1967...1968...1969....AKEVLER 40 YILDIR ÇALIŞIYOR....2005...2006...2007
BİZLER ÇALIŞIYOR VE YENİ İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZLERİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ; BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
ADİL DÜZEN 414
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 23 Haziran 2007 Fiyatı: www.akevler.org’a tıklamak!
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 414. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Hedefimiz; “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, Reşat EROL
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ
GELECEĞİN İSTANBUL’U CENNETTİR! - II
SEÇİM, SEÇİM PLANLAMASI VE AKP
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 76. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
لَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْ إِنْ طَلَّقْتُمْ النِّسَاءَ مَا لَمْ تَمَسُّوهُنَّ أَوْ تَفْرِضُوا لَهُنَّ فَرِيضَةً وَمَتِّعُوهُنَّ عَلَى الْمُوسِعِ قَدَرُهُ وَعَلَى الْمُقْتِرِ قَدَرُهُ مَتَاعًا بِالْمَعْرُوفِ حَقًّا عَلَى الْمُحْسِنِينَ(236) وَإِنْ طَلَّقْتُمُوهُنَّ مِنْ قَبْلِ أَنْ تَمَسُّوهُنَّ وَقَدْ فَرَضْتُمْ لَهُنَّ فَرِيضَةً فَنِصْفُ مَا فَرَضْتُمْ إِلَّا أَنْ يَعْفُونَ أَوْ يَعْفُوَ الَّذِي بِيَدِهِ عُقْدَةُ النِّكَاحِ وَأَنْ تَعْفُوا أَقْرَبُ لِلتَّقْوَى وَلَا تَنسَوْا الْفَضْلَ بَيْنَكُمْ إِنَّ اللَّهَ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ(237)
Derse başlamadan önce bir sorunu çözmemiz gerekir. Biz Kur’an’dan öğrendiklerimizi buraya aktarmak zorundayız. Sizlerin de kadın olsun erkek olsun bunları bilmesi gerekir. Ancak kadın ve erkeğin birlikte olduğu yerde bunların okunması iffete uygun düşmeyebilir. Bu konu da topluluklara göre değişebilir. Benim yetiştiğim memlekette birine ‘senin eşin çok güzeldir’ deseniz, sizi silahla vurur. Başka yerlerde de buna beis görülmeyebilir. Dolayısıyla ben bunu takdir etmeyeceğim. Ama hangi cemaatte okunuyorsa, o cemaatin anlayışına göre o kısımlar renklendirilir ve onlar okunmaz. İstanbul Yenibosna için bu işi Hasan Özket’in renklendirmesini istiyorum. Benim anlayışıma en yakın görüş onun olur. Reşat Nuri Erol da redakte edip yayına hazırlarken o da renklendirebilir. Her birinin ayrı ayrı mahzurlu gördükleri okunmaz. Ama sonra bu kısımları herkes ayrı ayrı kadın ve erkek olarak okumalıdır. Kadınlar aralarında tartışmalıdırlar. Erkekler de aralarında tartışmalıdırlar.
Başka bir hususa da burada işaret edeyim. Kadın erkek sıraya girmelidir. İslâmî oturma sistemi budur. Kadınlar arkada oturmalıdır. Aralarında bir saf kadar boşluk olmalıdır. Eğer bir halka oluşturuyorlarsa ya mahrem olan kadın erkek yan yana oturmalıdır, kadınlar bir tarafta erkekler bir tarafta olmalıdırlar, yahut yabancı kadınla erkek arasında bir kişi oturacak kadar uzak olunmalıdır. Yuvarlak masanın hükmü budur. Kadınların arkasında kadınlar, erkeklerin arkasında erkekler oturmalıdırlar.
لَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْ (LAv CuNAXa GaLaYKuM)
“Size cunah yoktur.”
Sizin onu yana atmanız gerekmiyor. Gereğini yapmanız gerekir. Buna ilk vereceğimiz mânâ şudur.
Temas etmediğiniz kadınları boşamanızda size cunah yoktur. Örneği şöyle verelim.
“İn ci’te ükrimük” derseniz, gelirseniz bana ikram etmek farz olur. “Ukrimüke İn Ci’te” derseniz, ben size ancak bana gelirseniz ikram edebilirim demek olur. Gelmezseniz size ikram etmeye gücüm yetmez demek olur. İkram gelmenin şartı olur. Oysa birincisinde ikram gelmenin illeti olur.
