1967...1968...1969....AKEVLER 40 YILDIR ÇALIŞIYOR....2005...2006...2007
BİZLER ÇALIŞIYOR VE YENİ İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZLERİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ; BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
ADİL DÜZEN 405
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 21 Nisan 2007 Fiyatı: www.akevler.org’a tıklamak!
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 405. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Hedefimiz; “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, Reşat EROL
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ
AK PARTİ’NİN CUMHURBAŞKANI İMTİHANI
YENİ UYGARLIK VE TÜRKİYE
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 67. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
كُتِبَ عَلَيْكُمْ الْقِتَالُ وَهُوَ كُرْهٌ لَكُمْ وَعَسى أَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ وَعَسَى أَنْ تُحِبُّوا شَيْئًا وَهُوَ شَرٌّ لَكُمْ وَاللَّهُ يَعْلَمُ وَأَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ(216)
يَسْأَلُونَكَ عَنْ الشَّهْرِ الْحَرَامِ قِتَالٍ فِيهِ قُلْ قِتَالٌ فِيهِ كَبِيرٌ وَصَدٌّ عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ وَكُفْرٌ بِهِ وَالْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَإِخْرَاجُ أَهْلِهِ مِنْهُ أَكْبَرُ عِنْدَ اللَّهِ وَالْفِتْنَةُ أَكْبَرُ مِنْ الْقَتْلِ وَلَا يَزَالُونَ يُقَاتِلُونَكُمْ حَتَّى يَرُدُّوكُمْ عَنْ دِينِكُمْ إِنْ اسْتَطَاعُوا وَمَنْ يَرْتَدِدْ مِنْكُمْ عَنْ دِينِهِ فَيَمُتْ وَهُوَ كَافِرٌ فَأُوْلَئِكَ حَبِطَتْ أَعْمَالُهُمْ فِي الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ وَأُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ(217)
كُتِبَ عَلَيْكُمْ (KuTiBa GaLaYKuM) “Size yazıldı.”
İnsanlık tarihte birçok yönetim şekillerini geçirmiştir. Kabile yönetiminde kabile başkanı bir babanın aileyi idare etmesi gibi kabilesini yönetiyordu. Kabile başkanı herkesi ayrı ayrı tanıyor ve herkese ona göre muamele yapıyordu. Sümerler Fırat ve Dicle kenarlarında barajlar inşa edip de siteleşme başlayınca bu yönetim şekli yeterli gelmemeye başladı. Hazreti Nuh peygamber yazılı metinleri getirdi. İlk yazı Sümerler’de icad edilmiş ve yöneticiler şifahi emirler yerine yazılı emirnameler çıkarmışlardır. Tarih de bu zamandan itibaren başlar. Artık şifahi kuralların yerini yazılı kurallar almıştır.
Kur’an’da da, “Az olsun çok olsun yazmaktan üşenmeyin” denilerek, her türlü sözleşmelerin yazılı olarak yapılması emredilmektedir. Eskiden sözleşme yaparken kişiler el ele tutarlar ve eller tutulu iken söylenen sözler tarafları bağlardı. Fıkıhçılar bunu meclise çevirmişler, bir mecliste otururken söylenen sözler tarafları bağlar demişlerdir. Günümüzde bunların hiçbirisi sağlıklı değildir. Bugün için sağlıklı olan sözleşmelerin yazılması ve taraflar imza attıktan sonra onun yürürlüğe girmiş olmasıdır. Kur’an bir sözleşmedir. Kur’an’ı kabul edenler mü’min olurlar veya müslim olurlar. Orada yazılanlar onların şeriatı olur.
Kur’an burada mü’minlere hitap etmektedir. Mü’minlere savaşmak farz kılınmıştır. “Kütibe aleyküm/ Size yazıldı” sözü ile de bunun görev olarak verildiği ifade edilmektedir.
الْقِتَالُ (eLQıTALu) “Kıtal”
“KITAL” vuruşmak demektir. Vurmak katildir.
Esas olan İslâm’dır, yani barıştır; insanların sorunlarını hakemler yoluyla çözmeleridir.
Ama nasıl vücutta yalnız vücuda ait hücreler bulunmaz, hastalık yapan mikroplar bulunursa, toplulukta da hep barış içine giren ve hakemlerin kararlarını kabul eden kimseler olmayacaktır. Hakem kararlarını dinlemeyen veya hakemlerini seçmeyen kimseler de olacaktır. Bunlar fitneye devam edeceklerdir. İnsanların mallarına, canlarına, işlerine ve ırzlarına saldıracaklardır. Hakem kararlarını dinlemedikleri için onlara hukuk kuralları uygulanamaz. Çünkü hukuk ancak hakem kararlarına uyulduğu zaman uygulanabilir.
Bunlarla savaşma zorunluluğu vardır. İşte bu savaş iki şekilde olur.
Ya kişi karşı gelir ve firar eder. Bunların öldürülmesi için hakem kararı çıkar. İşte onları takip edip öldürmek mü’minlere farzdır. Müslimlere de cizye vermek farzdır. Bu da kıtaldir. Yakalayıp hapsetmek İslâmiyet’te yoktur. Hukuktan kaçan ceza olarak öldürülmektedir. Öldürülünceye kadar pişman olur da teslim olursa o zaman ona hukuk kuralları uygulanır.
Kıtalin ikinci çeşidi ise cephe savaşıdır. Karşı tarafta olanlar sizi öldürüyorlarsa öldürülürler.
Burada “KITAL” kelimesi getirilmiştir. Yani, o sizi öldürüyorsa siz de onu öldürebilirsiniz, yoksa tek taraflı kıtal yoktur. Bu sebepledir ki özel hukuka karşı gelen yani borcunu ödemeyen kimse öldürülmez. Ona bedeni ceza verilemez. O sadece borçlanma ehliyetini kaybeder, hırsızlık yaparsa kolu kesilir. Bunlar hukukîdir. Kişinin eşkıya sayılabilmesi için insanlara saldırmış olması gerekmektedir.
وَهُوَ كُرْهٌ لَكُمْ (Va HUva KuRHun LaKUM) “Size kürh olduğu halde.”
“KERH” kelimesi “KARH” kelimesine akrabadır. “KARH” pis kokan yaradır. “KERH” olarak kullanıldığında zorlama anlamına gelir ki, “İKRAH” bu mânâdadır.
“KÜRH” ise sıkıntı anlamına gelir. Annenin hamile kalması için kullanılmaktadır. Sıkıntılıdır ama anne bundan hoşlanmaktadır, bunu isteyerek yapmaktadır. Savaş da böyledir, sıkıntılıdır ama insanlar buna razı olmaktadır. Çünkü zaferin sonunda barış vardır. Galibiyetin verdiği bir zevk vardır. Çocuğu doğan annenin duyduğu zevki duyacaktır. Bu sebepledir ki “KERHEN” değil de “KÜRHÜN” kelimesi getirilmiştir.
Evet, savaş topluluklar için sıkıntıdır. Ancak o sıkıntıdan sonradır ki bağımsızlık zevkini insanlara tattırır. Biz bugün ülkemizde alnı açık gezebiliyorsak, 10 milyon nüfustan 70 milyona ulaşmışsak, bunu dedelerimizin şehit olma yani canları pahasına savaşmalarına borçluyuz. Onlar savaşmasaydılar yine de öleceklerdi ama biz şimdi bu topraklar üzerinde yaşamayacaktık.
وَعَسَى (Va GaSAy) “Umulur, beklenir.”
Arapçada cümlelerin başına kelimeler gelir ve o cümleye değişik anlamlar yükler. İsim cümlelerine gelenler vardır, fiil cümlelerine gelenler vardır, her ikisine gelenler vardır. Bunların bir kısmı fiildir, bir kısmı da nâkıs fiildir. Nakıs fiildir demek, mastarı yoktur. Çekimleri de tam değildir. Bunların bir kısmı fiilin ismidir.
“AS” kelimesi de bu kelimelerdendir. Mastarı yoktur, muzarisi de yoktur. “AS” lazım fiil gibidir. “EN” veya “ENNE” ile gelen cümleyi beklenen hâline sokar, cümleye “öyle olması ümit edilir, öyle olması beklenir” anlamlarını verir.
Gelecekte olan şeylerin hepsi önceden bilinemez. İhtimal dahilinde ise o zaman “AS” gelir. “Asâ en temuta” denemez, çünkü zaten herkes ölecektir. Ama “Asâ en temuta gadan” denebilir, yani “sen yarın ölebilirsin” demektir. “AS” kelimesinin türemesi ise “ET” kelimesinin değişmesi ile olabilir. “ET” gelecek demektir. “ET”da kesinlik mânâsı vardır. “AS”da ise beklenti vardır. Dillerde kelimelerin söylenişi değiştirilerek yeni anlam kazandırılır. Türkçede “bol” ile “böl, “ol” ile “öl”, “gelt” ile “gilt” böyledir. “Gel”in aslı “gelt”tir. “Getir” diyoruz, aslı “geltir”dir, “götür” diyoruz, aslı “göltür”dür.
أَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا (EaN TaKRaHUv ŞaYEan) “Bir şeyi kerh ederseniz.”
“KERH” kelimesi müteaddidir. Bir şeyden hoşlanmamak, bir şeyden sıkılmak demektir. İlaç alırsınız, hoşunuza gitmez. Ameliyat ederler, hoşunuza gitmez. Sabah kalkmak hoşunuza gitmez.
Savaş da böyledir, savaşmak hoşunuza gitmez. Zor olur.
Aslında her iyi şey sıkıntılıdır. İmtihana girersiniz, sıkılıp terlersiniz.
Napolyon’u Ruslar savaş açtı diye uyandırmışlar; o da “Ben imtihan var sandım, beni bunun için mi uyandırdınız?” demiş. Ama herkes yine de imtihana giriyor.
Savaşın durumu budur. Hoşumuza gitmez ama sonu saadettir.
وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ (Va HuVa PaYRun LaKuM) “O sizin için hayırlıdır.”
Birçok hoşlanmadığımız şeyler, bize sıkıntı veren şeyler vardır ki, sonu bizim için hayır olmuştur.
Karahanlılar ile Gazneliler anlaşırlar ve Oğuzları batıya sürerler. Onlar bundan hoşlanmazlar ama batıda bunlar hakim olurlar. Sonra Selçuklu İmparatorluğu kurulur ve Osmanlılar doğar. İmparatorlukları o zamanki dünyayı yönetti. Bugün de Türkiye Cumhuriyeti vardır. Ama şimdi ne Karahanlıların ne de Gaznelilerin torunları bağımsız bir devlete sahip değildirler. Muhacirler Mekke’den kovuldular ama sonra İslâm devletini kurdular. Osmanlı İmparatorluğu dağılmıştır ama Cumhuriyet ortaya çıkmıştır.
Adil Düzen Çalışanları bugün başarısız gibi görünüyorlar ama bu başarısızlıkları onlara “Adil Düzen”i öğretmektedir. Yarın bu başarısızlıkların sonucu insanlığa “Adil Düzen”i getirecektir. Yeter ki sabretsinler ve çalışmalara devam etsinler.
وَعَسَى أَنْ تُحِبُّوا شَيْئًا (Va GaSAy EaN TuXibBUv ŞaYEan)
“Umulur ki bir şeyi muhabbet ederseniz”
Türkçede “sevmek” karşılığı “nefret etmek” kullanmaktayız. Arapçada sevmek “muhabbet etmek”, nefret etmek “kürh etmek” olarak kullanılmaktadır. Türkçedeki “hoşlanmak” da hem muhabbet hem de rıza anlamında kullanılır. Bu sebepledir ki dillerden dillere tercüme kolay değildir, hattâ imkansızdır.
Kur’an tercüme edilmeyecektir. Âlimler Kur’an’a dayanarak kendi topluluklarının o günkü sorunlarını çözen kitaplar yazacaklardır. Kur’an üzerinde düşündüreceklerdir. Ama hiçbir zaman bu meal Kur’an’dır denemez. Değişik meallerin okunması gerektiği gibi, her yıl yorumlu mealler yayınlanmalıdır.
وَهُوَ شَرٌّ لَكُمْ (VB aHUVa ŞarRun LaKuM) “O sizin için şer olur.”
Bir şeyden hoşlanırsınız ama sonra o sizin için kötü ve şer olur. Kredi kartı ile alışveriş yaparsınız, sizin hoşunuza gider, ama sonra iflas ederseniz ve intiharı düşünürsünüz.
1950’li yıllarda Demokrat Parti’yi iktidar ettik, hoşumuza gitti ama Türkiye’deki putperestliği o parti getirdi, Türkiye’yi borca o soktu, askeri müdahaleleri o başlattı, lâik-dindar savaşları onlar zamanında başladı.
Halk Partisi geldi, hoşlanmadığımız inkılâplar yaptı ama sonra o inkılâplar bizi güçlü cumhuriyete ulaştırdı. Biz hem Batı’yı hem de İslâmiyet’i o inkılâplar sayesinde öğrendik. Çünkü eskiden okuyanlar Arapça okuyup Arapça söylerlerdi ama söyleyenler de ne söylediklerini bilmezlerdi. Bugün bütün İslâmî eserler tercüme yoluyla Türkçeleşmiştir. Biz İslâmiyet’i Latin harfleri sayesinde öğrenmeye başladık.
وَاللَّهُ يَعْلَمُ (Va elLAHu YaGLaMu) “Allah ilmediyor”
Fiil burada muzari getirilmiştir. Sanki sonradan öğrenmiş gibi ifade edilmiştir. Allah için zaman sözkonusu olmadığı için fiili mazi de söylense tam ifade etmemiş olur, fiili muzari de söylense tam ifade edilmemiş olur. Bu sebepledir ki bazen “ALİME” bazen “YA’LAMU” demektedir. “YA’LAMU” deyince daha çok genel olayları içerir. “ALİME” ise belli olayı içerir. Yani “YA’LAMU” istiğrak için, “ALİME” marife için daha çok kullanılır.
وَأَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ(216) (VaEaNTuM LAv TAGLaMUvNa) “Ve siz bilmezsiniz.”
İnsanın aklı birçok yerlerde sorunları çözer ama kâinatın doğal ve sosyal kanunlarını tam bilmediği için Marks gibi saçmalar. Marks zamanında genetik bilinmiyordu. DNA’lar henüz bulunmamıştı. Akraba evliliğinin zararları anlaşılamamıştı. O sebeple Marks evlilik müessesesinin gereksiz olduğu, hayvanlar gibi serbest cinsi ilişkide bulunulması gerektiği görüşünü savundu. Oysa bu durum akraba ilişkilerini ortaya çıkaracak ve insanlık dejenere olacaktı. O halde Kur’an’ın söylediklerini yapmamız gerekmektedir.
Bugün domuz eti hakkında da fazla bilgimiz yoktur ama domuz eti Tevrat’ta da haramdır, Kur’an’da da.
***
يَسْأَلُونَكَ عَنْ الشَّهْرِ الْحَرَامِ (YeSELuNaKe ) “Sana haram şehrden sual ediyorlar.”
Savaştan evvel infaktan bahsedilmiştir. Daha önce de be’s ve darradan bahsedilmiştir.
Daha önce insanların tek ümmet oldukları, sonradan ihtilaf ettikleri anlatılmıştır.
Bütün bunlar arasında ne ilişkiler vardır?
Diğer canlılar kendi aralarında savaşmadıkları halde, insanlar en güçlü yaratıklar oldukları için denge kendi aralarındaki savaşlarla sağlanmıştır. Bu sebeple insanlar ayrı ayrı devletler hâlinde organize olmuşlardır.
Sömürü sermayesinin tek devlet anlayışı bu bakımdan gerçekleşmeyecek saçma bir anlayıştır.
Bu dünya ölümlüdür. Canlılar belli ömürleri yaşadıktan sonra öleceklerdir. Ölünceye kadar geçen dönemde birbirlerini yiyerek geçinmektedirler. Hayvanların hepsi bitkileri yiyerek geçinirler. İnsanlar da hayvanları ve bitkileri yiyerek geçinirler. Savaş olmazsa topluluklar yaşlanır, sosyal çürüme ve koku ortaya çıkar. Adalet bu dünyada değil âhirette sağlanacaktır. Bu dünya geçicidir, âhiret ise bakidir.
İnsanlar toplu olarak yaratılmıştır ama herkes kendisi için çalışır. Sosyal dayanışma ile varlıklarını ve topluluklarını sürdürürler. Devlet aşamasından önce de insanlar savaşıyorlardı.
Devlet yani sosyal yapı iki şeye dayanır. Bunlar da savunma ve geçinme, yani çalışma ve yaşamadır.
Bu âyetlerde insanlığın sosyal yapısı anlatılmaktadır.
“Sana soruyorlar, soracaklar. Haram ayından soruyorlar, haram mekandan soruyorlar.”
İnsanlar savaşırlar ama savaşın da kendi kuralları vardır, ona uyarlar. Bugün atom bombasının kullanılmasını meşru görmüyorlar, biyolojik silahların kullanılmasını meşru görmüyorlar, kimyasal silahların kullanılmasını meşru görmüyorlar, bir de soykırımı meşru görmüyorlar.
Dört haram ay vardır. O aylarda savaşlar meşru görülmüyor. Çünkü sürekli savaş her iki tarafı çökertir.
Evet, savaş olmalıdır ama yenen ve yenilen belli olsun diye savaş olmalıdır. Kitlesel soykırımlar olmamalıdır. Bunun için savaşmanın meşru olmadığı yerler olmalıdır. Oraya sığınanlar savaştan kendilerini kurtarmalıdırlar. Avrupalılar bunun için İsviçre’yi seçmişlerdir. Kur’an da Mekke’yi seçmiştir.
Bize göre her kıtada bir haram il olmalı ve orada savaş meşru olmamalıdır. Oraya gidip sığınanlar kendilerini emniyette bulmalıdır. Bir de haram aylarda savaş olmamalıdır. Bu aylar hac ayları ile Recep ayıdır.
Yani, sene ikiye ayrılmıştır. Yarısında savaş haklı nedenlerle meşrudur. Sonraki altı ayın ilk ayında savaşmak haramdır. Ondan sonra da son üç ayda savaşmak haramdır. Meşru da olsa o aylarda savaş yapılmaz. Yani, bir ülke aleyhine hakemler karar aldılar, bu ülke ile savaşılır dendi. Komşu devletlerden bazılarında veya uzak devletlerden bazılarında askeri birlik oluşturuldu. Artık o ülke ile savaş meşrudur. Ama haram aylardadır. Savaşamazsınız, beklersiniz. Haram aylar geçtikten sonra iki veya altı ay gibi bir zamanı var, o aylar içinde savaşı kazanmanız gerekir. Yoksa geri çekilirsiniz. Mesela Irak’ı ele alalım. Savaş altı ayda veya iki ayda bitti ise bitti, bitmedi ise yenemediniz demektir. Geri çekileceksiniz ve bekleyeceksiniz. Haram aylar geçince saldırabilirsiniz. Haram aylarda savaşı devam ettiremezsiniz. Kişiler savaş meydanını bırakıp haram kentlere gittilerse, artık orada onları takip edemezsiniz.
Buna benzer kurallar cahiliye Araplarında vardı ve bunu Kur’an teyit etti. Ne var ki savaş tek taraflı bırakılamaz. Karşı taraf saldırmaya devam ediyorsa, siz elinizi kolunuzu bağlayıp teslim olamazsınız.
İşte “senden bunu sual edeceklerdir” deniyor.
Buradaki “sen” zamiri kimdir?
Uluslararası başkan olan Mekke imamıdır. Kurallar koyar, o kurallara mü’minler uyarlar. Bir de devlet başkanlarıdır. Başkanlar da kurallar koyar, ülke dışı savaşlara o kurallar içinde gidilir. İl başkanı da kurallar koyar, eşkıya öyle takip edilir. Haram aylarda takip durur.
Burada “sual etmek” izin almak demektir.
Demek ki, son savaş kararını insanlık başkanı verir, devlet başkanı verir. İl başkanı takip kararını verir. Hakemlerin karar almaları yeterli değildir. Son izin ondan çıkacaktır.
Demek ki, Irak’a gitmek için bugün ne yapılacak? ABD önce hakemlere gidecekti, hakemlerden karar almalı idi. Birleşmiş Milletler’in ekseriyet kararı yetmez. Savaşmak için bu yeterli değildi. BM Genel Sekreteri’nden izin çıkmalı idi. Savaş ancak o şartlarla başlayabilir, Irak’a öyle saldırılabilirdi. Sonra, haram aylarına kadar sonuç alınmamışsa, haram aylarda geri çekilmeli idi. Saddam devrildikten sonra Irak’ta demokratik meşru hükümet kurulmalı idi. Bu hükümet ile ABD anlaşma yapıp çekilmeli idi. Harp tazminatını alabilirdi. Mesela, şu kadar varil ham petrolü Irak borçlanabilirdi. Ama savaş böyle yıllarca devam edemez.
قِتَالٍ فِيهِ (QıTALun FİyHi) “Onda savaşı soruyorlar.”
Tekrar edelim ki, hakem kararı olmadan savaşmak haramdır. Kur’an’da ve uluslararası sözleşmelerde meşru görülen hallerde savaş meşrudur. Yani, başkalarının ülkesine saldırırsınız, işgal edersiniz, mallarını ve ülkelerini ganimet yapabilirsiniz. Savaşacak elebaşlarını da öldürebilirsiniz. Ama bütün bunlar hakemlerin kararı ve insanlık başkanının izni ile olacaktır. Haram aylarda ise bu savaş başlayamaz. Ama karşı taraf saldırırsa, o zaman siz de savunma durumdasınız, yani savunma savaşı her zaman meşrudur.
قُلْ قِتَالٌ فِيهِ كَبِيرٌ (QuL QıTaLun FIyHi KaBİyRun) “Söyle, orada kıtal kebirdir.”
Yani, o ayda savaşmak, haram ayında savaşmak büyük günahlardandır.
Burada haram ayı cinstir. “FÎHİ”deki zamir o sebeple müfrettir. Her ay ayrı haram ayı olarak görülecektir. Dolayısıyla Recep ayı müfret olarak haram ayıdır. Haram ayları dörttür. Üçünün hac ayı olduğu başka yerde belirtilmiştir. Bir ayın da ayrı olduğu burada belirtilmiş oluyor. Çünkü haram ayı olarak zikretti.
Şimdi bu ayın hangi ay olması içtihadına gerek vardır. Senenin son yarısını ilk ay olarak seçmemizde isabet vardır. Böylece senenin yarısında galip aylar haram ayları olur. Diğer altı ay ise savaş ayı olarak kalır. Sünnetin uygulaması budur. Bunda da icma vardır. Zaten isim olarak haram aylar Arapçada bu ayların adıdır.
Bu aylar gökteki aylardır. Çünkü şehr bedir demektir. Gök aylarının ismidir. Kıyas da buna uygundur. Böylece savaş ve barış ayları mevsimlere göre dolaşır ve dengesizliğe sebep olmaz.
Günahlar iki türlüdür. Büyük günahlar ve küçük günahlar.
Büyük günahlar olarak şunlar sayılmıştır.
a) Yönetime isyan etmek en büyük günahtır.
b) Anne babaya eziyet etmek,
c) Zina yapmak,
d) Hırsızlık yapmak,
e) Yalandan şahitlik yapmak,
f) Zina iftirasını yapmak,
g) Haksız yere insanı öldürmek,
h) Savaşta firar etmek büyük günahtır.
i) Burada haram aylarında kıtal etmek,
j) Faizli muameleleri meşru görmek büyük günahtır.
Kur’an haram aylarda savaşmayı meşru görmemektedir. Büyük günah saymaktadır. Haram yerlerde de savaşı kıyas yoluyla büyük günah sayarız. Böylece İslâmiyet’in ne kadar barışçı din olduğu ortaya çıkmaktadır.
Savaşların meşruiyetinde ne kadar zorluklar bulunduğunu öğreniyoruz. Bir savaş altı ayda bitmelidir. İnsanlığı devamlı olarak çarpışır hâle koymak gerçekten büyük sıkıntılar yaratmaktadır.
Bu kural Filistin için de geçerlidir.
Eşkıya altı ay bastırılmalıdır. Bastırılamıyorsa, bir aylık bir ara verilmelidir. Sonra iki ay bastırılmalıdır. Bastırılamıyorsa, sonra dört aylık bir ara verilmelidir. O topluluk böylece yaşamak için gerekli hazırlıklar yapar. Soykırımına uğramazlar. Oysa bugünkü savaşlar soykırımına götürmektedir.
وَصَدٌّ عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ (VaÖadDun GaN SaBIyLı elLAHi) “Allah’ın sebilinden saddetti.”
Haram aylarda kıtal, ama “Allah’ın yolu”ndan saptırmak için kıtal, hakem kararlarına uymamak ve saptırmak için kıtal.
“Allah’ın yolu” topluluğun yoludur, yani herkesin gelip geçtiği ve serbestçe dolaştığı yoldur. Genel olarak şeriat topluluğun yoludur. Topluluğa ait olup herkesin yararlanmasına ayrılmış olup bir yerinden saptırmak, uzaklaştırmak, bu amaçla savaş yapmak, meşru olmayan yol için savaş yapmak.
Burada şu sonuç çıkar. Haram aylarda hakem kararları olsa da savaşılmaz, haramdır. Ama saldıranlara karşı savaşılır. Akla şu soru gelir; haram ayda bir devlet haklı olarak saldırırsa onunla savaşılır mı? Hayır, onunla savaşılmaz, çünkü orada Allah’ın yolundan saddetme yoktur. Günahtır ama savaşan olursa da suçlu değildir.
وَكُفْرٌ بِهِ (Va KufRun BiHIy) “ve O’na küfürdür.”
Buradaki zamir nereye gitmektedir? Buradaki zamir Allah’a mı gitmektedir? Bundan sonra Mescidi Haram’a atfedildiği için bu zamir Allah’a değil sebile gitmektedir. Sebil, ağ şebekesi demektir, yollar demektir.
Ondan yani yoldan sapıyorlar ve sapıtıyorlar. Kamu alanlarında insanların dolaşmalarını önlüyorlar. Baş örtülüsün diye okula almıyorlar. Oysa orası -adı üstünde- kimsenin şahsi alanı değil, kamu alanıdır, kimse kimsenin oraya girmesine mâni olamaz. Kamu alanında suç işlenirse cezası vardır, kanunda yazılı cezalar verilir.
Kur’an’da oraya girme yasağı konmuşsa ve adam girerse onun da cezası vardır, mahkeme kararı ile cezası verilir. Hukuk düzeninde polis kamu alanına girmek isteyen kimseye mâni olamaz.
وَالْمَسْجِدِ الْحَرَامِ (Va eLMasCiDi eLXaRAMı) “ve mescidi harama”
Şimdi burada yollara ve mabetlere küfretmekten bahsedilmektedir.
Yollara nasıl küfredilir? Mescidi Haram’a nasıl küfredilir?
Bir kimsenin birini yoldan geçirmemesi ve ona zulmetmesi cinayettir. Kişi isterse affeder, isterse kısas uygular, isterse de diyet alır. Bu hususta kamu yetkisini kullanma hakkı mağdura verilmiştir. Yani affederken kendisi affetmektedir. Kamu adına affetmektedir. Ama bir kimse kamu alanını, yolu ve mescidi ‘burası benim malımdır’ diyerek halkı buradan geçirmeyip de sahiplenmeye kalkışırsa, bu küfürdür. O zaman onunla savaş meşru olur. Buradan şu sonuç çıkar. Nefsi müdafa haram aylarda da meşrudur. Bir kimsenin malına, canına, işine veya ırzına dokunulursa kişi kendisini savunur ve onu def eder. Savunurken zarar verirse diyetini öder ama kısas yapılmaz. Oysa saldıran kimse zarar verirse kısasa tâbi olur. Madem ki yoldan geçirmeme kıtal sebebidir, o halde evleviyetle savunma sebebidir. Kamu alanından bile geçirmemesi kıtalı gerektiriyorsa, kişinin özel alanına girerseniz elbette savunma hakkı doğar.
Biz istihsan ile “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nda bunları yazdık.
Bir kimse malını, canını, işini ve ırzını korumak için savunmaya geçer ve karşı tarafı öldürebilir de. Burada bu istihsanımızı âyet teyit etmektedir.
وَإِخْرَاجُ أَهْلِهِ مِنْهُ (VaEiPRACu EHLiHi MiNHu) “Ve ehlini Mescidi Haram’dan çıkarmak”
Burada zamir Mescidi Haram’a gitmektedir. Mescidi Haram’dan maksat tüm Mekke’dir, çünkü muhacirler oradan çıkarılmışlardır, mescitten değil. Bu da bizim mikat hakkındaki içtihadımızı teyit etmektedir.
Mescidi Haram deyince tüm Mekke’dir. Harem alanlardan insanları çıkarmak kıtalden daha büyük bir günahtır. Burada önemli olan husus “EV” değil de “VE” harfi ile atfedilmiştir.
Kur’an burada şunu anlatmaktadır. Bunları ayrı yapmak kıtal için sebep değildir, ama sistematik olarak fiiller işlenirse, o zaman artık onun hakkında haram aylarında da olsa onunla kıtal meşru hâle gelir. Kur’an burada bize bir şeyi öğretmektedir. Suçlar vardır ve onların cezası da kanunlarda yazılıdır, o ceza verilir. Suçlar sistematik işlenirse ve artık ona verilen cezalar onu durduramıyorsa, o zaman o kimse ile savaş meşru hâle gelir.
Suçlu olanın sürülmesi ayrı şeydir, suçsuz kimseleri tehcir etmek ayrı şeydir. Burada sayılanlar sistematik suçtur, odak hâline gelmedir. Zina yapmak başka bir şeydir, zina müessesesini işletmek başka şeydir. Bunlara karşı yapılacak uygun şey sürmedir. Orada da pisliğe devam ederlerse savaştır.
أَكْبَرُ عِنْدَ اللَّهِ “Allah indinde ekberdir.”
Yani katilden ekberdir. “Mine’l-katl” hazfolunmuştur.
Buradan şunu öğreniyoruz ki, büyük günahların da dereceleri vardır. İdamı gerektiren suçtan daha büyük suç vardır. Kişiyi mürtet kabul edilerek mallarını müsadere ederek öldürme, İslâm mezarlığına gömmeme ve namazını kılmamadır.
وَالْفِتْنَةُ أَكْبَرُ مِنْ الْقَتْلِ (VaelFiTNaTü EaŞadDu MiNa elQATLı) “Fitne katilden eşeddir.”
Fitne ile savaş arasında ne fark vardır? Savaşta karşılıklı cephe kurar, birbirinizi öldürmeye başlarsınız. Birkaç ay içinde savaş biter. Ölenler ölür, yenilenler yenilir, kalanlar hayatlarına devam ederler. Bu “kıtal”dir.
“Fitne” ise terör olaylarıdır. Nerede, ne zaman, nasıl bir şekilde ve kimlerin öldürüleceği bilinmeyen bir olaydır. İnsanların mallarının, canlarının, işlerinin ve ırzlarının emniyette olmasıdır. Cephe kurulmamıştır. Kimin dost kimin düşman olduğu bilinmiyor. Fitne galip gelse bile bir sonuç elde edilemez.
Bugün PKK’lıları kullanıyorlar. Yarın olmayacak olanı farz etsek, Türk ordusu yenilmiş ve çekilmiştir diye kabul etsek; o zaman oraya huzur mu gelecektir, sükunet mi gelecektir? Bilakis fitne daha da artacak, birbirini kırma ve öldürme daha çok büyüyecektir. Örgütlenmemiş topluluklar düzen sağlayamazlar. Bunun en açık örneği Türkiye ve Afganistan’dır. Türkiye İstiklâl Savaşı yaptı ve meclisini de kurup devleti oluşturdu. Savaş kazanılınca hemen Osmanlılardan daha güçlü devlet ortaya çıktı. Oysa Afganistan’da da savaş kazanıldı ama bir başkanın ve meclisin çevresinde örgütlenmedikleri için sonunda ne oldu? Daha kötü duruma düştüler. Şimdi Rusları arıyorlar. Ruslar çekildi, Amerikalılar çekilmiyorlar.
O halde diktatörler zulüm yapsalar da itaat edilecektir. Fitne katilden daha eşeddir. Hicret edilecektir.
وَلَا يَزَالُونَ يُقَاتِلُونَكُمْ (Va LAy YaZAvLUNaKuM YuQAvTiLUNaKuM)
“Sizinle mukateleden zeval etmezler. Sizinle savaşmaktan vazgeçmezler.”
Kâfirlerin bu mücadeleleri nedir? Acaba niçin savaşırlar?
Mü’minler iktidarda iken dinde zorlama yapmazlar, baskı altına almazlar, adaleti uygularlar.
O halde onların savaşları nedendir? Bunun sebeplerini şöyle sıralayabiliriz.
a) Onlar Allah’a inanmamaktadırlar. Tüm çevreyi insanları kendilerine düşman zannediyorlar. Herkes onlara düşman olunca onlar da herkese düşmandırlar. Birbirlerine de düşmandırlar. Ancak en güçlü olarak sizi gördüklerinden size en çok düşmandırlar.
b) Onlar iktidarda olsalar size nefes aldırmayacaklar, yalnız dininize değil her şeyinize saldıracaklardır. İçlerinden hep bunun hasretini çekiyorlar. Siz de iktidarda olsanız sizin de onlar gibi onlara muamele edeceğinizi zannediyorlar. Bundan dolayı size düşmandırlar.
c) Onlar zulümden zevk alırlar. Mü’minler nasıl iyilikten zevk alırlarsa, onlar da başkalarına eziyetten ve muzırlıktan zevk alırlar. Ruhları kasvetleşmiştir.
d) Nihayet onların görevi odur. Nasıl Allah mikropları yarattıysa, onları da mü’minlere saldırsınlar diye yarattı, vazifeleri odur. Neden böyle yarattı, Allah onlara neden dolayı bu görevi verdi?
1- Mü’minlerin içindeki münafıklar zoru gördüklerinde kaçsınlar, gerçek mü’minler ile sözde mü’minler birbirlerinden ayrılsınlar diye böyle yaptırmaktadır.
2- Mü’minleri kutlu görevi görecek şekilde yetiştirmek için onları böylece eğitsinler, Allah’ın yeryüzündeki hilafet makamına sahip olsunlar diye onlara bu görevleri vermiştir.
3- Mü’minlere hatalarını göstersinler, onlar da onların yaptıkları zulümlerden ders alsınlar ve kendi eksikliklerini düzeltsinler diye onları görevlendirmiştir. Bir musibet bin nasihatten daha etkilidir.
4- Yaşlanmış, bozulmuş ve artık görev yapamaz hâle gelmiş olan kuruluşlar ortadan kalksın da yenilerine yol açılsınlar diye Allah onlara o görevleri vermiştir.
حَتَّى يَرُدُّوكُمْ عَنْ دِينِكُمْ (XatTAy YarudDuKuM GaN DİyNiKuM)
“Hatta sizi dininizden reddedene dek sizinle savaşmaktan vazgeçmezler.”
Onlar sizin kendi dinlerine girmenizi istemezler, onlar sizi sizin dininizden ayırmak isterler.
Sermaye Türkiye’yi Yahudi yapmak istemiyor, Hıristiyan olmasını istemiyor, dinsiz olsun istiyor.
Dininden vazgeçeceksin, bir dinin olmayacak, bir düzenin olmayacaktır.
Bu sebepledir ki Ayasofya kilise yapılmıyor, müze yapılıyor. Bu sebepledir ki imam hatip liseleri ve Kur’an kursları yasaklanıyor. Bu sebepledir ki Hıristiyanlık propagandasına da karşıdırlar.
Oysa mü’minler Hıristiyanlığı da kendi dinleri kadar severler. Severler ve Hıristiyanlıktaki yanlış inanışları düzeltmeye çalışırlar ama Hıristiyanlığı reddetmez, Hıristiyanlara düşman olmazlar.
إِنْ اسْتَطَاعُوا (EiN EiSTAOAvGUv) “İstitaa ederlerse.”
“TAV’” gücü yetmek demektir. Olgunlaşmış meyve ele geldiği için tav’ denmektedir.
Burada “neye güçleri yeterse” demektedir. İki anlamı vardır.
Güçleri yetse savaştan geri durmazlar. Güçleri yetmediği için savaşmıyorlar.
Lâikçiler mü’minleri yok etmek için 1920’lerden beri faaliyettedirler. Ama hiç bir zaman güçleri yetmemiştir. Yaptıkları her hareket sonunda aleyhlerine olmuştur. Türk ekonomisini çökertmek için elli yıldır faaliyettedirler. Ha başarıyoruz, ha başardık dedikleri zaman bile Türkiye ekonomi bakımından güçlenmektedir. Türkiye’ye 1950 yıllarında saldırdılar. Önce kredi verip altyapıyı yaptıracak, sonra Türkiye’yi işgal edeceklerdi. Baktılar ki olmadı, 1950’lerde kredileri kestiler. DP eldeki altınları sattı ve yatırıma devam etti. Altınlar bitti, enflasyonla yatırıma devam etti ve on yıl içinde Türkiye tarım döneminden sanayi dönemine geçti. Darbe yaptılar, başbakanı astılar ama Türkiye yatırımlara devam etti ve sanayi dönemine geçti. Onu da indirdiler. Türkiye sanayileşmeyi Anadolu’ya taşıdı. Tekrar darbe yaptılar ama Türkiye özel sektörü geliştirdi. Tekrar darbe yaptılar, Türkiye bu sefer de sermayesini dışarıya açtı. AK Parti zamanında ne oluyor? Halk ekonomisi gelişiyor.
Güçleri yetmediği için sizinle savaşmıyorlar.
Irak’la savaştıramadılar, İran’la savaştıramadılar, Bulgaristan’la savaştıramadılar.
Güçlerinin yetmediği ikinci konu da, sizi dininizden vazgeçiremiyorlar.
Lozan’da inkılâpları Türkiye’yi dinsizleştirmek için dayattılar. Dinsizleştirmek için neler yaptılar?
a) Saltanatı kaldırdılar. b) Hilafeti kaldırdılar. c) Tarikatları kapattılar. d) Medreseleri kapattılar. e) Yazıyı değiştirdiler. f) Cuma tatilini Pazara aldılar. g) Dini neşriyatı yasakladılar. h) Okulları, basını, yayını dinsizleştirme ve ahlâksızlaştırma için kullandılar. ı) Takvimi ve saati değiştirdiler. j) Hacca gitmeyi yasakladılar. k) Kurban derileri, zekât ve fitrelere el koydular. l) Camileri müze yaptılar. m) Ezanı zorla Türkçe okuttular. Bunlar planlı bir şekilde Türkiye’yi dinsizleştirmeyi hedeflemiştir. Ama ne oldu?
Bütün bunlar tersine döndü, Türkiye bugün Müslümandır. Anayasa ekseriyeti ile mü’minler iktidardadır. Hâlâ da onlar bu hırslarından ve planlarından vazgeçmemişlerdir.
Elbette Allah’ı yenmek mümkün olmaz. Sosyalistler daha beterini yaptılar ama tarihe gömüldüler.
Türkiye ise bütün bunları Batı’yı oyalayarak atlattı, şerleri hayırlara çevirdi.
Bizim yapacağımız nedir? İslâm âlemi bugün mağlup bir şekilde perişan durumdadır. Müslümanların yapmaları gerekenler nelerdir? İslâm âleminin bugünkü durumda olmasının sebepleri nelerdir?
a) İslâm uygarlığı bin yıllık ömrünü doldurdu ve yaşlandı. Yerini II. Kur’an uygarlığına bırakmak durumundadır, bundan dolayı bugünkü vaziyettedir. Bunu bilerek sabır gösterip yeni İslâm uygarlığını kurmak için çalışmalıyız.
b) Bundan bin sene önceki içtihatlar ve oluşmuş fıkıh bugün artık günümüzün ihtiyaçlarına cevap vermemektedir. Yeniden içtihat yapıp II. Kur’an uygarlığını kuralım diye Allah bizi mağlup etmiş ve bizi uyarmıştır.
c) I. Kur’an uygarlığı tesis edilirken bugünkü imkânlar yoktu. Kur’an’ın istedikleri o zaman yerine getirilemezdi. Bu sebepledir ki 30 yıl sonra hilafet saltanata dönüşmüştür. Bugün bizim bugünkü Batı uygarlığının üstünde bir uygarlık kurmamız gerekmektedir. Bu da Kur’an’ın yeniden anlaşılması ile mümkün olacaktır. Kur’an mucizesini ortaya koyalım diye Allah bize mağlubiyeti tattırmıştır.
d) Bugün yalnız İslâm âlemi perişan durumda değildir. Bütün dünya perişandır. Batı teknikte ve ekonomide çok ileri gitmiş durumdadır ama hukukta ve yönetimde gerçekte bizden de geridir, bizim bin sene önceki durumumuzdan da geridir. Dünyaya kurtuluşu getirmemiz için bizi böylece mağlup etmelerine Allah izin vermiştir. Haçlılar Kudüs’ü aldılar, ikiyüz yıl Kudüs’ü onlar yönettiler ama sonra İslâm uygarlığını kabul etmek zorunda kaldılar. İşte bugünkü mağlubiyetimiz “Adil Düzen”i insanlığa getirmemiz için Allah’ın uyarısından başka bir şey değildir. Biz “Adil Düzen”le üstün olacağız. Böylece “Adil Düzen”in İlâhi düzen olduğu ortaya çıkacaktır.
وَمَنْ يَرْتَدِدْ مِنْكُمْ عَنْ دِينِهِ (Va MaN YaRTaDDiD MiNKuM GaN DİyNiHi)
“Sizden dininden kim irtidat ederse.”
Burada hem irtidattan hem de dinden irtidattan bahsetmektedir.
Dinler ve dindarlar derece derecedir; müşrikler, kâfirler, müslimler ve mü’minler vardır.
Müşrikler dinsiz kimselerdir, yani onların düzenleri yoktur. Her topluluğun tanrısı vardır. Onlara göre toplulukların tanrıları savaştadır, onlar da o sözde tanrılarının askerleridirler. Bu anlayışın bâtıl bir anlayış olduğu bugün bütün ilimler tarafından kesin olarak ispatlanmıştır. Kâinat tek gücün eseridir, kendi içinde tutarlı ve düzenlidir. Matematikle ifade edilir durumdadır.
Kâfirlerin ise kendilerinin dinleri vardır. Hakem kararlarına uymaktadırlar. Ancak mü’minlere cizye verip genel güvenliğe kendileri bedenleriyle katılmamaktadırlar. Biz onlara saldırmayız, ama onların güvenliklerini de korumayız. Bunların irtidadı müşrik olmaktır, yani hakem kararlarını kabul etmemektir.
Müslimler ise savaşa katılmazlar ama hakem kararlarını kabul ettikleri gibi savaşmama karşılığı bedel verirler, cizye verirler. Bunların hukukunu biz koruruz. Bunların insan hakları bakımından mü’minlerden farkı yoktur. Bunların irtidadı da şirk kabul edilir, yani onlara artık kâfir değil müşrik muamelesini yaparız. Müşriklerle savaşmak meşrudur. Kâfirler saldırmazlarsa onlara saldırılamaz. Yani, ancak hakem kararlarını kabul etmeyenlerle savaşılabilir. Bugün buna yargı üstünlüğü diyorlar.
Mü’minlere gelinirse, bunlar mâlen ve bedenen cihada katılanlardır. Bunların irtidadı da küfür kabul edilir, o devletin içinde kalma hakları kalmaz.
فَيَمُتْ وَهُوَ كَافِرٌ (Fa YaMuT VaHUVa KaFiRun) “İrtidad eden kâfir olduğu halde ölür.”
Burada “Fa” getirilmiştir, fa-i takibiyedir. Kim ki kâfir olarak ölür, aynı hükme tâbidir demektir. Yani kâfir olanla sonradan kâfir olan arasında fark yoktur ama dininden irtidat eden kâfir olur demektir.
Burada “FA YUKTAL” denmemekte, “FA YAMUT” denmektedir. Demek ki irtidat eden katl olunmayacaktır. Kâfir iken mevt ederse onun hükmünü söylemektedir.
Yahudilik İlahî dindir. Hıristiyanlık da İlahî dindir. Hıristiyanlar Yahudiliğe dönemezler. Çünkü daha eski dindir. Onlar zaten Hazreti Musa’ya inandıkları için Yahudidirler. Onların Yahudi olmaları demek, Hazreti İsa’yı inkâr etmeleridir. O da dinden dönmedir. Ama Yahudiler Hıristiyan olurlarsa dinden dönmüş olmazlar, çünkü Hazreti Musa’ya inanmaya devam ediyorlar demektir.
Tabii Kur’an mü’minleri için de durum böyledir. Kur’an müminleri Hıristiyan olamazlar, çünkü zaten Hıristiyandırlar. Hıristiyan olmak demek, Kur’an’ı inkâr etmek demektir.
Burada “MİNKÜM” kelimesi bunu anlatmak için getirilmiştir. Yani onların mü’min olmalarında irtidat yoktur. O kâfir iken ölürse demiş oluyor. Kur’an’ı ve Hazreti Muhammed’in elçiliğini tasdik etmiş olduğu halde Hıristiyanlarla yaşadığı için onların mabetlerine gitse insan irtidat etmiş olmaz.
فَأُوْلَئِكَ حَبِطَتْ أَعْمَالُهُمْ (Fa EuLAvEiKa XaBIOaT EaGMAvLuKuM)
“İşte onlar amelleri hubut etmiş olanlardır.”
Bir işe başlarsınız, uğraşırsınız, sona ulaşılmakta iken bakarsınız ki boşa gider, yaptıklarınız bir işe yaramaz olur. Buna “hubut etme” denmektedir. “Habt etmek” bir şeyin bozulup dağılması anlamındadır. Bozulmuş, dağılmış, parçalanmış, yaramaz hâle gelmiş demektir.
Sonuç itibariyle kâfir olarak ölenlerin eski yaptıkları işler işe yaramaz hâle gelmiştir. Sonunda yapılan iyilikler de eski kötülükleri silip süpürür. Son durum esas alınmıştır. Çünkü hak bulunduktan sonra bâtıla gitmek affedilemez. Hak bulununcaya kadar insan mazur olabilir.
فِي الدُّنْيَا (FIy elDuNYAv) “Dünyada”
“Adil Düzen”e sahip olduktan sonra onu terk etmek, dünyayı ve âhireti kaybetmektir.
Adil Düzen Çalışanları olarak bu hususu iyi bilmeniz gerekmektedir.
Henüz “Adil Düzen” üzerinde çalışma onlara nasip değilken, onların sorumlulukları daha azdır. Ama “Adil Düzen”i öğrendikten ve kabul ettikten sonra onu terk etmek dünyada da başarısızlığın kaynağı olur.
Cizye verenlerin savaşma mecburiyeti yoktur ama nöbetliliği kabul ettikten sonra artık ondan cizye kabul olunmaz. O ülkede yaşama hakkı kalmaz. Allah da “Adil Düzen”i bırakanların bütün çalışmalarını boşa çıkarır. Erbakan bunun şuurunda olarak son yıllarda “Adil Düzen ve Milli Görüş sempozyumları” yapmıştır ama ne yazık ki yerli ve yabancı kimseler bu sempozyumlarda “Adil Düzen”den bahsetmemişlerdir.
وَالْآخِرَةِ (VaeLEAPıRat) “Ve âhirette de.”
Allah kullarını seçer ve onlara görev verir.
Eğer “Adil Düzen”e ulaşmış iseniz, Allah’ın seçilmiş kullarısınız demektir. Artık bunun şükrünü eda etmeniz gerekir. Bu makama ulaştığınız için hamd etmelisiniz. Ama geri dönmenin de tehlikeli olduğunu bilmelisiniz. ‘Allah beni niye seçti?’ diyemezsiniz. Bu, ‘Allah beni niye yarattı?’ demek olur. Allah bizi yaratırken bize sormadı, bizi böyle yarattı. Allah da bu şerefli görevi bize verdi. ‘Niye verdi?’ diyemeyiz.
Babam hoca olmasaydı, bucak müdürlüğünden ayrılmasaydı, ders okutması yasaklanmasaydı, belki de ben şimdi bunları yazamazdım. Hayatımın takdirleri bana şimdi bunları yazdırıyor.
Buna hamdediyorum.
Nasılsa öleceğim. Beni hiçbir zaman aç bırakmadı, arkadaşlarıma sevdirdi, beni desteklediler. Onların sayesinde denemeler yaptım. En küçük gevşemeden korkuyorum. Ama hepimiz O’na teslim olarak dua etmeliyiz. Allah bizi kendi yolunda cihattan ayırmasın. Bu dünyada ve âhirette malımız hubut etmesin. (Amin)
وَأُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ (VeEuLAEiKa EaÖXABu elNARı) “İşte onlar nâr ashabıdırlar.”
“SAHABE” kelimesi “SAHAFE” kelimesine akrabadır. Nasıl bir defterin sahifeleri birbirine yakın ise, karşı karşıya ise; arkadaş olan kimseler de birliktedirler, birbirlerini tamamlarlar.
İnsanların birbirine arkadaş olmaları böyle ifade edildiği gibi, “ASHÂBI NÂR” demek, cehennemde birbirleri ile arkadaştırlar demektir. “EHLİ NÂR” dediğimizde, onlar cehennemin yerlileridir demektir.
“ASHAB”da arkadaşlık vardır, “EHL”de ise malikiyet vardır. Onlar ateşte arkadaştırlar, yani cennete değil cehenneme gideceklerdir.
هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ(217) (Hum FIyHAv PaLiDUNa)
“Onlar orada haliddirler.”
“Onlar orada süresiz kalıcıdırlar.”
Kur’an’da geçen bu ifadeler kâfirlerin hep cehennemde kalacaklarını ifade etmektedir.
Bu ifade ile “Allah kimseyi kötülüklerinden fazlası ile cezalandırmaz” ifadesi arasında çelişki vardır. Sınırlı olan hayatta işlenen suçlar da sınırlıdır. Sonsuz hayat, nasıl olur da sınırlı ceza karşılığı tutulur?
Bunun tevilleri şöyle yapılır.
a) Cehennem halkı cezalarını çektikten sonra cehenneme alışırlar ve ora halkı olurlar. Böylece cehennemde kalma hep azab çekme demek değildir.
b) Kâinatın nasıl ömrü varsa, cehennemin de ömrü vardır. Cehennemin ömrü bitinceye kadar orada kalırlar, sonra oradan başka bir âleme geçerler. Belki de bu yer araf olur.
Hangimiz en küçük bir sıkıntıya bile rızamızla dayanırız?
O halde biz âhiretimizi cennet yapmak için bu âyeti aklımızdan çıkarmamalıyız.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
Dr. HASAN ÖZKET
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-405 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-235 İstanbul, 21 Nisan 2007
AK PARTİ’NİN CUMHURBAŞKANI İMTİHANI
Kur’an’dan ve tarihten öğreniyoruz ki, Allah Türkiye’yi III. Bin Yıl Uygarlığını oluşturmakla görevlendirmiştir. Bu görev III Selim, II Mahmut, II. Abdülhamit, Mustafa Kemal, İsmet İnönü, Adnan Menderes, Süleyman Demirel, Turgut Özal ve Necmettin Erbakan’ın elleriyle bugüne getirilmiştir.
Onların yaptıkları hep görevin birer adımı olmuştur.
Şimdi bu adımların sonuncusunu atma sırası Erbakan’ın ekibinden yetişen Recep Tayyip Erdoğan’dadır.
Recep Tayyip Erdoğan iki yoldan birini seçebilir. Allah’ın Kur’an’da vaat ettiği adımların büyüğünü atar ve Türkiye ile insanlığı bataklıktan kurtarabilir; yahut atacağı yanlış adımla bu kurtuluş başka bahara kalır.
a) Türkiye’nin ve yeryüzünün düzene, barışa, refaha ve saadete kavuşması için tek kaynak vardır, o da Kur’an’dır. Mustafa Kemal’in müsbet ilim meş’alesi ile Mehmet Âkif’in asrın idrakine söyletilen Kur’an insanlığı kurtaracaktır. Bu kurtuluş Kur’an ilimlerini ve müsbet ilimleri bilen ilim adamlarınca başarılacaktır. Kur’an böyle diyor. O halde Recep Tayyip Erdoğan Batı’nın çıkmaz faizli ve zinalı sokaklarını bırakarak müstakim sırata dönmelidir. Bunun anlamı “Adil Düzen”e dört elle sarılmalıdır. İlim adamlarını bu yolda seferber edip seçime gitmeden beş yıllık planı ortaya koydurmalı, seçime onunla gitmeli ve öyle iktidar olmayı hedeflemeli, Avrupa sokaklarında sürünmekten vazgeçmelidir.
b) İlim adamlarını arkaya almak, onları seferber edip demokratik, lâik, liberal ve sosyal hukuk düzeninin somut uygulama mekanizmalarını ortaya koymak yeterli değildir. Bu düzenin hayata geçirilmesi için halka bunları anlatacak ve halkın bunu kabul edip sindirmesi için gerekli faaliyetleri göstermek gerekir. Bunu yapacak olanlar da siyasi partiler ve din adamaları olacaktır. Bunun için diğer siyasi partilerle bu alanda uzlaşarak tarikatları legal hâle getirmek ve o tarikatların bu ilmî çözümleri halka götürmelerini sağlamalarını temin etmek gerekir. Bunu başaramadığınız takdirde inkılâplar hep yukarıdan yapılır ve sonunda tutmaz, hep hüsranla neticelenir. Tarikatlar legal hâle getirilmelidir. Mustafa Kemal bunu Hamdullah Suphi Tanrıöver’e vaat etmiştir. Bu vaat gecikmiş olarak olsa da Erdoğan tarafından yerine getirilmelidir.
c) Günümüzde insanlığın en büyük sorunları aş ve iş sorunlarıdır. Türkiye “halk ekonomisi” savaşını vermektedir. Mevcut ekonomik düzen birden değişemez, birden faizsiz sisteme geçilemez. Ama bir yerden başlamazsanız hiç gelmez. Faizsiz sistemi getirecek olanlar iş adamlarıdır. Onları bilgilendirmek ilim adamlarının görevidir ama onları desteklemek de siyaset adamlarının görevidir. Türkiye’de dışa bağımlı sermaye dışa bağımlılıktan kurtarılmalı ve onların tekelci olmayan düzene doğru yönelmeleri için onlara faizsiz kredi verilmelidir. Anadolu holdingleri de aynı şekilde desteklenip onların seviyesine çıkarılmalıdır. Bunlar yetmez; ayrıca KOBİ’lerin canlanması da yine faizsiz kredilerle mümkün olacaktır. Halkımıza da faizsiz çalışma ve selem kredileri verilerek iş ve aş derdinden kurtarılması gerekir.
d) İşte, bütün bu işlerin yapılabilmesi için ilim yetmez, iyi niyet de yetmez; güce de ihtiyaç vardır. Türkiye’de bu güç yalnız askerde vardır. Türkiye’deki bütün inkılâplar askerlere dayanarak başarılmıştır. Askeri arkasına almayan hiçbir hareket Türkiye’de başarıya ulaşamamıştır. Osmanlılar kurdukları yeni ordularla bu inkılâpları yapabildiler. Türkiye Cumhuriyeti’ni askerler kurdular, demokrasiyi onlar getirdiler, bugünkü anayasayı onlar yaptılar, AK Parti’yi onlar iktidar ettiler. AK Parti bunu bilmektedir. Şimdiye kadar hep onlara dayanarak beş seneyi doldurma başarısına ulaştılar.
İktidarın orduyu yanına alabilmesi için, yani muktedir olması için tek yol vardır, o da Cumhurbaşkanını askerlerden seçmekle başarılacaktır. Siz bir orgenerale güvenmezseniz, güvendiğiniz bir orgenerali bulmazsanız, sizin orada oturma hakkınız olmaz. Bütün samimiyetimle söylüyorum, en istemediğiniz orgeneral, mesela Çevik Bir bile, sivil en iyi cumhurbaşkanından daha başarılı olacaktır; Celal Bayar’dan, Turgut Özal’dan ve Süleyman Demirel’den çok daha iyi devlet başkanlığı yapacaktır. Siz, ellerinizle getireceğiniz bir devlet başkanını ikna edemiyorsanız, orduyu hiç ikna edemezsiniz; ordusuz da hiçbir şey yapamazsınız.
Recep Tayyip Erdoğan bu yolu seçeceğine, uçurum yolunu seçebilir; kendisi cumhurbaşkanı olur, Abdullah Gül başbakan olursa, parti çalışamaz hâle gelir. Seçimden evvel bölünmezse bile, beş sene zindan olur. Aksi ise zaten mümkün değildir. Recep Tayyip Erdoğan Türkiye tarafından kabul edilmiş bir kişidir, Gül’ün emrine girmez, Gül de bundan dolayı cumhurbaşkanlığı yapmaz. En uygun olanı Bülent Arınç’ı seçmektir. Onun cumhurbaşkanı olması partiye zarar vermez. Ne var ki, o da yetkilerini kullanamıyor, bundan dolayı hükümetin sırtını dayadığı bir güç olamayacaktır. Şeriata göre, seçilecek kişi asker değilse profesör olmalıdır. Buna aday üç kişi görüyorum: Beşir Atalay, Nevzat Yalçıntaş, Burhan Kuzu. Bunların da oraya gelmelerini tavsiye etmem. Adayların hepsi tanıdığım kimselerdir. İnsan olarak hepsine güvenilir ve o makama lâyık kimselerdir ama orada yapabilecekleri bir şey yoktur.
Dünya “Adil Düzen” doğum sancıları içindedir ve bunun acısı en çok Türkiye’de hissediliyor. Artık akılla hareket etmek zorundayız.
Ümit ederim ki Recep Tayyip Erdoğan’a bu yazım ulaşır ve o da bunu okumak basiretini, anlamak dirayetini gösterir. Doğru hareket edeceğinden eminim.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
Dr. HASAN ÖZKET
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-405 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-235 İstanbul, 21 Nisan 2007
YENİ UYGARLIK VE TÜRKİYE
Dünya III. Bin Yıl Uygarlığına doğru yol almaktadır. Bu gidişatın başını Türkiye çekmektedir.
Türkiye III. Bin Yıl Uygarlığı yolunda neler yapmalıdır?
a) Türkiye bir orgenerali cumhurbaşkanı olarak seçmelidir. Buna neden gerek vardır? Gerek vardır, çünkü bütün inkılâplar sonunda kuvvete dayanır. Yahudilik Hz. Davut ve Hz. Süleyman peygamberlerle uygarlık dini oldu. Hıristiyanlık Bizanslılarla uygarlık dini oldu. İslâmiyet zaten Medine devleti ile gelişti. “Adil Düzen” de ancak Türk ordusunun benimsemesi ile yeni uygarlık kurabilir.
b) Tüm siyasi partilerin katkıları ile bir anayasa hazırlama heyeti oluşturulmalıdır. Eskiden askerler bu heyeti oluşturdular. Şimdi bu heyeti siyasi partiler oluşturmalı, yani millet oluşturmalıdır. Burhan Kuzu’ya bu öneriyi götürdüm, o yetkisiz kişilere havale etti ve önerim orada kaldı! Akevler Ekibi bu hususta katkıda bulunmaya hazırdır. Partileri uzlaştırmadan orduyu yanımıza alamayız. Onlar bizi değil de milleti dinlerler. Türkiye’de milletin tek temsilcisi siyasi partilerdir. Çünkü halkın seçtiği başka bir kurum yoktur. Devlet başkanını bile halk seçmiyor.
c) Siyasi partiler hazırlanan bu anayasalarla seçime gitmelidir. Anayasalar diyorum, çünkü sonunda her parti ortak müzakereden sonra kendi anayasasını hazırlayacak ve seçime onunla gidilecektir. Halk anayasalarına göre partilere oy vermelidir. Biz halkın temayülünü öğrenmiş olacağız. Seçim bir anayasa halk oylaması şeklini almalıdır.
d) Seçim olduktan sonra siyasi partiler aldıkları oy nisbetinde bir anayasa kurulunu oluşturmalıdır. On ile yirmi ilim adamından oluşacak bu kurul eski çalışmaları değerlendirerek tek metin oluşturmalıdır. Metin ekseriyet ile değil, sıralama usulleri ile veya hakem kararları ile sağlanmalıdır. Meclis ilk olarak anayasayı yapmalıdır. Anayasayı yapmadan başka kanun çıkarmamalıdır. Anayasa komisyonu madde madde ilmî çalışmalarını takip etmelidir.
Böylece hazırlanmış anayasa meclisten geçmeli ve Cumhurbaşkanına gitmelidir. Cumhurbaşkanı ordunun görüşünü almak üzere Genelkurmay Başkanına göndermelidir. Genelkurmay Başkanlığında kurmaylardan oluşan heyet anayasayı baştan sonuna kadar tetkik edip görüşlerini asker Cumhurbaşkanına göndermelidir. Cumhurbaşkanı kendi görüşleri ile Anayasayı Meclis’e iade etmelidir. Meclis yeniden müzakere edip son şeklini verdikten sonra Cumhurbaşkanı yayınlamalıdır.
Hiçbir kanun, hele Anayasa birden yürürlüğe girmez.
Bir anayasa ancak beş senelik periyotlarla uygulanarak bin yıl uygulanacak hâle gelebilir.
Onun için anayasanın uygulanması için aşamalı uygulama programını da ilim adamları hazırlamalıdır.
Bu aşamalar hakkında da bir fikir vermek istiyorum.
a) Yapılacak iş Adil Düzene göre ülkenin mülki örgütlenmesini sağlamaktır. Ülke 12 bölgeye ayrılmalı ve buralara 12 ordu yerleştirilmeli, bölgeler merkezi yönetimle yönetilmelidir. Türkiye yüzden fazla ile ayrılmalı ve bu iller tamamen bağımsız yönetime kavuşturulmalı, kendilerinin meclisleri, seçilmiş başkanları, bakanları ve okulları olmalıdır. Lise öğrenimini iller yapmalı ve bu öğrenim yerel dillerle yapılmalıdır. İller merkezi ilçelere ayrılmalı, o ilin halkından oluşan jandarma birlikleri kurulmalı, iç güvenliği onlar sağlanmalıdır. İl yüze yakın bağımsız bucaklara ayrılmalı, onların da illere benzer teşkilatı olmalı, ilkokul öğrenimlerini kendi dilleri ile yapmalıdır. Bucaklar merkezden yönetilen semtlere, semtler de yeriden yönetilen ocaklara ayrılmalıdır. Yapılacak ilk iş bu örgütlenmedir.
b) Atılacak ikinci adım, ilmî dayanışma ortaklıkları kurmaktır. Bucak meclisleri seçilmiş orta, il meclisleri seçilmiş yüksek, Türkiye Büyük Millet Meclisi seçilmiş akademik kariyer yapmış ilim adamlarından oluşmalıdır. Mecliste olanlar ilmî, dinî, meslekî ve siyasî şuralar oluşturmalıdır. Kurmaylar da akademik kariyer yapmış kabul edilecek, orgeneraller de bu meclisin üyeleri olacaklardır. Devlet başkanı her bölgeye bir orgenerali ordu komutanı olarak atayacak, halk kendi bölgesi dışındaki bölgede komutanlardan birini kendisi seçecektir. Böylece ordu da demokratik yoldan oluşacaktır. Bunun yanında meslekî kuruluşlarla dinî kuruluşlar da halk tarafından seçilerek oluşturulacak; ilmî, dinî, meslekî ve siyasî dayanışma ortaklıkları ve şuraları oluşmuş olacaktır.
c) Yapılacak ilk işlerden biri de yargının bağımsız, yansız, etkin ve saygın hâle getirilmesidir. Bunu sağlamak için dört yüksek kurul kurulmalıdır. Bunlardan birincisi bilirkişi yüksek kuruludur, ikincisi soruşturma yüksek kuruludur, üçüncüsü hukuku savunma yüksek kuruludur, dördüncüsü ise hakemler yüksek kuruludur. Savcılık kaldırılmalıdır. Hakimler de sadece duruşmaları yürütmelidir. Davaları savunma açmalıdır. Soruşturmayı soruşturma teşkilatı yapmalıdır. Bilirkişi raporları bilirkişi teşkilatından çıkmalıdır. Kararları ise hakemler vermelidir.
d) Para ve kredi yüksek kurulu kurulmalıdır. Parayı bu kurul çıkarmalı, faizsiz olarak krediyi bu kurul dağıtmalıdır. Herkese iş verilmelidir. Herkes aidatsız sosyal güvenliğe alınmalıdır. Dış borçlar tasfiye edilmelidir. Bütçe ve dış ticaret dengeli hâle getirilmelidir.
e) Türkiye’de on ile yirmi arasında bağımsız örgütlenmiş üniversite olmalıdır. Bu üniversitelerde öğrenim serbest olmalı, imtihanlar tek elden yapılmalı, diploma ise devletçe verilmelidir. Üniversitelerimiz yalnız Batı’yı değil, Doğu’yu da Batı’yı da aynı derecede tedris etmelidir. Ayrı ayrı fakülte ve okullarda değil, aynı dershanelerde dünyaya iki yüzden bakıp onları sentez etme yolları aranmalıdır.
Beş sene içinde bunları başarmamız gerekir.
Biz bunları kırk sene evvel hedefledik, Millî Görüş ve Adil Düzen yolculuğuna böyle çıktık. Bugün anayasa ekseriyeti ile iktidar olduk. Ama şimdiye kadar henüz su bulamadık. Bunlar yapılmadıkça her yer serap olmaktadır. Artık serabın sona ermesi dua ve dileklerimizle…
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
Dr. HASAN ÖZKET