1967...1968...1969....AKEVLER 40 YILDIR ÇALIŞIYOR....2005...2006...2007
BİZLER ÇALIŞIYOR VE YENİ İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZLERİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ; BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
ADİL DÜZEN 412
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 09 Haziran 2007 Fiyatı: www.akevler.org’a tıklamak!
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 412. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Hedefimiz; “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, Reşat EROL
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ
SİYASİ BİRLEŞMELER VE SEÇİM
SÖMÜRÜ ARACI DOLAR
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 74. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
وَالْوَالِدَاتُ يُرْضِعْنَ أَوْلَادَهُنَّ حَوْلَيْنِ كَامِلَيْنِ لِمَنْ أَرَادَ أَنْ يُتِمَّ الرَّضَاعَةَ وَعَلَى الْمَوْلُودِ لَهُ رِزْقُهُنَّ وَكِسْوَتُهُنَّ بِالْمَعْرُوفِ لَا تُكَلَّفُ نَفْسٌ إِلَّا وُسْعَهَا لَا تُضَارَّ وَالِدَةٌ بِوَلَدِهَا وَلَا مَوْلُودٌ لَهُ بِوَلَدِهِ وَعَلَى الْوَارِثِ مِثْلُ ذَلِكَ فَإِنْ أَرَادَا فِصَالًا عَنْ تَرَاضٍ مِنْهُمَا وَتَشَاوُرٍ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْهِمَا وَإِنْ أَرَدْتُمْ أَنْ تَسْتَرْضِعُوا أَوْلَادَكُمْ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْ إِذَا سَلَّمْتُمْ مَا آتَيْتُمْ بِالْمَعْرُوفِ وَاتَّقُوا اللَّهَ وَاعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ(233)
وَالْوَالِدَاتُ (Va eLVAvLIDAvTu) “Ve valideler”
Buradaki “Ve” mutallakata atfetmektedir. Boşanmışlara ait hükümler getirdikten sonra, bu sefer boşanmış olsalar bile, karı-koca arasında ortaklık sürüp gidecektir. Çünkü ortada çocuk varsa, ona karşı yükümlülük devam etmektedir. Evli olmak yeni çocuk yapma birliğidir, karı-kocanın karşılıklı mükellefiyetleridir. Evlilik bittikten sonra ise çocuk varsa, çocuk 15 yaşına ulaşıncaya kadar ortaklık devam etmektedir. Kadınlar iddetlerini bekledikten sonra istedikleri kimselerle evlenebilirler, ancak çocukları üzerindeki hak ve görevleri devam eder. Buna “hakkı hıdane” denmektedir.
Burada şu soru ortaya çıkar; kadın başka erkekle evlendiği zaman ne olacak, bu hak devam edecek midir? Burada talakta olduğu gibi dişi kurallı çoğul getirmiştir. “Mutallakat” demiş, burada da “Vâlidât” demiştir. Orada dişi kurallı çoğul için açıklamalar yapmıştık. Hul’ ile boşananların ayrı olmaları gerektiğini söylemektedir. “Vâlidât”ın ona atfedilmesi için de bu sigayı kullanmış olmaktadır.
Her anne kendi çocuğunu emzireceğine göre bu siganın birlikte değil de bire bir hükmettiği açıkça anlaşılmaktadır. Bununla beraber “vâlidât” tabiri içinde annesi, annesinin annesi, kız kardeşi, teyzesi ve daha uzaktakiler girmekte, yani bunlar bir cemaat oluşturmaktadırlar. Birinin olmaması durumunda yerine diğeri geçmektedir. Bunun için bu siga kullanılmıştır. Kadın başkası ile evlenirse annelik hakkından vazgeçmiş mi olur? Kur’an burada “vâlidât” kelimesini mutalakaya atfetmiştir. O halde boşanmış kadın vâlidât değildir. Böyle bir zorlama ile bu hakkını kaybeder diyebiliriz.
Biz bu görüşe katılmıyoruz. Atıf ile tahsis olmaz. Anneler burada mutlaktır, yani başkası ile evli olsun olmasın, annedir ve çocuğuna bakmakla mükelleftir. Şu kadar var ki, eğer evlenmesi bu çocuğun ihmalini doğuracaksa, yeni eşi çocuğun tam olarak yetişmesini önleyecekse, babası veya çocuğun diğer akrabaları hakemlere gidip çocuk üzerinden annenin annelik hakkını talep edebilirler.
Buradan şu hükmü istidlâl ediyoruz. Çocuğu doğurup büyütme annenin görevidir, hıdane (yanında bulundurma hakkı) onundur, çocuğa infak edip koruma babasına aittir, dolayısıyla velayet hakkı da onundur. Kendileri yapamazlarsa anneyi anneden kadın akrabalar, babayı da babadan erkek akrabalar temsil ederler. Anne anneliği yapamıyorsa veya baba babalığı yapamıyorsa, her iki taraf akrabaları hakemlere giderek annelik veya babalık hak ve yetkilerinden iskat ederler. Ancak bu tarafı değiştirmez; yani annenin yerini anneden kadın akrabalar alır, babanın yerini de babanın erkekten erkek akrabaları yer alır. Karma akrabalar akrabadırlar ama miras alamazlar ve bakma anne babanın yerini ancak asabe yoksa kadından erkekler babanın yerine geçerler, yani dayılar babanın yerini alır. Kadının kadından akrabaları yoksa, babanın kadın akrabaları yerine geçer. O zaman onlar da vâris olurlar. Fıkıhçılar babanın annesini de annenin annesi gibi olma hakkını kural dışı kabul etmektedir. Oysa “vâlidât” içine onları ikinci derecede ithal ediyoruz.
يُرْضِعْنَ (YuRWıGNa) “İrda’ ederler.”
Anneler çocukları doğurdukları gibi onlara süt de verirler. Erkek, çocuk doğuramaz, onu süt ile besleyemez. Dolayısıyla biyolojik nedenlerle çocuğu doğurmak anneye aittir. Baba buna karşı onun güvenliğini sağlamakla yükümlüdür. İşte bu sebepledir ki kadınlar savaşa gitmezler. Âkile diyetini bu sebeple kadınlar ödemezler. Güvenlik sağlama erkeğe, doğurma ise kadına aittir. Kadının doğum esnasında ve sonra yardımcısı ve hizmet edenleri de annenin anneden akrabalarıdır. Babadan kadın akrabalar, onlar yoksa onların yerini alırlar.
Kadın çocuğunu emzirmekle yükümlüdür. Annenin kadından akrabalarına bu görev intikal eder. Buna karşılık baba çocuğun nafakasını sağlamakla yükümlüdür. Baba bu görevi yapmıyor veya yapamıyorsa, babanın erkekten erkek akrabaları bu görevi yüklenirler. Bunlar yoksa, o zaman annenin erkek akrabaları bu görevi alırlar. Bunu haramlıktan biliyoruz, mirastan biliyoruz.
“İrda’” süt vermek anlamındadır, ancak diğer bütün hizmetleri içermektedir. Kadın kocasından çocuğuna baktığı için bir ücret talep edemez. Çünkü nafaka temin etmek erkeğe ait olduğu gibi, çocuğa bakmak da kadına aittir. Biz burada fıkıhçılardan ayrılıyoruz.
أَوْلَادَهُنَّ (EaVLAvDaHunNa) “Evlatlarını irda’ ederler.”
“İrda’ ederler” denmesi, yeterli olup “evlatlarını” demesi gerekmezdi. Ancak her anne kendi çocuğunu emzireceği için yani kollektif mükellefiyet olmadığını belirtmek için “Evlâdehunne” mefulünü zikretmiştir. Çoğul çoğula izafe edilmiştir. Boşanmışlarda da aynı şeyi belirtmek için “Bi enfusihinne” denmiştir.
“Veled” doğan çocuk demektir. Kız-erkek farkı yoktur, yani kıza “veledet” denmez. Öz annesi demektir. Öz annesi yoksa, onun yerine geçecek en yakın kadının kadın akrabası yer almış olur. Anne rahmi topluluğundur. Onu yalnız bir erkekle paylaşabilir. Bu biyolojik zarurettir. Yalnız insanlarda değil, tüm canlılarda böyledir. Çiçekte erkek döllenir döllenmez hemen ağzını kapatır ve bir daha başka çiçek tozunun girmesini önler. Kadın rahmini yalnız bir erkeğe ortak edebilir. Diğeri zinadır. İşte bu anneden doğan çocuk da yalnız o annenin sütünü emme hakkına sahiptir, o annenin kokusu ile büyüme hakkına sahiptir. Süt emdirmek bir görevdir ve aynı zamanda haktır.
