bilemeyecek kadar zengindir, bazıları da açlıktan kıvranmaktadır. Nüfus da tersine refah topluluklarda azalmakta, kriz toplumlarında artmaktadır.
Tekel sermaye devletleri sömürmektedir. Devletler illeri sömürmekte, iller bucakları sömürmektedir. Ne kapitalizm ne de sosyalizm bu sorunlara çare bulamamıştır. Anayasalarda liberal ve sosyal devlet ilkeleri getirilmiş ama mekanizmaları bulunamamaktadır.
Sömürü sermayesi mutlak tekelini oluşturup dünyayı tek sermaye devleti hâline getirmektedir. Senelerdir bu yapılmaktadır. ‘Dış sermaye gelsin, dış sermaye gelsin!’ diye bağırıp durmaktayız. Oysa dış sermaye demek, istediği zaman kriz çıkaran sermeye demektir. Dış sermaye demek, iç sermayenin ölmesi demektir. Dış sermaye demek, sömürü demektir. Dış sermaye demek, halkın sefaleti demektir. Dış sermaye demek, sonunda Osmanlılarda olduğu gibi devletin yıkılması demektir. Bugüne kadar herkes dış sermaye istiyordu. Şimdi acıtmaya başlamış olmalı ki, Odalar Birliği ‘tehlike çanları çalmaya başlamıştır’ diye bağırmaya başlamış! Sabahlar hayrolsun! Biz altmışlardan beri size işte bunu söylüyorduk. Daha ne oldu? Faizsiz çalışan Anadolu holdingleri ölmedi. İflas edeni yoktur. Hepsi bütün engellemelere rağmen yaşıyorlar. Siz faizciler ise bir gecede yok olursunuz.
“Adil Düzen” bu sorunlara nasıl çözüm bulmuştur?
“Adil Ekonomik Düzen”de yani ekonomide, dinde olduğu gibi zorlama yoktur. Vergi kişilerden alınmaz, işletmelerden alınır. İşletmelere faizsiz kredi açılır, cebrî icrası olmayan kredi açılır. Sıkıştıklarında kişilerin üzerine gidilemez, sadece işletmenin kredisi kesilir. Mallarına ve üretim tezgâhlarına el konmaz. Buna karşılık sanayi işletmeleri hâsıladan beşte bir, tarım işletmeleri hâsıladan onda bir, inşattan da yapıdan beşte bir vergi alınır. Devlet bu vergilerle sosyal dengeyi sağlar. Bu miktarların içine sosyal güvenlik primleri de dahildir. Herkes aidatsız sigortalıdır.
İşte devlet veya il veya bucak, verdiği faizsiz kredi karşılığı mal olarak vergisini aldıktan sonra hiçbir şeye karışmaz. Mallar hiçbir vergi ve kotaya tâbi olmaksızın dünyaya pazarlanır. Her bucak bir ekonomi ünitesidir, “buğday parası” ile üretim ve tüketim yapılır. Her il bir ekonomi çevresidir, “demir parası” ile üretim ve tüketim yapılır. Her devlet bir ekonomi çevresidir, “toprak parası” ile üretim ve tüketim yapılır. İnsanlık tek ekonomi çevresidir, “altın parası” ile arz-talep dengesi kurulur.
Yabancı ve yerli sermaye yoktur. Devlet ticarete karışmaz, ihracat ve ithalata karışmaz. Devlet sadece faizsiz kredi verir ve vergisini alır. Ticaret tamamen serbesttir. Dengeyi serbest fiyat ve ücret mekanizması sağlar. Küçük işletmeler bucaklarda bucak kredileri ile, orta işletmeler illerde il kredisi ile, büyük işletmeler ülke içinde devlet kredisi ile işletilir. Kocaman işletmeler ise insanlık tarafından kredilendirilir ve insanlık tarafından vergilendirilir.
Malların hareketi de bu esaslar içinde olur. Dış sermaye diye bir şey yoktur. İnsanlık sermayesi vardır, üst işletmeleri onlar işletir. Ülke sermayesi ülke parası ile büyük işletmeleri işletir. İller orta, bucaklar küçük işletmeleri kredilendirir ve işletir. Faiz yasaktır.
