1967...1968...1969....AKEVLER 40 YILDIR ÇALIŞIYOR....2005...2006...2007
BİZLER ÇALIŞIYOR VE YENİ İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZLERİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ; BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
ADİL DÜZEN 408
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 12 Mayıs 2007 Fiyatı: www.akevler.org’a tıklamak!
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 408. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Hedefimiz; “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, Reşat EROL
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ
ADİL DÜZENDE BORSA VE BORÇLAR
ASKER NE YAPMAK İSTEMİŞTİR?
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 70. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
وَيَسْأَلُونَكَ عَنْ الْمَحِيضِ قُلْ هُوَ أَذًى فَاعْتَزِلُوا النِّسَاءَ فِي الْمَحِيضِ وَلَا تَقْرَبُوهُنَّ حَتَّى يَطْهُرْنَ فَإِذَا تَطَهَّرْنَ فَأْتُوهُنَّ مِنْ حَيْثُ أَمَرَكُمْ اللَّهُ إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ التَّوَّابِينَ وَيُحِبُّ الْمُتَطَهِّرِينَ(222) نِسَاؤُكُمْ حَرْثٌ لَكُمْ فَأْتُوا حَرْثَكُمْ أَنَّى شِئْتُمْ وَقَدِّمُوا لِأَنفُسِكُمْ وَاتَّقُوا اللَّهَ وَاعْلَمُوا أَنَّكُمْ مُلَاقُوهُ وَبَشِّرْ الْمُؤْمِنِينَ(223) وَلَا تَجْعَلُوا اللَّهَ عُرْضَةً لِأَيْمَانِكُمْ أَنْ تَبَرُّوا وَتَتَّقُوا وَتُصْلِحُوا بَيْنَ النَّاسِ وَاللَّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ(224)
وَيَسْأَلُونَكَ عَنْ الْمَحِيضِ (Va YaSeaLUvNaKa GaNI eLMaXIyWı) “Sana hayızlıdan sorarlar.”
“Havuz” suların toplandığı yerdir. İlk yıkanmanın havuzda olması ile havuzlu anlamına gelen “MAHIZ” kelimesi kadınların aybaşı hallerine verilmiştir. Kadınlar, doğurma devrelerinde yaklaşık ayda bir yumurtalıklarındaki yumurtalarını dışarı atmaktadırlar. Bu insanlara has bir şeydir. Tavuklar her gün yumurtlarlar. Hayvanların da hamile dönemleri vardır. Yumurtalarını atma ile doğurma devreleri eşittir. Sadece insanlarda doğurma devresi dokuz ay olduğu halde, yumurtalarını dışarı atma ayda birdir. Cinsi arzu da çok daha sıktır. Bunun sebebi insanların aile hayatını yaşamalarıdır. İnsanlar aile dışında yaşama gücüne sahip değildirler. Aile hayatı da çok külfetli bir iştir. Buna biyolojik olarak zorlama yapılmaktadır.
Hayızlı zamanlarda kadın erkek cinsi ilişki kuramamaktadır, haram edilmiştir. Bu da onların birbirlerini özlemelerini ve daha çok sevmelerini sağlamaktadır. Böylece birbirlerine duydukları özlem sayesinde evlilik hayatı sürmektedir. Diğer taraftan erkek ve kadınların doğurma devreleri dışında boşalma ihtiyaçları vardır. İnsanlar bu sayede vücutlarında mevcut bazı zehirli maddeleri de onunla birlikte atarlar. Tabiattaki hiçbir şey boş yere var edilmemiştir. Her şey hesaplı kitaplıdır ve gerektiği kadar mevcuttur.
Şimdi şu sorulabilir. Biz “YES’ELUNEKE”nin istişarî kararların alınacağı konularda geldiğini daha önce belirtmiştik. Acaba burada neden “sana soruyorlar” ile getirilmiştir? Sonra ‘erkek kadına yanaşmasın’ dememiş de, ‘kadınlara yaklaşmayın’ denmiştir.
Kur’an’ı yorumlarken böyle sualler soracak ve o sorulara cevap arayacaksınız.
Her zaman cevap bulamazsınız. Müteşabih olur. Bulduğunuzda onu yorumlamış olursunuz.
O halde biz de burada bu soruya cevap arayacağız. Kur’an’daki ‘kadınlara takarrub etmeyiniz’ emri İlâhi emirdir. Ancak hayızlı kadınların ne yapabilecekleri ve ne yapamayacakları sorusu burada zikredilmemiştir. O mesele topluluğun istişarî kararlarına bırakılmıştır. Bunlar nelerdir?
a) Birinci mesele, kadının hayızlı iken toplantılara katılıp katılamayacağı hususudur. Kendilerini koruma imkanlarına sahip olunmadığı zamanlarda kadınların toplantılara gelmesi men edilmiştir. Dolayısıyla o zaman hayızlı kimseler namaza gelemezlerdi. Ama bugün kadınlar kendilerini mükemmel koruma imkanlarına sahip olmuşlardır. Artık namaza gelip gelmeme kararı istişarî yolla alınacaktır.
b) Hayızlı kadın ayrıca hasta demektir. Hastalık sebebiyle orucunu tutmayacak, sonra tutacaktır. İşte bu da yine istişarî olarak tıp ilmine göre tespit edilecektir.
c) Burada başka bir hüküm öğreniyoruz. Kural koyarken herkes için ortak kural koyacaksınız. Kendilerini koruyanlar gelsinler, koruyamayanlar gelmesinler denemez. O zaman insanların özel halleri ortaya çıkar. Böyle durumlarda genel kural konur. Çok zaruret içinde olup kendilerini koruyacak imkanı bulamayanlara özel olarak yardım faslından gizli destek sağlanır. Ama koruyamayacak kimse çoksa, o zaman korunabilecekler de toplantılara alınmazlar demektir. Kur’an bu misalle bize yasakları koyma kurallarını öğretmektedir.
d) Hayız aynı zamanda iddetin tesbitinde rol oynamaktadır. Üç hayız görene dek kadın boşandıktan sonra kocasının eşi olarak görülür. Bu müddet içinde birbirlerinin mahremidirler. Eşinin kız kardeşi ile evlenemez. Görülüyor ki, hayız sadece kişisel bir olay değildir, sosyal bir olaydır. Kadın kendi ay adetlerini diğer kadınlarla paylaşmak durumundadır. Çoğul olarak getirilmesinin sebebi budur.
Burada görülmektedir ki, soru sordukça bize cevaplar gelmektedir. Kadınların hayızlı oldukları zaman namaz kılamayacaklarına dair sünnet ve sahabelerin icmaı vardır ama Kur’an’da buna dair bir işaret yoktur. Biz cünüplüğe kıyasla kadınların hayızlı iken namaz kılacaklarına kani olduk. Çünkü kılacaklarına dair aslı bulduk ama kılamayacaklarına dair bir asıl bulamadık. Bizim usulümüz şudur. Hazreti Peygamber bir şey yapmışsa iki sebeple yapmıştır. Ya çağının müçtehidi olarak istihsan yapmıştır, yani genel hükümlerden hüküm çıkarmıştır, zamanının sorunlarını çözmüştür. Bu kendi zamanı için doğru çözümdür. Ancak bunlar bizi bugün bağlamaz.
Hazreti Peygamber’in diğer bir uygulaması ise Kur’an’ı yorumlama şeklinde uygulamadır, yani bize usulü öğretmektedir. Bu sünnet bizi Kur’an kadar bağlamaktadır. Bu durumda Kur’an ile sünnet arasında derece farkı bile yoktur. Tek fark, biri tevatürle sabittir, diğeri ise şöhret veya ahad ile sabittir. Şüphe hadisin kendisinde değil, onun hadis olup olmadığındadır.
Kadınların hayızlı iken namaz kılmaları gerektiğini kıyasla tesbit ederken, sünnet ve sahabelerin sükuti icmalarına muhalefet etmiş oluyorum, yani bunu zamanının gereği bir hüküm olarak görüyorum. Bunun için benim Kur’an’da bir delil bulmam gerekir. O da o hususta şartlara göre buna dair hükümlerin değişebileceğidir. Bu delilim şimdiye kadar yoktu. Şimdi bu âyetin “YES’ELUNEKE” şeklinde başlaması ile bu aradığıma delil bulmuş oluyorum.
قُلْ هُوَ أَذًى (QuL HuVa EaÜan) “Söyle, o ezadır.”
İstişare sonunda kararını bildir. O ezadır, yani hastalıktır. Çünkü Kur’an’da hacda başın tıraş edilmesinden bahsederken ‘başında eza varsa’ diyor. İşte burada tekrar istişare kısmına girilmiştir.
“Eza” nedir? Hangi derecedeki hastalıkların durumu ezadır? İşte o da istişare konusudur. Eza derecesi hastalık derecesidir. O derecede olanlar oruç tutmayacaklardır. Şunu belirtmeliyiz ki, hasta olan kimsenin oruç tutmaması yalnız ona dayanamaması değildir. Oruçtan beklenen yararın hastalık esnasında sağlanamamasından ileri gelmektedir. Burada da “ezadır” demesi, hastanın durumu ile kıyas yapmamızı anlatmak içindir.
فَاعْتَزِلُوا النِّسَاءَ (Fa ıGTaZıLUv elNıSAEa) “Nisâdan i’tizal ediniz.”
“AZL” ayrılmak, uzak durmak demektir.
Usulcüler bu tür ifadelerde ihtilaf etmişlerdir. Ekseri fukahanın görüşüne göre, bir ifadede hakikat ile mecazinin birleşmemesidir. Misal olarak mescitlerde ziynetlerinizi alınız emri ziynet değil, örtünmedir. O halde ziynetleri almak farz değildir. Burada da “i’tizal ediniz” emri, onlarla cinsi ilişki kurmayınız demektir. Yoksa onlarla ülfet yapılabilir. Bu hususta fıkıhçılar ittifaka yakın durumdadırlar. Çünkü bu uzak durma hakiki mânâda değil, mecazi mânâdadır. Yoksa boşayınız anlamı çıkardı.
فِي الْمَحِيضِ (FIy elMaXIyWı) “Hayızda”
“Hayızlı iken i’tizal ediniz” denmemiş, “hayızda i’tizal ediniz” denmiştir. Hayızlı kadından i’tizal ediniz değil de, hayız yerinden i’tizal ediniz denmektedir. Böylece kadından değil de, cinsi ilişki kurmaktan i’tizal ediniz denmiş olur.
Bu âyet Hazreti Peygamber tarafından da böyle uygulanmış, fukaha da bu içtihat üzerinde olmuştur. Biz buna Kur’an’da delil bulmuş oluyoruz. Artık mecaz veya hakikat yorumuna da gerek kalmamıştır.
وَلَا تَقْرَبُوهُنَّ (Va LAv TaQRaBUvHunNa) “Onlara takarrub etmeyiniz.”
Yani nisaya takarrub etmeyiniz. Buradaki “kurbet” mecazidir. Çünkü kurbetin hakiki mânâsı yan yana durmayınız demektir. “Kırba” kişilerin yanlarında taşıdıkları ve içine su koydukları mataradır. Askerler silah ile su matarasını yanlarında taşırlar. “Kurbet etmek” demek, yanında olmak, aynı odada dolaşmak, bir yatakta yatmak demek olur. Bir arada yemek yemek de kurbettir.
Bu anlamı anlamamız gerçek mânâsındadır. Bu mânâda anlamak demek, o günlerde erkeklerin evlere gelmemesi demektir. Bu anlayış icma ile bâtıldır. Buradan şunu anlıyoruz ki, buradaki kurbet cinsi ilişkidir, yoksa tokalaşma değildir. Hazreti Aişe hayızlı iken Hazreti Peygamber’in başını yıkamıştır. Bu takarrubdur.
Hakiki mânâ vermeyince mecazi mânâ vereceğiz. O da ancak cinsi ilişki olabilir. Yukarıdaki “mahız” kelimesi de bunu böyle açıklar. Burada yine usulden bir kural tesbit etmiş oluyoruz; hakiki mânâsı icmaa aykırı mânâya götürüyorsa o karine-i mania teşkil eder ve mecaza gidilir.
Burada nehiy ile emir yan yana gelmiştir. Böylece hem nehyin hem de emrin hükümlerini içermektedir. Emir ile nehiy arasında bazı farklar vardır.
a) Emirde sevap vardır. Yapıldığı takdirde sevap almış olur. Yapılmadığı takdirde cezası vardır. Nehiyde ise yapıldığı takdirde cezası var ama yapılmadığı takdirde sevabı yoktur. İ’tizal emirdir, dolayısıyla hayızlı zamanlarda nefislerine hakim olanlar sevap almaktadırlar. Yaklaştığı takdirde ise günah işlemiş olurlar.
b) Emir mutlak ise bir defa yapıldığında iş biter, ondan sonra onun tekrarı gerekmez. İ’tizal siga olarak emirdir ama mânâ olarak nehiydir. Dolayısıyla fiilen nehiy gibi olur. Ancak bunun teyidi gerekir. Nehiyde ise hiç yapılmama vardır.
c) Emirde görev yerine getirildiğinde kendiliğinden ibahaya döner. Oysa nehiyde helale dönmesi için nehyi kaldıran yeni emre ihtiyaç vardır. Yaklaşmayın dendikten sonra “hattâ” ile istihsan edilmiş olarak tekrar ibahaya geçilmiş olur. Yoksa hayızlı olan kadına hayatı boyunca yaklaşmayınız demek olurdu.
d) Nehiyden sonra gelen emirler emir değil ibahayı ifade eder. Emirden sonra gelen nehiyler ise haramı ifade eder. Buna bir örnek verelim. Saat beşte evine gidecek memura akşam üstü ‘bekle’ diye emir verse, memur gitmeme emrini almış olur. Bu emirdir. Sonra ‘yarın erken gel’ derse, bu bekleme emri yerine gelmiş olur, memur artık evine gidebilir. ‘Evine gitme’ dese, o zaman ‘yarın erken gel’ demesi yeterli değildir. Nehiy tebid olduğu için nehyin sarahaten kaldırılması gerekir. ‘Gidebilirsin’ dedikten sonra gidebilir.
Eğer bir emirde hem emir hem de nehiy hükümleri ifade etmek isteniyorsa iki siga ile teyit yapılır. Burada bu yapılmıştır.
حَتَّى يَطْهُرْنَ (XatTAy YaOHuRNa) “Tahir oluncaya dek.”
Usulcülerde bir ihtilaf vardır. Harfi cer ile gelen isim fiile dahil mi değil mi? ‘Ankara’ya gidebilirsin’ dense Ankara’ya girebilir mi? Cumhurun görüşü Ankara’ya giremez. Buna delil olarak da abdestteki dirseklere kadar emrinin içine dirsekler dahil olmaz diyorlar. Hanefiler buna cevap olarak emir omuzlara kadardır, buradaki “ilâ” harfi ceri gerisin geriye gelmektir diyorlar. Burada da “HATT” kelimesi gösteriyor ki, gaye emrin veya nehyin içine dahil değildir, yoksa temizlendikten sonra da yaklaşmak mümkün olmazdı. Bu ise icmaa mugayirdir. Böylece bu âyet bize aynı zamanda sınırın hükme tabi olmadığını öğretmiş olmaktadır.
“YATHURNE” denmiş de “yatatahharûne” denmemiştir. “Temiz oluncaya kadar” denmiş de, “temizleninceye kadar” denmemiştir. Sorulan sual şudur: Bir kadın hayızdan temizlendi, akıntı durdu. Eşiyle birleşebilir mi, yoksa yıkanması mı gerekir? Bu âyete göre yıkanması gerekmez. Çünkü temizlenirse demiyor, temiz olursa diyor. Hayızlıya bir görev vermiyor. Bunu böyle anladığımızda, hayızlı kadının yıkanması gerektiği, yıkanmadan namazı kılamayacağı hükmü de ortadan kalkar. Ancak kıyasla yani cünüplüğe kıyasla yıkanması gerekir. Böylece cünüplükle kıyas yapmamız icma ile sabit olur. Çünkü hayızlının yıkanması gerektiği hususunda icma vardır. Bu da bizi hayızlının da namazı kılacağı sonucuna götürür.
فَإِذَا تَطَهَّرْنَ (Fa EıÜAv TaOahHaRNa)
“Tatahhur ettiklerinde”
Burada “tathurne” dememiştir, yani “temiz olunca” değil de, “temizlenince” denmiştir.
Görülüyor ki, iki âyet arasında tearuz vardır. Burada yaklaşmak için yıkanmak gerektiğini söylemiştir. Yukarıda ise yıkanmayı şart koşmamıştır. Ebu Hanife bu tearuzu şöyle gidermiştir: Zamanında temizlenmişse yıkanmaya gerek yoktur. Erken veya geç temizlenmişse, o zaman yıkanma gerekir demiştir.
Tetahhur takarrubun şartıdır, emrin şartıdır. Orada ise nehyin sınırlaması şeklindedir. Orada nehyin sınırıdır, burada ise emrin şartıdır. Nehiyde ibaha var, emirde ise vücuptur, nehiyden sonra gelmiş emirdir.
Bir yerde helal ve haram içtima edince haram tercih olunur. Bu kaideye uyarak diyoruz ki, birleşmek için yıkanmak şarttır. O zaman yukarıda niçin sadece temiz olması gerektiğini belirtti. Orada da tef’il bâbını getirdi. Aralarında bir farkın olması gerekir. İ’tizal ile kurbet arasında fark aramamız gerekmektedir. Temiz olduktan sonra temizleninceye kadar bir şeyin farklı olması gerekir. Bize göre bu da şudur:
Hayızlı iken edep yerlerine zaruret olsun diye bakmak haramdır. Sonra ise temizlenmeden evvel bu haram kalkar. Böylece burada fıkıhçıların eşlerin birbirlerini görmeleri ile ilgili hükümleri yani mübahlığı da burada belirtilmiş olmaktadır. Takarrub için gusül yapmak gerekir. Hanefilerin görüşüne de uyulabilir.
فَأْتُوهُنَّ (FaETUvHunNa) “Ety ediniz. Varınız.”
Yukarıda “kurbet etmeyiniz” denmiş, burada “ety ediniz” denmiştir. Yukarıdakinin açıklaması olarak bu kelimeyi getirmiştir. Yukarıdaki kelime hakikî mânâda, bu kelime de hakikî mânâda olsaydı, o zaman aynı kelimenin kullanılması gerekirdi. Ancak bunların her ikisi de mecazidir, her ikisi de cinsi ilişkiyi ifade eder. İkisinde de mecazi olarak aynı şeyi ifade etmek için ayrı iki ifade kullanılmıştır.
Buradan şu usulü ortaya koyarız ki, hakiki mânâda bir anlama iki kelime gelmez ama aynı anlama iki ayrı mecazi ifade gelebilir. Burada anlatılmak istenen cihet nazarı itibara alınarak yaklaşmadır. Yukarıda ifade edilen genel yaklaşmadır.
Arapçada çoğul çoğula izafe edilince veya mef’ul olunca her birinin ayrı ayrı yerine varmasıdır. Öbür türlü ifade etseydi fa’tû lehünne olurdu. Böyle cem olarak getirilmiş olması ve “yes’elune” kelimesinden sonra gelmesi, evlilik işlerinin sosyal olay olduğuna işarettir. Özel hayat olarak görülmemesidir. Kadındaki rahim kadına emanettir. Onu bir erkekle paylaşması gerekmektedir. Kadın ve erkek onu birlikte topluluk için değerlendireceklerdir. Bu sebepledir ki rahim üzerindeki tasarruflar karı koca razı olsalar bile şeriatın dışında kullanamazlar. Bu sebepledir ki zina kocaya karşı işlenmiş suç değil, topluluğa karşı işlenmiş suçtur. Bu sebepledir ki koca olmadığı veya aciz kaldığı zaman, diğer asabesi ona nafaka temin etmekle yükümlüdür. Kur’an’ın birçok yerinde böyle getirilmesi bu hikmete dayanmaktadır.
Burada şu sual sorulabilir: Kur’an neden daha çok erkeklere hitap ediyor da kadınlara daha az hitap ediyor, yahut neden genel olarak hitap etmiyor? Bunun sebepleri şunlardır:
a) Burada yine usulden bazı kuralları öğrenmemiz gerekmektedir. Mecaz olan ifadelerde önce karine-i mânia olacak, hakiki mânâ verilemeyecek, sonra da karine-i daiye olacaktır. Müşterek kelimelerde ise sadece karine-i daiye (dâvet eden karine) yetmektedir. Mâni karineye gerek yoktur. Hattâ mânâlardan birisi asıl olur, diğeri karineye ihtiyaç gösterir. Bu kaideden sonra şunu da öğrenmeliyiz. Arapçadaki dişi siga yalnız kadınları ifade eder. “Âlime” dersem kadın alim anlaşılır ama “âlim” dersem, karine varsa yalnız erkeği ifade eder, karine yoksa hem erkeği hem kadını ifade eder. “Âlimlere biner lira verilir” dersem, bu ifade kadın ve erkekleri ifade eder, hepsine verilir. Ama “âlimlere biner, âlimelere binbeşyüzer lira verilecektir” dersem, o zaman “âlimler” kelimesi yalnız erkekleri ifade etmiş olur. İşte, Kur’an erkek sigasını kullanır ama hem erkekleri hem kadınları kasteder. Böyle olduğu için erkek sigasını kullanır. Böyle olmasaydı, o zaman kadınlara oruç tutmak farz olmazdı, diğer emirlerin yüzde doksanı için de kadınlar muaf olurdu. Böyle bir anlayış icmaa aykırıdır.
b) Diğer taraftan Kur’an Müslimlere emirler verir, burada kadın erkek müsavidir, aralarında fark yoktur. Ama mü’minlere hitap ederken onlara farklı görevler verir. Kadınlar çocuk doğurup büyütmekle yükümlüdürler. Erkekler ise nafaka temin edip korumakla yükümlüdürler. Görevleri farklıdır. Mü’min kadınların görevleri müslim kadınlara çok benzemektedir. Dolayısıyla müslim kadınlara emredilenler mü’min kadınlara da emredilmiş olmaktadır. Mü’min kadınlar aşiret içinde nöbet tutarlar ve görevlerini yapabilmeleri için bu yeterlidir. Bununla beraber kadınlar da bucak, il, ülke ve insanlık çapında örgütlenebilirler. Örgütlenmek zorunda değildirler. Erkek mü’minlerin görevi ise kazanmak ve savaşmaktır. Bunu başarabilmeleri için örgütlenmeleri gerekir. Bucak, il, devlet ve insanlık şeklinde örgütlenmelidirler. Yoksa başaramazlar. Kur’an mü’minlere bu görevi verirken onlara hitap etmektedir. Siyasi güç erkeklere yüklenmiştir. Bu sebeple onlara hitap etmektedir. Mü’min kadınlar siyasi haklara sahiptirler ama siyasi görevleri yoktur. Dolayısıyla doğrudan muhatap değildirler.
c) Demek oluyor ki, Kur’an erkeklerin siyasi teşkilatını anlatmaktadır. Çünkü o zaruridir. Ama kadınların kendi aralarında kuracakları siyasi örgüte benzer örgüt zaruri değildir. Onu kıyas yoluyla anlatmaktadır. Bugün kadınlar henüz örgütlenemediler. Erkeklerin işlerine dair örgütlenmeler yapmaktadırlar. Oysa kadınların ilimde ve ekonomide kendilerine has örgütlenmelerini yapmaları gerekmektedir. Bu hususta daha önce bilgi verildi. Diğer taraftan kadınlar erkeklerin kurdukları cemiyetlere katılabiliyorlar ama kadınların toplantılarına erkekler gidemedikleri gibi, onların kurdukları cemiyetlere de erkekler üye kılınamazlar. Görülüyor ki, kadınların kamu alanındaki görevleri erkeklerden azdır. Savaşa gitmiyorlar, diyet taksitlerini ödemiyorlar. Hakları ise erkeklerden fazladır. Onlar erkeklerin işlerinde yer alabiliyor ama erkekler kadınların işlerinde ve örgütlerinde yer alamıyorlar.
مِنْ حَيْثُ أَمَرَكُمْ اللَّهُ (MiN XaYÇu EaMaRaKuMu elLAHu)
“Allah size nerden emretmiş ise”
Yukarıda yaklaşma yasağı konmuştur. Burada ise sınırlı şekilde yaklaşma izni verilmiştir. Bunun anlamı, kadın ve erkek ilişkisinde sadece cinsi uzuvlarda birleşme olabilir. Onun dışındaki yaklaşma yani livata denen yaklaşma haram edilmiş olmaktadır. Kur’an’da erkeklerle böyle ilişki şiddetle haram kılındığı gibi, eşlerle de olsa böyle ilişki haram kılınmıştır. Burada önce bu yasağı öğreniyoruz. Sonra erkeklerin eşleri ile birleşmeleri Allah tarafından emredilmiş olmaktadır. Dolayısıyla erkek eşiyle cinsi ilişki kurmaktan imtina edemez. Çünkü Allah bunu emretmiştir demektir. Allah’ın izin verdiği denmiyor da, emrettiği diyor.
Burada şu sorulabilir: Erkekler için verilen bu emir kadınlar için de geçerli midir? Kadınlar cinsi ilişki kurmaktan imtina edebilir mi? Kıyas ve mütekabiliyet ilkesi ile onlar da edemez anlamı çıkar.
Burada yine bir soru ortaya çıkar: Erkek cinsi ilişki kurmaktan imtina ederse kadın mihrini alarak kocasını boşayabilir mi? Aksine, kadın imtina ederse, erkek verdiği mihri geri alarak veya vermemişse vermeyerek boşayabilir mi? Bir mazeret olmadığı müddetçe, evet, cinsi ilişkiden imtina kusur teşkil eder.
Başka bir soru: Erkek kısır olursa, kadın kocasından mihri alarak boşayabilir mi? Kadının doğurganlığını önlediği ve topluluğa zarar olduğu için boşayabilir. Mihrini de tamamen almış olur.
Kadın kısır ise erkek karısını boşayıp mihrini geri alabilir mi? Hayır, alamaz. Kadın kısırsa mihrini tam vererek boşayabilir. Çünkü erkeğin ikinci eş alma hakkı vardır.
Burada başka bir soru daha ortaya çıkar: Kocası kısır olan başka bir kadın başkasının spermi ile tüp bebek yapabilir mi? Buna cevap vermeden önce şöyle bir çözüm Kur’an’a uygundur. Koca karısını boşar. Kadın kocasının kardeşi ile evlenir. Onunla çocuk yapar. Sonra ondan boşanarak tekrar eski kocası ile evlenir. Böylece kocasının yeğeni karısının oğlu olmuş olur. Bu hususta bir tereddüt yoktur.
Boşanmadan kardeşinin spermi ile karısına tüp bebek yaptırmak meşru mudur? Kıyas yoluyla bunun caiz olması gerekir. Ancak bu hususta kesin hükme varabilmemiz için böyle bir bebek yapma sağlık için sıkıntılı mıdır? Bu hususun araştırılması gerekmektedir. Demek ki bu konular da istişarî konulardır.
إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ التَّوَّابِينَ (EinNa ElLAHa YuXıbBu elTavVABIyNa)
“Allah tevvab olanları muhabbet eder.”
“Muhabbet” nedir? “Habbe” kelimesi “Hamam” kelimesi ile akrabadır. “Hamam” ısınmış alan demektir. Canlıların faaliyet göstermeleri için özel alanlara ihtiyaçları vardır. Özel iklim içinde yaşam mümkündür. Yeryüzü böyle bir hamamdır. Burada en önemli şey sıcaklıktır. Yeryüzünde sıfırın altında hayat olmaz, elli derecenin üstünde hayat olmaz. Yeryüzünü bu alan içinde tutmak, insanlar için bu sıcaklığı hazırlamak “muhabbet”tir. İnsanın bedenini ele alalım; 36.5 derece civarında olmalıdır, yoksa insan hücreleri yaşamaz. “Muhabbet etmek” demek, insanların faal olabilmesi için vasat hazırlamaktır. “Tevbe etmek” demek, yuvaya dönmek demek olan “tevvab” kelimesi ile akrabadır. “Yuva” nedir? İnsanın yaşamasına uygun sıcaklıkta bir yuvaya dönme demektir. Allah, eşler ile olan ilişkileri tanzim ederken “tevvab” kelimesi ile ifade etmektedir.
Allah insanı aile içinde yaşayacak şekilde yaratmıştır. İnsan aile dışında yaşayamaz. Allah insanı aile içinde mesut olacak şekilde yaratmıştır. Buna işaret etmektedir. Bu da ancak karı-koca arasındaki sağlıklı ilişki ile başlar. Kur’an’a dönmeden, Kur’an’ın öğrettiklerine gitmeden saadet mümkün değildir. Aile karı-koca hayatı üzerine kurulmuştur. Ailenin temeli de sevgidir. Karı kocasını severse Allah’ı sevmiş olur, Allah da onu sevmiş olur. Koca karısını severse Allah’ı sevmiş olur, Allah da onu sever. Bu sevginin devam etmesi için tarafların şeriat hükümlerini kabul etmeleri gerekir.
Şeriat ne diyor? İki şey diyor. Biri, sözleşme yapın ve yaptığınız sözleşmelere uyun. Diğeri de, hakemlere gidin ve hakemlerin kararlarını kabul edin. İşte şeriat budur. Allah ‘şunu yazın, şunu kabul edin’ demiyor, ‘anlaşın ve onu yazın’ diyor. Yazmakta anlaşamazsanız hakemlere gidin diyor. İşte bu “tevbe”dir. Yani, sözleşmeye ve hakemlere dönme ve onları kabul etme şeriattır.
Bunlara neden “tevbe” denmektedir? Çünkü sözleşme insanın doğuştan kabul ettiği bir şeydir. Hakemler de insanın doğuştan kabul ettiği husustur. Bundan uzaklaşanlar geri dönerler. Şunu hatırlamamız gerekir ki, sözleşmeler de hakemler de ancak topluluk içinde olabilir. İkili ilişki yeterli değildir. Biz ikimiz sözleşme yaparız, ama artık bizim sözleşmemiz bizi bağladığı gibi, diğer insanlar da bizimle ilişki kurarken bu sözleşmeye göre sizinle ilişki kurarlar, bu kurallarınızla onlara karşı da sorumlusunuz.
وَيُحِبُّ الْمُتَطَهِّرِينَ(222) (VaYuXıbBu elMuTaOahHıRIyNa)
“Mutetahhirleri de muhabbet eder.”
Burada “muhabbet” kelimesi tekrar edilmiştir. Yukarıdaki muhabbet sosyal iklimdir, buradaki muhabbet doğal iklimdir. Canlılar için en önemli sorun temizliktir. Şöyle ki, canlılar dışardan maddeler alır ve onlardan yararlanarak yaşarlar. Sonra atıkları dışarı atarlar. Atıklar başka canlılara yem olur. Böylece ortalık temizlenmiş olur. Eğer diğer canlılar bunları kaldırmazlarsa o zaman çevre kirliliği meydana gelir ve o canlı kendi atıkları içinde ölür. İnsan ise bu canlılardan farklı yaratılmıştır, kendi atıklarını kendisinin temizlemesi gerekmektedir. Dolayısıyla vücudundan attığı pislikleri uzaklaştırmak durumunda olduğu gibi, bedenini ve çevresini de temiz tutmak zorundadır. İnsan çıplak yaratılmıştır. Elbisenin temizliği ile işe başlamalıdır. İşte, Kur’an diyor ki, eğer temizlik yaparsanız siz yaşayacak iklime ve sıcaklığa girmiş olursunuz.
Bugün insanları bekleyen dört tane dört dörtlük afet vardır. Bunun birincisi ve başlıcası çevre kirliliğidir. Hava kirlenmektedir, su kirlenmektedir, toprak kirlenmektedir, canlı genetiği kirlenmektedir. Kur’an bunu; yerde insanların kesbettiği sebebiyle fesat zuhur etmiştir diyor. İşte, Kur’an insanları temizlenmeye çağırmakta, çevre kirliliğini önleme tedbirlerini almaya çağırmaktadır. Tek kişinin temizlenmesi mümkün olmadığı için temizlik örgütünün kurulmasını emretmektedir. Bunun için erkek kurallı çoğulu getirmektedir.
O halde kirliliğe nasıl çözüm bulacağız?
a) Hava kirliliğini önlememiz için sanayi atık gazlarını havaya salmamalıyız. Ya yakarak veya suda eriterek zararsız hâle getirmeliyiz. Sonra bu kirlenmiş suları diğer kirli sularla birleştirmeliyiz.
b) Kirlenmiş sular bakterilerle arıtılmaktadır. Bazı zehirli suları ise ancak toprağın derinliklerine akıtarak temizleyebiliriz. Bunların da zararsız kimyasal birleşiklere dönmesi gerekmektedir.
c) Katı maddeler ham madde olarak kullanılmalı, kullanılamayanlar çukurlar açılarak toprağa gömülüp depolanmalıdır. Sonra insanlar bulacakları teknoloji ile bunları arındırırlar.
d) En tehlikeli kirlenme biyolojik kirlenmelerdir. Canlı genetiğine girdi mi, artık onu bir daha ayıklayamıyoruz. Bunun için suni gübre ve ilaçların kullanılması yasaklanmalıdır. Çünkü bunlarda sol moleküller üremekte ve artık onun hormonundan canlıları temizleyemiyoruz.
Bunun dışında, eşlik anlaşmaları dışında cinsi ilişkiler kurulmamalıdır. Çünkü değişik erkeklerin hormonları bir kadında birleşirse, orada kromozomlar tahrip olmakta ve habis kromozomlar ortaya çıkmaktadır. Eşler arasındaki ilişkiler de bunun için sınırlandırılmıştır. Hayızlı zamanda birleşme bunun için yasaklanmıştır.
Bu sorunun çözümü için çevre vakıfları kurulacaktır. Bu vakıflar tüm üretimden çevre kirliliği yapmasalar da pay alacaklardır. Bu paylarla çevre kirliliğini önleyeceklerdir. Bu külfetin sadece üretici veya tüketici üzerine yüklenmesi olmayacak işlerdendir. Çevre kirliliğini önleyecek başka önemli hususlardan biri de, eskimiş makine ve parçaların geri satın alınması ve bunların tekrar kullanılmasıdır. Ayrıca, atık maddelerin de satın alınması ve zararsız hâle getirilmesi ile mümkündür.
Kur’an’ın burada “mutetahhirleri sever” demesi, çevre kirliliğinin önlenmesinin topluluğa ait olması anlamındadır. Yukarıda bahsedilen temizlik aile temizliğidir, burada bahsedilen ise çevre temizliğidir. Yukarıdaki temizlik bedeni temizliktir, burada bahsedilen temizlik ise pislikten temizliktir.
***
نِسَاؤُكُمْ حَرْثٌ لَكُمْ (NiSAEuKuM XaRÇun LaKuM)
“Nisalarınız size harstır. Eşleriniz sizin ekininizdir.”
“Hars”ı ekilecek yer anlamında alabiliriz. Buradaki muhatap olanlar yalnız erkekler değildir; insanlıktır. Kadınlar çocuk yetiştirme yerleridir. Nasıl ağaçta çiçekler tohum oluşturma yerleriyse, kadınlar da insanlığın çocuklarını yetiştirme yerleridir. Herkesin kendi eşi vardır. Ancak rahim ve çocuk topluluğundur. Koca karısına topluluk adına ortaktır. Onun halefidir. Kadın da rahmini topluluk adına taşımaktadır. Onun adına onu bir erkeğe ve yalnız bir erkeğe ortak edebilir. Temel felsefe budur.
Bunun sebepleri şunlardır:
a) Kadın bir erkekle birleştiği zaman ondan hormonlar alır ve tüm vücudun hücrelerine ulaştırır. Kadın erkeğe yalnız rahmini ortak etmez, artık tüm bedenin içinde onun hormonları yayılmıştır. Kadın o kocadan gelecek spermi besleyebilecek maddeler üretmektedir. Çünkü her hücre ürettiği her maddeyi tüm diğer hücrelere de gönderir. Dolayısıyla o kocadan olan çocuğa uygun maddeler üretmektedir. Sperm bu esnada başka erkekle de birleşecek olursa, üretilen maddeler bu çocuğa uymadığı için zararlı olur. (Lütfi Hocaoğlu tarafından itiraz edildi. Erkekten kadına hormonlar geçmez. Kadın spermi besleyecek madde üretmez. Sperm beslenemeyeceğinden dolayı ölmektedir. Bu nedenle ömrü bir gündür.)
b) Döllendikten sonra vücutta artık yalnız annenin genleri değil, babadan gelen genler de harekete geçer ve vücut değişik yapıdaki genleri yönetmeye başlar. Bu sebepledir ki kadın kocasına benzemeye başlar. Eğer burada başka erkeklerle çiftleşirse, o zaman vücutta oluşan hormonlarla kadındaki genler arasında çatışma başlar. (Lütfi Hocaoğlu tarafından itiraz edildi. Spermlerle gelen genler kadında periton içinde parçalanarak en küçük parçalara bölünür ve genetik etki yapmazlar.)
c) Ayrıca, doğan çocuğun kime ait olduğu bilinmelidir. Bu suretle babanın mükellefiyetini erkek yüklenmelidir. Kadın çocuk doğurup büyütmekte büyük sıkıntılara girmektedir. Bunu tek başına başarma imkanı yoktur. Bir erkek yardımcısına ihtiyaç vardır. Bugün bu tahlilin DNA testi ile yapılabileceği söylenebilir. Serbest ilişkinin kiminle, ne zaman ve nerede olacağı bilinmediği için DNA testi yapacak kimseyi bulmak çok zor olacaktır. Olsa bile, onun mal varlığı bilinemeyeceği için serbest cinsi ilişki meşru olmaz.
d) Çok önemli başka bir şey daha vardır; o da doğacak çocukların kimin olacağı bilinmediği için ileride serbest cinsi ilişki içinde kardeşlerden de çocuk doğabilir. Bu da neslin dejeneresine sebep olabilir.
Allah insanları böyle yaratmış, biz doğa kanunlarını değiştiremeyiz. Marks bugün bilinen biyolojiyi bilmediği için birtakım ütopik hayaller kurmuştur. Bugünkü Batı bu gaflet ve dalaleti içinde eriyip gitmektedir. Mü’minlerin üzerinde en çok titizlikle duracakları husus aile hayatıdır. Bugün Türkiye bu sayede yaşamaktadır. Sermaye tüm gücüyle İslâm ailesine saldırmaktadır. Bizim en çok dikkat edeceğimiz hususlar bu hususlardır.
فَأْتوُا حَرْثَكُمْ (FaETUv XaRÇaKuM)
“Harsınıza etvet edin.”
Yukarıda Allah’ın emrettiği gibi yaklaşınız deniyor. Burada ise nasıl isterseniz öyle deniyor. Bu iki âyet arasında bir tearuz vardır. Bu durumda şartları ele alırız. Yukarıda cinsi uzuvlar dışında ilişki kurulmamasını emrediyor. Burada ise cinsi uzuvlarla istediğiniz şekilde demek diyor. Bunu nereden biliyoruz? “Harsınızdır” demesiyle biliyoruz. Harsınıza yani yere çocuk olacak biçimde yaklaşın deniyor. Burada kadın harsa benzetilmiştir. Gerçekten öyledir. Biri buğday yetiştirir, diğeri de çocuk yetiştirir.
Bunun dışında burada bize başka bir şey daha öğretilmiş oluyor.
Tarımda kamu mülkiyeti olamaz, yani büyük çiftlikler oluşsun, yahut devlet çiftlikleri oluşsun, oralarda işçiler çalışsın, üretim olsun, yani sanayi tipi üretim olsun. Bu mümkün değildir. Özel mülkiyet içinde ancak tarım yapılabilir. Nasıl ortak karı olmazsa, ortak tarla da olmaz demektir. Sanayi üretim teknolojisi tarımda geçerli değildir. Batı bu sorunu çözememiştir. Bu sorun ancak aile işletmeleri ile çözülür.
Sanayi üretim şekli tarımda neden geçerli olamaz?
a) Sanayide siz değişiklik yapıyorsunuz, emrinize kayıtsız şartsız itaat eder. Tarımda ise siz sadece yardım edersiniz, işleri canlı kendisi yapar; siz emreden değil, hizmet edensiniz.
b) Sanayide iş sizin ayağınıza gelir, oysa tarımda siz işin ayağına gitmek zorundasınız. Dolayısıyla merkezi üretim şekli tarımda uygulanamaz. Tarım üretimi ancak tarlanın başında çalışacak kimseler tarafından yapılabilir.
c) Sanayide tek tip ürün vardır. Merkezi bilgi yeterlidir. Oysa tarımda her tarlanın özelliği ayrıdır. Hattâ yıldan yıla değişen şartlara göre teknoloji o tarlada ayrı ayrı uygulanır. Dolayısıyla tarımcıya siz yardım edersiniz ama o esas olarak her şeyi bilmek zorundadır.
d) En önemlisi, sanayide işçilik geçerli oluyor. Tarımda ise işçilik geçerli olmaz. Bazen işler iyi gider, hiç emek vermeden bol ürün elde edersiniz. Bazen bütün harcamalarınız ve emekleriniz boşa gider.
İşte bu sebeplerledir ki tarlalar ancak küçük özel mülkiyetle işletilebilir. Her tarlanın kendi sahibi olacak ve kendisi çalışacaktır. Su kullananın ve toprak işleyenindir.
Kur’an burada bize işte bunları anlatmaktadır.
أَنَّى شِئْتُمْ (EanNAy ŞiETuM)
“Nereden isterseniz.”
Cinsi ilişkide çocuk olacak şekilde yanaşmadaki ruhsattır. Tarlaların ekilmesi de böyledir. Tarla sahibi tarlasını istediği gibi eker. Ekme bakımından serbesttir; ama ekip ekmeme bakımından, boş tutma bakımından serbest değildir. “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nda bunun için çözümler getirilmiştir.
Makroda planlama yapılırken selem senetleri planın gösterdiği miktarda çıkarılır. Ama sonra zurra/ ziraatçılar bunlardan istediğini kendisi seçer, müdahale edilmez. Tarla sahibi istediği gibi tarlasını eker. Biz bunun için makroda planlama, mikroda serbest teşebbüs diyoruz. Bunu bu âyete dayanarak söylemiş oluyoruz.
Bana sordular; Adil Düzen Anayasasında Kur’an’a dayanan hükümler var mıdır?
Ben de cevap verdim; Kur’an’a dayanmayan bir hüküm yoktur.
Kıyas ilmi bize bütün sorunlarımızı çözmemize götürür. Burada analoji vardır. Çocuk yetiştirme ile buğday yetiştirme analojisi, kadın ile çiçek analojisi kurulmaktadır.
وَقَدِّمُوا لِأَنفُسِكُمْ (Va QadDiMUv Li EaNFuSiKuM)
“Nefsiniz için takdim ediniz.”
İnsanlar niçin çocuk sahibi olurlar, çocukları niçin yetiştirirler?
Önce kendilerini anne babaları yetiştirmiştir. O halde Allah’a yani topluluğa borçludurlar. Çocuklarını yetiştirip borçlarını ödeyeceklerdir. Bunun dışında yarın onlar yaşlanacaklardır. Kendilerine bakacak kimselere ihtiyaçları olacaktır. Çocukları olmazsa onlara kim bakacaktır?
Sömürü sermayesi sömürmeyi son hadde çıkarmak için aile müessesesini yıkmış, onun yerine kreşler ve huzur evleri icat etmiştir. Bunların hiçbirisi İslâmî değildir. Çocuğun büyüyeceği yer anne ve babasının evidir. Anne veya babası yoksa, yakınlarıdır. Devlet çocukları büyütmez, çocukları büyütenlere yardım eder, destek olur. Yaşlılara da devlet bakmaz, yaşlılara aileleri bakarlar, devlet onlara destek olur.
İşte, bu âyet bize bunu bildirmektedir. Yaşlılara çocukları bakacaktır. Yaşlandığı zaman kendisine bakacak çocuklara sahip olun diyor. Evlenip çocuk yapmayı emrediyor. Çocukları olmayanlar için mufavada şirketi oluşturuluyor ve yeğenleri ile beraber yaşıyorlar.
Bakınız, yukarıdaki ifade emirdir, vücubu ifade eder. Namaz kılmak farz olduğu gibi evlenip çocuk yetiştirmek de aynı şekilde farzdır.
وَاتَّقُوا اللَّهَ (Va itTaQUv elLAHa)
“Allah’a ittika ediniz.”
Demek ki, evlenip çocuk yetiştirme işi içtihat işidir, mahalli icma işidir, mahalli icmalar işidir. Kur’an temel esasları vermekte, kalan kısımlar hakkındaki hükümlerin içtihat ve mahalli icmalarla olacağını bildirmektedir. Böylece Cuma cemaatini bu hususları uygulamakta yetkili kılmaktadır.
Kendi örf ve âdetleri de göz önüne alınarak karı koca, aile içi yetim ve yaşlılık hukuku düzenlenmektedir. Çevre kirliliğine de her bucak kendisi tedbir alacaktır. İl ve ülke kuruluşları onları destekleyecektir. Merkezi yönetim yoktur, merkezi destek vardır. Her şey yerinden yönetimle çözülür.
Kur’an’da “Allah’a ittika ediniz” dendiği zaman, bu emir Cuma cemaatine hitap olabilir. Tüm insanlara hitap olabilir. Yetkiler Cuma cemaatine verilmiştir demektir: İl ve ülke bucakları bucak yönetimine destektir demektir.
وَاعْلَمُوا أَنَّكُمْ مُلَاقُوهُ (Va iGLaMUv EanNaKuM MuLAQUvHu)
“Biliniz ki O’na mülaki olacaksınız.”
O’na yani Allah’a mülaki olacaksınız. Bu dünya hayatınız düzgün giderse, ittika ederseniz, aile hayatınızı iyi götürürseniz, temizlik yaparsanız, âhirette de O’nun nimetini yaşarsınız. O’na kavuşur, O’nunla bir olursunuz. Allah bize şunu diyor; ben sizi yarattım, topluluk içine koydum, onun nimetlerinden yararlanıyor ve yaşıyorsunuz. Size âhirette bunun için ayrıca mükafat vereceğim. Yalnız bu dünya nimetleri bile bize yeterlidir.
وَبَشِّرْ الْمُؤْمِنِينَ(223) (VaBaşŞıRı eLMuEMıNIyNa)
“Mü’minleri tebşir et. Mü’minleri sevindir.”
İşte, burada daha geniş yani kabilenin üstünde, Cuma cemaatinin üstünde bir görev vermektedir. O da mü’minlerin bu hukuku teyit etmeleridir.
Devlet ve il kendisi şeriat koymaz, kanun yapmaz, kurallar koymaz. Şeriatı her bucak kendisi için kendisi koyar. Halk ise kendi şeriatlarını kendi sözleşmeleri ile oluşturur. İl ve devlet ise bunlara güvence verir, bunları korur. Bir ambarınız olur. Oraya siz istediğiniz eşyayı koyarsınız, Sonra ona bekçi tutarsınız, o sizin koyduğunuz malları korur. Bekçi size diyebilir mi ki; ben burada bekleyeceğim ama içeriye koyacağınız malları ben seçeceğim. O zaman sen benim bekçim değilsin ki.
İşte, Roma mantığı ile Tevrat mantığı ve Kur’an mantığı arasında bu fark vardır. Romalılar kendi koydukları kuralların bekçiliğini yaparlar. Şeriat ise halkın kendisi için yaptığı kuralların halk adına bekçiliğini yapar. Bu anlayışa gelmek sanıldığı kadar kolay bir şey değildir.
***
وَلَا تَجْعَلُوا اللَّهَ عُرْضَةً (Va Lav TaCGaLuv elLAHa GuRWaTan)
“Allah’ı urza yapmayın.”
“Özür” geçmişte işlenen bir hatadan dolayı ileri sürülen sebeplerdir.
“Urda” ise gelecekte yapılacaklara arıza ortaya koymaktır, yani ben yapmak isterim ama benim şu engelim var demektir. Herhangi bir iyiliğe karşı Allah izin vermiyor diyemezsiniz, Allah’ı engel gösteremezsiniz. Allah hiçbir iyiliğe karşı değildir.
لِأَيْمَانِكُمْ (Lİ EaYMANıKuM)
“Yeminleriniz için Allah’ı urza yapmayınız.”
Burada nehy edilen iyilik yapmamak için yapılan yeminler ve nezirlerdir. Böyle yeminler geçersizdir. Ayrıca böyle yemin yaptığınız için cezası vardır. İyilik yapmak üzere yemin yaparsanız, bunun kefaretini vermek zorunda kalırsınız.
أَنْ تَبَرُّوا وَتَتَّقُوا (EN TaBarRUv Va TatTaQUv)
“Teberri ve ittika için.”
“Birr” iyilik demektir.
“Teberri etmek” birbirine iyilik etmek demektir.
Burada iyilik birbirine iyilik şeklinde ifade edilmiştir. Çünkü Allah’a iyilik diğer insana iyiliktir. Allah’ın size ihtiyacı yoktur. Allah’a iyilik edemezsiniz.
“İttika etmek” de sakınmak demektir, kötülüklerden sakınmak demektir, kendini korumak demektir.
وَتُصْلِحُوا بَيْنَ النَّاسِ (VaTuÖLıXUv BaYNa elNaSı)
“İnsanlar arasında ıslahta Allah’ı urza yapmayınız.”
Burada çok önemli bir ifade vardır.
“Mü’minler arasında”, “müslimler arasında” denmiyor, “insanlar arasında” deniyor.
Dini engel kabul edip insanlarla diyalog kurmak, onlarla barışmak, onlarla ticaret yapmak, onlarla değişik alanlarda işbirliği yapmak gibi Allah’ın emrettiği şeyleri tersine çevirip, ‘o kâfirdir, ben ona bu iyiliği yapmam veya onunla diyalog kurmam’ demeyiniz diyor.
Bizim ‘insanlarla birleşmek ve barış içine girmek’ şeklindeki ifadelerimizi sanki dinden uzaklaşılıyormuş gibi anlayanlar bu âyeti okusunlar; bir daha okusunlar; bir daha okusunlar. Nâs arasını ıslah için Allah’ı urza yapmasınlar.
وَاللَّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ(224) (Va EalLAHu SaMIyGun GaLİyMun)
“Allah semî’dir alîmdir.”
Allah işitir, ne söylerseniz duyar, ne yaparsanız bilir demektir.
Burada semî’ ve alîm nekire gelmiştir.
Bunu sağlamak ne demektir?
Bunu sağlamak demek, bizim muhasebe ve kayıt sistemlerine ihtiyacımız var, bununla görevliyiz demektir. Bunu sağlamak, bizim “25 Genel Hizmet” dediğimiz hizmetlerin sağlanması demektir. Sistemimiz genel hatlarıyla bunlara dayanmaktadır. Bu sayede devlet semî’ ve alîm olmaktadır.
M. Lütfi Hocaoğlu’nun yapmakta olduğu program bu amaçla yapılmaktadır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-408 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-238 İstanbul, 12 Mayıs 2007
ADİL DÜZENDE BORSA VE BORÇLAR
Bir işletmenin kârına-zararına bakmadan, o işletmedeki ciro esas alınarak o işletmenin ‘kira payı’ tesbit edilir. Mesela, Akevler Özdemir Çelik Fabrikası’nı örnek olarak ele alalım. Fabrika günde 10 ton döküm yapıyor. Günlük cirosu 20 000 YTL’dir diyelim. Kira payımızı da % 4 kabul edelim. Demek ki günde 800 YTL kira getirmektedir. Fabrikanın sermayesi olarak dört bin hisse senedi varsa, bir senedin günlük kazancı 20 kuruştur demektir. İşletme her gün o günkü cirosuna göre bu 800 YTL’yi bankaya yatırır. Eğer işletme yapan firmanın fabrikada hissesi varsa, o zaman onu kendisi çeker. Kalan kısmı ise hisse senedini elinde bulundurana kira olarak gelmiş olur.
Fabrikanın YTL olarak günlük cirosunu hesaplamak kolay değildir. Parayı her gün tahsil etmiyor. Bazen beklenmedik masraflar oluyor, dolayısıyla ben bugün bu kadar iş yaptım, elime bu kadar para geçti, cirom bu kadardır diyemezsiniz. Aksi de doğrudur, bir makine devre dışı olur, masraflar çıkmış olur. Bunu da o gün zarar etti diyemeyiz. Bu eksikliği gidermek için kârları ve zararları yaymak gerekir.
Örnek olarak diyebiliriz ki, beklenen ciro olmuşsa yani on ton olmuşsa, o gelir veya bu miktardaki zarar o güne yüklenir. Ama eğer bu gelir 40 ton olmuş veya 10 tona düşmüş ise bu artan kısım yediye bölünerek haftalık kazanca yayılır. Bu miktar 80 tona çıkmışsa aya bölünür, daha fazla olmuşsa yıla, daha fazla olmuşsa beş yıla bölünür. Yani gelir de gider de gelecek tarihlere dağıtılır. Bugünün kârı ve zararı yalnız bugüne ait olmayıp geçmiş tarihlerde bugüne şarj edilen gelir veya zararların toplamına denktir.
Şimdi, ister kamu ister özel fabrikalar olsun, böylece her işletme cirosuna göre bir kira gelirine sahip olur. İşte fabrikanın değeri bu gelirin diyelim ki beş senelik toplamına eşittir. Bunları yayınlatan ve bu paraları bankaya yatıran firma borsaya girmiş olur. Bankaya yatırılan kira miktarı o fabrikanın hisse senedinin değerini verir. Bu gerçek değerdir. Bu paylar vergiden muaf tutulur. Böylece gerçek bir borsa kurulmuş olur.
Şimdi şu sorulur. Senetlerin rayiç değerleri nedir, borsa değerleri nedir?
Benim elimde 100 senedim veya 40 senedim var. Nominal değeri 30 günde 7.5*40=300 YTL getirmektedir. Benim 3000 liraya ihtiyacım var. Bu senetlerin kârını birisine devrederim, mesela bir senelik gelirimi veririm, 3000 lirayı alırım. O da karşılığında 12 ay içinde 3600 lira kazanacaktır. Bu faiz değildir. Çünkü bu gelir tahmini gelirdir. Asıl gelir fabrikanın çalışmasına ve cirosuna bağlıdır. İşte, cari değer bu kâr tahmini ile belirlenmiş olacaktır. İstanbul borsasına o gün gelmiş olan kira payı borsanın değerini gösterecektir.
Böylece reel üretim ile senetler arasında bir paralellik kurulmuş olur.
Adil Düzen piyasa borsası cirodan gelen kira payları ile belirlenmektedir. Kişiler ellerindeki tasarrufları bir işletmenin senedine yatırabildikleri gibi işletmeler birliği de oluşabilir, yani ortak hisse senedi çıkarılabilir. İşletme birliği pay senedini de alabilir. Böylece birinden zarar edilirse diğerinden kâr edilebilir. Yani piyasaya hem kendi işletmelerinin senedini sürebilir, hem de birlikteki ortak hisse senedini de alabilirler. Hattâ tüm İstanbul borsasında da oynayabilirler.
Böylece oluşan borsa yoluyla dış borçların tasfiyesi de kolayca yapılabilir. Devlet ülkedeki fabrikaların hisse senetlerini YTL ile satın alır ve alacaklı yabancı finans merkezlerine bu hisse senetlerini satabilir. Böylece ülkenin dışarıya olan dolar borcunu hisse senetleriyle ödemiş olur.
Demek ki, “Adil Düzen”in iktidar olması hâlinde dış borçları ülkenin taşınmazlarına yabancıları ortak etmek suretiyle ödeyeceğiz.
Buna karşı şu itirazı ileri sürebiliriz. 200 milyar dolar borcumuz vardır. Bu borcu ödeyeceğiz demek, buna tekabül eden 300 milyar lirayı piyasaya süreceğiz demektir. Bu enflasyon yapmaz mı?
Bunun enflasyon yapmaması için devletin halka satacak değerler arz etmesi gerekir. Piyasaya sürülen para kadar satın alınacak mal artırılırsa, o zaman enflasyon olmaz. Fiyat, paranın mala bölümü ile oluşur. Para arttığı kadar malı da artıracak olursanız, enflasyon olmaz.
Devlet halka ne satabilir?
a) Kamı İktisadi Teşekkülleri’ne (KİT’lere) ait hisse senetleri çıkarır ve devreder. Böylece piyasaya sürülen para geri çekilmiş olur.
b) Kamuya ait araziler parsellenir, altyapısı getirilir, imarı verilir ve pay senedi ile satışa çıkarılır. Böylece muattal bulunan devlet toprakları halkımıza intikal ettirilmek suretiyle aynı zamanda ülke de imar edilmiş olur.
c) Devlet ormanları ve SİT alanları kredileşme olarak vatandaşların zilyetine verilecektir. Halka, altın olarak belli bir para vererek ormanı ve SİT alanını tahrip etmeden kullanma hakkı verilmiş olacaktır. İstediği zaman da iade edilebilecektir. İşte bu yolla da piyasadan para çekilmiş olur.
d) Faizsiz kredileşme ilkesi getirilir. Bankaya para yatıran % 20 eksiği ile ileride kredi alma imkânını bulacaktır. Halk devlete faizsiz olarak borç veriyor demektir. Halkın buradaki çıkarı, mevduatı kadar faizsiz kredi almadır. Faizsiz krediyi yaygınlaştırdığımız zaman biz de piyasadan paramızı çekmiş oluruz.
Biz bu öneriyi AK Parti iktidar olduğu zaman yaptık, dinlemediler. Bugünlere gelindi.
Bunlar benim önerilerim değil, onların da inandığı bizi yaratanın kitabı olan Kur’an’ın ve müsbet ilimlerin önerilerinden benim anladıklarımdır. Hatalar varsa hatalar benim, doğrular O’nundur.
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-408 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-238 İstanbul, 12 Mayıs 2007
ASKER NE YAPMAK İSTEMİŞTİR?
Sömürü sermayesinin temel siyaseti ve stratejisi, dünyayı tek devlet yapmak veya tek devlet gibi yönetmektir. Bütün çabası bu yöndedir ve bütün imkanlarını bunun için kullanmaktadır.
Bu arada sömürü sermayesinin dünyayı tek devlete götürmek hedefine ulaşmak için izlediği siyaset ve yapmaya çalıştığı uygulamalar vardır.
a) Aile, din, devlet ve mülkiyet müesseselerini yıkıp insanları kendi sermayesi altında teker teker esir etmek.
b) Devlet ile halkı, ordu ile iktidarı karşı karşıya getirip çatıştırmak ve bu ortamlarda devletleri çökertmek.
c) Kiliseyi, feodal yönetimi, krallık yönetimini, dikta yönetimlerini yıkarak devletleri ekseriyet demokrasisinde çökertmek ve halkı siyasetten soğutmak.
d) Lâiklik adı altında insanları ahlâksızlaştırmak.
Sömürü sermayesi bunu kendi gücüyle yapmıyor, Allah’ın ona izin vermesiyle yapıyor.
Allah buna neden izin veriyor?
Allah, insanlığı uyarıp adil bir düzene götürmek için onlara bu fırsatı vermektedir.
AK Parti, “Adil Düzen”in ülkeye gelmesi ile uğraşacağına, Demokrat Parti gibi mevcut “zulüm düzeni”nde başkalarının elinden zulmü alıp kendisinin zulüm yapması ile meşgul olmuştur.
Demokrat Parti tek parti anayasası ile iktidarı sürdürebileceğini sanmıştı.
AK Parti de CHP ile anlaşarak iki partili sistemle iktidarı sürdürebileceğini sanmıştır.
Askerin son müdahalesi ile neler önlenmiştir?
1) Ordu AK Parti’yi gafletten uyandırmak istemiştir: AK Parti bu uyarıdan sonra aklını başına toplayıp demokratik (şeriat), lâik (İslâm), liberal (adil) ve sosyal (hak) bir hukuk (ahkam) düzenini tesis etmeye yönelebilir mi? Hep beraber göreceğiz.
2) Ordu Ukrayna’da, Gürcistan’da, Kırgızistan’da olduğu gibi sokak hareketlerine kalkışanlara ihtarda bulundu; ben devleti sokak çapulcularına bırakmam. Meclis’e ve iktidara karşı yürürseniz, ben el koyarım, sonra askeri yönetimle yönetirim, siz bilirsiniz diyor. Böylece Türkiye’ye karşı yönelen sokak yönetimlerine ‘dur’ ihtarı çekmiş; ya demokrasi ya da ben demiştir.
3) Ordu, sömürü sermayesine de cevap vermiştir. CIA böyle sokak hareketlerini organize edip siyasileri devre dışı bıraktıktan sonra, istediği kişileri başa getirip Türkiye’yi yıkmak için onlara istediğini yaptıracağını ümit ediyor. Ahmet Necdet Sezer’de bu aradığını bulamadı, Turgut Özal’da bulamadı, Süleyman Demirel’de bulamadı. Askerlerde hiç bulamadı. Şimdi bunu arıyor ve bu fitneyi organize ediyor. Kullandığı derin güçler AK Parti’den görünerek/göstererek ülkeyi ateşe atmak itiyor. Ordu dünyaya ve ABD’ye cevap verdi; boşu boşuna uğraşma, ben varım, bu şekilde dış müdahalelere izin vermem. Böylece Türkiye’yi çökertmek isteyen sömürü sermayesinin fitnesine karşı açıkça cephe aldığını ona bildirmiştir. Çünkü eskiden askerleri kullanarak ülkeleri emrine almaya çalışıyordu. Askerlere dinletmeyince, şimdi askersiz müdahaleleri planlamaktadır. Asker de; işte bu istediğin veya planladığın da olmaz demiştir.
4) Asker, farkında olunan veya kimilerince henüz olunmayan bir şeyi ortaya koymuştur. Ekseriyet demokrasisi ile lâiklik bir arada yürümez. Bugünkü düzende AK Parti’nin veya iktidardaki herhangi bir partinin, devletin bütün güçlerini ele geçirince kendi din anlayışını dayatacağı kesindir. Bu dayatmayı yalnız lâiklere değil, kendisiyle işbirliği içinde olmayan dindarlara da dayatacağı kesindir. Bu AK Partililerin kötülüklerinden doğan bir olay değildir, doğanın doğal kanunudur. Bu durumda ya adil bir düzen getirir ve gerçek demokrasiyi tesis edersiniz, ekseriyet sistemini bırakıp nisbî sisteme geçersiniz, hakim sistemi yerine hakem sistemine geçersiniz, seçim barajını yüzde 5’e düşürüp tüm vatandaşların mecliste ve hükümette temsil edilmesini sağlarsınız; ya da benim iktidarımı kabul edersiniz. Yani; ya demokrasi ya da dikta. Demokrasi yoksa, güçlü benim, dikta benim!
İşte bu dört gerekçe bu duyuruyu zorunlu kılmıştır. Lâiklik hakkında söylediklerinin saçmalamalardan ibaret olduğunu belirttikten sonra, duyuru Türkiye için güvence kaynağı olmuştur.
Sonuç olarak çıkan anlam şudur: “Ya demokrasi yönetimi, ya da askeri yönetim.”
Seçim siyasilere aittir.
AK Parti kadar, diğer partilere de aynı ihtar yapılmıştır. Bu ihtar yerinde, son derece uyarıcı ve yapıcı bir ihtardır. Gerekçeleri ise verilen çocuk örneklerinde görüldüğü üzere çocukçadır; anlayana!
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92