حَوْلَيْنِ كَامِلَيْنِ (XaVLaYNı KaMiLaYNı) “İki kâmil havl müddetinde”
Kur’an’da yıldan bahsederken üç kelime kullanmaktadır; sene, âm ve havl.
“Sene” “sin”den gelen bir kelimedir, ard arda dizilmişler mânâsına gelir. Sene gökteki aya göre hesaplanabilir. “Âm” ise genel anlamda güneş yılı olarak alınır. O zaman “havl” ne demektir?
“Havl” Kur’an’da çevre olarak geçer. Sadece iki yerde yıl olarak yer alır. Biri burada, bir de kadınların beklemesinde “havl” yıl olarak geçmektedir. Gerek âm gerekse sene içine girmekle o kadar zaman dolmuş olur. On beş yaşındadır dendiği zaman, on beşine girdi demek olur. Kırk sene dendiği zaman, aynı zamanda kırk yaşında demektir. Âm da böyledir. Havl ise devresini tamamlamak, tam doldurmak anlamındadır. Onun için buralarda “havl” kullanılmıştır.
“Havleyn” zaten 24 aydır, bir de “kâmileyn” neden denmiştir? Havlin kâmil yıl olmasını belirtmesi içindir. “Tilke Aşeratün Kâmiletün”deki sıfat gibidir, yani tavsifîdir, takyidî değildir. ‘Sıcak güneş’ dediğimiz zaman buradaki sıfat tavsifîdir, takyidî değildir. Zaten başka güneş yoktur. Ama ‘beyaz ayı’ dediğimiz zaman buradaki sıfat takyidîdir.
Burada “havl” olarak aldığımızda, ay yılını mı yoksa güneş yılını mı esas alacağız? İki yıl içinde 20 gün fark eder. “Kâmileyn” ile güneş yılını anlayacağız demektir. Çünkü ay yılı noksandır.
لِمَنْ أَرَادَ أَنْ يُتِمَّ الرَّضَاعَةَ (LıMaN EaRAWa EaN YuTimMa erRaWAvGaTa)
“Kadın çocuğun redasını tamamlamak isteyen için iki havl emzirirler.”
Burada tamamlamak isteyen kimdir? “Men” geldiği için bu kadın da erkek de olabilir. Ama babası iki yıl emzirilmesini isterse onun için anne iki yıl emzirmekle yükümlüdür. Burada çocuğun babası için emzirildiğini ifade etmektedir. Bunun anlamı, boşanmış olsalar bile anne çocuğu emziriyorsa, nafakasını alır veya süt annelik ücretini alır demektir. Karı koca birlikte yaşıyorlarsa, birlikte yaşadığı için zaten nafaka temin etmekle yükümlüdür. İşbölümü bunu gerektirmektedir. Ama ayrılmışlarsa, koca artık karısına nafaka temin etmekle yükümlü olmayacaktır. Ama çocukları varsa, kadın çocuğu emzirmekle yükümlüdür. Baba da anneye süt anneye verilen miktarı ödemekle yükümlüdür. Süt verdiği zamanlarda anneye ücreti ödenir ama sütten kesildikten sonra sadece çocuğun nafakasını temin etme yükümlülüğü ortaya çıkar. Kıyasla, baliğ oluncaya kadar anne de süt annelik masraflarını isteyebilir. Bu mihirden tamamen farklı bir olaydır. Kadın emzirmekten vazgeçemez, erkek de ücreti tevdiden vazgeçemez.
وَعَلَى الْمَوْلُودِ لَهُ (VaGaLAy eLMaVLUvDi LaHUv)
“Kendisi için tevlid edilen kimse üzerinde.”
Bu da babasıdır. Babadan sonra asabesidir. Çünkü çocuk yalnız babaya ait değildir. Baba olmazsa ağabeyle asabe devam etmektedir. Kur’an buna “Fasıla” demektedir. Fasıla, şecere demektir, soy demektir.
Aile müessesesi evlilikle başlayıp evlilikle bitmez. İnsan asabe içinde doğar, onların yardımı ile yaşar, öldüğü zaman da asabe içinde ölür, yani fasılası içinde ölür. Kendisine tevlid edilen kimse fasılasıdır. Roma’da domus vardı, dam vardı. Tüm aile onun kişiliğinde birleşmişti. Gerek mal varlığı gerekse birlikte yaşama aile içinde gerçekleştirilirdi. İslâmiyet bunu kaldırmıştır. Hükmetme bakımından Roma tipi bir aile anlayışı yoktur. Ancak haklar bakımından Roma tipi aileye benzer bir anlayış Kur’an’da da sürdürülmektedir. Bu babanın erkek akrabaları asabesidir. Babaya yardımcıdırlar. On beş yaşına gelen erkek ve kız baba hakimiyetinden çıkar, ancak dayanışma devam eder. Çocuk bu asabeye ait kabul edilir. Kadınlar da evlendikleri zaman koca asabesi içine girmiş olurlar. O asabedeki çocukların annesi olmakla o asabenin soyadını alır ve orada haklara sahip olur. Boşandıktan sonra bile, eğer çocuk varsa, bu asabeden olma hakkını kaybetmez. Kadın çeyiz getirmekle yükümlü değildir. Kadının malları kendisine aittir. Mâlen aileye hiçbir katkıda bulunmaz ama artık asabe içinde bazı görevleri ve hakları doğabilir. Valide olmakla o asabenin ferdi hâline gelmiştir.
رِزْقُهُنَّ (RıZQuHunNa) “Rızıkları”
Burada “rızkuhum” denmemiş de “rızkuhunne” denmiştir, yani annelerin rızıkları demektir. O asabeden çocuğun annesi olmakla o asabeden haklar iktisap eder. İster boşanmış, isterse dul olsun, çocuğun asabesinden yararlanma hakkı vardır, çünkü artık çocuk o asabenin çocuğudur. Çocuğun annesine karşı yükümlülükleri, asabenin yükümlülüğü hâline gelir. Boşanmış kadınlar o asabede çocukları varsa tüm asabe haklarından yararlanırlar.
Kur’an “asabe” değil “fasıla” demektedir. Fasıla aşiretten farklıdır. Aşiret, akraba olsun olmasın birlikte yaşayanlardır. Fasıla ise sadece akrabalığa dayanan bir mükellefiyettir. Gerek fıkıhta gerekse medeni kanunda bu kurum tam olarak ayrıca izah edilmemiştir.
Roma’da bu kurum diğer bütün kurumlara hakimdir. Pater ve domus ile açıklanmaktadır. İslâmiyet’te her baba pederdir, diğer erkekler onun fasılasıdır. Çocuğun annesi de çocuğun fasılasına mensuptur. Bir kadın iki fasıladan da olabilir mi? Kendi babasının fasılasından ayrılmış mı olur? Bir kadının değişik fasıladan çocuğu olmakla hangi fasıladan olur? Bu konular üzerinde içtihatlar tamamlanmamıştır. Bu hususta Roma hukukunu, fıkhı, Batı hukukunu inceledikten sonra, Kur’an’ı kaynak alarak fasıla hukukunu geliştirmemiz gerekmektedir.
وَكِسْوَتُهُنَّ (Va KıSVaTuHunNa) “Ve kisveleri mevludun lehe aittir.”
İnsanın dört temel ihtiyacı vardır; yemek, giyinmek, barınmak ve dolaşmak. Dolaşmak eskiden fazla ihtiyaç sayılmazdı ama bugün insanlar gerek yaşamak, gerek çalışmak için araçlara binmek zorundadırlar. Araçları varsa benzine ihtiyaçları vardır. Dolayısıyla dördüncü ihtiyaç da temel ihtiyaçtır. Yolda giderken paralı tuvalete verecek paran yoksa patlarsın.
İşte, boşanmış da olsalar, yiyecek ve giyim sigortası çocuğunun asabesine aittir. Buna karşılık mesken ve dolaşma ise artık kendi doğduğu asabeye aittir. Eski kocasına aittir demiyoruz, asabesine aittir diyoruz. Kur’an’a göre primli sigorta yoktur, fasıla vardır. Fasıla içinde insanlar sigortalıdırlar. Dayanışma vardır. Bütçeden fasılasına yardım yapılır, doğrudan kişiye yapılamaz.