Türkiye’ye bu kredi nasıl gelecektir?
a) Türkiye’ye tesisler kurar, işçileri çalıştırır, ürettiğini ülke içinde ve dışında pazarlar. Liberal ekonomide buna bir engel konamaz.
b) Türk firmalarına ön ödemeli sipariş verir, ham maddesini verir, üretim yapar, malları Türkiye’de veya dışarıda pazarlar.
c) Türkiye’de çıkan selem senetlerini, malzeme senetlerini, işletme senetlerini, tesis hisse senetlerini alır ve satar, böylece yararlanır.
d) Türk mallarını alır ve başka yerlerde satar, başka yerlerden aldığı malları da Türkiye’de satar.
Görülüyor ki “Adil Düzen Ekonomisi” tam liberal ekonomidir. Sadece tekel önlenmiştir.
Bunun için şu tedbirler alınmıştır.
1) Faiz yasaklanmıştır. Sermaye tekeli önlenmiştir. Türkiye’ye faizli para giremez. Onun yerine vergi karşılığı karzı hasen kredileşme sistemi getirilmiştir.
2) Gelir vergisi kaldırılmış, yerine ticarette sermaye vergisi getirilmiş, böylece sermayenin tekelleşmesi önlenmiştir.
3) Sosyal güvenlik vergi ile sağlanmış. İşveren ile işçi arasına devlet girmekte. Küçük firmaların iflası önlenmiş.
4) Devlet altyapı hizmetlerini bedava yapmaktadır. Elektrik ve su gibi yardımcı maddeleri üretimden pay olarak vermektedir. İşletmelerde sabit giderler sıfırlanmaktadır.
Gelin, sadece tehlike çanlarını haber verip oturmayın. Bizimle beraber çözümlerin üretilmesi ve uygulanması için çalışın; hükümete çözüme kavuşturulmuş öneriler götürelim. Hastanın inlemesi hastayı iyi etmez, doktora gidip ilaç almak gerekir. İlaçlar “Adil Ekonomik Düzen”de vardır. Eczane de “Akevler Adil Düzeni”dir ve ilaçlar orada bedava verilmektedir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-401 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-231 İstanbul, 24 Mart 2007
GAZETELER, ORDU, HUKUK VE DÜZEN
Geçtiğimiz günlerde ordu gazeteleri tasnif etmiş, güvenilir olmayan gazeteleri derece dışı bırakmıştır. Güvenilir gazetelerden de bazı kişiler için güvenilir değildir demiştir. Oktay Ekşi de gazetelerin güvenilir olup olmadığının tasnif edilmesi uygundur, ama bir gazete güvenilir ise artık o istediği kimseyi gönderir diyerek, sömürü sermayesinin gazetelerini orduya sokmak, onun dışındaki basın ve yayını devre dışı bırakma fetvasını vermiş, böylece CIA ajanlarının kollarını sallayarak orduya girmelerini önermiştir.
Biz bir şey söylediğimiz zaman, o andaki çıkarlarımızı değil de, genel şeriat hükümlerini ortaya koyarız. Ona bin sene sonra da uymaya çalışırız.
O halde “Adil Düzen”de ordunun bu şekilde sınıflaması doğru mudur?
“Adil Düzen”e göre askeri düzen ile hukuk düzeni ayrı ayrıdır. Hukuk düzeninde uygulanacak hükümler askeri düzende uygulanamaz. Bu bakımdan biz içtihadımızı yaparken hukuk düzeninde nasıl olmalıdır, askeri düzende nasıl olmalıdır, bunları ayrı ayrı ele alacağız.
Hukuk düzeninde işletmeler herkese açıktır. Bir ticarethane ile mahkeme aynı kuruluşlardır. Hepsi halka hizmet vermektedir. Dolayısıyla hizmet verdiği herkese eşit şartlar içinde hizmet vermelidir. Bir mağaza ayırım yapıp ‘ben sana malımı satmıyorum’ diyemez. Herkese aynı fiyatla satmak zorundadır. Zaman zaman fiyatlar artırılıp eksiltilebilir. Ama Ahmet’e farklı, Mehmet’e farklı fiyatla satamaz.Oysa kişi kendi malını farklı kişilere farklı fiyatlarla satabilir. Mahkeme de ‘ben senin davana bakamam’ diyemez.
Hukuk düzeninde bir kimsenin güvenilir olup olmadığına ancak mahkeme karar verir. Bir kişi başka kişi hakkında ‘sen güvenilir değilsin’ diyemez. Dolayısıyla herkese açık olan yerlere herkes gidebilir. Bu sebepledir ki derneklerin, vakıfların, şirketlerin, mahkeme celselerinin kapalı toplantılar yapmalarına “Adil Düzen”de izin verilemez.
O halde bir rektör, bir başbakan, bir yargıç eğer basına açıklama yapacaksa ayrımcılık yapamaz. Herkese açıktır. Kim isterse gelir. Ehliyeti olan konuşur, diğerleri seyreder.
Esas önemli husus, güvenli olup olmayan işetmeler değildir, müesseseler değildir, oralarda çalışanlardır. Dolaysıyla gazeteleri ve televizyonları güvenilir veya güvenilmez diye bölmek külliyen hatalıdır. Çünkü işletmeler suç işleyemezler. Ceza şahsidir ve ancak gerçek kişilere verilir.
CIA casuslarına yol açmak için Oktay Ekşi tam zıddını beyan etmektedir. İşletmeler güvene tâbi, kişiler ise artık güven ayrımcılığına tâbi tutulamaz.
Oktay Ekşi, bir gazete güvenilir ise artık orada çalışanların hepsi güvenilirdir diyor. Bunu neye dayanarak söylüyor? Atıyor! Çünkü bizim istidlâlimiz geçersiz oluyor, onların ettikleri hak oluyor.
İşte, sömürü sermayesi dünyayı böyle sömürüyor. Zaten onlar insanların hayvan olduğunu iddia ediyorlar. Diğerleri de hareketleri ile bunu tasdik ediyor.
Askeri düzende ise durum fazla farklı değildir. Önce hiçbir işletme suçlu olamaz. Suçlu olanlar orada çalışanlardır. Askerin böyle güvenilir gazetelerle güvenilir olmayan gazeteleri tasnifi hatadır. Asker bütün gazeteleri okur, dünyada olup bitenden haberdardır. Küçük tirajlı gazeteleri ast rütbeliler okur, büyük tirajlı gazeteleri üst rütbeliler olur. Cumhuriyet ve Vakit gibi gazeteleri tirajları az da olsa yüksek rütbeli subaylar okur. Çünkü onlar ideolojik gazetelerdir. Ordunun içine giren gazeteler tiraja göre ayarlanabilir.
Bazı gazetelerin Atatürkçü oldukları için güvenilir sayılması, bazı gazetelerin şeriatçı oldukları için güvensiz sayılması temelden hatadır. Gazete güvenli veya güvensiz olamaz, yazar güvenli veya güvensiz olur.
Hukuk düzeninde bir kimsenin güvensiz sayılması mahkeme kararına bağlı olduğu halde, askerlikte mahkeme kararına gerek yoktur. Komutanların takdiri ile kişiler güvenli veya güvensiz olabilirler. Kişinin buna itiraz hakkı yoktur. Bu bakımdan kişileri güvenli ve güvensiz olarak tasnif etmeleri doğrudur.
Askeri düzendeki başka bir husus da şudur. Birlik kimin güvensiz olduğunu beyan etmez, kimlerin güvenli olduğunu beyan eder. Davetlere o yazarlar alınır, diğerleri alınmaz. Onlar güvensiz değil meçhul kimselerdir. Güvenilir olan kimseler hangi gazetede yazarlarsa yazsınlar güvenilirdirler.
Devlet basından vergi almaz. Onun yerine sahifelerin beşte birini devlete tahsis eder. Devlet de bunun yarısını orduya tahsis eder. Ordu bunları okur ve kendilerine ait sahifelerinde kendi yazarlarına cevap verdirir. Bu denge kurulduktan sonra ordu içinde bu suretle yer ayrılmış basın girer. Biz bir konuda ezbere atmayız. Bu böyledir demeyiz. Bu şundan dolayı böyledir deriz. İstidlalde hatamız varsa her zaman düzeltilebilir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL