1967...1968...1969....AKEVLER 40 YILDIR ÇALIŞIYOR....2005...2006...2007
BİZLER ÇALIŞIYOR VE YENİ İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZLERİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ; BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
ADİL DÜZEN 410
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 26 Mayıs 2007 Fiyatı: www.akevler.org’a tıklamak!
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 410. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Hedefimiz; “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, Reşat EROL
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ
TÜRKİYE’NİN ZENGİNLİĞİ
MÜDAHALELER VE YAPILMASI GEREKENLER
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 72. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
الطَّلَاقُ مَرَّتَانِ فَإمْسَاكٌ بِمَعْرُوفٍ أَوْ تَسْرِيحٌ بِإِحْسَانٍ وَلَا يَحِلُّ لَكُمْ أَنْ تَأْخُذُوا مِمَّا آتَيْتُمُوهُنَّ شَيْئًا إِلَّا أَنْ يَخَافَا أَلَّا يُقِيمَا حُدُودَ اللَّهِ فَإِنْ خِفْتُمْ أَلَّا يُقِيمَا حُدُودَ اللَّهِ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْهِمَا فِيمَا افْتَدَتْ بِهِ تِلْكَ حُدُودُ اللَّهِ فَلَا تَعْتَدُوهَا وَمَنْ يَتَعَدَّ حُدُودَ اللَّهِ فَأُوْلَئِكَ هُمْ الظَّالِمُونَ(229) فَإِنْ طَلَّقَهَا فَلَا تَحِلُّ لَهُ مِنْ بَعْدُ حَتَّى تَنكِحَ زَوْجًا غَيْرَهُ فَإِنْ طَلَّقَهَا فَلَا جُنَاحَ عَلَيْهِمَا أَنْ يَتَرَاجَعَا إِنْ ظَنَّا أَنْ يُقِيمَا حُدُودَ اللَّهِ وَتِلْكَ حُدُودُ اللَّهِ يُبَيِّنُهَا لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ(230)
الطَّلَاقُ مَرَّتَانِ (ElOaLAQu MarRATavNı) “Talak iki merredir.”
Bundan önceki âyette boşananların üç ay bekleyeceklerini bildirmiştir. Burada üç ay dolmadan önce koca isterse geri dönebilir hükmü getirilmiştir. Şimdi de arada bir atıf harfi getirilmeden “talak iki defadır” deniyor. Eğer “Ve” harfi getirilseydi, yukarıdaki talak ile bu iki talak farklı olurdu. Sonra bu talaklar o talaklara benzemezdi ama şimdi “talak iki merredir” demekle yukarıdaki talak bunun içinde olduğu gibi her iki talakın, hattâ üç talakın aynı olduğunu belirtmiş olur.
Burada “Ettalakâ İsnân” denseydi iki talak birden olabilirdi. “Kerratani” bile demiyor “merratani” diyor; yani bir talak yapılacak, sonra ikinci talak yapılacaktır. Bir talak geçecek, ikinci talak gelecek demektir.
Fıkıhçılar üç talakın bir defa olacağını söylemektedirler. Bu hususta ittifak etmiş gibidirler. Ama Kur’an çok açık ifade ile buna karşıdır. Talaktan sonra nikah kalmamıştır ki ikinci talak olsun. Bu sebepledir ki Kur’an “geri dönerlerse” diyor; yani nikah olmuş ama sonra kocaların diğer erkeklerden önceliği var diyor. Talak olduğuna göre boşanmış şey bir daha nasıl boşanacaktır. O devrin yanlış anlayışı fıkıhlara girmiştir. Buna ait bir hadis de yoktur.
فَإمْسَاكٌ بِمَعْرُوفٍ (Fa EiMSAKun Bi MaGRUvFın) “Maruf bir şekilde imsak vardır.”
Burada evlilik açıklanmaktadır. Buradaki “Fa” takip fası değildir, tafsil fasıdır. Ya “maruf” şekilde yaşayacaksınız, ya da boşanacaksınız. Zulüm yapmak, eziyet etmek yoktur. Burada “maruf” nekire gelmiştir. O halde maruf olan tek değildir. Evlenecekler sözleşme yapacaklar, onlar için o maruf olacaktır. Sonra aile defterleri olacak, orada yazacaklar. O yazdıkları ailenin kurallarını oluşturacaktır. Sonra hakemler karar verecek, onlar da aile defterine geçecek, böylece bunlar maruf olacaktır.
Kadın veya erkek tek başına karar alır ve kendi sahalarını istedikleri gibi yönetirler, ama karar alacaklar ve eş ile çocuklar bu kararı bileceklerdir. Değişirse bunu da bileceklerdir. Maruf olması gerekir. Yazılmazsa nasıl maruf olacaktır?
Kur’an bizim istidlallerimizi hep teyit etmektedir, hep birbirini beyan etmektedir. Kadın ailede kalacak, eş olarak kalacak yahut ayrılacaktır. Tarafların eşit şahsiyetleri vardır. Ne erkek kadına ne de kadın erkeğe hükmetmeyecektir. Anlaşmalara göre, hakem kararlarına göre yaşayacaklar. Böyle bir hayat cennet değil midir?
أَوْ تَسْرِيحٌ بِإِحْسَانٍ (EaV TaSRIyXun Bı EıXSANın) “Veya ihsan ile tasrih vardır.”
İmsak edecektir, yani aile içinde yer alacaktır. Bu maruf üzere olacaktır. Şeriatın emirlerine göre olacaktır, anlaşmalara göre olacaktır, hakem kararlarına göre olacaktır. Ama anlaşma olmazsa “ihsan ile” serbest bırakılacaktır. Mihirleri verilecek, onlara haksızlık ve zulüm yapılmayacaktır.
“İHSAN” iyilik demektir, güzellik demektir, anlaşarak demektir, hakkını fazlasıyla vererek demektir. Allah erkeği kazanacak ve karısı için harcayacak şekilde yaratmıştır.
Güneş doğmadan doğu taraf ısınır, batıdaki soğuk rüzgar doğuya doğru esmeye başlar. Buna “sarah” denir. Bu esnada hayvanlar salıverilir, otlamaya giderler. Öğleden sonra ise güneş batıdadır. Batı ısınmış, doğu soğumuştur. Rüzgar doğudan batıya doğru eser. Buna da “revah” denmektedir. Gece uykusundan uyanmış, bitkiler faaliyete geçmiş, arılara ve böceklere koku salmışlardır. Oysa sabah rüzgarında böyle bir koku yoktur. Bu sebepledir ki akşamleyin doğudan batıya esen rüzgara “revah” denmektedir. “Rih” rüzgar ve koku demektir. “Reyhan” koku veren bitkidir. “SERAHA” demek, bağlı olanı çözmek, serbest bırakmak demektir. İmsak etmenin karşılığıdır. Kadın evine bağlıdır. Artık kendisine başka eş aramamaktadır. Çocuklarına bakmaktadır.
Boşadığınız zaman iplerini çözmüş oluyorsunuz. Bu bağlılık nedeniyle kendileri mihri hak ederler. Mihri kocası vermezse âkilesi vermelidir. Böylece kadınlar evlenmeyi tercih etmelidirler. “İhsan ile tasrih yapılacaktır.” Onları dırar (zarar) olarak imsak etmemelisiniz.
وَلَا يَحِلُّ لَكُمْ (Va LAv YaXılLu LaKuM) “Size halal olmaz.”
“Halal olmak” çözülmek demektir. Sirkeye noktalı “H” ile “halel” denmektedir. Suda çözülmüştür. Yediğimiz yemekleri eğer sindirebiliyorsak ona “halal” diyoruz; ama sindiremiyorsak ona da “haram” diyoruz. Toplulukta bizim almamız doğru olmayan mallara “haram”, alıp kullanabildiğimiz mallara da “halal” diyoruz.
Verilen mihirlerin veya yapılan harcamaların sonradan geri alınması helal olmaz.
Tekrar aile hayatını hatırlayalım. Kadın ve erkek bir anlaşma yapıyor, birlikte yaşama ve ortak çocuk yapma anlaşmasını yapıyor. Kadın çocuk doğuracak ve büyütecek, ev işlerini yapacaktır. Erkek nafaka temin edecek ve savunmayı yapacaktır. Kadın başka erkeklerle birleşme yapmayacaktır. Buna karşılık bir tazminat alacaktır. Erkekler evleniyorlarsa bunları vermek zorundadırlar. Kadınların günlük ihtiyaçlarını çocukları olmasa da erkek karşılar. Bunlar nelerdir? Bunlar dört çeşittir.
a) Yeme ve içme malzemesini erkek temin eder. Kadın pişirir, sofrayı kurar, birlikte yerler. Koca hangi malzemeyi getirirse kadın onunla iktifa edecektir. Erkek de kadın ne yemek yaparsa onunla iktifa edecektir. Bu sebepledir ki zaruret olmadıkça erkek evin dışında yemek yiyemez. Yalnız erkeklerin davet edildiği toplantılara izin almadan gidemez. Ama kadın gidebilir. Şart olarak evde yemeğini hazırlamış olacaktır. Erkek de eve orada yiyeceği kadar malzeme getirmiş olmak şartı ile gidebilir.
b) İkincisi giyimdir. Erkek hangi kalitede elbise giyerse, karısına da o kalitede elbise giydirmek durumundadır. Evlenmeden önceki elbiseler için bir şey denmez. Ama yeniden diktirdiği elbiseye muadil elbiseyi kadına da diktirmek durumundadır. Mihri ile birlikte kadına elbiseler de alınır. Bu pazarlığa tabidir. Sonra bunları geri alamaz.
c) Kalınan ev de böyledir. Mobilya dahil eşlere eşit sukna (evde kalma, evden istifade etme) sağlanmalıdır. Kalitesi aynı olmalıdır. Büyüklüğü ise çocuklara göre değişebilir. İlâ veya boşanma olduğunda, kadın iddeti içinde o evde oturmaktadır. Ölüm hâlinde bir yıl çıkarılmaz.
d) Dördüncü giderler ise su, elektrik, gaz, telefon gibi giderlerdir. Yine erkekler bunlardan ne derece yararlanıyorlarsa kadınlar da yararlanırlar. İş gezilerine “seyr” denir, ama turistik gezilere “seyahat” denir. Turistik gezileri erkek kendi başına yapamaz, eşine yaptırmak durumundadır. Hacca herkes kendi parası ile gider ama umreye kendisi gidiyorsa eşini de götürmek durumundadır yahut izin almalıdır.
İşte bu harcamalardan hiçbirisini geri isteyemez.
أَنْ تَأْخُذُوا (EaN TaEPuÜUv) “Ahzetmeniz.”
Verilenler geri istenemez, harcananlar talep edilemez. Yapılmış harcamalar, verilmiş mallar onun olacaktır. Erkeklerin görevi budur. Kadın nuşuz ederse yani kocası ile yatmazsa o zaman bu masrafları geri isteyemez. Ama boşama hakkı vardır. Sadece mihri geri isteyebilir. Masrafları da yapmayabilir.
مِمَّا آتَيْتُمُوهُنَّ شَيْئً (MimMAv EaTaYTuMUvHunNa ŞaYEan)
“Onlara ita ettiğinizden hiç bir şeyi.”
Onlara verdiğinizden hiç bir şeyi geri almayınız.
Allah erkekleri çalışıp üretecek güçte yaratmıştır. Kadınlar da üreticidirler ancak bunu erkekler kadar yapamamaktadırlar. Erkekler çatışmacı savaşçıdırlar, kadınlar da; ancak bunu erkekler kadar yapamamaktadırlar.
Buna karşılık kadınlara bunların çok üstünde bir meziyet verilmiştir. Kadınlar insan üretmektedirler.
İnsan çocuğu kadar neyi sevebilir? İnsan her şeyi çocukları için ister ve yapar. Dolayısıyla onların zenginliği başka bir şeyle kıyas edilemez. Zorluğu da savaştan beterdir. Erkeklere de bu alanda görev vermiştir; onlara hizmet etmek ve onları desteklemek.
Canlılarda başka bir özellik daha vardır. Eşleşirken erkekler yarışırlar, yarışı kazanan döller. Bu da ayıklama kanunudur, yani güçlü ve sağlam hangisi ise onun nesli yaşasın. İnsanlar arasındaki yarış kazanmadır. Çalışıp üretmedir. Hangisi bunda kabiliyetli ise onun evlenip çoğalmaya hakkı vardır.
İşte, erkeklere verilen bu nafaka yükü sadece geçimin sağlanması için değildir. Aynı zamanda erkekler arasındaki yarıştır. Kadını boşayabilmeniz için ona verdiklerinizi geri almayacaksınız. Burada verilen malları geri alma haram edilmiştir. Geri almayınız demek suretiyle topluluğa emretmektedir.
Demek ki koca eğer bunu kendisi başaramıyorsa, topluluk dayanışma içinde bunu yapacaktır.
Bu dayanışma nasıl sağlanacaktır? Akrabalık ilkeleri içinde sağlanacak veya dayanışma ortaklıkları içinde sağlanacaktır. Bizim bu müesseseleri tesis etmemiz gerekir. Her bucak kendine göre bu sorunları çözer.
إِلَّا أَنْ يَخَافَا (EilLAv EaN YaPAFAy) “İkisinin havf etmesi dışında.”
Demek ki, erkek evlendiği zaman harcar, kadına mihir verir. Geçinemedikleri zaman erkek karısını boşayabilir. Evlenme hak olduğu gibi boşanma da haktır. Kadınlar mihirlerini alarak ayrılıp giderler.
Burada bir istisna getirmiştir, o da kadının kusurlu olması hâlidir. Koca kadının kusuru nisbetinde verdiği mallardan bir kısmını geri alabilir. Bu bir kısmı tesbit edecek olanlar hakemlerdir. Kur’an’ın başka âyetlerinde tarafların birer hakem seçmeleri emredilmiştir. İşte onlar ne kadarını geri iade edeceğine karar verirler. Şüphesiz bu miktar mihirden fazla olamaz. Bu takdirde talak yerine hul’ olmaktadır. Talak, bütün mihri vererek boşamaktır. Buna mukabil hul’ ise mihrin bir kısmını geri alarak vermemişse vermeyerek boşamadır. Boşama hususunda karar verme yetkisi taraflarındır.
Burada “ikisi havf ederse” deniyor. Demek ki hul’ hakkında karar verme yetkisi iki tarafa aittir. İkisi de söz sahibidir. İşte buradaki zamirin tesniye olmasından anlıyoruz ki; talak erkek tarafından vaki olduğu gibi kadın tarafından da vaki olur. Şimdi burada usulden yeni bir kaide geliştiriyoruz.
Kur’an’da eğer bir hak erkeğe verilmişse kendiliğinden benzer hak kadına da verilmiştir. Aksini iddia eden delil getirmek durumundadır. Yani, ‘kadınların boşama yetkileri yoktur’ diyen delil getirmek durumundadır. Bu mefhumu muhalefetle olmaz. Yani, burada ‘erkekler boşarlar’ hükmünden ‘kadınlar boşayamazlar’ denemez; aksine, kıyasla kadınlar da boşar anlamı çıkar. Kıyas mefhumu muhalefete tercih edilir.
أَلَّا يُقِيمَا حُدُودَ اللَّهِ (EnLAv YuQIyMAv XuDUvDa elLAHı)
“Allah’ın hudutlarını ikame edemeyeceklerinden korkarlarsa.”
Burada çok önemli bir ifade geçmektedir. Karı-koca arasında çizilmiş hudutlar Allah’ın hudutlarıdır. Evlilik kamu hukukundan mıdır, yoksa özel hukuktan mıdır? Alışverişten farklı olarak evlilik karı-kocalık kamu hukukunu içermektedir. Bundan dolayıdır ki özel hukukta aranmayan şartlar burada aranmaktadır.
a) Önce zina yasağı konmuştur. Kadın bir dönemde iki erkekle buluşamaz, yani serbest ilişki yasaklanmıştır. Bunun dışında gizli ilişkiler yasaklanmış, akrabalarla olan ilişkiler yasaklanmıştır. Nikahı feshetme yetkisi kaldırılmıştır. Boşama fesih değildir. Demek ki burada kamu yasakları konmuştur.
b) Evlilik için mihir şartı getirilmiştir. Erkek kadına borçlanmaktadır. Nikahta hiç zikretmeseler de erkek kadına borçlanmaktadır. Hattâ borçlu olmayalım diye anlaşsalar bile yine borçlanmaktadır. Bu nedir? Taraflara takdir hakkı anlaşsalar da tanınmamaktadır. Demek ki bu kamu hukukundandır.
c) Evliliğin kamu hukukundan olmasından dolaydır ki, kocanın karısının zinasını affetme yetkisi yoktur. Zina suçu kişilere karşı değil, topluluğa karşı işlenmiş sayılır ve cezası uygulanır. Oysa adam öldürürseniz onu kardeşleri affedebilmektedirler.
d) Evlilik geri dönülmez hükümleri içerir. Ne nikah ne de talak geri alınamamaktadır. Evlilikte rıza şartı aranmamaktadır. Zorla kandırılarak da olsa, nikah yapılmışsa yapılmıştır. Bundan sonra boşanma olur. Talak sayılarına girer. Doğan çocuk nesebi sahih çocuktur. Mihir tahakkuk eder. Yani irade beyanı yeterlidir, rıza şartı yoktur. Bir kimseye evet dedirtmeden zorla cinsi ilişki yapılırsa zina olur. Kadın bunu zorla işlediği için cezadan kurtulur, ama erkek cezalandırılır. Ama kadını tehdit ederek evet dedirtirseniz, bu tehdit mülci (zorlama) değilse o nikah sahihtir. Erkeğe tehdit cezası verirsiniz ama zina cezasını veremezsiniz. Bu da gösteriyor ki, nikah kamu hukukundandır. Biat yani seçme de böyledir. Allah’ın hudutlarını ikame edemeyeceklerse, o zaman onlara boşanma farz olur. Kavgalı, didişmeli, zararlı, sürüncemeli evlilik kamu hukukunu ihlal olduğu için meşru değildir. Kadın da erkek gibi boşanma hakkına sahiptir. Çünkü burada eşitlik içinde korkarlarsa deniyor.
Şu durumlar olmaktadır.
a) Erkek bütün mihri vererek karısını boşayabilir.
b) Kıyas yoluyla kadın bütün mihri iade ederek boşanabilir. Almamışsa vazgeçerek boşanabilir. Burada sorun mihrin dışındakiler üzerindedir. Erkek tantanalı düğün yapmış, evlilik olmuş, ondan sonra kadın ‘ben seni beğenmedim’ diyor ve gidiyor. Mihri iade edebilir, ama masrafları geri getirmez. Bu durumda ne olacaktır? İşte o zaman yine devreye hakemler girecektir. O masraflardan varsa onlar iade edilecek ama harcanmış gitmişse o masraflar talep edilemez. Bu sebepledir ki evlilik masraflarını erkekler istedikleri kadar kısabilirler. Fazlasını isteyen kadın kusurludur. Erkek yapmaz ve mihir vermeden de boşayabilir.
c) Erkek karısını kusurlu görerek karısının mihirden bir kısmını veya tamamını geri alarak karısını boşayabilir. Bu hususta takdir hakemlere aittir.
d) Kıyas yoluyla kadın da mihrin bir kısmını veya tamamını iade ederek boşanabilir. Buralardaki takdir hep hakemlere aittir.
فَإِنْ خِفْتُمْ (Fa EiN PıFTuM) “Havf ederseniz.”
İşte hul’de hakemler devreye giriyor, karı-koca havf ederse diyor. Burada ise “siz havf ederseniz” diyor. Demek ki, ilk yapacakları şey oturup görüşme, konuşma ve anlaşmadır, evliliğe devam etmedir. Ama taraflardan biri diğerinden bekleneni vermeyince, o zaman hakemlere giderler demektir. Bu sefer hakemler devreye girer. Onlar korkarlarsa demektir.
“Fa” harfi anlaşmazlığın nasıl çözüleceğini anlatmaktadır. Anlaşmazlık hakemler yoluyla çözülecektir. Başka sûrelerde bu çok daha açık şekilde gösterilmiştir.
أَلَّا يُقِيمَا حُدُودَ اللَّهِ (EalLav YuQIyMAy XuDUvDa elLAHı)
“Allah’ın hudutlarını ikame edemeyeceklerinden korkarsanız.”
Burada “Allah’ın hudutlarını ikame edemeyeceklerinden” sözünü iade etmiştir; “onları” dememiştir. Bunun sebebi şudur ki, karı-kocanın kendi aralarında çizdikleri hududun dışında hadler vardır. Bu da yine kamu hukukunu teyit eder. Demek ki, karı-koca arasında aile defterinde yazdıkları hudutlar da Allah’ın hudutlarıdır, ama bir de bucak yönetiminin istişare ile tesbit ettikleri de Allah’ın hudutlarıdır.
فَلَا جُنَاحَ عَلَيْهِمَا (Fa LAv CuNaXa GaLaYHıMav) “Onların üzerinde cunah da yoktur.”
Gerekli iftidayı yapmak gerekmektedir. “Cunah yoktur” ifadesi, onu yana atma yoktur, ilgilenmek gerekir, yapılması gerekir demektir. Allah’ın hududunu ikame edemiyorlarsa birbirlerinden ayrılacaklardır. Aralarında suçlu olan cezalanmalıdır. Kadın haksız ise kayıpları olmalıdır. Haksızlık erkekte ise erkeğin de kaybı olmalıdır. Kadının kusuru nisbetinde mihrinden vazgeçmesi onun için kefaret olacaktır. Buna karşılık kusurlu olan erkek verdiğinden vazgeçmek zorundadır. Böylece o da kefaretini vermiş olur.
فِيمَا افْتَدَتْ بِهِ (FIy Mav iFTaDaT BiHIy) “İftida ettiklerinde cunah yoktur.”
“İftida” ne demektir? Fidye vermek demektir. Kur’an’a göre oruç tutmayanlar fidye verirler.
Burada da Allah’ın hudutlarını sağlayamayacak olanlar fedada bulunmak zorundadır deniyor, yani ne kadar kusurları varsa o nisbette mihir üzerinde tenzilat yapmak veya yapmamak şeklinde bir fedakârlık olacaktır. Hakemler burada karar verirken kusuru değerlendireceklerdir. Bu yolla gerekeni eşlere vereceklerdir. Karı-koca arasında psikolojik gerginlik olmaktadır. Karı-koca tartışınca birbirlerini darıltırlar. Bu sebepledir ki tarafların hakemleri bu sorunları çözmelidirler. Tarafları dinleyip sonunda kimin hakkı ne ise o yapılmalıdır.
تِلْكَ حُدُودُ اللَّهِ (TiLKa XuDUvDu elLAHı) “Bunlar Allah’ın hudutlarıdır.”
Usul yani muhakeme sistemi de Allah’ın hudutları içindedir. Şeriat nasıl oluşacaktır?
a) Herkes kendi şeriatını kendisi tesbit edecek; Allah’ın halifesi olarak içtihat yapılacak ve ona uyulacak.
b) Sözleşmeler yapılacak; bunlar da Allah’ın hudutlarıdır, onlara uyulacak.
c) Ortak vekil seçilecek; istişare kararları Allah’ın hudutlarıdır.
d) Bundan sonra hakemlerin muhakeme usullerini tesbit etmesi ve yorumlar yapması da Allah’ın hudutlarındandır. Kur’an muhakeme usulleri üzerinde mezhep içtihatlarını kabul etmiştir. Şahitler kendi koyacakları usullerle soruşturma yaparlar, kendi kesin kanaatlerine göre tesbitler yaparlar, tahkikler yaparlar. Hakemler bunu yeterli görmekte veya görmemektedir. Kendi takdirleri ile yaparlar. Hakemlerin ifadeleri ve yorumları da kendi usulleri ile olacaktır. İşte, hakemlerin ve şahitlerin soruşturma ve muhakeme esnasında koydukları ve geliştirdikleri kurallar da Allah’ın hudutlarındandır.
Kuralsız bir düzen olmaz. Düzende her şey kuralla çözülmez. İnsanların takdirleri de önemli rol oynar. Bu sebepledir ki tayin edilmiş hakemlerle adalet ikame edilemez. Adalet ancak hakemler ve serbest soruşturma müesseseleri ile ikame edilebilir.
Bugünkü Batı düzeni hep aşırı gitmektedir. Her şeyi kanunlarla tesbit edip, insanlara içtihat ve takdir yetkisini bırakmamakta veya herkesi kendi istediği gibi yaşama serbestisi içinde bırakmaktadır.
Kur’an insanın takdirleri ile kuralları arasında denge kurmaktadır. Hepsi Allah’ın hudutları içine alınmaktadır. Karar verildikten sonra o karar artık uygulanır. Her meşru karar Allah’ın hudutlarının tesbitidir. Hakem kararları da Allah’ın hudutları içine girmiştir.
فَلَا تَعْتَدُوهَا (Fa LAv TaGTaDUvHav) “Onu advetmeyiniz.”
“UDVE” vadinin yakasıdır. Her kimse bir merkezdedir. Onun çevresinde imkânlar vardır, yerler vardır. Buna “mamelek” denir. Kişinin bedeni vardır, mameleki vardır. Mamelek bedeninin çevresindedir. İşte, mamelekte sınırlar çizilmiştir. O kişinin vadisidir. Orada hareket etme gücüne sahiptir. Onu aşmamak gerekir.
1924 Anayasamızda şöyle yazılı idi: “Herkesin hak ve hürriyetlerinin sınırı başkalarının hak ve hürriyetlerinin sınırıdır.” İşte Allah’ın hudutları bunlardır. Hak ve hürriyetlerin sınırları Allah’ın sınırlarıdır. Orada bu hakların kanunlarla belirleneceği yazılıdır. Bu Batı mantığıdır, uygulanamaz bir iddiadır. Bunun içindir ki bu güzel hüküm 1961 ve sonraki anayasalarda kalkmıştır. Oysa Kur’an’a göre bu sınırları hakemler tesbit ederler. Herkes hakemlerin bu kararlarına uymak zorundadır. Hakem kararları kesindir. Ölümüne de olsa ona uyulur. İdam kararlarına itaat edilir. Haksızlık olmuşsa cennette bu telafi edilir. Sınırları tesbit edip onu korumak topluluğa ait bir görev olduğu için burada emir çoğul olarak gelmiştir.
وَمَنْ يَتَعَدَّ حُدُودَ اللَّهِ (Va Man YaTaGadDa XuDuvDa elLAHı) “Allah’ın hudutlarını kim taaddi ederse.”
Bu talak âyetinde üç defa “hududullah” ifadesi geçti. Zamirle değil de izharla ifade etti. Demek ki Allah’ın hudutlarını tayinde üç çeşit kural vardır. Acaba bunlar nelerdir?
1) Bunlardan birincisi içtihat, sözleşme, istişare ile belirlenen kuralların tesbit ettiği kurallardır. Bunlar yazılı hâle gelir ve kurallar şeklinde ifade edilir.
2) Sonra, uygulama yapılırken yapılan içtihatlar vardır. Bunlar uygulama içtihatlarıdır. Herkes uygulama yaparken kendisi içtihat eder ve o yazılı olan kuralları yorumlar. Buna “amelî içtihat” diyoruz.
3) Bir üçüncü içtihat da, hakemlerin verdiği kararlardır. Hakemin birini bir taraf, diğerini diğer taraf seçer; onlar da baş hakemi seçerler. Böylece onların verdiği karar da Allah’ın hudutlarındandır.
Allah’ın hudutlarını belirleyen ilmî içtihat, amelî içtihat ve kazaî içtihat ayrı ayrı olduğu için zamirle iade etmedi, her birini ayrı ayrı zikretti. Burada zikredilen Allah’ın hudutları hakemlerin kararlarıdır. O kararları aşan herkes zalimdir.
فَأُوْلَئِكَ هُمْ الظَّالِمُونَ (Fa EuLAEıKa HuMu elJAvLıMUvNa) “Onlar zalimlerdir.”
Buradaki “Fa” hükmün tamimi içindir. Yani Allah’ın hudutlarını kim ne zaman nerede aşarsa onlar zalimdir. Hududu aşanları kurallı erkek çoğul yapmıştır. Bunlardan anlıyoruz ki, toplulukta “zalimler” arasında hakem kararlarına karşı direnen örgüt oluşmaktadır.
Bugün bir rüşvet mafyası oluşmuştur. Bunların yaptıkları işler nelerdir? Sistematik çalışmadır.
a) Rüşvet mafyası oluşmuştur. Bu bir şebekedir. Önce, onlar pahalı avukatlar tutmakta ve haksız kararlar elde etmeyi sağlamaktadırlar. Davaları rüşvet mafyası kazandığı için kimse öbür avukatlara gitmemektedir. Böylece rüşvet mafyası davaları kazanmayı sağlamaktadır. b) Avukatlarla elde ettiği üstünlüğü ile başarıya ulaşamayan rüşvet mafyası bu sefer rüşvet mekanizmasını faaliyete geçirmektedir. Dosyaları değiştirme, kaybetme, bulamamadan tutunuz da, savcı ve hakime rüşvet götürerek istediklerini yaptırmaktadırlar. c) Rüşvetle bu işi yapamayınca, bu sefer iftira kampanyasına girişmektedir. Ailesine veya yakınlarına suç işletmekte, ondan sonra onları büyüterek şantaja girişmektedir. Hattâ bu suçu bizzat görevliye işletip dosyalamakta, sonra gerektiğinde şantaj olarak kullanmaktadır. d) Bunu da başaramayan mafya, bu sefer silahlı tehditlere girişmekte ve dediğini yapmayanlara zor kullanmaktadır. Görevli ise kendisini savunmaktan aciz olduğu için ister istemez zalim mafyaya uymak zorunda kalmaktadır.
Bu örgüt yalnız Türkiye’de kurulmuş bir örgüt değildir. Uluslararası rüşvet mafyasıdır. Kuruluşunu tekel sermayeye dayandırmaktadır. Bütün hedefi, ülkede hukuksuzluğu oluşturmak ve insanlar arasında kavgayı sürdürerek onları sömürmektir. Bu sermaye aileyi yıkmayı, devletleri yıkmayı, mülkiyeti ortadan kaldırmayı ve dini çökertmeyi hedeflemektedir.
İşte bu kimselere işaret ederek, bu teşkilata işaret ederek “onlar zalimlerdir” diyor. Bunu da erkek kurallı çoğulla ifade ederek yapmaktadır.
***
فَإِنْ طَلَّقَهَا (Fa EiN OalLAqAHAv) “Eğer onu tatlik ederse.”
Yukarıda “mutallakalar” denmiş, onlardan bir şey almanız uygun olmaz deniyor.
Burada ise tatlik eden de tatlik edilen de tektir, müfrettir. Buradan anlıyoruz ki, herkes kendi karısını kendisi boşayacaktır, her kadın kendi kocasından kendisi boşanacaktır. Karar verme yetkisi kişiye aittir. Hakemler tarafların ikisinin rızası olmadıkça evliliğin devamına karar almazlar, evliler arasında ayrıldıklarında ne hakları olduğuna karar verirler. Kişiler geçmişle ilgili karar alırlar, gelecek hakkında yönetim kararlarını almazlar. Bu sebepledir ki kadın devamlı nafaka talep edemez. Ancak tazminat olarak birden isteyebilir. Bu husus yalnız karı koca arasında konan kurallar değildir. Ortaklar arasında da benzer kurallar vardır.
Kur’an ortaklık hukukunu aile örneği ile anlatmaktadır. Ortaklardan biri diğerinden ayrılmak istediği zaman, ben sizi ayırmıyorum diye mahkeme karar alamaz, sadece ayrılanların haklarını tesbit edebilmektedir.
Buradaki “Fa” tertibin fasıdır. Eğer üçüncü talak olmuşsa yani iki talakın arkasında üçüncü talak olmuşsa, talaklar arasında “Fa” harfi getirilmiştir. Bu da gösteriyor ki, talak sadece bir tasarruf değildir. Birinci mutalaka, ikinci mutalaka, üçüncü mutalaka vardır. Birinci mutalakanın bu hâli ikincisi ile biter. İkincinin bu hâli üçüncüsü ile biter. Üçüncü talaktan sonra o kadın ona haram olmuş olur, artık onunla evlenemez.
Burada şu sorulabilir; mahremi olur mu, yani onunla seyahat edebilir, halvette kalabilir mi? Helal olmamakla harem olmak ayrı ayrı şeylerdir. Bir yabancı ile evli olan kadın haremdir ama haram değildir. Her harem olan haramdır ama harem olmayanlar helal değildir.
فَلَا تَحِلُّ لَهُ مِنْ بَعْدُ (Fa LAv TaXılLu LaHUv MiN BaGDu) “Bundan sonra artık ona helal olmaz.”
Yani, üçüncü talaktan sonra artık onunla evlenmek, dördüncü nikah yapmak caiz olmaz.
Bu yasak neden konmuştur?
Kur’an evlenmeyi çok kolaylaştırmıştır. “Evlendik” deyip sözleşme yapanlar evlenmiş olurlar. Boşanmak da bu derece kolaydır. Diğer taraftan zina haram kılınmıştır. Bu kolaylığın zinaya dönüşmemesi için karı koca arasında boşanma korkusu olmalıdır. Koca karısını sık sık tehdit edip ‘seni boşayacağım’ diyemez, her gün onu korkutamaz. Karısı da kocasının onu kolayca boşayabileceğini bildiği için böyle tehditlere maruz kalmamak için dikkatli olur. Boşanma tartışma konusu olmaz. Boşanma bu sebeple kolaylaştırılmıştır.
Şimdi, bunun sonucu olarak, tedbiren üç talaktan fazlasını yapmayı da imkansız hâle getirmiştir.
İnsanların karşılaştıkları en zor sorun evlilik sorunudur. Kişiler arasında yakın ilişkiler doğmakta, ortak çocuklar yetişmektedir. Ortak yavruları yalnız anne babalarının çocukları değil, iki ailenin ortak yavrularıdır. Bu sayede iki aile arasında ortaklık doğmuştur. Bu ortaklığı ortadan kaldırmak da mümkün değildir. Bu sayede geniş sosyal olaylar olmaktadır.
حَتَّى تَنكِحَ (XatTAy TaNKıXa) “Nikâhlamadıkça.”
Allah insanları öyle yaratmıştır ki, evli iken kızgın olsalar ve kavga etseler de, birbirlerini unutamazlar, tekrar eski eşlerine dönmek isterler. Hele kadın büyük bir ıstırapla eski eşini arar. İşte bu sebeple kocaya bir ceza vermektedir. Kendi eşini başkasına eş yapmakta ve ondan sonra ona helal kılınmaktadır. Kadın da eski kocasının kıymetini öğrendikten sonra geri dönecektir.
زَوْجًا غَيْرَهُ (ZaVCan ĞaYRaHu) “Başka bir zevc ile nikâhlanıncaya kadar.”
Burada, ‘başka koca onu nikâhlayıncaya kadar’ demiş; ‘başka kocayı o kadın nikâhlayıncaya kadar’ demiyor. Yani, nikâhın erkekle kadın arasında eşit bir anlaşma olduğunu bildirmiş olmaktadır. Böylece beliğ bir ifade ile uygarlık kurallarını ortaya koymaktadır. Kur’an burada daha başka bir belagatı da göstermektedir. O da sadece nikâhın yetmediği, duhulün de yani erkekle kadının birleşmesinin gerektiğini de ifade etmektedir.
“ZEVC” evli olana denir. Nişanlı olan zevc değildir. Başka bir koca ile evleninceye kadar demekle duhulün şart olduğunu da ifade etmektedir. Demek ki tekrar geri dönebilmesine zina yeterli olmadığı gibi nikâh da yeterli değildir. Usulcüler bu noktayı görmemişlerdir.
فَإِنْ طَلَّقَهَا (Fa EıN OalLaQaHAv) “Tatlik ederse.”
Gayr zevc onu talak ederse. Eski zevcinden başka bir zevc onu boşarsa. Ondan sonra eski kocasına dönebilir. Bu durumda sadece evlilikte değil, birçok yasak ve konularda daima tevbe kapısını açık bırakmak gerekir. Buradaki hikmet; bir müessesede ceza getirdiğimiz zaman, onu telafi etmeyi de her zaman hedeflememizdir. Buna bir örnek verelim.
Kur’an’a göre, dava açtığınız zaman, kaybetseniz de kazansanız da hiçbir ceza ödemezsiniz, mahkeme masraflarını da ödemezsiniz. Çünkü vergi zaten bu mahkeme masraflarını karşılamak için ödenmektedir. Ama bu durumda ne olur? Herkes durup dururken mahkemelere başvurup mahkemeleri işgal eder. Bunu önlemek için bir tedbir düşünmeliyiz. Para artıramadığımızda ne yapabiliriz? Mesela, bu davaları erteleyebiliriz. Mesela, diyelim ki, bir kimse dava açar da kaybederse, ceza olarak başka bir davayı iki ay içinde açamaz. Bu caydırıcılıktır. İkinci davayı da kaybederse, dört ay dava açamaz deyip uzatabiliriz. Bu da bir caydırıcılıktır. Yahut şöyle diyebiliriz; üst üste üç davayı kaybeden kişi bir daha dava açamaz deriz. Ama bu ağır bir cezadır, bu cezadan kurtulma yolu aranmalıdır. Öyle bir şey bulmalıyız ki dava açma hakkını kazansın. Talakı kıyas ederek düşünürsek, aleyhine açılan davalardan birini kazanırsa, o zaman dava açma hakkı doğabilir.
فَلَا جُنَاحَ عَلَيْهِمَا (Fa LAv CuNaXa GaLayHıMAv) “Onlar için cunah yoktur.”
“Cunah yoktur” ifadesini tercümeye “günah yoktur, yapsanız da olur” şeklinde tercüme etmektedirler. Oysa, Safa ve Merve arasındaki say için bu ifade getirilmektedir. Oradaki sayın vacip olduğunda icma vardır. Dolayısıyla biz cunah yoktur, yani atma yoktur, savsaklama yoktur şeklinde anlıyoruz. Bunu “aleyhimâ” ile anlıyoruz. “Lehumâ” olsaydı, o zaman tercüme edildiği gibi anlardık.
Lehte yana koymak demek, istersen yaparsın, mahzuru yoktur demektir. Aleyhte yana koymak demek, onu yapmamak demektir. Böyle anladığımız zaman tekrar eski kocası ile evlenmesi farz demektir, vacip demektir. Bu niçin böyledir? Evlenen erkek ve kadın birbirlerinin olmuşlardır. Onların karşılıklı hakları doğmuştur. Asıl olan bir kadının ilk kocası ile hayatını sonuna kadar götürmesidir. Bu sebeple müracaat etmelerinde cunah yoktur demektir. Ama bunu şartla yapmaktadırlar.
أَنْ يَتَرَاجَعَا (EaN YaTaRAvCaGAy) “Teracu’ etmelerinde bir cunah yoktur.”
Burada “En Yuracıa” değil de, “En Yeteracea” denmiş olması ile evlilik aile içinde olmaktadır demektir. Yani asıl olan kadının ailesi ile erkeğin ailesi arasında dostluk anlaşması demektir. Bu sebepledir ki, görücü usulü ile evlenmek ne kadar mahzurlu ise; ailelerinden izin almadan, asgari olarak onlara danışmadan evlenmek de o kadar mahzurludur.
Anne babaların vazifesi çocuklarını evlendirmektir. Bu yalnız anne-babaların değil, aynı zamanda akrabaların da görevidir. Hele bugün bu tür evlenmelerde yakınları ilgilenmezlerse, evlenen kadın kendisini yalnız hisseder, koca da bütün yükün kendi üzerine çöktüğünü görür, aile korku ve endişe içine düşer.
“Teracu’ etmek” daha çok kişilerin birbirlerine müracaat etmeleri demektir. Evlenenler ailelerini ve yakınlarını arkalarına almalıdırlar, yakınları da onları desteklemelidirler. Büyük bir mahzur görmezlerse engellemeye kalkışmamalıdırlar.
Bugün aile müessesesini yaşatmamız için bu dayanışma ve yardımlaşmaya eskisinden daha çok ihtiyacımız vardır. Evli olanlar her zaman büyük sıkıntılarla ve tehlikelerle karşı karşıya bulunmaktadır. Kadının kendisini güvencede bulabilmesi için gelin gittiği yerde kendisini himaye edecek bir dayanışma grubunu bulmalıdır. Kocasına bir şey olsa ortada kalmayacağını bilmelidir. Başka yerde “An Teşavurin” diyor.
Aile bağları insanlığın temel bağlarındandır. Anne baba gibi dede ve nineleri de toplulukta çocuktan veya sıkıntıya düşmekten sorumludurlar. Kur’an topluluklar dışında insanların karşılıklı hak ve vecibeleri içine akrabalığı ve komşuluğu da koymuştur.
إِنْ ظَنَّا (EiN JanNAv) “Zannederlerse.”
“İlm etmek” bir şeyi kesin olarak bilmek demektir; icma ile sabit olan şey demektir. “Hesap etmek” ise görünürde kesin olmamakla beraber bazı ameliyelerle kesin bilgilere ulaşmak demektir.
Baştaki varsayımlarda tereddüt olabilir. Mesela 3 metre bez 4 liradan 12 lira eder. Burada 4 lira fiyat kesin olmayabilir, pazarlık payı vardır. 4 metre de tam ölçülmüş olmayabilir. Dolayısıyla 12 YTL borç vardır ama bu kesin değildir. Hesabın kesin olmamasından değil, girdilerin kesin olmamasından dolayı böyledir.
Bundan sonra “ZAN” gelmektedir. Zan, hesaptan daha çok hata ihtimali içindedir. Tahmin yaparken de hata etmiş olabilirsiniz. İşte burada istenen zan seviyesinde de olsa, eğer Allah’ın hudutlarını ikame edeceklerse, tekrar birbirleriyle evlenmeleri emredilmektedir.
Bundan sonra “şüphe” vardır. Eşitlik içindedir. Sonra da “şek” vardır. Doğru olmaması galiptir. Ondan sonra da “hata” vardır. Burada “ikisi zannedecekler”dir. Sonunda ikisi anlaşacak, ikisi buna karar verecektir.
أَنْ يُقِيمَا حُدُودَ اللَّهِ (EN YuQIyMAv XuDUvDalLAHı) “Allah’ın hudutlarını ikame edeceklerini zannederlerse tekrar birbirlerine dönmelidirler.”
Burada dördüncü defa “Allah’ın hudutlarından” bahsetmektedir. İlk üçü bundan önceki âyette geçmiştir. Orada yaptığımız yorumda bir kişinin ilmî içtihadı, amelî içtihadı ve üçüncüsü ise kazaî içtihadı olarak almıştık. O içtihatların hepsi, hükme varıp uygulama içtihadı ile sabit olan hudutlar idi. Burada ise zannî içtihatlar vardır, yani tahminler vardır.
Bugün sokağa çıkacaksanız tahmin yaparsınız, ona göre şemsiye alırsınız veya almazsınız. İşte burada yaptığınız içtihat zannî içtihattır. Hayatımızdaki işleri genellikle hep bu tahminlere göre yaparız. Her insanın iyi tarafları vardır, her insanın kötü tarafları vardır. Ortaklık kurulduğu zaman iyi tarafları ile birbirlerine yaklaşmalı, kötü taraflarını ise ortaklığın dışında tutmalıdırlar. Böylece bir aile doğar. Bu aileden salih evlat ortaya çıkar. Evlat çıkmasa bile, ailelerin birliği yani bir dayanışma ve yardımlaşma ortaya çıkar. İşte, eğer Allah’ın hudutlarını ikame edeceklerse, birbirlerine müracaat etmeleri vacip olmaktadır.
Şimdi bu müracaattan hareket ederek, eğer bir kadın ile erkek tanışmış, evlenmelerine giden yol üzerinde Allah’ın hudutlarını ikame edeceklerine kanaat getirirlerse, bunların evlenmeleri kıyas yoluyla farz olur demektir. Başka kocaya gitmiş bir kadının dönmesi vacip ise, kocaya gitmemiş biri ile evlenmek evleviyetle vacip olur. Topluluklar Kur’an’ı okurlar, onun içindeki usule göre mânâlarına değil de, kendi hayat tarzlarına Kur’an’ı uydururlar. Kur’an’a uyacaklarına, Kur’an’ı kendilerine uydururlar. Bu usul normal zamanlarda işe yaramayabilir ama; kriz zamanlarında Kur’an’a baş vurmak gerekir, Kur’an’a uymakla kurtuluş mümkündür.
Bugün insanlık çok büyük tehlikededir. Bu tehlikenin başta geleni, uygar topluluklarda evlilik ve çocuk yapma azalmaktadır. Hıristiyan âleminde nüfus azalmaktadır. Bu korkunç bir çöküşün işaretidir. Bugünkü Avrupa ancak aldığı göçlerle nüfusundaki süratli düşüşü önlemektedir. Yoksa bir iki nesil sonra Avrupa harabelerinde dolaşılacaktır. Hıristiyan âlemini bu hâle getiren nedir? a) Evlenme ve boşanmaların zor olması. b) Tek evlilik. c) Zina serbestliği. d) Doğum kontrolünün meşruiyeti Avrupa’yı bu hâle düşürmüştür.
İşte Avrupa’yı çökerten virüsler ve mikroplar bunlardır. İnsanlık da buna doğru süratle gitmektedir. Bu da insanlığın intiharı demektir. Âhirete vardığımızda ilk hesap vereceğimiz sorular buradan gelecektir.
Bu nesil intihar edecek, ortadan kalkacak, yerine Adil Düzenci Kur’an nesli gelecektir. Bu Kâinatı Allah yarattı. Allah sömürü sermayesinin ifsadına elbette izin vermeyecek, bunların iki eli de kuruyacaktır.
وَتِلْكَ حُدُودُ اللَّهِ (Va TiLKa XuDuDulLAHı) “Ve işte bunlar Allah’ın hudutlarıdır.”
Bu iki âyette beşinci olarak “bunlar Allah’ın hudutlarıdır” diyor. Bundan önceki âyetlerde istisnalar ve şart cezaları olarak getirilmiştir. Burada beşinci olarak “Ve” harfi ve “Tilke” denmiştir. “Ve” harfi ile getirildiğine göre bu beşinci ayrı hudutlardır. “Tilke” ile işaret edildiğine göre onlardan bahsetmektedir. Yani bu hudutlar ayrı değildir. Yukarıda sayılan dört tanedir ama burada başka yönden bakılmaktadır. Yukarıdakiler kişilerin içtihatlarına dayanarak oluşmakta idi. Kişi içtihat yapıyor, kendisi için kurallar koyuyordu; bu “ilmî içtihat” idi. Sonra o kuralları olaylara uyguluyordu, bu da “amelî içtihat” idi. Amelî içtihatta o anda ne yapılacağına karar veriliyordu. Sonra da hakemlere gidiliyor, hakemlerin içtihadı ile “kazaî içtihatlar” ortaya çıkıyordu. Bir de gelecek için tahminlerde bulunuluyordu; bu da “zannî içtihatlar”dır. Amelî içtihatta şimdi ne yapacağına karar verecektir. Zannî içtihatta ise gelecekte neler olacağına karar vermek demektir.
Bütün bu içtihatlar delillere dayanmalı, o delillerle içtihat yapılmalıdır. Delilleri Allah beyan etmiştir. O halde içtihadı sen yapıyorsun ama delillere dayanıyorsun. Deliller ise Allah tarafından beyan edilmiştir.
يُبَيِّنُهَا (YuBayYıNuHAv) “Onları beyan etmektedir.”
Allah onları beyan etmektedir. O deliller nelerdir?
a) Kitap. Bugün beş bilinen din vardır: Yahudilik, Hıristiyanlık, Müslümanlık, Brahmanizm ve Budizm. Bunların kitapları vardır. Bunun dışında uluslar sözleşmeler yaparak kanunlar yapmaktadırlar. Bunların hepsi kitaptır. Ancak Allah Kur’an’ın içinde bu kitapların hepsini toplamıştır. Kitap dediğimiz zaman Kur’an’ı anlıyoruz. Diğerlerinden de yararlanılabilir.
Kitaptan başka, kitap benzeri bir delil daha vardır, o ada insan aklıdır. İnsan aklı da insanın kendisine delildir. Buna “istihsan” denir. Bu delil Hanefilerin delilidir.
b) Sünnet. Bu da peygamberlerin uygulamalarıdır. Kur’an’da eski peygamberlerin yaptıkları anlatılmaktadır. Onlar da bizim için delildir. Ama asıl Kur’an’ın ilk uygulamasını yapan Hazreti Muhammed aleyhisselâmın uygulamaları tesbit edilmiştir. Hadisler olarak bize gelmiştir. Onlar bizim için delildir. Kur’an’ın uygulamalarıdır.
Eğer bir uygulama daha önce vardı, Kur’an o uygulamayı yasaklamamışsa, demek ki Kur’an o uygulamayı uygun bulmuştur. Bu da bizim için sünnet gibi delil teşkil eder. Buna “istishab” denir. Bu Şafiilerin delilidir.
c) İcma ise bir toplulukta âlimlerin ayrı ayrı araştırmaları sonunda vardıkları ortak sonuçtur. Aralarında bir tanesi bile muhalefet etmiyorsa, o da bizim için delildir. İçtihat içtihatla değişir. Ama bir defa icma olduktan sonra, artık o ancak yeni icma ile değişebilir. İçtihatlar icmalara aykırı olamaz.
İnsanlığın icması dışında; kavimlerin, şa’blerin, kabilelerin ve aşiretlerin icmaları vardır. Bunlara “örf” demekteyiz; Kur’an da “maruf” diyor, “örf” diyor. Bu da delillerden biridir. Yerel icmadır. Bu Malikilerin delilidir.
d) Kıyas benzetmedir. Kur’an’da her hüküm için bir örnek gösterilmiştir. Benzerlerini ona kıyas ederek hareket ederiz. Böylece Kur’an’da bulamayacağımız herhangi bir şey yoktur. Kur’an bunu kendisi emretmektedir. Dolayısıyla kıyasla sabit olanlar da Kur’an’da vardır.
Kıyasta bir örnek vardır, onun illeti vardır. O illet ile benzerlerini bulmaktayız. Ama illeti tesbit ederken hikmete gideriz. Yani öyle bir illet bulalım ki, sonuçta ona dayanarak yaptığımız iş bize faydalı olsun. İllet hükümden önce oluşan bir özelliktir. Hikmet ise hükmün sonucu yararıdır. Hikmeti illet olarak kullanamayız ama hikmete dayalı olarak illeti tesbit ederiz. Bu da Hambelilerin delilidir.
لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ(230) (Lı QaVMın YaGLaMUvNa) “İlmeder kavim için beyan edilmiştir.”
Bu deliller konmuştur. Burada “kavim” nekire gelmiştir. Demek ki her kavmin kendi icmaları olacaktır, kendi delilleri olacaktır. “İman eden kavim” denmiyor, “bilen kavim” deniyor; o halde icma ehli âlimlerdir. Kavimlerde rasihler, şa’blerde fakihler, kabilelerde ehli zikr, aşiretlerde âmiller alimlerdir. “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nda Kur’an’a dayanılarak istihsanla bu tasnif yapılmıştır. Burada da “bilen kavim” diyerek bu husus teyit edilmektedir.
Kur’an bize talakı anlatmakta; bu arada da içtihat ve icmaları da öğretmektedir.
O halde Allah’ın hudutlarının tesbitini bir şema ile gösterebiliriz.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-410 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-240 İstanbul, 26 Mayıs 2007
TÜRKİYE’NİN ZENGİNLİĞİ
Allah yeryüzünü değişik imkanlarla farklı bölgelere ayırmıştır. Her yere ayrı zenginlik vermiştir. Sibirya gibi hiçbir şeyin olmadığı yere zengin gaz ve petrol yatakları koymuştur. Böylece insanları birbirlerine muhtaç etmiştir. Yeryüzünü bütün insanlar için bir köy hâline getirmiştir.
Ulaşım ve haberleşmenin bu kadar ileri gittiği yerlerde dünyanın bugünkü ekonomik anlayışı değişecektir. Biz değiştirmeliyiz.
1- Yeryüzünde ayrı ayrı devletler olacaktır. Her ülke kendi ordusu ile güvenliğini sağlayacaktır. Ulusa dayanan devlet şekli ortadan kalkmayacaktır.
2- Gümrükler ve vizeler kalkacaktır. Uluslar arası sınırlar iller arası sınırlar gibi olacaktır. Gelip geçenler sadece elektronik kartı okutacaktır.
3- Üretim ham maddelerin bulunduğu yerde olacak; emek, sermaye ve teknoloji ham maddelerin olduğu yere varacaktır. Devletler vergi paylarını aldıktan sonra mal dolaşımı tamamen serbest olacaktır.
4- Savaşlar geçici olacak, hakem kararları ile başlayacak ve kısa zamanda bitecektir. Yıllarca veya aylarca süren savaşlar olmayacaktır. Ulusların üstünde silahlı bloklaşmalar olmayacak, artık cihan savaşları da olmayacaktır.
Şimdi, böyle bir dünyaya giden Türkiye’ye Allah ne gibi imkanlar vermiştir?
1- Türkiye dünyanın merkezindedir. Önce Türkiye’nin doğusundaki karaların toplam büyüklüğü batıdakilere eşittir. Kuzey ve Güney Amerika, Afrika ve Avrupa batsındadır. Asya ve Avustralya doğusundadır. Bunları birleştiren kara yolu İstanbul’dan geçmektedir. Ayrıca Karadeniz, Hazar Denizi, Aral Gölü gibi iç denizlerle çevrilidir. Avrupa’nın akarsuları Karadeniz’e dökülmektedir. İstanbul Boğazı iç denizleri birbirine bağlamaktadır. Bu en büyük zenginliktir. Merkezde olmak demek, zengin olmak demektir.
2- Türkiye yalnız coğrafyası ile merkezi yerde değildir, tarihi ile de merkezdedir. Türkiye’de bütün insanlığın hatırası mevcuttur. Yani beşerî bakımdan da Türkiye merkez bir yerdedir. Müslüman olduğu için Sami ırkı ile yakın ilişkileri vardır. Türk olduğu için de Çinlilerle akrabalığı vardır. Tarihi komşuluğu ve ihtilatı sebebiyle de Avrupalılarla yakın ilişkisi vardır. Türkiye bu geçmişi ile denge unsurudur. Bütün insanlık halkı tarafından saygı görmektedir.
3- Türkiye iklim bakımından da bir dinlenme yeridir. Değişik iklim şartları, dağları ve denizleri ile Türkiye dinlenme yeridir. Her mevsimde her türlü turist çekme imkanına sahiptir. Ayrıca sanayileşmediği için temiz iklimi vardır.
4- Türkiye’de petrol yoktur ama bor madenleri vardır, krom madenleri vardır, değişik genetiği bozulmamış bitki türleri vardır. Doğal besin yetiştirmeye en elverişli ülkeler arasındadır.
Görülüyor ki, Allah’ın Türkiye’ye verdiği nimetler, başka ülkelere verdiklerinden çok fazladır.
O halde Türkiye’yi böyle geri bırakan, borçlandıran, halkı işsiz ve aç bırakan nedir?
Türk halkı oturup bunu düşünmelidir; neyimiz eksik?!: Toprağımız mı yok, topraklarımız çöl mü? Madenlerimiz mi yok, insanımız mı yok, çalışacak emekten mi yoksuluz? Pazarımız mı yok? Neyimiz yok, neyimiz yok?!. İşte bunları düşünmek zorundayız. Ben size neyimizin olmadığını söyleyeyim.
1- Biz asker bir milletiz. Tarihteki gücümüzü silahtan almışız, bunu adaletin tesisi için kullanmışız ve başarmışız. Oysa artık çağımız silah uygarlığı değil; ilim uygarlığı, ekonomi uygarlığıdır. Biz ise hâlâ silahla kendimizi yaşatıyoruz.
2- Her uygarlık yaşlanır, çöker ve gider. Bizim uygarlığımız da yaşlandı ve çöküp gitti. Şimdi yeni uygarlık kuruyoruz. En zayıf geçiş dönemindeyiz. Bu durumda olmamız doğaldır. Bu değişecek ve biz yeniden uygarlıkta dünyanın fevkine çıkacağız.
3- Biz Doğu’yu unutmadık, Batı’yı da öğrendik; ama henüz ikisini sentez edemdik. Çünkü lâikler ve İslâmcılar arasında hâlâ diyalog kuramadık. Çatışıyoruz ama tartışmıyoruz. Bu da asker millet olmamızdan ileri gelmektedir. İlme ve fikre önem vermiyoruz, her şeyi gücümüzle halledeceğimizi sanıyoruz.
4- Aşağılık duygularını atamamışız. Hâlâ başkalarını bizden ileri sanıyoruz. Avrupa Birliği’ne katılmak bizim melceimiz oluyor, ABD bizim melceimiz oluyor!
Çözüm nedir? Çözüm “Adil Düzen”dir. 40 yıl öncesinde Akevler’de başlayan ve hâlen devam eden Adil Düzen çalışmaları, Millî Görüş’ün yaptığı gibi -ama sonradan bırakmadan- siyasi partiler benimsemeli, bizimle çatışmamalı, bizimle tartışmalı ve böylece uygarlık yolunu bulmalıyız.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-410 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-240 İstanbul, 26 Mayıs 2007
MÜDAHALELER VE YAPILMASI GEREKENLER
Askerin ilk müdahalesi 1920’de başlamıştır. Mustafa Kemal’i tutuklama emrini dinlemeyen Kazım Karabekir, saltanata ilk darbeyi vurmuştur. Bu darbenin sonunda Osmanlı İmparatorluğu yıkılmış, yerine Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. 1924 ve 1930’da siyasi partiler kapatılmıştır ama asla ordu ile bir ilişki olmamıştır. Devlet kuruluşunu tamamlamadığı için Mustafa Kemal re’sen kapatmıştır.
Ordunun ikinci müdahalesi 1960’da olmuştur. Bu müdahale neden olmuştur?
1- Demokrat Parti ilk ihaneti dış borçlanma ile başlatmıştır. Böylece Türkiye borçlandırılacak ve 50 sene sonra İsrail imparatorluğuna yem yapılacaktır. DP’nin başlattığı dış borçlanma Türkiye’nin başına hâlâ bela bulunmaktadır.
2- Demokrat Parti ikinci ihaneti putperestlikte yapmıştır. Mustafa Kemal’in ilkelerini bertaraf etmiş, bunu kamufle etmek için de lâiklik adı altında Mustafa Kemal’e taptırmıştır. Bu bela da hâlâ devam etmektedir.
3- Demokrat Parti ülkemizin silah fabrikalarını, uçak fabrikalarını kapatmış ve Türk ordusunu mefluç hâle getirmiştir. Maalesef, o zaman silahlanmada başlatılan dışa bağımlılık da hâlâ devam etmektedir.
4- Demokrat Parti orduyu ABD ile NATO’nun emrine ve kontrolüne vermiş, bölük seviyesine kadar ABD askerleri gözcüler yerleştirmiştir.
İşte, ordu bu partinin yaptıklarına karşı endişelenmeye başlamıştır.
ABD de Demokrat Parti’ye kızgındı, çünkü Türkiye’yi kalkındırma suçu işlemişti.
1- ABD Türkiye’yi borçlandırarak altyapıyı yapmak istiyordu. Ülkeyi borçlandırıyordu; çünkü bu sayede elli sene sonra kolay yıkacaktı. Altyapıyı yaptırıyordu; çünkü geldiği zaman ona lazımdı. Bir taşla iki kuş vuracaktı. Başbakan Menderes ise Türkiye’yi kalkındırmaya girişti. ABD 1954 yılında kredisini kesti ama Menderes durmadı. Altınları sattı kalkınmayı devam ettirdi. 1957’de altınlar bitti ama yine devam etti. Yapılacak tek şey kalmıştı, bu partiyi iktidardan indirmek. Ordu ile ABD’nin gayeleri ayrı ama yapacakları birdi; DP’yi iktidardan indirmek!
2- Tarih boyunca Yahudilerin planları vardı. Derebeyliklerini yıkıp krallıkları tesis etme; krallıkları yıkıp cumhuriyetleri kurma, cumhuriyetleri yıkıp diktatörlükleri oluşturma; diktatörlükleri yıkıp demokrasileri getirme ve nihayet demokrasileri yıkıp sermaye imparatorluğunu oluşturma… Merkez Filistin olacaktı. Oraya hakim olmak için Kıbrıs’ı elinde tutması gerekir. Bunun için Yunanistan ve Türkiye savaşacak, bir bahane bulup adayı ABD işgal edecektir. Demokrat Parti bu sorunu da çözmüştü. O halde Türkiye devre dışı edilecekti. Bugün de AK Parti aynı sebeple dürtüklenmekte ve bazı oyunlara âlet edilmektedir.
3- Celal Bayar tarih boyunca Türkiye lehine bir çalışma yapmamıştır Kuvva-yı Milliye’deki faaliyeti de Mason localarının isteği ile olmuştur. On yıllık cumhurbaşkanlığında da bir gün bile Türkiye’yi düşünerek karar almamıştır. A. Necdet Sezer de İslâm düşmanlığı yapmıştır ama hiçbir zaman Türkiye aleyhinde bir davranışta bulunmamıştır. Tezkerede oynadığı rol bir kahramanlık olmuştur. Celal Bayar’ın buna benzer bir tek kararı bile yoktur. Askerin güveni tamamen kaybedilmişti.
4- En önemli husus, tek partili dönemden çok partili döneme geçilmiş ancak anayasa değiştirilmemişti. Batılılar da değiştirilmesini pek istemiyorlardı. Ordu bunu bahane ederek çok partili sistemin anayasasını Türkiye’ye getirmiş oldu.
İşte, 1960 müdahalesi bu sebeple zorunlu olmuştu.
Ondan sonra ABD bir program yaptı, Türkiye’yi kırk senede nasıl yıkacağını planladı. 1960’larda insanları sokaklarda yürüttü. 1970’lerde anarşi hareketleri ve silahlı çatışmalar oldu. 1980’lerde devlet görevlilerini böldüler. 1990’lardaki planları askeri çatıştırmak olmuştur. İşte, Kenan Evren bu gidişi durdurdu. Kenan Evren; Kazım Karabekir, İsmet İnönü, Fevzi Çakmak ve Mustafa Kemal’den sonra beşinci önemli general olarak Türkiye’yi uçurma yuvarlanmaktan kurtarmıştır.
28 Şubat ve 27 Nisan müdahaleleri de 27 Mayıs’a benzer sebeplerden doğmuştur.
1- Türkiye faizli sistemde iyiye doğru gitmekte idi. Batılılar buna razı değildi; Allah da razı değildi. Allah müdahalelere izin vermiştir. Faizli sistemden vazgeçilmezse ülkemizi daha da kötü günler beklemektedir. Batılıların hoşuna gitmiyor, çünkü Türkiye kalkınıyor; Allah’ın hoşuna gitmiyor, çünkü faizli sitemin başarılması faizsiz sistemin gelmemesidir.
2- Türkiye Kıbrıs konusunu hallediyor, Avrupa Birliği’ne teslim ediyor. Bu çözüm sömürü sermayesinin hoşuna gitmiyor. Bu hareketin kaynağıdır. Türkiye yönetimi bunun için değiştirilmelidir. Türkiye Devleti yurt dışında olan olaylara karışmakla süper devlet imiş gibi hareket ediyor ama süper devlet olamayınca da süper güçlerin çekişme alanı olmaktadır.
3- Askerin endişesi; Türkiye’deki dengenin bozulması ve Abdullah Gül’ün bu dengeyi koruyamamasıdır. Asker AK Parti iktidarına taraftar ama Gül’ü istemiyor. İstememesi onun kötü insan olmasından dolayı değil, onun bu işi becerebilecek şartların olmamasından ileri gelmektedir.
4- Ordunun kendi düzeni vardır. YAŞ kararları yargı denetimi içine alınamaz. Oysa YAŞ toplantılarında sorumsuz tavır takınan AK Parti şimdi cezasını ödemektedir.
AK Parti Ne Yapmalıdır? AK Parti;
a) Faizli sömürüye esir eden sistemi terk etmeli, faizsiz kredileşme sistemini koymalıdır. IMF’den çekileceğini ilan etmelidir.
b) Zinayı mukaddes sayan Avrupa Birliği’ne ne olursa olsun girmeden vazgeçtiğini bildirmelidir. Türkiye artık tarafsız ve haysiyetli politikayı benimsediğini belirtmelidir.
c) AK Parti bir orgenerali cumhurbaşkanı adayı göstereceğini Türk milletine seçimden önce vaat etmeli, seçimden sonra müşkül durumda kalmamalıdır.
d) AK Parti başörtüsü sorununu nasıl çözeceğini; yargı ile, üniversite ile nasıl uzlaşacağını ortaya koymalı, çözümleri halka bildirmelidir.
Yoksa; CHP-DSP, DYP-ANAP birleşmeleri sunidir ve bu partiler imtihanı kaybeden partiler olduklarından dolayı Türkiye çözümsüzlük içindedir. Halkımız AKP ve MHP dışındaki bütün partileri meclis dışında bırakabilir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92