Rızık ve kisve çocuğun bulunduğu fasılaya aittir. Barınma ve seyahat ise kendi doğduğu asabesine ait olabilir. Bugün, diyelim ki hastalık sigortası başka kurumda, yaşlılık sigortası başka kurumda olabilir demektir, yahut kıyas yoluyla onları da bunların içine ithal ederiz. Bütün bunlar istişarî kararlarla belirlenecektir demektir.
بِالْمَعْرُوفِ (Bi eLMaGRUFi) “Maruf ile.”
Kur’an’da örf ve maruftan bahsetmektedir. “Örf” bir toplulukta kendiliğinden bir karar organı olmadan alınan kararları içerir. “Maruf” ise karar organlarınca alınan kararları içerir. Maruf mevzuattır, örf ise âdettir.
Demek ki aile hukukunda örften ziyade maruf geçerlidir. Maruf kelimesi burada marife gelmiştir. Demek ki, hakemlerin takdirine bırakılmayan şer’î bir düzen olacaktır demektir. Her bucağın kendi istişarî kararlarında bunlar yer alacaktır. Bucakta bulunan ehli zikr içtihatlar yaparak çoklu hukuk sistemini oluştururlar. Her ehli zikrin danışmanı birkaç fakih vardır. Bunlar illerde bulunurlar. Onlara danışarak içtihat yaparlar. İldekiler de ülkenin fakihlerine danışarak içtihat yaparlar. Bunların hepsi bucaktaki ehli zikrin müşavirleridir. Halk bunların içtihadı ile amel eder. Bu fetvalar sigortalıdır. Ayrıca bucak başkanı istişarî kararlar alır. Bucak zakirleri icma ederler. Bütün bunlar maruf olanlardır.
İslâmiyet’te il vardır, iç güvenliği korur; devlet vardır, dış savunmayı sağlar. Şeriat ise her bucakta ayrı oluşur. Yerinden yönetim vardır. Merkez bucaktaki icmalar taşra bucaklarını bağlamaz. Eğer bütün bucaklarda icma olmuşsa, o zaman o ilin bütün bucaklarını bağlar. Her bucakta ayrı ayrı icma olmalıdır.
لَا تُكَلَّفُ نَفْسٌ إِلَّا وُسْعَهَا (LAv TuKalLaFu NaFSun EilLAv VuSGaHAv)
“Nefse vus’undan fazlası teklif olunmaz.”
46 insan kromozomlarını taşıyan herkes yaşama hakkına sahiptir. Bu hak yeryüzünün insanlar için yaratılmış olması sebebiyledir. Kişi kira payı ile yaşamaktadır. İnsanların ayrıca mâlî ve bedenî yükümlülükleri vardır. Bedeni yükümlülüğü vardır, çünkü kendisi cenin olarak anne rahmine düştükten sonra onu büyütüp on beş yaşına getiren başkalarıdır. Onlara hayat borcu vardır. Buna “külfet” diyoruz. Ama kimseye kaldırabileceği yükten başkası yüklenmez.
İki zıt düşünce vardır. Madem ki kişi topluluk içinde yetişti, onlara borçlanmaktadır. O halde doğumla herkes borcunu ödemek durumundadır. Diğer görüş de şudur. Kişi kendi isteği ile dünyaya gelmemiştir. Dolayısıyla anne babasına veya topluluğa bir borcu yoktur. Tamam, bunu doğru sayabiliriz. Kendi isteği ile gelmemiştir ama kendi isteğiyle gidebilir. Topluluktan ayrılsın, kendi başına dağda yaşasın, o zaman topluluğa karşı bir mükellefiyeti olmaz. İntihar etsin, o zaman da diyelim ki sorumluluğu olmaz. Ama hem aramızda yaşayacak, hem de bize olan borcunu ödemeyecek; bu olmaz. Kur’an şu ilkeyi getirmiştir; kişi gücü yettiği nisbette borcunu ödemekle yükümlüdür, yoksa aldığı kadarıyla değil.
Burada kabul edilen ilke şudur. Biz bir ortaklık kuruyoruz. Hepimiz gücümüz nisbetinde çalışacağız, ihtiyacımız nisbetinde tüketeceğiz. Bu hizmetlerde yani bedenî mükellefiyetliklerde böyledir. Mâlî mükellefiyetliklerde ise Kur’an başka sistem getirmiştir. Herkesin yeryüzünün kira payından geçinme hakkı vardır ama çalışıp üretim yapanın da kira verme hakkı yükümlülüğü vardır. İşte burada da yine kimseye gücünden fazlası tahmil edilmez.
Peki, görevlerde kabul edilen bu ilke haklar için de doğru mudur? Haklar için tam tersi kabul edilmiştir. Herkese ihtiyacı kadar imkanlar sağlanır. Ona da ‘sen de yemeği yeme’ külfeti yüklenemez. Aç kalan insan dilenir; vermezlerse, zorla alır; alamazsa çalar. O sebepledir ki belli miktardan azını çalanın kolunu kesmiyoruz. İhtiyacı gidermek için değil de, yığmak için çalıyorsa, yani çalmayı sanat hâline getirmişse onu sürüyoruz.
Burada bir hususu belirtmemiz gerekir. İnsanın ihtiyaçları giderilecektir, vus’undan fazla bir mükellefiyet yüklenmeyecektir. Bunların miktarı nedir?
Üretimden beşte bir kira alıyoruz. Bununla iki iş yapıyoruz. Zengin olsun fakir olsun, herkesin birlikte yararlandığı yol gibi güvenlik gibi hizmetlerde harcıyoruz. O kadar ki, araçlar yapıyoruz, insanlar ücretsiz biniyor; yemekhaneler yapıyoruz, insanlar ücretsiz yiyor; yani mümkün olan imkanları herkesin ortak kullanımına ayırıyoruz. Su parası, elektrik parası, telefon parası, gaz parası almıyoruz.
Bir kısımla ise muhtaç olanlara yani çalışıp kazanmayan veya kazanamayanlara kira parasını dağıtıyoruz. Böylece insanların ihtiyaçlarını gideriyoruz. Bu insanların ihtiyaçlarını gidermiyorsa ne olacak? İşte orada duruyoruz. Bizde aynı toplulukta vus’undan fazlasıyla mükellef kılınmaz. Memurlara maaş ödeyeceğim diye dışarıya borçlanmaz, maaş ödeyeceğim diye karşılıksız para basmaz, yahut vergi kadar basabilir.
Görülüyor ki, bu ifade geniş anlamda düzenin temel kuralıdır.
a) Kişilere yüklenen görevler kişilerin güçleri yetecek kadar olmalıdır.
b) Topuluğa yüklenen yükümlülükler de topluluğun kaldıracağı kadar olmalıdır, yoksa sigortalılara bakacağız diye devleti çökertemeyiz.
c) Kişilerin ihtiyaçlarını giderme hakları vardır. Burada israf yapmamalıdırlar ama güçleri yetmediği kadar tasarrufa zorlanamazlar. Kişilerin asgari ihtiyaçlarını topluluk gidermek zorundadır.
d) Kişinin gücünün bittiği yerde onun yakınları devreye girmelidir, topluluk yakınlara yardımcı olmalıdır. Kimse kaldıramayacağı yükü yüklenmekle yükümlü değildir.
Burada sorulacak bir soru vardır.
Kişi savaşmak zorunda kalmıştır, buna gücü yeter mi? Bu da gücü yetecek kadar mıdır?
Evet, gücü yettiği kadarı ile savaşacaktır. Gücünün yetmeyeceğini kesin olarak tesbit ettiği bir savaşa birlik girmemelidir. Savaşı savunan istemez, saldıran ister. İslâmiyet’te saldırı savaşı yoktur, savunma savaşı vardır. O da kaderdir. Savaşmadan ölmektense savaşarak ölmek daha iyidir. Tüm canlılar ölüme karşı direnirler.
لَا تُضَارَّ وَالِدَةٌ بِوَلَدِهَا (LAv TuWarRu VaLiDaTun Bi VaLaDiHAv)
“Valide veledinden dolayı izrar olunmaz.”
Anne çocuğu sebebiyle zarara uğratılmaz. Kurralar değişik kıraatlerle buna çeşitli mânâlar vermişlerdir. Anne kocasını çocuğu sebebiyle zarara sokmaz, yani malum mânâsını vermişlerdir. Kocasından kaldıramayacağı yükü yüklemez. Bize göre bunun mânâsı, anne veledinden dolayı zarara sokulmaz. Sokmayan kocası olabilir, başkası da olabilir. Burada “zarar” ne demektir?
Bedenî zarardır. Kadın veya çocuktan biri ölecekse; kadın kurtarılır, çocuk ölüme terk edilir. Eğer çocuk yapmakla kadının sağlığı bozulacaksa, kadın çocuk yapmaya zorlanamaz. “Zarar” kelimesi maddî zararı da içerebilir. Kişi kendisini aç bırakarak çocuğunu büyütmeye zorlanamaz. Bu kuralı genişletirsek, insan önce kendi nefsini korumakla yükümlüdür, ondan sonra en yakını olan çocuğunun nefsini korumakla yükümlüdür. Buradan şu kural da ortaya çıkıyor, insanın en yakınları anne ve babaları ile çocuklarıdır. Acaba çocuklar mı daha öndedir, anne baba mı? Burada çocuktan dolayı bu kuralı getirdiği için, en yakın örnek alındığı için, demek ki insanın görevi önce çocuklarına karşı, sonra anne babasına karşı başlar demektir.
وَلَا مَوْلُودٌ لَهُ بِوَلَدِهِ (Va LAv MaVLUvDun LaHUv BiVaLaDiHİy)
“Ne de mevludun leh veledinden dolayı izrar edilir.”
Anne babaya taşıyamayacağı yük yüklenmez, yani anneye çocuğu için izrar edilemez, babaya da çocuğu için izrar edilemez. Birisinin menfaati için başka birisi zarara sokulamaz. Fıkıhçılar bunu “def’i mazarrat celbi menfaatten evlâdır” diyerek ifade ediyorlar.
Önce bir hususu açıklayalım. Kur’an Mecelle’deki ahkâma benzeyen genel kuralları koymaz, çünkü Kur’an’ın üslubu genel kuralları ortaya koymak değildir. Misalleri ortaya koyup kıyas usulü ile insanların genel kurallara ulaşmasıdır. Burada anne ve babanın dahi başkası için zarara sokulamayacağı ifade edilmiştir. İnsan başka insan için zarara sokulmaz. Çıkar paralelliği esastır. Bu sebepledir ki bugün para ile yapılan bazı meslekler İslâmî değildir. Doktor tedavi yaparken kendisine zarar vermektedir, çünkü hasta iyileşirse kimden para alacaktır. Avukat davayı kazanırken zarar görmektedir, çünkü dava olmazsa avukat kimden para alacaktır. Tamir-bakım yapan kendisine zarar vermektedir, araba bozulmazsa kendisi kimden para alacaktır? Mesleği öğreten usta için de durum budur; iyi çırak yetiştirirse kendisine zarar olacaktır, çünkü müşterilerini paylaşacaktır. Bu sebepledir ki serbest meslek erbabı serbest rekabetle sağlıklı meslek sürdüremezler.
Ehliyet verenler mesleği icra etmezler. Kişiler belli yaşa gelinceye kadar aktif mesleği icra ederler. Mesela doktorlar, doğrudan muayene ederek hastayı tedavi etme veya sağılığını koruma mesleğini 63 yaşına kadar sürdürürler. Kaç kişinin sağlık müşaviri ise ona göre sağlık faslından paylarını alırlar. 63 yaşından sonra ise yetiştirip ehliyet verdiği kimselerden müşavirlik paylarını alırlar. Böylece ehliyet yaşlılar tarafından gençlere verilir. Onlara vize verirler, onları yetiştirirler ve onların kazançlarına iştirak ederler. Yahut fakihler zakirlerden, rasihler fakihlerden pay alırlar. Kendileri doğrudan hizmet vermezler.
Kur’an’ı yorumlamak yeni müesseseler ihdas etmek demektir. Kur’an burada bir kural koyuyor, çocuğu için anne baba zarara sokulmaz diyor. Acaba bu nasıl sağlanacaktır? İşte bunu sağlayan müesseseyi kurma görevi insana verilmiştir. Kur’an’da kıyaslanacak müesseseler gösterilmiştir. O müesseselere kıyas yapılarak benzer müesseseler ortaya konabilir. Bunun bir örneği Tevrat’ta verilmiştir, bir örneği hadislerde verilmiştir. Fıkıhçılar da istidlâl yollarını ortaya koymuşlardır. Bize düşen onlara dayanarak müesseseler oluşturmaktır. “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nda bu hususlar yer almıştır. Arkadaş bulabilirsem Yenibosna’da bunun tedrisatına başlamak istiyorum. Çünkü sadece yazılanlarla anlaşılmaz, tedrisi gerekmektedir.
وَعَلَى الْوَارِثِ مِثْلُ ذَلِكَ (Va GaLAy eLVAvRiÇi MiÇLu ÜAvLiKa)
“Vârislere bunun misli vardır.”
Evlilik çocuk yetiştirme ortaklığıdır. Bu ortaklık sadece karı-koca arasında doğmamaktadır. Bu ortaklık kadının kadın ve erkek akrabaları ile erkeğin erkek ve kadın akrabaları arasında doğmaktadır. Burada karı-koca aracılığıyla birtakım kimseler ortak olmaktadırlar. Şöyle ki;
a) Görevler önce anne ve babanın üzerinde bulunmaktadır. Güçleri nisbetinde çocukların ihtiyaçlarını onlar giderecektir.
b) Anne veya babanın gücünün yetmediği yerde çocuğun anneden yakın olan mirasçıları analarının yerini alacak, çocuğun babadan olan mirasçıları babanın yerini alacaklardır. Bu görev onlara düşer.
c) Bundan sonra çocukla ilgilenecek aşirettekiler ve dayanışma ortaklıkları gelir.
d) Bundan sonra da kabile yönetimi gelmektedir. Ortaklık böylece akdedilmiştir.
Bir tür kefalet müessesesidir. Burada vârisler tasnif edilmiştir.
Peki, vârisler kimlerdir? Nesepçe mahrem olanlar yani kendileriyle evlenilemeyecek kimselerdir.
Kur’an mirası bir sisteme göre taksim etmiştir, yani miras demek çocuğun yetişmesinde görev alacaklar demektir. Bu görev en yakından başlar, derece derece gider. Batı mantığında miras vardır ama mirasçıların görev ve yetkileri yoktur. Oysa Kur’an ahkâmında mirasçılara belli yükler yüklenmiştir. Burada bu husus çok açık olarak ifade edilmiştir. Bu husus Batı hukukunda bile ifade edilmediği gibi, fıkıhta da tam olarak kavranmamış olduğu için bazı yanlış hükümler istidlâl edilmiştir.
Burada şu hususa açıklık getirmek gerekir. Amca çocuğu veya kızı mahrem değildir ama mirasçı olacak mıdır? Olacaksa nereden olacağını bilmemiz gerekir. Kur’an’da kızlara bile ancak üçte iki miras verilmektedir. Üçte bir kadınlara gitmemektedir. O halde bu artan kısım nereye gider? Bu amca çocuklarına gider. Öyleyse mahrem olmayanlar da mirasçı olurlar. Bu da gösteriyor ki asabenin sınırı yoktur. Kişi kimin soyadını taşıyorsa o asabedendir. Şimdi soyadı üzerinde de durmamız gerekir.
a) Erkek babasının, ondan sonra babasının babasının, ondan sonra onun babasının şeceresi bilindiği kadar asabesidir, yani fasılasıdır. Onların erkek çocukları derece derece fasılasıdır. Bilindiği kadar bu böyle gider.
b) Kadın için de aynı şey, anne annesi, onun annesi ve onların çocukları erhamdırlar.
c) Kadın çocuğu doğurduğu fasılanın içindedir.
d) Köleler azat edenin fasılasındandır, erhamındandır.
Böylece tesbit edilen fasıla ve erham ile anne ve baba temsil olunmaktadırlar.
Bu hususta şu kuralı söyleyebiliriz, mahrem bir erkek varken mahrem olmayan vâris olmaz. Dayı ile amca çocukları birleşirse ne yapacağız? Fıkıhçılar amca çocuğunu tercih ediyorlar. Biz dayıyı tercih ediyoruz, çünkü zevi’l-erhâm nassla sabittir, oysa fasıla miras âyetinde işaretle sabittir.
Kur’an’ın yorumlanıp anlaşılabilmesi için Kur’an bucaklarının kurulması gerekmektedir. İnsanlar birleşip kooperatifler kurmalıdırlar. Bu kooperatifler bin civarında haneyi içine almalıdır. Bu kooperatif Yenibosna gibi bir yerde kurulur. Medine’de olduğu gibi bin hanelik bir alan plan içine alınır. Oradaki insanlar buraya ortak edilir. Böylece her bucak bir Medine olur. Bunun için önce hizmet verilir. Mesela, Yenibosna’da ısıtma tesisleri kurulur ve her eve sıcak su verilir. Bu sıcak su vakıf yoluyla temin edilir, yani halka ucuz verilir. Ara buhardan yararlanılarak elektrik üretilir. Bir haberleşme ağı oluşturulur. Burada oturanların yakınlarda iş bulmaları sağlanır. Böylece burası bir Adil Düzen Bucağı hâline getirilir. Bunu yapmamız için İstanbul ilçelerinden bir belediyeye sahip olmak veya İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne başkan seçilmek yeterlidir.
Belediye imkanları ile Kooperatif halkın ihtiyaçlarını giderecektir, refaha ulaştıracaktır. Bir bucakta bunu başardığımızda bütün İstanbul, sonra Türkiye, sonra dünya bu Adil Düzen Siteleri ile dolacaktır. Her site Kur’an’ı yorumlayarak müesseseler kuracaktır. Sonra bunların içinden doğru yorumlayanlar başarıya ulaşacaklar, diğerleri de bunların yaptıklarını yapmaya başlayacaklardır. Sonuç olarak böylece zafer Kur’an’ın olacaktır. Milletvekili olmakla değil, belediye başkanı olmakla uğraşmalısınız.
فَإِنْ أَرَادَا فِصَالًا (Fa EiN EaRAWa FıÖALan) “Eğer fisali murad ederlerse.”
“Fisal” sütten kesme demektir. “Fasl” kelimesi ayırma ama koparma demektir. Dirsek bir mafsaldır. Bağlıdır ama harekette serbesttir demektir. Kur’an’daki fasıla da bu mânâdadır. Barındıran fasılası denmektedir. Kişi bağımsızdır ama fasılasına bağlıdır, onlardan kopmamıştır. Çocuk da anne sütünden ayrılmış, kendisi doymaktadır ama ona yedirmek yine annesine aittir. Baba yemek getirecektir ama onu çocuğa yediren annesi olacaktır. Anne yiyeceği temin etmeye zorlanamaz, baba da çocuğa yemek yedirmeye zorlanamaz.
Buradan şu ortaya çıkmaktadır.
Biz diyoruz ki, belediyeler her semtte 100 hane civarında olan yerlerde bir aşhane binasını yapsın. Kişiler evlerinde veya buranın mutfaklarında pişirdikleri yemekleri satsınlar, halk bunları satın alsın ve onu yesin. Herkes her gün ayrı mutfakta pişirmek zorunda kalmasın. Bunun için şu kolaylıklar sağlanacaktır.
a) Aşhanenin kirası alınmayacaktır.
b) Aşhanede üretip satanlar vergiden muaf olacaktır.
c) Aşhanelere toptan gıda malzemesi alınıp satılacaktır. Gıda kısmı vergiye tâbi olmayacaktır. Ne KDV’si olacak, ne de gelir vergisi olacaktır.
d) Aşhanelerin elektrik, su, gaz ve telefonları bedava olacaktır.
Yani kişiler evlerinden çok daha ucuz hazır yemek bulacaklardır. Gelecekte beslenme bu şekilde sağlanacaktır. Ancak şu sorulacak; yemekler evlerde mi yenecek, yoksa lokantalarda mı? Ailenin saadeti ortak yemeklerdedir. Hazır alınmış yemekler olsa bile, aile birlikte sofraya oturmalıdır. Çocukları madem ki anne doyuracaktır, baba da yanlarında bulunmalıdır. Sofra kurup kaldırmak anne için zevk olacaktır. “Fisal” kelimesi kopmamayı ifade ettiğine göre, yemekler hazır alınsa da evlerde yenecektir diyebiliriz.
عَنْ تَرَاضٍ مِنْهُمَا (GaN TaRAWın MiNHuMAv) “Onlardan teradin olarak.”
Fisal iki tarafın teradisi ile olacaktır, yani anne baba tarafı rızalarını beyan etmekle çocuk sütten kesilebilir. Asıl olan iki tam yıl emzirmedir. Ama iki taraf anlaşırlarsa o zaman daha erken de bırakabilirler. İki yıl dolmadan önce bırakmak çocuğun sağlığı için uygun olmayabilir. Bir de çocuğu sütten kesme demek, ona yeni besin maddeleri almak demektir, kocaya daha fazla yük getirme demektir. Bu bakımdan sadece sağlık değil, ekonomi bakımından da düşünmek gerekmektedir.
Marx’a göre bol üretim olacaktır. Gıda maddeleri o kadar çok olacaktır ki, insanlar için artık gıda temini sorun olmayacaktır. O halde sütten kesildiği zaman ek gıda alan ailede bir sorun olmaz denebilir. Oysa bunun böyle olmadığı burada belirtilmiş oluyor.
İnsanlar daima gıda sıkıntısı çekeceklerdir. Bunun sebebi şudur. Önce gıda güneş enerjisinin yeryüzünde ürettiği bitkilerden elde edilmektedir. Sınırsız değildir. Dolayısıyla sanayi maddeleri ileride çok ucuzlayabilir ama gıda maddeleri gittikçe pahalılaşır. Çünkü gıda bulundukça nüfus da artar ve daima besin temin etmek insanlar için sorun olmaya devam eder. Bugün tarım sektörü sömürülmektedir. Dolayısıyla biz ucuz besin elde ediyoruz. Ama nüfus artmakta, toprak artmamaktadır. Öyle bir zaman gelecektir ki, artık tarım sektörü sömürülemeyecektir.
“Minhüma”daki zamir anne-babaya gidebildiği gibi annenin vârisleri ile babanın vârislerine de gidebilir. O sebeple “vârislere de misli vardır” sözünden sonra emzirme hükmü gelmiştir. “An Rıdaen” denmemiş de “An Teradin” denmiştir, yani çoklu istişare sözkonusudur. Doktoru ile de istişare edilmesi gerekmektedir. Kişiler için 25 Genel Hizmet vardır. Bunların bazıları, çocuk anne rahmine düştüğünde doktoru da belirlenir. Bu doktor payını almaya başlar.
Doğduğunda dinî sorumlusu belirlenir, 7 yaşında ilmî sorumlusu belirlenir, 10 yaşında meslekî sorumlusu belirlenir, 15 yaşında siyasî sorumlusu belirlenir. İşte, istişare edilecekler arasında doktoru ve dinî sorumlusu da vardır. Dinî sorumlusu aynı zamanda sosyal güvenlikten sorumludur.
وَتَشَاوُرٍ (VaTeŞAVuRın) “Ve teşavur ederek”
“An” kelimesi burada “Ba’de” kelimesi yerine getirilmiştir. “An” sebebiyet bildirir. Ayrıca müşavere edilen ve razı edilen kimselere etki ettiğini bildirir, yani siz birisiyle istişare edersiniz, o size görüşlerini bildirir. Görüşler onu ilzam etmez. Ama istişarenin asıl olanı kendisini de ilgilendiren konularda istişare etmektir. Savaşa katılan kimselerle savaş hususunda istişare etmek demek, onların sorumluluklarını yüklenmeleri demektir. “An” kelimesi istişare edilen kimselerin de sorumlulukları üstlerine almaları demektir. Yani kişi görüşünü bildirirken buradan doğacak hizmetin kendi payına düşeni yapıp yapmayacağını da bildirmiş demektir.
Bizler de Akevler’de herhangi bir konuyu istişare ederken vereceğimiz cevapta bize düşeni yapıp yapmayacağımıza göre vermeliyiz. “Açalım” dersek, açmak için bana ne düşüyorsa onu yapacağım demektir. “Açmayalım” derken, bana bir şey düşmüyor, açmayalım demektir. Marketi on sekiz ay çalıştırdıktan ve bu kadar insanı zahmete soktuktan sonra “kapatalım” demek ne kadar büyük sorumluluk yüklüyorsa, “onu açalım” demek de o kadar sorumluluk yüklüyor. Bir sene sonra yine kapatacak durumda olacaksak ona şimdiden devam etmeyelim demektir. Burada hepimiz sorumluyuz. Çünkü buna girişen insanlar yeterince destek olduk mu? Ben kendim sorumluyum, çünkü zamanında buraya gelemedim. Bu benim elimde olan bir şey değildi. Ama buraya desteğim devam etmiştir. a) Önce maddi imkan temin edilmiştir. Bu hususta bana bildirilen kısmıyla sorunları uygun ise çözmüşümdür. b) Dükkanların mülkiyetinin alınmasını gerçekleştirdim. Bunda da benim ısrarım olmuştur. c) Hocaoğlu ailesinin buralara taşınması için gerekeni yaptım. d) Sonunda ben de buraya taşındım. Şimdi, ben kendimin muhasebesini yaptığımda, marketin devamı için ne gerekiyorsa yaptığımı söyleyebiliyorum. Bu durumda herkes kendisi bu hususta ne katkıda bulundu, elinden ne geldi de onu kullandı veya kullanmadı, onun muhasebesini yapsın.
فَلَا جُنَاحَ عَلَيْهِمَا (Fa LAv CuNAXa GaLaYHıMAy) “Onlar üzerinde cunah yoktur.”
Gerek çocuğun sağlığı gerekse başka sebeplerle bazen erken sütten kesilmesi de iyi olur. Dolayısıyla istişarede kişiler tarafsız görüşlerini beyan etmelidirler. Herkes adil bir şekilde fikrini beyan etmekle mükelleftir. Birinin hatırı için konuşulmamalıdır. Birine beslenen hasımlık nedeni ile de konuşulmamalıdır. İstişarede herkes fikrini çok açık ve net söylemelidir.
Bu sebepledir ki, milletvekilleri partiler tarafından gösterilen adaylardan seçilmemelidir. Yaklaşık olarak her ilden on milletvekili seçilmelidir. İllerin nüfusları birbirine yakın olmalıdır. Bir il 100 bucaktan oluşacaktır. Milletvekili olmak isteyen kimse her bucakta bir temsilcisini bulunduracaktır. Temsilci orada milletvekilini temsil edecektir. Seçim olduktan sonra da her milletvekili kendi temsilcisi ile halkla ilişki kurmalıdır. İl nüfusunun yüzde beşinin oyunu alan milletvekili seçilmelidir. Milletvekili seçilemeyenler aldıkları oylarını başka adaylara kullandırabilmelidirler. Seçilenler de oyunun fazlasını aktarabilmelidirler. Partiler ise ya mecliste milletvekilleri tarafından oluşturulmalıdır, yahut da halk partilere ayrıca oy vermelidir. % 5 milletvekili birleşirse bir parti kurabilmelidir. Partiler hükümetleri oluşturmalı, milletvekilleri ise kanun yapmalıdırlar. Böyle olursa milletvekilleri serbestçe oy kullanabilirler. İstişare o zaman gerçek istişare olur.
وَإِنْ أَرَدْتُمْ أَنْ تَسْتَرْضِعُوا أَوْلَادَكُمْ (Va EıN EaRawDTuM EaN TaSTaRWıGUv EaVLADaKuM)
“Eğer evlatlarınızı istirda etmeyi murad ederseniz.”
“Evlatlarınızın istirda etmelerini irade ederseniz” denmektedir de, “istirda etmeyi ikisi isterse” denmemektedir. Demek ki istirda kararını sadece anne baba vermiyor, istişare sonunda veriliyor.
“İstirda” evladı başka birisine süt evlat olarak vermektir. İslâmiyet’te evlat edinme yoktur, süt evlat edinme vardır. Akrabalık olmadığı için de vasiyet caiz görülmektedir. Bu vasiyet çocukları yoksa üçte ikisi olabilir. “Çocuğu istirda etme” çocuğu olmayan kadınlara çocuk verme anlamında da olmaktadır. Çocuk doğurmayan kadın süt verebilir mi? Bu hususun incelenmesi gerekmektedir. Böylece süt evladı olarak büyümüş olur. Miras da vasiyet olarak bırakılabilir.
İstirdanın başka bir yararı da çocuğun köyde büyümesidir, doğa ile iç içe büyümesidir. Köy kadınları süt annelik yapar, şehirde akrabalarının olmasını isterler. Ana dilin de çok fasih olarak konuşulması sağlanmış olur. Bunun çocuğun sağlığı için sorun oluşturmadığını Kur’an’dan öğreniyoruz. Süt kardeşliğinin hısımlık doğurduğunu da biyoloji bize anlatmaktadır.
فَلَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْ (Fa LAv CuNAXa GaLaYKuM) “Sizin için bir cunah yoktur.”
Burada “Cunah” “İn” şartından sonra gelmiştir. Şarttan sonra gelen cunahı yapmanız gerekir şeklinde değil de, yapabilirsiniz şeklinde anlayabiliriz. O zaman sütanneye vermenizde bir günah yoktur anlaşılır. Ama biz böyle bir kuralı henüz tahkik etmiş değiliz. “Cunah” kelimesi üzerinde durmamız gerekmektedir. Biz yine yapmanız gerekir şeklinde anlayalım. O takdirde istişare ettikten sonra eğer süt anneye gitmesi daha uygun ise, gerek çocuğun eğitimi gerekse annenin ve çocuğun sağlığı için yararlı ise, o zaman sizin fasılası olarak çocuğu sütanneye vermeniz gerekir. Bu durumlar ne zaman olur? Bunlar ancak uygulamada ortaya çıkar.
إِذَا سَلَّمْتُمْ مَا آتَيْتُمْ (EiÜAv SalLaMTuM MAv EAvTaYTuM) “İta ettiğinizi teslim ettikten sonra.”
Burada “teslim ettiği takdirde” demiyor da, “teslim ettiğinizde” diyor. Yani sütannenin ücretini kim ödeyecektir? Dayanışma ortaklığı ödeyecektir. Annesi ödeyemez, çünkü kadın mâlen yükümlü değildir. Babası da ödemek zorunda değildir, çünkü süt verme annenin işidir. Bunu âkilesi yani dayanışma ortaklığı ödeyecektir. Dayanışma ortaklığına da kamu bütçesinden pay verilecektir.
Sovyetlerde kreşler icat edilmiştir. Türkiye’de de öksüz yurtları vardır.
Kur’an bunları kabul etmemektedir. Hastahaneler olmadığı gibi öksüz yurtları veya yaşlılar yurdu da yoktur. Yetimler ve yaşlılar yakınlarına verilirler, kamu bütçesinden bunlara bakanlara destek verilir. Süt anneler için akraba olmayanlar da devreye sokulmuştur. Sütannelik akrabalığa sebep kılınmıştır. Sütannelere verilecek miktarlar da topluluk tarafından belirlenmiştir. Çünkü burada “sizin verdiğiniz” deniyor.
“Mâ” nekire olduğu için bu hususta farklı ücretler belirtilebilir demektir. Sütannelik şerefli meslek hâline getirilmiştir.
Burada öğrendiğimiz bir şey vardır. Ücret önce verilecektir, yani çocuğa baktıktan sonra değil, bakmadan ücret ödenecektir. Bu husus bütün işçilikler için uygulanabilir. Kişi çalıştıktan sonra mı ücret ödenecek, yoksa önce ücret ödenecek sonra mı çalıştırılacaktır? Genel kural olarak önce ücret ödenir. Berbere girdiğinizde önce ücret verirsiniz, sonra hizmeti alırsınız. Otobüse binerken önce ücret ödüyorsunuz. Bu usulü uygulayabilmemiz için dayanışma ortaklığı olmuş olacaktır. Çünkü ücret aldıktan sonra çalışmazsa ne olacaktır? Çalıştırdıktan sonra ödemezse ne olacaktır? Bütün bunlar dayanışma ortaklığı içinde ödenecektir. İleride bu ortaklık o kadar yaygınlaşacaktır ki, sanki hep varmış gibi sanacaklar. Oysa bugün bundan eser yoktur.
بِالْمَعْرُوفِ (Bi eLMaGRuFı) “Maruf ile teslim ettiğinizde.”
Burada da “Bi’l-Ma’rufi” denmiştir. Teslim şekli maruf olacaktır. Günlük, haftalık, aylık ve yıllık olabilir. Ücretler peşin ödenir ama bu gelenek içinde ödenir. O zaman bi’l-maruf teslim fiiline müteallik olur. Eğer ücreti marife hâline getirirsek, ki o zaman bütün süt annelere eşit ücret ödenir, o zaman da “İzâ Âteytumu’l-lezî” olmuş olur. Ücretin âkile veya topluluk tarafından ödenmesi akrabalığı kuvvetlendirmiş olur. Sütanne baktığı çocuğa medyunu şükran olamaz.
Kur’an bir müesseseyi anlatmakta, diğerlerinin ona kıyas edilmesini istemektedir. İşçilik müessesesi böylece sütannelik müessesesine benzetilecektir.
وَاتَّقُوا اللَّهَ (Va itTaQUv elLAHa) “Allah’a ittika ediniz.”
Burada yine istişarî kararların alınacağına, marufun öyle tesbit edileceği belirtilmiş olmaktadır. Usul olarak “ittika” geçen yerlerde içtihat ve yerel icma vardır demektir. Her bucak kendi şeriatını kendisi koyar ve bunu koyarken de ittika kurallarına riayet eder.
“İttika” korunma demektir, yani şeriat kurallarını öyle koyun ki topluluğunuz korunsun.
وَاعْلَمُوا (Va iGLaMUv) “Biliniz”
Topluluk bilecektir. Topluluk nasıl bilecektir? Kayıt altına almakla bilecektir.
Biz “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nda kayıt işlemlerini dörde ayırdık.
a) Evrak kaydı yapılacak, her kişinin kendisinden başka kimsenin giremeyeceği dosyası olacaktır. Kişiye gelen bütün yazılar saklanacak, kişinin gönderdiği bütün yazılar saklanacak; sağlık, eğitim, askerlik, suç ile ilgili bütün kayıtlar bu dosyada yer alacaktır. Akrabalar da bu dosyalarda yer alacaktır. (Nüfus İdaresi)
b) Zimmet kaydı da yapılacak, herkesin borç ve alacakları burada yer alacaktır. Kim kime ne kadar ne borçludur? Bu alenidir. (Muhasebe)
c) Envanter kaydı yapılacak, kimin nerede ne malları vardır, hareketli eşyanın kayıtları tutulacaktır.
d) Arsalar ve yapılar, makineler, kiraya verilebilen şeyler buralarda kaydedilir. (Tapu idaresi)
“Biliniz” emri bizim bütün bunları yapmamızı emretmektedir. Bir toplulukta biri bir şey biliyor, onu onun bildiğini de herkes biliyorsa, o bilgi hepsinin bildiği demektir. Ben apandisitin nasıl tedavi olacağını bilmiyorum ama bunu kimin tedavi edeceğini biliyorsam, tedavi şeklini bilfiil biliyorum demektir.
أَنَّ اللَّهَ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ(233) (EanNa elLAHa BiMAv TaGMaLUvNa BaÖIyRun)
“Allah’ın amel ettiklerinizi basir olduğunu ilmedin.”
“Basir” kelimesi burada nekire gelmiştir. Topluluğun da bilmesi gerektiği konusu ortaya çıkar. Mallar yedieminlere verilecek, onlar o malları gözetleyeceklerdir. Dayanışma ortaklığı bu gözetlemeden sorumlu olacaktır. Her yerin bir zilyedi vardır. Oradaki mallardan o sorumludur. O yere giren ve çıkan mallardan o hesap verir. O mallardan yararlanmak isteyenler onun izni ile hareket ederler. Herkesin kendisine has arabasının olması, bilgisayarının olması çok külfetlidir ve trafik sorununu da içerir. Bakım toplulukça yapılmak şartı ile arabalar olur. Hangisi boşsa kişi onu kullanacaktır. Parkta duran arabalara biri bakmaktadır. Ondan kiralanmaktadır. Bilgisayarlar ve internetler de böyledir.
Sonuç olarak; Kur’an’ı baştan sonuna kadar “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nın hükümlerini istihraç ederek okumamız gerekmektedir. Fıkıhçıların tesbit ettikleri dil kurallarından yararlanarak Kur’an’ı yeniden anlamak durumundayız.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-412 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-242 İstanbul, 09 Haziran 2007
SİYASİ BİRLEŞMELER VE SEÇİM
Tanzimat’tan beri Osmanlılarda dört temayül vardır.
Birincisi Osmanlıcılıktır; sadece devlet yaşasın, başka bir düşüncesi veya gayesi yoktur. Bugün bu görüşü CHP temsil etmektedir; lâik cumhuriyet yaşasın da, başka bir şeye ihtiyacımız yoktur. Din, milliyetçilik ve batıcılık reddedilmektedir. Osmanlı Hanedanı gibi CHP iktidarı dışında her şey boştur, böyle düşünürler.
İslâmcılara göre ise her şey din içindir. İslâm dini Türkiye’de gelsin ve bütün Müslümanlar bileşsin de başka hiçbir şeye gerek yoktur. Devlet bu amaçla olmalıdır. Eğer bunu gerçekleştiremiyorsa o devlete gerek yoktur. Bugün bunu Millî Görüşçüler temsil ediyor.
Türkçülere göre ise her şey Türk ulusu içidir. Devlete ve dine ihtiyaç vardır ama bunların hepsi Türklük içindir. Dünyadaki Türkler birleşmeli, güçlü devlet olarak tekrar süper güç olmalıyız. Bunu da bugün MHP’liler temsil ediyor.
Batıcılara göre ise bütün bunlar boş kuruntulardır, Batı uygarlığına katılmalıyız; devletimizi, dinimizi, ulumsuzu onların içinde eritmeliyiz. DYP ve ANAP’ı savunuyorlar. AK Parti de takiyye yaparak bunu söylüyor.
İşte bugünkü birleşmeler bu anlayışın sonucudur. Suni bölünmeler sona ermelidir. AK Parti barajı geçememeli ve eriyip gitmelidir, çünkü bir görüşü temsil etmiyor. Birlik sağlıyor. Bu da Türkiye’yi yaşatıyor. Çare parçalamaktır.
a) CHP DSP ile birleşti. Solun dışarıda başka oyu yoktu ki bu birleşme işe yarasın. Boş bir birleşmedir.
b) DYP ve ANAP birleşti. DYP zaten barajı geçiyordu. Bu birleşme AKP’nin oylarını artırabilir.
c) MHP ile GP birleşmeliydi. Birleşmedi. Neden birleşmedi, anlamakta zorlanıyorum.
d) SP ile DTP’liler birleşmeli. Ama CIA birleşmelerini istemiyor.
Bu birleşmeler şahıslarda değil programlarda olmalıdır. Halk kendi görüşünü bu partilerde bulmalıdır ki onlara oy vesin. Çünkü bu dört görüşü Türk milleti en az 200 senedir yaşatmaktadır. Bunlardan hiçbiri halka kendi görüşlerini aksettirmediği için birleşmeler boştur.
Şimdi şu sorulur; bu birleşmeleri kim destekliyor ve kimler engelliyor? Bunlardan biri sömürü sermayesidir. Parçalayacak, zayıf iktidarlar çıkaracak, sonra onları istediği gibi kullanacaktır. Yahut ordudur, bütün halkın temsil edildiği istikrarlı bir hükümet oluşturmak için aynı temayülde olan partileri birleştiriyor. Bu birleşmeleri kimin yaptığı tahmin edilmekle beraber, yalnız iki partinin birleştirilmesi, birleşmenin fikirlerde değil de kişilerde yapılması, alelacele göstermelik bir şekilde birleşmenin sağlanması, transferler, bu işte ordunun değil de sömürü sermayesinin parmağı var gibi görülüyor.
Bu durumda beklenen nedir?
a) Birleşen partileri millet eleyecektir. Ordunun yapmadığı sinyalini alacak ve devre dışı kalacaktır. Mecliste sadece MHP ve AKP kalabilir.
b) AK Parti parçalanır, meclise girebilir ama ekseriyet partisi olamaz. AK Partiyi devre dışı bırakan CHP ve DYP koalisyonlu hükümeti kurulur. Bugün sermaye bunu ister.
Bunun dışında tablolar çıkabilir mi? Mesela SP barajı geçebilir mi? Eğer DTP ile koalisyon yaparsa geçmesi ihtimali fazladır.
SP-DTP koalisyonu oluşmalıdır, çünkü;
a) DTP’lileri meşru alana çekmek ancak böyle olur. DTP’nin dışlanması yandaşlarını illegal alana döker, bu da ülkenin bölünmesine sebep olabilir. Bu sömürü sermayesinin istediği bir şeydir.
b) DTP’yi legal alana ancak SP çekebilir, çektikten sonra da ancak SP onu bu alana uyumlu hâle getirir. CHP çekemez, çünkü geçmişleri var. MHP çekemez, çünkü ırkçı parti olarak görülüyor. DYP de çekemez, çünkü doğu halkı Avrupa’nın zinalı uygarlığı peşinde koşan partiye güvenmez. Doğu halkı Müslümandır, ancak İslâmcı görüşün altında ayırımcılığa son verir.
c) DTP, bölünmeden Kürt sorununu çözen partinin peşinden gider. Bunu da ancak “Adil Düzen”le çözülebilir. Çözümleri o sunabilir. Dolayısıyla bundan başka bir parti ile anlaşamaz.
d) Geçmişte onlar hep Milli Görüşe katılmak istemişlerdir ama bu bir türlü gerçekleştirilememiştir. Çünkü orada da onlar var.
Seçim nasıl gerçekleşirse gerçekleşsin, bütün partiler devletin çıkarlarını korumakta samimi ve ciddi partilerdir. Hiçbir parti iktidarı AKP iktidarından daha kötü olamaz. Dolayısıyla halk gönül rahatlığı ile istediği partiye oy verebilir. Ancak asıl tehlike nerededir?
Ukrayna, Gürcistan ve Kırgızistan’da olduğu gibi seçimlerde bazı saboteler olur, doğru seçim muallel gösterilir. Medya harekete geçer, yargıya tesir eder, seçimi iptal ettirir, sonra da hileli seçim yapılır, müstemleke valisi gelip tahta oturtulur ve Türkiye devlet olmaktan çıkar. İşte bu hususta dikkatli olmalıyız.
a) Başta halkımız dikkatli olmalıdır. Böyle sabote hareketlerinin yapılmasına sandıklarda müsade etmemelidir. Sonra, olsa bile bunlar seçime etki etmediği için sabır göstermelidir.
b) Yüksek Seçim Kurulu dikkatli olmalı, bu tür sandık oyunlarını fazla büyütmemelidir. Onlar devede kulak kalır, onun için hiçbir seçimi iptal etmemelidir.
c) Basın uyanık olmalıdır, hükümet kiralık kalemleri susturabilmelidir. Patronlara baskı yapılır, yazarlara karşı savcı harekete geçiriliri, olmazsa polis el koyar.
d) En önemlisi ordu bu durumda hazır olmalıdır. Halk hareketi başlayıp da meclise yürüdüğü zaman ordu derhal el koymalıdır. Meclise dokundurtmamalıdır. Ordu lâikliği değil, Türkiye Cumhuriyeti ve istiklâlini korumakla görevlidir. Vazifesini ihmal etmemeli, haddini de aşmamalıdır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-412 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-242 İstanbul, 09 Haziran 2007
SÖMÜRÜ ARACI DOLAR
Bugün karşılıksız kâğıt para basıyorsunuz, halk onu kabul ediyor, altın imiş gibi iş görüyor.
Bu Allah’ın insanlığa bahşettiği en büyük nimettir. Bundan yüz sene evvel bir devletin para bulması için altın veya gümüşü tedarik etmesi gerekirdi. Çünkü ancak altın veya gümüş para olabilirdi. Yirminci yüzyılda kâğıt para keşfedildi. Devlet parayı basıyor, piyasaya sürüyor, kâğıt para oluyor. Devlet için para denizdeki su kadar kolay bir şey oluyor. Devletsen paran var demektir.
“Devlet = Kâğıt Para” hâline gelmiştir, bugünkü dünya.
Dikkat edilecek tek şey vardır. Karşılıksız para çıkarmayacaksınız.
Bunun için de çok basit yollar vardır.
a) Halka ön ödemeli sipariş yapması için kredi olmak üzere para çıkarırsın, halk onunla devre başında mağazalara, mağazalar tüccarlara, tüccarlar da işyerlerine sipariş verirler. Böylece karşılıksız para çıkmamış olur.
b) İnşaat malzemesini satın alan tüccarlara kredi verirsin, onunla malzeme alırlar. Malzeme kadar para çıkmış olduğu için de karşılıksız para çıkmamış olur.
c) İnşaatta çalışan işçilere ücret ödersin, karşılığında yapılar oluşur, yine karşılıksız para çıkmamış olur.
d) Kuyumcularda halkın satın almış olduğu altınlar karşılığı kredi verirsin, yine karşılıksız para çıkmamış olur.
Bu krediler neyi sağlar? Tüm emeği harekete geçirir, tam istihdam olur. İşsiz insan kalmaz, bol ürün elde edilir, refah olur. Parayı bundan az çıkarırsanız işsizlik olur, parayı bundan çok çıkarırsanız enflasyon olur.
Bunları bilmek için okumuş olmak gerekmez. Anlatırsanız, on yaşındaki çocuk bile anlayabilir.
IMF ne yapıyor? IMF önce millî paralar çıkartmıyor, ülkede para darlığı ve dolayısıyla işsizlik oluyor. Sonra ne yapıyor? Kendisi bastığı doları para olarak faizle veriyor. Böylece sizi çalıştırıyor ve sömürüyor. Maliye bakanlığı yok, tahsildarı yok, ambarı yok, hattâ kasası bile yok. Kâğıttaki kayıtlarla dünyanın tamamını çalıştırıp sömürüyor.
Ülkeye yabancı para girdi diye seviniyoruz. Başarılı ekonomi diyoruz. Buna müsade eden AK Parti da öğünüyor. Oysa ülkeye ne kadar para girmişse, en az yüzde on faiz ödüyoruz demektir. O faiz kadar emeğimizi bedava onlara veriyoruz demektir, yani biz durup dururken sömürü sermayesine haraç ödüyoruz demektir.
Demek ki, dışarıdan gelen dolar bizim emeğimize konan haciz demektir.
Eğer bizim altyapımız olmasa, fabrikalarımız olmasa, iş yerlerimiz olmasa, dışarıdan makine veya ham madde getirip içeride tüketmek zorunda kalsak; o zaman böyle bir dolara geçici olarak ihtiyacımız olabilir. 1950’lerde durumumuz böyle idi. Oysa bugün zaten fazlasıyla dışarıdan makineler gelmiştir. Beşte bir atıl kapasite ile çalışıyoruz. Önce makinelerimizin yarısı boş durumda. En dolu kapasitede bile % 50 çalışmaz. Sonra genel olarak tek vardiye çalışıyor. Altıda bir eder. Vardiyeli çalışanları da hesaba katarsak beşte bir kapasite ile çalışıyoruz demektir. Yani bugün 75 milyonu çalıştırıyoruz, oysa bizim 375 milyonu çalıştıracak makine parkımız var demektir.
AK Parti neden bunu bile bile yapmakta, ülkenin en az yarı emeğini bedavadan sömürü sermayesine peşkeş çekmektedir. Çünkü böyle yapmasaydı beş sene iktidarda kalamazdı. Erbakan’ın başına gelmiş olan gelirdi. Ben burada vatan için canlarını vermeye hazır askerlere hitap ediyorum. Siviller bunu biliyor ama söyleyemiyor. Sizden korkuyor. Siz bu yazdıklarımı düşünün ve değerlendirin. Kurmay subayları bize gönderin, onlara açıklayalım. Bunda elbette anlaşılmayacak bir şey yoktur.
Hükümetlere muhtıra verin, duyuru yapın, kulak çekin, gerekirse indirin ama; bunun için ‘lâiklik’ diye gülünç bahanelerle hem de alternatif üretmeden müdahalelerde bulunmayın. Düşünün ki, Türkiye bugün bütçesi kadar miktarı borçlanarak faiz ödüyor, bu ülke nereye gidiyor?!.
Bu durumdan kim suçludur?
Halk mı? Halk kime oy versin.
Siyasiler mi? Yapmazlarsa indiriliyorlar.
Askerler mi? Yapılması gerekeni yapmazlarsa devlet elden gidiyor.
Bana sorarsanız, bundan biz Adil Düzen Çalışanları sorumluyuz. Önce Akevler, sonra Saadet Partisi, sonra AK Parti… Çünkü bunlar “Adil Düzen”i bıraktılar, eski heyecanlarını kaybettiler. Ülke sadece “Adil Düzen heyecanı” ile kurtulabilecektir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL