1967...1968...1969....AKEVLER 40 YILDIR ÇALIŞIYOR....2005...2006...2007
BİZLER ÇALIŞIYOR VE YENİ İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZLERİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ; BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
ADİL DÜZEN 402
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 31 Mart 2007 Fiyatı: www.akevler.org’a tıklamak!
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 402. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Hedefimiz; “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, Reşat EROL
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ
AK PARTİ VE CUMURBAŞKANI SEÇİMİ
HALK EKONOMİSİNİN ZAFERİ
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 64. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
وَمِنْ النَّاسِ مَنْ يَشْرِي نَفْسَهُ ابْتِغَاءَ مَرْضَاةِ اللَّهِ وَاللَّهُ رَءُوفٌ بِالْعِبَادِ(207) يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا ادْخُلُوا فِي السِّلْمِ كَافَّةً وَلَا تَتَّبِعُوا خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ إِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُبِينٌ(208) فَإِنْ زَلَلْتُمْ مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَتْكُمْ الْبَيِّنَاتُ فَاعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ(209) هَلْ يَنظُرُونَ إِلَّا أَنْ يَأْتِيَهُمْ اللَّهُ فِي ظُلَلٍ مِنْ الْغَمَامِ وَالْمَلَائِكَةُ وَقُضِيَ الْأَمْرُ وَإِلَى اللَّهِ تُرْجَعُ الْأُمُورُ(210) سَلْ بَنِي إِسْرَائِيلَ كَمْ آتَيْنَاهُمْ مِنْ آيَةٍ بَيِّنَةٍ وَمَنْ يُبَدِّلْ نِعْمَةَ اللَّهِ مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَتْهُ فَإِنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ(211)
وَمِنْ النَّاسِ (Va MiNa elNASı) “Nâstan şöyleleri de vardır.”
Kur’an insanları ikiye ayırır. Bunlardan bir kısmı hakem kararlarına razı olan ama hakem kararlarının uygulanması için cihad yapmayan kimselerdir. Bunlara “müslim” denmektedir. Kur’an “ey müslimler” hitabı yerine “ey nâs” hitabını yapmaktadır. Çünkü “ey müslimler” dediğinde mü’minler dışarıda kalır. Oysa “ey nâs” dendiği zaman müslim mü’min içine girer. Gerçi bir kimsenin mü’min olması için müslim olması şarttır ama müslimler ile mü’minler birbirlerinden ayrılmışlardır. “Nâstan şöyleleri vardır” derken kasıt, müslimlerden bir kısmı da olabilir, kasıt sadece mü’minler de olabilir. Bunun anlamı şudur ki, Kur’an’da “ey nâs” diye nerede hitap etmiş ve müslimlere ne görev vermişse, mü’minlere de o görevi vermiştir. Sadece mü’minlere fazla olarak İslâm düzenini yani barış düzenini yani hakemlerin kararına uyma düzenini koruma yetkisini vermiştir.
مَنْ يَشْرِي نَفْسَهُ (MaN YaŞRIy NaFSaHu) “Nefsini şira etmiştir.”
Neyde satmaktadır? Şırada satmaktadır. Satın alma iştiradır, intifadır. Bey’ kelimesi daha geniş mânâdadır. Karşılıklı elleri tutarak bir sözleşme yapma bey’dir. Bey’ eden kimseler mübadelede bulunurlar.
Başkanla cemaat arasında biat yani mübayaa vardır. Biat bir sözleşmedir, dayanışma sözleşmesidir, vekâlet verme sözleşmesidir. Vekâlet veren ile vekâlet alan eşittir. Dolayısıyla başkanın herhangi bir üstünlüğü yoktur. Sadece görevde onun komutasında olunacağı belirtilmiş olunuyor.
“ŞİRA” kelimesi “ŞERARE” kelimesine akrabadır. Çağlayan demektir. Satma demek, bir şeyi karşı tarafa vermektir. Şirada teslim şartı vardır da, bey’de yoktur. Akit yaparsınız, teslim ileride olur. Selem böyledir. Karz böyledir. “ŞİRA” ise malı peşin vermedir. İnsanlar nefislerini, kendilerini satmışlardır, vermişlerdir, baştan teslim etmişlerdir. Allah’ın halifesi olan kendisine. Sonra o canı o kimse tasarruf eder.
Bir şair şöyle diyor: “Canı canan dilemiş, vermemek olmaz gönül. Ne niza eyleyelim, ol ne senindir ne benim.” İşte burada da nefis kendisini var edene vermiştir. Var edenin halifesi olarak da onunla iş yapmaktadır. İşte bunlar mü’minlerdir. Müslimler dünya hayatında da iyilik istemektedirler, âhiret hayatında da; ve onların bu istekleri yerine gelecektir. Yeter ki hakem kararlarına uysunlar. Mü’minler ise canlarını cananlarına vermişlerdir ve onlar sadece âhirette Allah’ın rızasını ve cennetini talep ediyorlar.
ابْتِغَاءَ مَرْضَاةِ اللَّهِ (İBTiĞAEa MaRWATı elLAHı) “Allah’ın merdasını istemektedirler.”
İrade de rıza da istemektedirler. Türkçede de dilemek ve istemek vardır. İradeyi istemek, dilemeyi dilemek şeklinde tercüme edebiliriz. Bir şeyi istersiniz ama gönlünüz ondan hoşlanmamaktadır.
Müslimlerin işleri kolaydır. Davranışları şeriata uysun yani hakem kararlarına uysunlar, onlara şeriatta gösterilen karşılık verilecektir. Bu İlâhi kanundur. Allah’ın iradesi ile olmaktadır. Onlar da âhirette kurtulmuşlardır. Allah’ın rızası ise insanların mallarını ve canlarını kendilerini var edene versinler. İşte Allah’ın hoşnut olmasını sağlamak için canlarını satmışlardır, mallarını vermişlerdir.
Burada bir şey sorulabilir. Müslimler de savaşa katılmak isterlerse katılabilirler mi?
Evet, katılırlar, ama katılmak zorunda değildirler. Çünkü “Minen’e-Nâs” ifadesine onlar da dahildir.
Satışta nasıl rıza şartsa, mü’min olmak veya müslim olarak savaşa katılmak için de rıza şarttır. Devlet kimseyi mü’min olmaya zorlamıyor. Devlet mü’min olmayanları savaşa zorlamıyor. Ama katılmalarını istiyor ve dolayısıyla farklı muamele görüyorlar.
Siyasi haklar mü’minlere verilmiştir. Geçici olarak müslimlere de siyasi görevler verilebilir. Beyninizde “Adil Düzen”i kurunuz, onu hayal hanenizde yaşatmaya başlayınız, göreceksiniz o gerçekten gelecektir. Biz akılla da olsa “Adil Düzen”i hayal hanemize koyamadık ki iktidarlar bize yönelsin. Karşı taraf henüz çökmedi ki “Adil Düzen”e talip olsun. Allah “Adil Düzen” gibi bir nimeti ona talip olmayanlara vermez.
وَاللَّهُ رَءُوفٌ بِالْعِبَادِ(207) (Va elLAHu RaUvFun Bi eLGıBADı) “Allah ibadına rauftur.”
“RAHMET” annenin çocuğuna karşı duyduğu hislerdir. “RAUF” ise babanın çocuğuna duyduğu hislerdir. Aralarındaki fark, baba çocuğun geleceğini düşünür, hislerinden çok aklına hakim olur, ona şiddet gösterir. Dolayısıyla onu terbiye ederken azarlayabilir. Anne ise daha çok sevmekte, daha çok sevgi ile çocuğuna yaklaşmakta, babadan daha çok onun için çile çekmektedir. Bu sebepledir ki “RAHİM” sıfatı “RAUF” sıfatından daha çok geçmektedir.
Burada Allah’ın kendi rızası için canlarını vermesi onların âhrette daha ileri hayata kavuşmaları içindir. İnsan adeta tanrılaşmaktadır. Önce kendi iradesini kullanmaktadır. Böylece sanki yaratıcı imiş gibi davranabilmektedir. Diğer taraftan insan O’nun halifesidir, O’nun adına hareket etmektedir. Devlet memurunun devleti temsil etmesi gibi insan da Allah’ı temsil etmektedir. Bu ne büyük bir makamdır. Bu makama lâyık olmak için mü’min malını ve canını O’nun uğruna verme sevdasındadır.
***
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا (YAv EayYuHa elLAÜIYNa AMaNUv) “Ey iman etmiş olanlar.”
Allah’ın merdatı için nefislerini şira edenler yani Allah’ın kendilerinden razı olması için canlarını Allah için verenler, şimdi size görev düşüyor. Onu yerine getirmeniz gerekiyor. Bu emir bütün insanlara değil, sadece mü’min olanlaradır. Çünkü onlar birlikte görevi yerine getireceklerdir. Peki, buradaki muhatap olanlar kimlerdir? Cuma cemaatidir. Çünkü devlet yapısının temeli bucaktır, kabiledir. Kişi aşiret ve kabile topluluğu oluşturmaktadır. Âhirette sorumlu olacak ve cennete gidecek olan kişidir. Ama bu dünyada da uygar bir topluluk olarak yaşaması için kabile şeklinde teşkilatlanmak gerekir. Kişiler kendilerine ilmî ve dinî dayanışma ortaklığını seçerler. Bunlar bucağın şurasını oluştururlar. Ayrıca bucağın nöbetlileri yani mü’minleri de bucağın meclisini oluştururlar. Bucak ilmî şurası kendilerine bucak başkanı seçer. Bucak başkanı semtlere emirler atar. Halk kendi semti dışındaki emirlerden birisine asker olur. Nöbetliler olur. İşte bunlar haftada bir toplanırlar ve başkanlarının arkasında Cuma namazlarını kılarlar.
Kur’an işte bunlara hitap etmektedir. Bundan başka bir de Hac cemaati vardır, o da Mekke kabilesidir.
Devlet ve il merkez bucakları vardır. Orada muhatap oranın başkanlarıdır.
ادْخُلُوا فِي السِّلْمِ (EuDPUvLUv Fıy elSiLMi) “Silme duhul edin.”
Barışa girin, İslâm olun demektir. Bunun anlamı şudur ki, mü’minler de müslimdirler. Hakem kararlarına kayıtsız şartsız uyacaklardır. Bugün olduğu gibi askerlerin veya devlet görevlilerinin imtiyazı yoktur.
Askerler askeri mıntıka dışına çıktıklarında herhangi bir fiil ve suçtan dolayı yargı denetimindedir. Sadece askeri mıntıkalarda ve savaş alanlarında hukuk düzeni geçersiz olur.
Şimdi ise askerler sivil alanlarda da imtiyazlıdırlar. Bu âyet bunu kabul etmemektedir.
Sonra yargılanabilmeleri için dokunulmazlıkların kaldırılması gerekmektedir. Bu dokunulmazlık yalnız milletvekillerine ait değildir. Bütün kamu görevlilerinin günümüzde dokunulmazlıkları vardır. Askerlerinki daha da ileridir. Dokunulmazlık ömür boyu devam eder. Özel mahkemeleri vardır. Oysa milletvekillerinin özel mahkemeleri yoktur. Kur’an bütün insanların silme girmelerini emrettiğine göre, kimsenin dokunulmazlığı yoktur, özel mahkemesi yoktur. Herkes kendi seçtiği hakemlere karşı sorumludur.
Askeri mıntıkalarda, savaş veya sıkıyönetim alanlarında hukuk düzeni olmadığı için bu emirler geçersizdir. Bununla beraber komutan eratın yaptıklarından sorumludur. Diyeti öder.
“SİLM” hayvanların üstüne çıkamadığı taştır. Ona çıkılacak merdivene “SÜLLEM” denmektedir.
“SİLM” barış düzeni demektir. İslâm olmak silme girmek demektir. Burada mü’minlere barış düzenine girin denmektedir. Böylece mü’minlerin de müslimler ile hukuk karşısında eşit olduğu ifade edilmektedir.
Silme girmenin başka bir mânâsı da bucaklar arasındaki silmdir. Bucak içinde halk barış içinde yaşayacaktır. Ama bucaklar arasında çıkacak nizalarda ne olacaktır? Orada hakemler sözkonusu olacaktır. Herhangi bir bucak ile komşu bucak arasında çıkacak ihtilafı da hakemler çözecektir. Yönetimler arası da silm olacaktır, barış olacaktır. Herkes hakem kararlarına uymak zorundadır.
Yüz kadar bucak birleşerek kendilerine bir merkez bucak edinirler. Burası da bucaktır ama merkez bucaktır. Kur’an bu birliğe “şa’b” diyor, biz “il” olarak ifade ediyoruz. Merkez bucağının sorumlu ilmi dayanışma sorumlularını temsil eden kimselerdir. Her on bucak sorumlusunu temsil eden il meclis üyesi olur. Merkez bucağını bunlar kurar ve bunlar yönetir. Orada oturan halk o bucağın müslimi durumunda olup yönetime karışmazlar. Böylece oluşan merkez bucağı ilçelerde de ilçe merkez bucaklarını oluşturur. Taşra bucaklarının merkez bucaklarla çıkan ihtilafları da hakemler yoluyla çözülür. Eşitlik içinde yargı huzuruna çıkarlar. Mü’minler burada nöbet tutarlar. İç güvenliği sağlarlar. Her bucağın mü’minleri ayrıdır. Merkez bucaklarının yerleri kendilerine aittir. Taşra bucaklılar oraya izinsiz girip çıkarlar. Ama merkez bucak halkı ve yöneticileri taşra bucaklara izinsiz girip çıkamazlar. Güvenlik amacı ile de olsa herkesin toprağı kendisine aittir.
Silme girmek bu demektir. Yargı kararlarına eşitlik içinde herkesin uymasıdır.
İllerde merkez il ve merkez ilçe bucakları vardır. İlçe bucaklarında genel hizmet verilir. Güvenlik de genel hizmettir. İl merkez bucağında ise il meclisi vardır, il başkanı ve bakanları vardır. İl halkı ve bucakları ile silm içinde olacaklar, barış içinde olacaklar, hakem kararlarını kabul edecekler. Ülkede de merkez illeri ve bölge merkez illeri vardır. Merkez ili taşranın temsilcisi olan meclis üyeleri oluşturur. Bunlar taşradakileri temsil etmekle beraber aldıkları kararlar taşradakileri bağlamaz. Her bucağı o bucağın aldığı kararlar ilgilendirir.
Mekke merkez bucağı vardır. Mekke merkez ilinin ilçe bucakları vardır, bunlar ili oluşturur. Bölgelerde de merkez iller vardır ve onların da merkez ilçe bucakları vardır. Devlet merkez ilinin merkez bucağı vardır. Bölge merkez ilçelerinin merkez bucakları vardır. İlin merkez bucağı ve ilçe bucakları vardır. Taşra bucakları vardır. Ocaklar vardır, kişiler vardır. İşte bunların hepsinin kişilikleri vardır. Bunlar arasında çıkan ihtilaflar eşitlik içinde çözülür. Tarafların seçtiği hakemler yolu ile çözülür. Böylece barış olmuş olur.
كَافَّةً (KafFaTan) “Avuç içine alarak.”
İnsanları topluca birleştirerek demektir. Dolayısıyla insanların tümü birbirine barış içinde girmiştir. İster kişi olsun, ister kuruluş olsun, hepsi hakemler aracılığı ile birbirine bağlanmıştır ve aralarında eşitlik vardır.
Topluluğun hukuku ile kişi hukuku eşittir. Eşitlik büyüklükteki eşitlik değildir, haklardaki eşitlik de değildir. Eşitlik kişilikteki eşitliktir, yani dava açma ve davalı olmadaki eşitliktir. Hakem seçmedeki eşitliktir. Bir fiili kim işlerse işlesin, cezası ve ecri aynıdır. Ehliyet ispat esnasında işe yarar. Kimin yaptığının ispatında işe yarar? Kredi vermede işe yarar. Kalitesini tesbitte işe yarar.
“KÂFFE” kelimesi bize dayanışma ortaklıklarını da hatırlatmaktadır. Organize olmadan kâffe olamayız. Organize olmak için bir tarafta ülke, il, bucak ve ocaklar şeklinde bölünme gerekmektedir. Bu ayrılmayı ve bağımsızlaşmayı doğurmaktadır. Yerinden yönetim de olunca aralarında irtibat bile kalmamaktadır. Oysa dayanışma ortaklıkları halkı birbirine yaklaştırmakta, bütün insanları bir araya getirmektedir.
Burada önemli bir soruyu ve sorunu daha çözmüş oluyoruz. Kişinin verdiği zarar azsa kendisi tazmin eder, çoksa bucak dayanışması tazmin eder. Bucakta toplam zarar azsa bucak tazmin eder, çoksa il tazmin eder. Bu mantıkla illerin zararları azsa kendisi, çoksa ülke dayanışması tazmin eder. Ülke zararları azsa kendisi tazmin eder, çoksa insanlık tazmin eder.
Şimdi azlık ve çokluktan ne kastediyoruz? Ödenecek miktar ile orantılıdır. Önce ilin bucaklarını alalım. İlin kendi bucağında ödenen miktara bucak tazminatı diyoruz. Bunların orta değeri bulunur. Orta değerin altında olanlar kendileri öderler. Diğer bucaklara iştirak etmezler. Orta değerin üstünde olanlar bucaklar arasında paylaşılır. İller için de aynı şey sözkonusudur. Orta değerin altında olanlar kendileri öderler, üstünde olanlar ülkede paylaşılır, insanlıkta paylaşılır.
Dayanışma ortaklığı insanlığa kadar gider. Yani, bir dayanışma ortaklığının zararlarını diğer dayanışma ortaklığı ödemez. Ancak zelzele ve yangın gibi tazminatlar âkileler arasında bölüşülür.
Demek ki barış demek hakem kararlarına uyma demektir. Hakem kararlarına uyma da ancak dayanışma ortaklıkları ile çözülür. Mahkum olan kimsenin arkasında dayanışma yoksa hakem kararları bir şey ifade etmez.
İlmî, dinî ve meslekî dayanışmalarda mü’min-müslim ayrımı yoktur, herkes dayanışma içindedir. Sadece cinayetlerde sorumluluk siyasi dayanışmaya aittir. Müslim-mü’min ayırımı orada vardır. Demek ki müslimlerin de dayanışmaları vardır . Çünkü onlara nöbet gerektirmiyor, onlarda cizye yoktur. Herkes ilmî dayanışmaya girmek zorundadır. Dinî veya meslekî dayanışmaya girip girmemekte serbesttirler. Sigorta yaptırmamış olurlar.
وَلَا تَتَّبِعُوا (VaLAv TatTaBıGUv) “Tâbi olmayınız.”
“Tâbi olmak” uymak demekti. İtaat etmek, dinlemek demektir. Uymak, uyuşan kimsenin isteği ve denetimi içinde olmaz. Uyan kendisi seçer ve ona uyar. İtaatte ise, itaat edilen kimse emreder, onun denetiminde onu dinler ve yaparsınız.
Burada kâffeten silme girmeden sonra, şeytanın hatvelerine tâbi olmayın deniyor. Şeytan daima yargı kararlarına uymamayı telkin eder. Oysa barışı sağlayan ve savaşı önleyen yargıdır. Yargı kararlarının adil olması gerekir ama yargı kararları mutlaka uyulması gereken kararlardır.
Kur’an sorunu çözmüştür. Yargı kararlarına uyulacaktır. Uyulmayacaksa o ülke terk edilecektir. Öyle ülke bulacaksın ki seni korusun. Yargı kararlarının adil olması için bir de halkın eline yargı kararlarına imkan tanımak için her bucak ayrı yargı merkezidir. Davaların infazı kişilerin bulunduğu yerde yapılır. Bir yönetim mahkumu korursa kendisi tazmin eder. Yargı kararlarına uymamak isyandır.
Yargının adil olması gerekir. Bunun içindir ki yerinde yargılama ilkesi getirilmiştir. Herkesin birbirini tanıdığı bucak halkı içinde zulüm asgariye iner. Hakemler ilçeden seçilir ama yargı bucak içinde yapılmaktadır. Soruşturmacılar da ilçedendirler. İlçe 100 000 nüfustan fazla değildir.
Hakemlerin kararları da haksız olabilir ama karar karardır, infaz edilir. Davayı kazanan kazandığını alır. Karardan mağdur olanlar hakemlere giderek hakemler veya soruşturmacılar aleyhinde dava açabilirler. Mahkum olurlarsa hakemlerin veya soruşturmacıların âkileleri yani dayanışma ortaklıkları tazmin eder. Kazanan kimseden istirdat edilmez, kazanan kazanmıştır.
Böylece barış sağlanmaktadır; yerinden yönetim, hakemlik sistemi, hakem kararlarının kesin olması, hakem kararlarının dayanışmalar içinde tediyesi. Bugün insanlık henüz bu seviyelere ulaşmış değildir. III. bin yıl uygarlığında “Adil Düzen” bunları hedeflemektedir. Uygulaması IV. bin yıla kalmasın diyoruz. Burada olması gerekenleri yazmaya çalışıyoruz. Gaybı Allah bilir.
خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ (PuOuVAvTi) elŞaYOANi) “Şeytanın hatveleri”
“HATVE” adım demektir. Birisini takip ederken adımlarının bıraktığı izleri izlersiniz. Şeytan insanı saptırmak için yol çizer ve o yolu insanlara öğretir. İnsanlar bu çizilen yolu babalarının gittiği yol olarak takip ederler. Böylece fitneye düşerler.
Bundan önce “kâffetten silme girin” diye emretmiş idi. Silme girmenin şartları içinde yerinden yönetim, dayanışma ortaklıkları, hakemlerden oluşan yargı kararlarının üstünlüğü ve yetkililerin verdikleri kararlara uyma vardır. Şeytan öyle yollar çizer ki, o yoldan gidecek olursanız sonuçta merkezî yönetime, primli sigortaya, hakim kararlarına ve anarşiye ulaşırsınız. Şeytanın hatveleri bunlardır.
Şeytan insanları yanıltmak için önce kolay olanı zor, zor olanı kolay gösterir. Böylece kişiyi yanlış yola saptırır. Şeytan bunu doğanın kanunlarını kullanarak gerçekleştirir. Allah kolay olanın başlangıcını zor yapar. Kolay elde edilecek şeylerin başlangıcı zordur. Zor olanın başlangıcını da kolay yapar. Kolay ilerleyen işler sonunda zor biter. Bu sünnetten yararlanan şeytan zoru kolay gösterir, kolayı da zor gösterir.
Şeytanın kullandığı ikinci yanıltma yolu iyi olanları kötü olarak göstermektir. Her şeyin iyi ve kötü tarafı vardır. Elde etmek için çaba sarf etmek gerekir. Sonunda elde edilen şey yüzde yüz yararlı değildir. Hiçbir şey de yüzde yüz zararlı değildir. Yararlılığı ile zararlılığı karşılaştırılır, yararlılık baskınsa sonuçta o yararlıdır.
Evlenip çocuk büyütmek kolay iş değildir. Nüfusun artması sorunlar getirir. Ama sonuç olarak bugünkü insanlık bu seviyeye nüfusun artmasıyla ulaşmıştır. Nüfus artmış, insanlık zorlukla karşılaşmış ama insanlar doğum kontrolüne yönelerek değil, sorunları yeni buluşlarıyla çözmüşlerdir. Bugün Ay’a bu sayede varabiliyoruz. Halbuki yirminci yüzyılın artan nüfusunu doğum haplarıyla kontrol etmektedirler. İşte bu şeytanın hatvesidir. İyisini kötü, kötüsünü iyi gösteriyor.
Şeytanın kullandığı üçüncü hile, daha iyisini göstererek iyisini bıraktırmaktır. Bir işe başlandığı zaman şeytan gelir ve o iş hayırsa bıraktırmaya uğraştırır. Eğer kişi direniyor ve şeytana uymuyorsa o zaman yeni taktiğe baş vurur. Daha iyi bir şeyin yapılmasını teklif eder, kişi de başladığı işi bırakır, o daha iyi işi yapmaya girişir. Ondan sonra şeytan bırakıp gider. Daha büyük iyilik daha zor olduğu için o da yarım kalır. Böylece şeytan gayesine ulaşır.
Şeytanın takip ettiği ikinci şaşırtma yolu, işteki zorlukları başkalarına yükleyip kişiyi güçsüz hâle getirmesidir. Başarısızlığımızın kaynağı ya bizim hatamız veya eksikliğimizdir, ya da olmayacak şeyleri istememizdir. Yapacağımız iş hayali şeylerin peşinde koşmamak, yapabileceğimiz şeyleri yapmaya çalışmaktır. Başarısızlığımızı başkasında değil kendimizde aramalıyız. Böyle yaparsak kendimizi düzeltir ve yol alırız. Ama hatayı başkasında ararsak bize bir yararı olmaz. Kötü birisiyle arkadaş veya ortak olduğumuzu düşünelim. O da bize zulüm yapsın. Suçu ona yüklersek biz bir şey kazanmayız. Ama kötü arkadaş edindiğimiz veya kötü birisiyle ortak olduğumuz için biz hata işledik demektir. İşte onun cezasını çekiyoruz. Bu hataya da başka bir suçumuzdan dolayı düştük. Böyle düşünürsek karşı tarafın zulmü bize rahmet olur. Hatalarımızı düzeltir ve daha iyi bir yola girmiş oluruz. Yapacağımız başka bir iş de, bir şeye başladık mı o şey küçük de olsa onu bitirmemiz gerekir. Başlamadan evvel sünnet veya müstehab olan şey farz hâline gelir, bitirmesek kaza etmemiz icap eder. Bizim de marketimizi bitirmemiz gerekir. Onu ihlâl eden başka bir işi yapmamalıyız.
“ŞEYTAN” özel bir yılandır. Avlamada hileli yolları bilen usta bir avcıdır. Bu özel yılanın hangisi olduğu bugün bilinmemektedir. Ancak Adem ile Havva’nın hikâyesi anlatılırken cinlerden olan şeytan bu adla adlandırılmıştır. Mukaddes kitaplarda şeytan yılan olarak tercüme edilmiş ve böylece sanki Adem ve Havva sürüngen olan bir yılan tarafından kandırılmış gibi anlaşılmaktadır. Oysa Kur’an iblisten bahsederken cinlerden idi diyor.
Allah insanı iradesiyle hareket edebilecek varlık olarak yarattı. İnsanın iradesini kullanabilmesi için dengeli bir durumun olması gerekir. Küçük bir etki ve denge hareketi ile teraziyi istediğiniz tarafa tarttırabilirsiniz.
Ama dengede değilse gücünüzle yenemeyebilirsiniz. Allah insana şeytan ile meleği arkadaş etmiştir. Melek Allah’ın yolunu göstermekte, şeytan da aksi yolu göstermektedir. Bunlar dengededir. İnsan ne tarafa geçerse o taraf ağır tartar. Her toplulukta bir tarafta şeytan taraftarı grup oluşur, bir de Allah tarafı grup oluşur. Bunlar arasında kurulan dengeden birini kişi kendisi seçer, dolayısıyla iradesini kullanmış olur. Bu kullanışla sonunda cennete gider veyahut cehenneme gider. İblis, cinlerden olan şeytandır. İnsanları kötülüğe götüren insan şeytanlar da vardır. Nâs Sûresi’ndeki “mine’l-cinneti ve’n-nâs” bunu kanıtlar. Silmi yani barışı seçenler Allah’ın hizbindendirler, barış yerine fitneyi seçenler şeytanın hizbindendirler. Bunlar insandaki hastalık yapan mikroplar gibidir.
إِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُبِينٌ(208) (EinNaHU LaKuM GaDuvVun MuBİyNun) “O size mübin aduvdur.”
“O” yani insanların iradelerini kullanabilmeleri için kötü yolları göstermekle görevli şeytan sizin karşınızda yer alan kimsedir.
“ADUV” vadinin yakası demektir. Oyunda karşı saha demektir, karşı takım demektir. Savaşta karşı cephede yer alan demektir. Hasım karşı tarafı mağlup etmek ister. Aduv ise karşı tarafı yok etmek de isteyebilir.
Şeytan nâsın arasında kurulmuş bir cephedir. İnsanları cehenneme götürmektedir. Orduda nasıl hainler olursa, bu savaşın da hainleri vardır. İşte onlar da insanlardan olan şeytanlardır.
Hepiniz silme girin, birbirinizle savaşmayın. Aksi halde şeytanın hatvelerine uymuş olursunuz.
“MÜBÎN” kelimesi beyanın if’al babının ismi failidir. Beyan olunan değil de beyan eden anlamındadır. Başkasına kendisini gösterir, yani şeytan şeytanlığını gizli tutmaz. İnsanlara bile bile kötülük işletir.
Onlar başörtüsüne müdahalenin laikliğe aykırı olduğunu bilmektedirler. Ama onlar tersini yapmakta ve başörtüsünün lâikliğe aykırı olduğunu söylemektedirler. İşte onlara bunu böyle bile bile söyleten şeytandır. Niçin söyletmektedir? Açıkça zulüm yapsınlar ve aralarında savaş çıksın diye böyle yapmaktadırlar.
***
فَإِنْ زَلَلْتُمْ (Fa EiN ZaLaLTuM) “Zelle ederseniz.”
“ZELLE” ayağı kayarak sarsılmak demektir. “ZELZELE” kelimesi ile akrabalığı vardır.
Silm içine kâffeten girdikten sonra arada zelleler olabilir, barışı bozan davranışlar ortaya çıkabilir. Barışın nasıl tesis edileceği size öğretildikten sonra yine o barış kurallarına uymayarak aranızda kaymalar olabilir. Bunu yerinde söndürmeniz gerekir. Devlet ise bunun için vardır. Yani, topluluklarda daima şeytanın tuzağına düşen insanlar olacaktır. Devlet denen müessese bunları çözen müessesedir.
Burada “Fa” harfi ile atfedilmiştir. Bütün zelleler için geçerlidir.
مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَتْكُمْ الْبَيِّنَاتُ (Min BAGDi MAv CAEaTKuM eLBayYiNATu)
“Size beyyinâtın ciet etmesinin arkasından.”
“BEYYİNÂT” beyyinenin kurallı çoğuludur. Kurallı dişil çoğullar sistemi ifade ederler.
Her şey çifttir. O halde beyyineler de çifttir. O halde en az dörttür. Dört ana delil olması gerekir. Bu asgarisidir. Gerçekten icma ile dört ana delil vardır. Bu hususta Şiilerle de muhalefetimiz yoktur.
[Delil, kendisi değerlendirilip tanındığında bir başka şeyin tanınmasını gerekli kılan şeydir. Bu nedenle delilin birden fazla olma imkânı yoktur. Bu, Fıkıh Usûlü ilminde “Tearuzu’l-Edille” kısmında açıklanmaktadır. O da Kitap genellemesi içinde özelde Kur’an’dır. Yalnız her şeyin çift olduğu ilkesine uygun olarak Kâinat açık delil, Kur’an ise onun formüle edilmiş şekliyle verilmiş olanıdır. Dolayısıyla klasik mânâda dört delil olarak sayılanlar İmam Nesefî’nin de belirttiği gibi asıllardır. Bugün bunları şu şekilde sıralamamız mümkündür. Maslahat’ın içinde bulunduğu Kitap/Kur’an asıl delil, İstishab’ın içinde bulunduğu Sünnet asıl metod, Örf’ün içinde bulunduğu İcma asıl kriter ve İstihsan’ın içinde bulunduğu Kıyas asıl Yöntemdir. HASAN ÖZKET]
Bunlar Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyastır.
Size bu dört delil geldikten sonra yine de zelleye düşerseniz, Allah affedicidir demektir.
Dört delil dişil kurallı çoğul olarak geldiğine göre bunlar arasında bir birlik var demektir. Gerçekten de bunlardan hiçbiri tek başına yeterli değildir. Sünnet olmadan Kur’an’ı anlayamayız. İcma olmadan neyin Kur’an olduğunu bilemeyiz. Kur’an’ın ne mânâlar taşıdığını da bilemeyiz. Kıyas olmazsa sistem oluşmaz. Silm doğmaz. Çünkü Kur’an her şeyi doğrudan anlatmamış, bir şeyi beyan etmişse binleri hattâ milyonu ona kıyasla anlatmıştır. Üzüm şarabı haramdır derken tüm sarhoş edici içkileri haram etmiştir. Kıyas olmazsa esrar haram olmayacaktı.
Beyyinât aslında sekize de çıkartılmaktadır. 1) Bunlar biri örflerdir. İcmadan farkı, icmada delile dayanarak müçtehitlerin ayrı ayrı aynı sonuca varmalarıdır. Örf ise halkın fiili ittifaklarıdır. Hakemler bunları tesbit eder yahut müçtehitler değerlendirir. Malikilerin delilidir. 2) İstihsan ise illeti bilinen ama aslı nassta yani Kur’an’da belirtilmeyen yerlerde aslı akılla tesbittir. Kur’an’da olmadığı halde peygamber tarafından belirtilen birçok asıller onun istihsanıdır. Bu da Hanefilerin delilidir. 3) İstishab eskiden olan şeyin ayniyle devamına karar vermektir. Sağ olan kimseyi ölmemiş kabul etmek istishabdır. Bu da Şafiilerin delilidir. 4) Mesalih ise Hambelilerin delilidir. Mesalih, hikmeti illet yapmadır. Hikmet illet olamaz ama illetin illetidir. Dolayısıyla o da delildir. Görülüyor ki dört delil daha vardır. Çift dört delil olmaktadır. Başka bir deyişle her dört delil çifttir.