“Lâ Cunaha”yı da gerek anlamında anlarsak, gerekmesi için boşamanız şarttır anlamı çıkar.
Siz nişanlanır da sizin tarafınızdan beğenmeme sözkonusu olursa bir tazminat ödemeniz gerekmektedir. Kadın beğenmez de ayrılırsa sizin bir şey vermeniz gerekmez. Bir şey vermenizin size farz olması için boşanmanın sizin tarafınızdan olması gerekir anlamındadır.
إِنْ طَلَّقْتُمْ النِّسَاءَ (EiN TalLaQTuMu elNıSAEa)
“Kadınları talak ederseniz.”
Burada da talakı topluluğun icra ettiği bir müessese olarak görmektedir. Nişanlanmadan itibaren nikah sosyal bir akit olarak başlamaktadır. “İN” yerine “EN” gelseydi, boşamasında bir sakınca yoktur anlamını verebilirdik. Oysa burada “kadınları boşarsanız” şunu yapmanızda sakınca yoktur mânâsını vermemiz gerekir. Aşağıdaki “Ve Muttiûhunne” “Vav”ı burada hazfın olduğunu ifade etmektedir. Boşayan erkekse tazminatı kadına vermesi gerekmektedir.
مَا لَمْ تَمَسُّوهُنَّ (MAv LaM TaMasSUvHUnNa)
“Temas etmemişseniz”
Burada “Mâ”yı vasıf “Mâ”sı olarak almayız, çünkü nekiredir. “Ellâti” olması gerekir. Ancak mastar “Mâ”sı olarak alabiliriz. Temas etmeden boşarsanız. “Min Kablu” takdiri vardır. Hattâ böyle kıraat dahi vardır. Temas etmeden boşarsanız onlara tazminat ödemeniz gerekir anlamı çıkar. Burada nişanlılık müessesesini anlatmaktadır. Batıda nişanlılık ile evlilik denemesini yapmaktadırlar. Hattâ cinsi ilişki bile kurup sonra beğenirlerse evlenmektedirler. Kur’an bunu yasaklamaktadır. İslâmiyet’e göre nişanlanma evlenme demektir. Onun dışında kadın erkek arasında ilişkili sevişme men edilmiştir.
Nişanlılar halvet yapmak üzere gezebilir, konuşabilirler. Halvet olurlarsa yani cinsi ilişkide bulunabilecek bir yalnızlık içinde olurlarsa duhul olmuş olur. O zaman boşarsa mihrin tamamını vermesi gerekir. Halvet olmadan nişanlanırlarsa bu nikah sayılır. Boşanma vukuunda mihri takdir etmeseler de yine kadına tazminat verirler. Evlilerde kusura göre verilen mihir geri alınmakta veya kısmen tenzilat yapılmaktadır. Nişanlılarda bu hüküm geçerli değildir. Boşanma kadı tarafından yapılmışsa hiçbir şey alamaz. Nişanlanma erkek tarafından yapılmışsa mihrin tamamının verilmesi gerekir. Burada karar kusurlu da olsa kabul etme durumu vardır. Nişanlılık dönemi böylece uzamaktadır. Kadın o boşasın diye sabredecek, erkek de o boşasın diye sabredecektir. Sonunda birbirlerinin kusurlarını da kabullenerek evliliğe döndüreceklerdir.
Demek ki, bir nişanlılık dönemi geçirme ailenin sağlığı için gereklidir. Nişanlılık döneminin uzun olmasında yarar vardır. Nişanlılar birbirlerini daha iyi tanırlar. Kusurlarını, huylarını öğrenirler. Beraber olunca da birbirlerini severler. Böylece sağlıklı bir evlenme olmuş olur.
أَوْ تَفْرِضُوا لَهُنَّ فَرِيضَةً (EaV TaFRıWUv LaHunNa FaRIyWaTan)
“Yahut farizayı farz etmemişseniz.”
Burada mihire “fariza” denmiştir. “Fariza” pay demektir. Bu mirastaki paydır. Eşler evlendikleri zaman birbirine altıda birle mirasçı olmaktadır. Anne ve babanın payları kadar pay almaktadır. Ama bu pay mihirle sekizde bire inmekte veya dörtte bire yükselmektedir. Dolayısıyla bu bir paydır. Mihir vermek demek ifraz etmek demektir. Erkek servetinden bir payı alıp kadına vermektedir. Fariza nekire gelmiştir. Dolayısıyla her kadın için değişiktir.
Kadın ile erkek veya taraflar pazarlık yaparlar ve mihri öyle belirlerler. Belirlenen mihir aldatmaca olmamalıdır. Çok az mihir belirlenirse o belirlenmiş sayılmaz, iptal edilir. Mihri misil verilir. Bu azlık her toplulukta değişmektedir. Her bucak kendi asgari mislini belirlemiş olur. Ondan az mihir takdir etme hiç etmeme anlamına gelir. Bu da şöyle belirlenir, orada yapılan anlaşmalarda konan mihirlerin ortası bulunur. Onun yarısından az takdir edenler etmemiş sayılır. Mihir hususunda şunlar vardır.
a) Kadın istediği kadar mihir isteyebilir. Bunun üst sınırı yoktur. Bu aynı zamanda kocasını ikinci evlilikten vazgeçirmek için koyacağı miktardır. İkinci olarak evlenmeyeceksin şartı geçersizdir, bâtıldır. Ama ikinci olarak evlenmesi hâlinde kadının tam mihri alarak ayrılma hakkı doğar. Mihrin miktarını tesbit etmek de anlaşmaya bağlıdır. Kadın koca buluyorsa onu çok yüksek mihre bağlayabilir, yahut ben kumalı koca istemiyorum der ve evde oturur. Görülüyor ki denge tamamen sağlanmıştır. Erkekleri çok kazanmaya zorlamaktadır. Onları yarıştırmaktadır.
b) İkinci mihir tesbiti ise mihri misildir. Bu da kadın servetinin onda biri, erkek servetinin yirmide biridir. Buna mihri misil denir. Bunu şöyle hesaplayabiliriz. Kadın veya erkek şu anda kimlerin vârisidir? Onlardan hangi servet ona kalacaktır? Erkek akrabalarından gelenin yirmide biri, kadın akrabalarından gelenin onda birleri toplanır, işte bu onun mihridir. Bunlar varsa kendi servetlerinin de kadın için onda biri, erkek için yirmide biri eklenecektir. Böylece bunlar birbirine yakın ise demek ki bu aileler zenginlik bakımından küfüvdürler, denktirler. Eğer kadının mihri erkeğin mihrinin iki katı ise küfüv değildirler demektir. Veliler evlenmelerine mâni olabilirler. Denk değilseler mihirde hüküm ne olacaktır? Ortalama alınabilir. En büyüğü alınabilir. En küçüğü alınabilir. Bu husustaki hüküm bucağa göre değişecektir. Bucağın istişarî tercihiyle sağlanacaktır.
c) Varlıklarının çok az olması sebebiyle mihri misilleri çok az olabilir. O zaman o bucakta belirlenen asgari mihir geçerli olacaktır. Mihri misil asgari mihirden az olamaz. Bu da mihri misillerin orta değerinin yarısıdır. Bucak böyle belirleyebilir.
d) Asgari mihirden az bir anlaşma ile anlaşmışlarsa o zaman anlaşma yapılmamış olur, mihri misil sözkonusu olabilir, yahut istişarî kararla asgari mihir konabilir.
وَمَتِّعُوهُنَّ (Va MatTiGUvHunNa)
“Ve onları temti’ ediniz.”
Burada “Ve” harfi gelmiştir. Demek ki bundan önce yapacağımız bir şey vardır. Bir emir vardır. Çünkü emir habere atfolmaz, şarta da atfolmaz. Şartın cevabı “Ve” ile gelmez.
“Ve onları temti’ ediniz” diyor. Yani onlara mihirlerini veriniz, ayrıca “onları temeti’ ediniz” diyor. Demek ki yukarıda bahsettiği mihirdir. Hazf olmuştur. Siz birisine ‘söyle göndersin, faturayı da kessin’ derseniz, bir mal göndersin, faturayı da kessin anlaşılır. Burada da hazf yapılmıştır. Zikredilmemiştir. Neden hazfe gidilmiştir sorusu sorulabilir.
Kur’an bazı hükümleri ancak rasihlerin anlayacağı şekilde ifade eder. Bunun hikmetleri vardır?
a) Kur’an’da ancak böyle veciz ifade edilirse her şey sığar. Yoksa denizler mürekkep olarak yetmez.
b) Hazfedildiği zaman değişik şeyler takdir edilir. Böylece birçok yerlerde uygulanır hâl alır. Besmeledeki hazf bunun bir örneğidir.
c) İnsanların hepsi her şeyi anlarlarsa birbirlerine ihtiyaçları kalmaz, mezhepler ve dayanışma ortaklıkları oluşmaz. İnsanlar dayanışma ortaklıkları kursunlar diye Kur’an veciz bir şekilde indirilmiştir. O zaman bir müçtehidin çevresinde toplanırlar.
d) Hükümler içtihatla tesbit edilmektedir. Bu sayede teviller yapılarak, Kur’an’ı inkâr etmeden uygulamada zahiri mânâlardan kaçabilme imkanı bahşedilmiştir. İçtihat Allah’ın bizlere ihsanıdır. Bu sayede değişik çözümler üretilebilmekte, uygarlaşma mümkün olmakta, muttaki olmayanlar da devre dışına atılmaktadır.
Nişanlılar için temti’ yoktur. Madem ki erkek ondan yararlanmıyor, kadın da ondan yararlanmıyor. O halde onların birbirlerine karşı vecibeleri yoktur. Hattâ kadın ayrılıp annesinin babasının evine gittiği zaman bu metaı hak etmez. Ancak boşanma olduğunda iddet beklemesi gerekir mi? Boşanmadaki iddet sadece kadının hamile olup olmaması için verilmiş değildir. Pişmanlık zamanıdır, geriye dönebilsinler diyedir. Dolayısıyla üç ay beklemesi gerekmektedir. Hayızdan kesilenlerin üç ay beklemesine kıyasla üç ay diyoruz. Madem ki bekleme vardır, boşanma ister erkek tarafından ister kadın tarafından vuku bulsun, üç aylık geçinme bedelini ödemesi gerekmektedir. Nişanlıyken bunu vermemektedir ama beklemede iken vermektedir. Çünkü kadın bu esnada evlenmiyor. Bu arada bir bekleme zamanı oraya konmuş olmaktadır.
Tabii ki evlilikte evleviyetle bu hüküm geçerli olacaktır. Yani boşanmış kadınların bekleme dönemlerinde geçinmeleri tamamen kocalarına aittir. Birlikte yaşarken erkek kadın birlikte yemekte ve içmektedirler. Erkek ne getirirse kadın onu pişirmekte, kadın da ne pişirirse erkek onu yemek zorundadır. Erkek bütün karılara eşitlik içinde malzeme getirmek zorundadır. Benzer konfordaki evde oturtmak zorundadır. Ancak ayrılma olunca artık birlikte yaşamayacakları için, yaşamak zorunda olmadıkları için, kadının nafakası belirlenmiş miktar olacaktır.
Burada müşkülat vardır. Talak Sûresi’nde mü’minleri nikahlar da temas etmeden önce boşarsanız, onların sizin için sayacakları bir iddet yoktur. Temti’ ediniz ve sarahı cemil ile tasrih ediniz diyor. Buna göre duhul olmayan bir kadının iddet beklemesi sözkonusu değildir. Ancak dikkat edilirse sizin için iddet beklemesine gerek yoktur diyor. Halbuki talakta kendi nefislerinde tarabbusta iddet vardır deniyor. Biz bu müşkülatı şöyle birleştiriyoruz. Duhulden önce boşanma olmuşsa kadın isterse üç ay bekler, kocasının kendisine dönmesini ister. Talakı ric’dir. Yeniden nikaha gerek yoktur. Yeniden mihre gerek yoktur. Bu esnada kadın nafakasını alır. İsterse ayrılır ve başka kocaya gidebilir. Orada sizin için iddet beklemeleri onların aleyhinde yoktur deniyor. Yoksa kendi başlarına beklerlerse yoktur anlamı çıkmaz. O zaman yine temti’ ediniz deniyor. Ve cemil sarahla tesrih ediniz. Bu cemil serah da mihirlerini veriniz demektir. Nafaka hakları da mahfuzdur. Mihirden başka üç aylık nafaka da mihre eklenmektedir. Onlar beklemese de bunu istihkak etmektedirler.