Beyyinât kelimesi bize bunları öğretmektedir. Onun için marife gelmiştir, yani harfi tariflidir.
فَاعْلَمُوا (FaGLaMUv) “İlmediniz.”
Kur’an’da bir yerde “FA’LAMÛ” diyorsa, orada kesinlik gerekiyor demektir. Orada zannî deliller geçerli değildir, kat’î delillere gerek vardır, yani icmalarla sabit olmalı yahut hakem kararları ile sabit olmalıdır.
Biz yerel icmaları da onlar için kesin kabul ediyoruz. Hakem kararları da davalı ve davacı için kesin karardır. Bu sebepledir ki hakemler karar verdi mi artık o karar bozulmaz. Mağduriyet hakemler aleyhinde açılan davalarla sağlanır. “Fattakû” denseydi, takdiri kararlar da geçerli olurdu. Başkanın kararları da girebilirdi. Özel hukukta istişarî kararlar olabilirdi. Oysa başkan hakem değilse, istişareden sonra da almış olsa karar kesin değildir. Hakemlere gidilip iptal ettirilebilir. Demek ki Meclis’in kararları da, Birleşmiş Milletler’in kararları da yargı denetimindedir. Hakemlere gidilip iptal edilir.
Biz “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nı yazarken bu âyeti okumamıştık. Ama sünnetin ve fukahanın ortaya koyduğu ile bu hükümleri yazmıştık. Bu da gösteriyor ki gerçekten beyyinât gelmiştir.
İşte hakem kararlarına uymayanlara karşı uygulanacak müeyyide burada belirtilmiştir.
Silme girmek demek, hakem kararlarına rıza göstermek demektir.
أَنَّ اللَّهَ عَزِيزٌ (EinNa elLAHa GaZIyZun) “Allah azizdir, güçlüdür.”
“ALLAH” kelimesi burada kamu anlamındadır, yani bucak yönetimi güçlüdür denmektedir. Çünkü güçlü kelimesi nekire gelmiştir. Allah’ın kendisi, zatı güçlüdür ama O’nun yeryüzündeki halifesi de güçlüdür demek olur. Yoksa marife gelirdi.
“AZİZ” kelimesini ele alıp nerelerde marife nerelerde nekire gelmiştir, bakıp bu hususu belirlemek gerekir. III. Bin yıl çalışanlarının Kur’an üzerinde daha çok çalışmaları gerekir. İnternet aracılığı ile tüm çalışanlar arasında işbirliği oluşturup M. Lütfi Hocaoğlu ve arkadaşlarının çalışmalarını genişletmek gerekiyor.
“AZİZ” demek, insanlara söz geçiren demektir. Burada aziz hakimden önce gelmiştir. Bunun anlamı şudur ki, hakemler dayanışma ortaklıkları tarafından atanacaktır. Ehliyeti ve güvenceleri onlar verecektir. Taraflar bunlar arasından hakemleri seçeceklerdir. Müeyyidesi olmayan kararın silmi ikamede bir anlamı yoktur. Silmi bozan olay olduğu zaman kamunun yani dayanışma ortaklıklarının güvence verdiği kimselere başvurulur demektir.
حَكِيمٌ(209) (XaKIyMun) “Hükmedendir.”
Bu da nekiredir. Hakemlerin verdiği kararlarla devlet hükmedendir. Dayanışma ortaklıklarınca atanmış ve hakemliğine güvence verilmiş kimselerin verdiği karar kesindir. Bunun anlamı şudur ki, hakemlerin kararlarına uymayanlara karşı güç harekete geçer. O güç onlara karşı o kararı yerine getirir.
Burada “HAKÎM”den sonra bir şey söylenmemiştir. Hakemler bucakta karar alınca hüküm yerine gelmiş olur. Çünkü arkasında güçlü il vardır, güçlü devlet vardır. Bunların nekire gelmesi hakemlerin de, jandarma ve askeri birliklerin de çokluğunu ifade eder. Demek ki kâffeten silme gireceğiz. Hepimiz barış içinde olacağız. Dayanışma ortaklıklarını kurup güçlü olacağız. Barışı bozanları dayanışma ortaklıkları yola getirecektir. Ama son söz hakemlerin olacaktır, ekseriyetin veya uluslararası gücün olmayacaktır. Adil Düzen Çalışanlarının hedefi yeryüzünü hakemlerden oluşan yargının kararlarının her türlü gücün üzerine çıkarılmasıdır.
***
هَلْ يَنظُرُونَ (HaL YaNJuRVNa) “Nazar etmiyorlar mı?”
Türkçedeki soru edatı “vardır mı”, Arapçada ise mi karşılığı “E” vardır. Bunlarda soru sorulurken aksi talep edilir. “Dün geldin mi?” dediğiniz zaman, dün gelmedin demektir. “Dün gelmedin mi?” dersen, dün geldin olur. Arapçada bunun dışında
“HEL” vardır. Muhakkak anlamını taşır. Müsbet için müsbet, menfi için ise menfinin teyidi olur.
“Nazar etmek” bakmak anlamındadır. Bakıyorum da ne yapacak olduğunu bekliyorum gibi mânâsı vardır. Onları bekleyen akıbet şudur. Allah’ın gölgeler içinde gelmesini bekliyorlar.
إِلَّا أَنْ يَأْتِيَهُمْ اللَّهُ (EilLAv EaN YaETiYaHuMu elLAHu)
“Allah’ın onlara ety etmesinden başkasını mı bekliyorlar?”
Kur’an’da “Allah’ın gelmesinden” bahsedilmektedir. Allah’ın yeri yoktur. Bir yerde değil, her yerde bulunur. O halde Allah’ın gelmesi ne demektir?
“Allah’ın gelmesi” demek, O’nun şeriatının kanlarının gelmesi demektir .Tabiat kanları gerekli cezayı verir, barış içinde yaşamayanlar kendiliğinden savaş içinde olurlar. Böylece Allah onlara gelmiş olur.
“Allah” devleti ifade ediyorsa, o zaman da devlete karşı çıkanları bastırır, bu da Allah’ın gelmesi demektir . Devletin isyan edenleri susturması demektir.
Demek ki Allah iki şekilde gelir. Ya dorudan doğruya gelir, ya da halifesi olan devlet ile gelir. Başka bir ifade ile doğal kanlarla veya devletin kanları ile gelir.
فِي ظُلَلٍ مِنْ الْغَمَامِ (Fİy JuLaLin MiNa eLĞaMAMi) “Gamamdan zulel içinde.”
“GAMAM” sis demektir, yağmuru taşımayan bulut demektir. Savaşlar sisler içende gölgeler olarak ifade edilmiştir. Gam, kasvet ve sıkıtı demektir, yani sıkıntılı karanlık var demektir. Sis çöktüğü zaman göz güzü görmez, kimse yol alamaz. Barışa girmeyen topluluklar sisler içinde başlarına ne geleceğini bilmeden yaşarlar.
Burada geleceğin savaşları hakkında da bilgi vermektedir. Bugün de sis bombaları kullanılmaktadır.
وَالْمَلَائِكَةُ (Va eLMaLAiKaTu) “Melekler de.”
“MELEKLER” Allah’ın görevlileridir. Doğal kanunları insanlar gibi kullanarak kendilerine verilen görevi yerini getirirler. Savaşlarda beklenmedik olaylar olur, tarihin akışı bu olaylarla değişir.
Talas’ta 750 yılında meydana gelen savaşta Türkler cephe değiştirmiş, bu sayede Müslümanlar galip gelmişlerdir. Benzer galibiyet Malazgirt’te de olmuştur. Uhut’ta da fırtına galipleri mağlup etmiştir.
Melekler devlet görevlilerini de ifade eder, yani ordular anlamına gelir. Barış içinde olmazsanız savaş içinde olursunuz. Barış içinde olmak demek, hakemlerin kararına uymak demektir. Hakem kararlarına uymayan kimseleri kişiler ise jandarma, topluluk ise ordu birlikleri üstüne yürür.
وَقُضِيَ الْأَمْرُ (Va QuWıYa eLEaMRu) “Emir kaza olunur.”
Allah’ın istediği ne ise o olur. Emir yerine getirilir. Allah Kâinatı yaratmıştır. Değişmez kanunları koymuştur. Fizik ve kimya kanunları değişmez. Ancak bu kanunların bir anlamı yoktur. Onları kullanan olursa işe yarar. Otobüs parçaları imal etseniz, onları monte eden olmazsa ne işe yarar? Hattâ monte etseniz ama onu kullanan olmazsa neye yarar? İşte, Allah yarattığı Kâinatı kullanacak kullar da yaratmıştır. Bunlar melek, ruh, cin ve insandır. Cinlerle insanlar görünür âlemde yaşıyorlar. İnsanlar gezegenlerde, cinler ise yıldızlarda ve güneşlerde yer tutmuşlardır. Melekler ve ruhlar bâtıni âlemde yaşıyorlar. Bu dünyada etkileri vardır.
Allah insanları kendi hallerinde bırakır. Denge korunuyorsa insanların cüz’i iradelerini kullanmalarına izin verir ama eğer denge bozuluyorsa o zaman önce devlet devreye girer ve dengeyi kurar. Devlet dengeyi sağlayamıyorsa, o zaman da melekler devreye girer ve dengeyi sağlarlar. Denge savaşlarla kurulur.
Melekler de daha çok savaşlarda devreye girerler. Melekler ne yaparlar?
a) Mü’minlere cesaret verirler ve savaşı kazanmalarına sebep olurlar.
b) Kâfirleri korkuya düşürürler ve savaşı kaybetmelerine sebep olurlar.
c) Mü’minleri bir komutan etrafında birleştirirler ve kuvvetli hâle getirirler.
d) Kâfirler arasına fitne sokarlar ve onları birbirine düşürürler.
e) Kelebeğin kanadı benzeri doğaya müdahale ederler ve doğanın tarihi akışını değiştirirler.
f) İnsanlara yardım etmeyi ilham eder ve onlar da cephe değiştirirler.
İşte, melekler böyle gelmektedir. Topluluk içinde de kamu görevlileri benzer işler yaparlar.
وَإِلَى اللَّهِ تُرْجَعُ الْأُمُورُ(210) (Va EiLAy ElLAHı TuRCaGuv elEuMURu) “Umur Allah’a rücu eder.”
Oyunun kuralları vardır. Ona göre oynanır. Oyunun gayesi yoktur. Oysa İlâhi oyunun gayesi vardır. Gaye iyilerle kötüleri birbirinden ayırmak, iyileri mükâfatlandırmak, kötülerini de iyileştirmek ve kötülükten kurtarmaktır. Cehennem bir intikam yeri değildir. Cehennem bir ıslah yeridir. Allah’ın çizdiği sınırlar vardır. Tarih o sınırlar içinde akıp gider. İnsanlar iradelerini o sınırlar içinde kullanırlar. Tarih bir ırmağa benzer. İnsanlar orada yüzüyorlar. İnsanlar sağa veya sola gidip derinlemesine dalabilir, yüzeye de çıkabilir ama gerisin geriye gidemezler. İlerleyemezler ve karaya da çıkamazlar. Nehrin akışını değiştiremezler.
İşte, “emir Allah’a döner”den maksat budur. Allah Hazreti Adem’den Hazreti Muhammed’e kadar elçiler göndermiş ve insanları evrimleştirmiş, ondan sonra da âlimler peygamberlerin görevlerini yüklenmişlerdir. Tarih böyle akıp gidecektir. Bin yılda bir uygarlık yenilenecektir. Doğu uygarlıkları hukukta ve yönetimde adımlar atıp insanlığı ileri götürecekler, Batı uygarlıkları ise ekonomide ve teknikte adımlarını atacaklardır. İlim her ikisinin ortak malı olarak insanlara dinden fazla etkili olmaya devam edecektir. Kimse insanın iradesini yok eden bir yönetimi yeryüzüne getirmeyecektir. Onun için batı düzeni çökmeye mahkumdur.
a) Ekseriyet sistemi diğer grupların iradesini yok ediyor. İstişareli ortak vekil sistemi uygulanacaktır.
b) Merkezi sistem taşradakilerin iradesini yok ediyor. Atlamalı yerinden yönetim sistemi uygulanacak.
c) İşçilik sistemi insanın iradesini yok edip insanı makine yapıyor. Oraklık sistemi uygulanacaktır.
d) Hakimlik sistemi insan iradesini selbediyor. Hakemlik sistemi uygulanacaktır.
***
سَلْ بَنِي إِسْرَائِيلَ (SeL BaNIy EiSRAEIYLa) “İsrail benilerine sual et.”
Kur’an her olaydan bir örnek seçer, onu anlatır ve diğerlerinin de ona kıyas yapılması gerektiğini belirler. “İsrail oğullarına sor” dendiğinde insan oğullarına da sor anlamı çıkar. Tarihten öğrenilecekler vardır.
“SEL” deyince her kavmin tarihini öğrenmeliyiz. Ama kendi görüşlerine göre tarihi öğrenmeliyiz. İsrail oğullarına kıyasla diğer kavimlere de sual etmeliyiz. Hele tarihte etkin olan kavimleri öğrenmemiz gerekiyor. Demek ki açacağımız üniversitelerin tarih bölümünde yüz alt bölüm olacaktır. Her devletin dili kendi anlayışlarıyla ele alınacaktır. Her devlet dilini mutlaka tedris etmemiz gerekir. Bütün eserler Arap diline çevrilecek, herkes Arapçadan kendi dilerine çevirecektir. Her kavmin kimliğini kendilerine sorup öğrenmeliyiz.
كَمْ آتَيْنَاهُمْ مِنْ آيَةٍ بَيِّنَةٍ (KeM EAvTaYNAvKHuM MiN EAvYaTin BayYiNaTin) “Nice beyyine olan âyetler verdik.”
“ÂYET” delil demektir. Yuva kelimesinden türemiştir. Canlılar yaptıkları yuvalarını bulmakta birtakım usuller kullanırlar ve gittikleri yerlerden geri dönerler.
“ÂYET” yüksek yerlere konan ve bulunduğu yeri gösteren işarettir, bayraktır.
“BEYYİNET” ispatlanmış demektir.
İsrail oğullarına beyyineli âyetler verildiği gibi her topluluğa da verilir. Mesela, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması baştan sonuna kadar âyettir, açık âyettir. Olmaz şeyler olmuştur.
Allah’a şükretmeleri gerekirken, olanları bir insanın tanrısal gücü olduğunu iddia ederek küfretmişlerdir. Allah Anadolu halkını Müslüman hâle getirmek istemiş ve ona göre olaylar cereyan etmiştir.
a) Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkmak için milliyetçilik cereyanını doğurmuşlar ama Anadolu’da da Türk, Rum ve Ermeni ırkları arasında çatışma meydana getirmişlerdir.
b) Batılılar bir taraftan Sevr’i dayatmışlar, diğer taraftan azınlıkları silahlandırıp Müslümanların üzerine saldırtmışlardır. Bu saldırılar Anadolu’da Müslümanlık şuurunu geliştirmiştir.
c) İstiklâl Savaşı’nda cephe bölünmüş, Müslüman-Hıristiyan cepheleşmesi olmuştur. Bu durumda iki dinden biri Anadolu’da yok olacak demektir.
d) Yahudiler yüz sene sonra kuracakları İsrail imparatorluğu için Anadolu’da dinsiz bir Türk devletinin kurulmasını ve Hıristiyanların Anadolu’dan tehcirini istemişlerdir.
İşte bu şartlar içinde Anadolu’da önce din adamları harekete geçmiş, Anadolu esnafından topladıkları paralarla çeteleri desteklemiş ve tüm Anadolu sathı savaş içine itilmiştir. Din adamları, esnaf ve silahı çok iyi kullanan çeteler direnmeye başlamışlardır.
Bu durumu değerlendiren Kazım Karabekir çeteleri birleştirme kararını almış ve kongreler akdetmeye başlatmıştır. Anadolu isyanını bastırmak için gönderilen Mustafa Kemal Anadolu’daki gücü görmüş ve Anadolu’nun yanında yer almıştır. Kazım Karabekir onu başkan yapmıştır. İsmet İnönü iltihak etmiş ve garp cephesi komutanı olmuştur. Mareşal Fevzi Çakmak tüm güçlerini Anadolu’ya sevk ettikten sonra o da katılmıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi İstiklâl Savaşı’nı yapmıştır.
Görülüyor ki, Anadolu’nun Müslüman olarak saflaşması için Allah tarafından tüm şartlar hazırlanmıştır.
Mustafa Kemal’i de bu millet yetiştirmiştir, o da gökten zembille inmemiştir. Milletin kimseye borcu yoktur. Millet Allah’ın halifesidir. Mustafa Kemal de ben yaptım dememiştir.
İşte, demek ki her kavme Allah beyyine âyet vermiştir.
وَمَنْ يُبَدِّلْ نِعْمَةَ اللَّهِ (Va MaN YuBadDiL NiMaTa elLAHi)
“Allah’ın nimetini kim tebdil ederse.”
Türkiye’de bugün bazı kimseler Allah’ın nimetini tebdil etmektedirler.
Cumhuriyet döneminde cumhuriyet kurulurken yapılanlar inkılâpçılığın gereği idi. Bir taraftan Avrupalılara karşı zaman kazanmak, diğer taraftan halkta mevcut eski müesseseleri yenilemek gerekiyordu. Cumhuriyet Osmanlıların başlattığı inkılâpları tamamlamıştır.
1950’den itibaren Türkiye güçlü devlet olmaya başlamıştır. Ama putperestlik de ondan sonra başlamıştır. CHP zamanında dinsizlik yapılmıştır diyelim. Bu küfürdür. Ama Demokrat Parti zamanında şirk yapılmıştır. Müsbet ilmin verilerini bir tarafa atarak halk kişiye adeta taptırılmaya başlanmış, bunun cezasını de çok ağır ödemiştir. Kâfirler cezalarını âhrette çekerler, dünyada mü’minlerle eşittirler. Münafıklar ise hem dünyada cezaları çekerler, hem de âhirette daha ağır ceza çekerler.
مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَتْهُ (MiN BaGDİ MAv CAvEaTHUv)
“Kendisine ciet ettiğinin arkasından.”
Burada gelenin ne olduğu söylenmiyor, yalnız “CÂE” diyor, “CÂET” demiyor.
Burada fiildeki zamir nereye gediyor? Nimet mastar ise erkek zamir ona gidebilir. Eğer nimet isimse, o zaman bu zamiri başka yere göndermemiz lazım. Bize göre en uygun silmdir/barıştır. Allah’ın nimeti olarak ifade edilmiştir. Zamir terkibe gitmektedir, terkip müzekkerdir.
Bir defa silme girdikten sonra ondan çıkmak ağır cezayı müstelzemdir.
İmandan İslâm’a döneni kâfir kabul ederiz. İslâm’dan küfre döneni müşrik kabul ederiz.
فَإِنَّ اللَّهَ (Fa EinNa elLAHa) “Allah azabı şiddetli olandır.”
“ALLAH” burada Kâinatı var edendir.
Silmi kabul etmeyenler devletlerini kaybederler. Âlemlerin Rabbi onları doğrudan cezalandırır.
شَدِيدُ الْعِقَابِ(211) (ŞaDİeDu eLGiQABi) “İkabı şiddetlidir.”
“İKAB” takip etme, kovalama demektir. Burada haber maarife gelmiştir. Allah’ın zâtı murad edilmiştir.
Yani, kovalayıp yakalama doğal kanunlarla olmaktadır. Kur’an’a uymayanlar cezalarını kendilerine çektirirler. Allah onlara zulüm etmez, onlar kendilerine zulüm ederler.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-402 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-232 İstanbul, 31 Mart 2007
AK PARTİ VE CUMURBAŞKANI SEÇİMİ
Türkiye’de siyasetin karargâhı Türkiye’de değil dışarıda oluşur. Sömürü sermayesi operasyon planı yapar ve Türkiye de onu uygular. Böylece Türkiye bu siyasetin zavallı bir uygulayıcısı gibi görünür. Kıbrıs’ı ele alalım. Kıbrıs politikası Türk politikası değildir. Elen halkı hâlâ büyük Yunan’ı ve Bizans’ı hayal etmektedir. Bu sermayenin de işine gelmektedir. 1997’de kurmayı planladıkları büyük İsrail imparatorluğuna o zamanın iki süper gücü olan Sovyetler ile ABD’nin itiraz etmemesi için Batı Anadolu’yu Bulgar ve Yunanlılardan oluşan Bizans’a rüşvet olarak ayırmış, Gürcistan ve Ermenistan’dan oluşan Pontus imparatorluğuna da Anadolu’nun kuzeyini ayırmıştır. Böylece Sovyetleri susturacaktır. Ama Kıbrıs’ı İsrail imparatorluğuna ayırmıştır. İşte bu siyasetin devamı için İngilizler adadadırlar ve Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakı istenmemektedir. Türkiye taşeron olarak kullanılmıştır. Türkiye girecek ve sonra çıkıp gidecekti ama Türkiye girdi ve şimdi çıkaramıyorlar.
1980 Müdahalesi batılıların planlaması ile yapılmıştır. Uygulanan politika ABD’nin talimatı ile olmuştur. Ama komutanlar kendi kararları ile CHP dahil bütün partileri kapattılar. Bu da Türkiye’yi demokrasiye götürdü. Sermayenin hakimiyetine son verdi.
Şimdi merak edilen bir şey vardır. Beklenmedik orijinal bir danışma oylaması yapılmıştır. Bunu eğer AK Parti hazırlamışsa gerçekten onu tebrik etmek gerekir. Tamamen bize has bir danışma oylamasıdır.
a) Önce R. Tayyip Erdoğan’ı cumhurbaşkanlığına itip kalan mirası paylaşmak isteyenlere karşı AK Parti’nin reaksiyonu ölçülmüştür. AK Partililerin bilinç dereceleri ölçülmektedir. Dolduruşa gelmekte midirler? Yoksa Türk milleti İstiklâl Savaşımızdaki bilince erişmiş midir? Bu öğrenilecektir.
b) Sonra partide etkili üç kişi vardır. 1) Bunlardan biri, hiçbir özel hesabı olmayan ama her eğilimle iyi geçinen Arınç grubudur. Bülent Arınç Nurculardan gelmektedir, hâlâ da onlarla dosttur. Akevler’in oluşmasında etkin olmuştur, hâlâ fikrî yakınlığı vardır. Erbakan’ı en çok kritik eden ama ona en çok saygılı olan kimsedir. “Adil Düzen” lehinde bir şey yapmamıştır ama aleyhte de bulunmamıştır. Fahri olarak İslâmî mağdurları mahkemelerde savunmuştur. Gerçek Millî Görüşçüler ve Adil Düzenciler onun yanında yer alırlar. 2) Abdullah Gül’ün kendisinin Millî Görüşe fazla katkısı yoktur, “Adil Düzen”e de karşıdır. Akevler’de yetiştiği halde Akevler’e karşı da soğuk durmaktadır. Ancak yakınlarının Millî Görüşe katkıları büyüktür, “Adil Düzen”i de desteklemişlerdir, Akevler’in kurucularındandırlar. Sömürür sermayesi Erbakan’a karşı Gül’ü desteklemiştir. Cumhurbaşkanı olması sorun olmaz diye inananların bir kesimi Gül’ü desteklemektedir. 3) R. Tayyip Erdoğan bu partinin baştan beri içindedir. İstanbul Belediyesi’ni kendi bileği ile kazanmış, başarılı belediyecilik yapmıştır. Diğer belediyelere örnek ve destek olmuştur. Millî Görüşün yaygınlaşmasında Erbakan’dan sonra onun katkısı vardır. Bülent Arınç’tan ve Abdullah Gül’den daha güçlü siyasetçidir. Erbakan’a karşı sömürü sermayesince desteklemiştir. Fanatik mü’minler onun yanında yerleşirler.
AK Parti’de bunlar dışında bir grup yoktur. AK Parti’yi parçalamanın yolu bu grupların arasını açmadır. Ankette öyle soru sorulmuştur ki; bu partinin sahibi biziz, biz anlaşarak karar veririz, bunun için sizden görüş istemiyoruz. Çünkü kimin kuvveti nedir, ortaya çıktı. Parçalamaya etkili oluruz demişlerdir. Bu davranış etkin davranıştır, sömürü sermayesinin işine gelir.
c) Burada askerlere mesaj vardır. Sizin için eşlerinin başörtüsü sorunsa, bizim eşlerinin başı açık güvendiğimiz kimseler de vardır. Bunlardan hangilerini partililerin desteklediğini öğrenmek istemiştir. Askerler de bunları yapabiliriz demiştir. Bunlardan Beşir Atalay tutumu dolayısıyla sömürü sermayesinin istemediği kimsedir. Vecdi Gönül de zekası dolayısıyla hoşlanmadıkları kimsedir. İkisinin de Akevler’le geçmişleri vardır. Güvenilir kimselerdir. Diğer adaylar aleyhinde de bir bilgimiz yoktur.
d) Erdoğan CHP’ye, adayınızı çıkarın belki tutar demiştir. Muhalefet Erdoğan’ı cumhurbaşkanlığına itip partinin enkazından yararlanmak isteyen muhalif aday çıkaramamış, sadece sen olma demiştir. Yani, senden başka birisi olmasın demek istemiştir. Böylece bu anketle AK Parti’nin ciddi parti olduğunu göstermiştir. Adaya karşı çıkarak değil, adayları ortaya koyarak meşru yolu seçmiştir.
Tekrar ediyoruz ki; AK Parti’den cumhurbaşkanı adayı başta Bülent Arınç olmalıdır. Abdullah Gül’ün olması uygun değildir. Erdoğan onun emrine giremez. Ama cumhurbaşkanlığını sivil kimse yapamadı, yapamaz. Bülent Arınç hiç yapamaz. Tavsiyemiz, Erdoğan’ın teker teker milletvekillerine danışarak bir orgenerali cumhurbaşkanı yapmaktır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-402 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-232 İstanbul, 31 Mart 2007
HALK EKONOMİSİNİN ZAFERİ
Bugünkü sömürü sermayesinin başlangıcı Haçlı Seferleri’ne dayanır. Savaşlardan dönenler doğunun mallarını Avrupa’ya götürdüler. Oralarda kasabalar doğdu. Toplumda en alt sınıf olan Yahudiler ticarete hakim oldular ve en üst seviyeye çıktılar. Beşyüz senelik mücadele bugün onları dünyanın hakimi yaptı. Batıda kapitalizm hükümran oldu. Tüm Avrupa sanayi üretiminin işçisi oldu. Sermaye tekeli doğurdu. Kuzeydeki gelişmemiş ülkelerde sermaye tekeli kurulamadığı için halkın neyi varsa devlet eliyle gasp ettiler ve sosyalizm doğdu. Sermaye tekelinin şimdiki siyaseti de “özelleştirme” yoluyla gasp edilen imkanları sermaye tekeline aktarmaktır. Böylece dünyada sermaye tekelinin oluşturacağı tek ekonomik devletini kurmak istemektedir.
İşte, sermeye bu hedeflere doğru süratle ilerlerken, karşısında “Millî Görüş”ün geliştirdiği “Adil Ekonomik Düzen”i bulmuştur. “Adil Ekonomik Düzen”deki sistem “halk ekonomisi”dir, “organize olmuş liberalizm”dir. “Gümüş Motor” denemesi ile başlayan ve “Akevler çalışmaları” ile teorisi geliştirilen bu ekonomi ile tekel ekonomisi arasında derinden derine bir savaş vardır.
Önce Sovyet sosyalizmi yıkılmış ama topraklarını sömürü sermayesine kaptırmamış, halk ekonomisi gelişmiştir. Çin’de hâlâ sosyalizm devam etmekte ise de fiilen halk ekonomisine kayılmaktadır. Avrupa Birliği ekonomisi de halk ekonomisidir. Euro doları solladığına göre halk ekonomisi yarışı kazanmak üzeredir.
Halk ekonomisinin en etkin gelişmesi Türkiye’de olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu yıkılmış, yerine Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Cumhuriyet hükümetinin ilk yaptığı iş devleti sömürü sermayesine karşı korumak olmuştur. Bunun için;
a) Dış borçları tasfiye etmeyi hedef almış, 1950’lere varırken bunu başarmıştır.
b) Yabancı sermayeyi ülkeden çıkarmayı hedeflemiş, 1950’ye kadar da bunu başarmıştır.
c) Halkın yapamayacaklarını devletin yapması ilkesini getirmiş ve Türkiye bu yolla Batı ekonomisi ile yarışacak seviyeye yükselmiştir.
d) Faizli devlet kredisine dayanmayan ve halkın iştiraki ile oluşan Anadolu holdingleri tekel sömürü sermayesi ile giriştiği savaşı kaybetmemiştir.
AK Parti’nin IMF baskıları içinde hep tekel ekonomiyi destekleme politikaları sonuç vermemiştir.
Türkiye’de halk ekonomisi canlılığını korumaktadır. Türkiye’yi;
a) Adnan Menderes tarım döneminden sanayi dönemine geçirdi.
b) Süleyman Demirel Anadolu’nun altyapısını tamamladı.
c) Turgut Özal devlet sermayesinin yanında İstanbul özel sermayesini geliştirdi.
d) Necmettin Erbakan özel sermayeyi Anadolu’ya halk sermayesi olarak taşıdı.
e) Tansu Çiller Anadolu halk sermayesini ülke dışına açtı.
Türkiye en acı günlerini 28 Şubat’tan sonraki beş sene içinde yaşadı. Bir tek taş taş üstüne konmadığı halde ülke borçları iki misline çıktı. AK Parti’ye bir o kadar da hortumlanmış banka yükünü bıraktı.
Türkiye’de reel ekonomi çok yavaş düzelmektedir ama finans ekonomisi yani para ekonomisi beş seneden öncesine göre daha düzgün gitmektedir. Para ekonomisinin temeli para değerinin korunmasıdır. Türkiye’de para değeri korunuyor. Kur sabit durmaktadır. Borsada da dalgalanmalara rağmen denge korunuyor.
Burada aşılması gereken sorunlar şunlardır:
a) YTL’nin dış paralara karşı enflasyona rağmen korunması klasik ekonomide mümkün değildir. Demek ki bu ekonomiyi besleyen başka bir kaynak vardır.
b) Paranın değerini koruması işsizliğin artmasını ve üretimin düşmesini gerektirir. Oysa işsizlik yavaş da olsa azalıyor, üretim de yine yavaş da olsa artıyor, iyiye gidiyor. Normal ekonomi kuralları bunu imkânsız görür ama Türkiye’de bu oluyor.
c) Dış ülkelerde meydan gelen dalgalanmalar bağımlı ekonomilerde içte de aynen onun paralelinde olur. Ama bağımsız ekonomilerde ise dışarıdaki krizler içeride refahı getirir. Türkiye’de refahı getirmemişse de, krizler Türkiye’de etkin olmamaktadır. Bu da Türk ekonomisinin artık tekel sermayeye karşı bağımsız ekonomi hâline dönüştüğünü ifade eder.
d) Devletin ekonomik müdahaleleri Türkiye’de öyle olmuştur ki ekonominin çökmesi gerekir. Mesela, faizi artırma reel ekonomiyi çökertmedir. Ama gerçekte böyle olmadı. Devletin menfi müdahalelerine karşı Türk ekonomisinde çökme değil gelişme olmuştur. Biz o zamanlar da yazdık. Bu müdahaleler Türkiye’yi çökertemeyecektir dedik. Çünkü Türkiye ekonomisi faizsiz halk ekonomisine dayanmaya başlamıştır.
İşte, yukarıda saydığımız Türk ekonomisine katkıda bulunanlar arasına Recep Tayyip Erdoğan’ı da katmak durumunda kalabiliriz. Bu da şöyle olacaktır. Devlet tekeli ortadan kalkacaktır. AK Parti bunu yapmaya çalışıyor. Yerine ne gelecektir? Sömürü sermeyesi tekeli mi gelecektir, yoksa “Anadolu Halk Sermayesi” mi gelecektir? Bu belli değildir. Şimdilik ibre “Anadolu Halk Sermayesi”ne doğru kaymıştır. R. Tayyip Erdoğan’ın zamanında bu gerçekleşirse, yukarıdaki listeye Erdoğan’ı da eklemek durumunda olacağız. Bu da onun sömürü sermayesinden korkmadan “Anadolu Halk Sermayesi”ni desteklemesi ile mümkün olacaktır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.:
REŞAT NURİ EROL