Bu âyetten öğreniyoruz ki, nişanlılarda ayrılma hususunda erkeklerin daha çok düşünmeleri gerekmektedir. Kadın pasiftir. Talip olmaz. Erkeğin talip olmasını ister. Bir erkek ona talip olur da o ‘evet’ dedikten sonra erkeğin onu bırakması onun onurunu kırar. Bu bakımdan erkeklerin bir kıza talip olmadan önce içlerinde gizleyerek görmeleri ve konuşmaları gerekir. Resmen hıtbe olmamalıdır. Başka vesilelerle görüşmeli ve konuşmalı, birbirlerini tanımalıdırlar. İslâmiyet bu hususta müesseseler geliştirmiştir.
a) Önce beş vakit namaz beraber kılınmaktadır. Bu vesile ile kız ve erkek birbirini tanımaktadırlar. Namazların ayrı kılınması, perde gerilmesi veya birbirini görmeyecek şekilde uzak oturmaları hatalı görülmüştür. Eskiden buna fazla ihtiyaç yoktu, çünkü komşular zaten birbirini tanıyordu, günlük iş hayatında tanıyordu. Oysa şimdi namazdan başka birbirlerini görecek yerler ancak balolar olmaktadır. Bunun gayri meşruluğu aşikârdır.
b) Kadın ve erkeğin tanışacağı başka yer de misafirliklerdir. Kur’an’da, dostlarınızla bir yerde kadın erkek beraber yemek yemenizde bir memnuiyet yani yasaklık yoktur deniyor. Bu vesile ile aileler birbirlerini tanırlar. Komşu iki tarafı yemeğe davet eder, orada birbirlerini görüp tanımış olurlar.
c) Birlikte geziler tertip etmek, hac gezileri gibi geziler tertip etmek de tanışmalarına vesile olur. Hacda kadın ile erkeğin beraber ibadet etmeleri ve seyahatte karışık olarak yürümeleri de bundandır. Bu beraberlik kabileden başlayacak, il ve ülkeler birleşerek seyahat edeceklerdir. Bizim ailelerle yapmakta olduğumuz piknik gezilerimiz de bundan dolayı sevap sayılır.
d) Kur’an’da dördüncü bir müessese daha icat edilmiştir, o da kadınlar kafilesidir. Kadınlar burada kendi başlarına toplu olarak seyahate çıkarlar. Gittikleri yerlerde sanat gösterisi yaparlar, el işi ürünlerini teşhir ederler, kendi aralarında temsil verip sohbet ederler. Erkeklerle görüşmeseler bile görümceleriyle tanışırlar. Erkekler de bunları uzaktan seyrederler. Bunların toplantılarına erkekler seyirci olarak katılırlar.
İşte, Kur’an evli olmayanları evlendiriniz diyor. Bunun için de müesseseler konmuştur.
Bütün mesele ve sorun, insanları zinaya götürmeden ama anlaştırarak evlendirmektir.
Kadının onuru kırılmasın diye talip olduktan sonra, hıtbeye girdikten sonra kadın reddetme hakkına sahiptir. Sorun yoktur. Ama kadın reddetmeden erkeğin vazgeçmesi sözkonusu değildir. ‘Evet’ cevabı geldi mi nikah tamamlanmış olmaktadır. Artık nikahlılar durumuna girilmiştir. İşte bundan sonra da erkek boşarsa mihrin yarısını verecek, ayrıca üç aylık temettu’ alacaktır. Kadın isterse üç ay bekler, temettu’unu alır, mihri en son alır, isterse hemen bırakıp başka kocaya varır. Ben seni istemiyorum diyen kocaya iddeti beklemek zorunda değildir.
Biz hâlâ köy hayatı yaşıyoruz, yani köydekine benzer tanışmalarla evlilikler olmaktadır. Şehirlerde alt katta oturan üst katta olanı tanımıyor ve görüşmüyor. Durum böyle olunca, bunlar arasında nasıl tanışıp evlenmeler olacaktır?
Kur’an bugünkü hayatı bilmiş de böylece hükümler tesis etmiştir. Okulların karma olması bunun için gerekmektedir. Ama zinaya gidilmemesi için muta nikahları meşru hâle getirme zorunluluğu vardır. Batıdakiler evlilik dışı yaşıyorlar, sonra isterlerse evleniyorlar. Bu İslâmî değildir. Ama nişanlılık meşrudur. O halde üniversiteye, liseye giden baliğ olan kız nişanlanmalıdır. Okulda nişanlılar okumalıdırlar. Yahut başka okulda veya dışarıda nişanlısı bulunmalı, okuldan o almalıdır. Bu meşrudur, sevaptır. Eğer bunu yapamıyorlarsa, nikahlanıp evlenerek yaşayabilir ve öyle okuyabilirler.
Biz “Adil Düzen”de evlilik çağına gelmiş olan her erkeğe evlenmesi şartı ile kirasız oturacağı bir ev veriyoruz. İsterlerse kira öder gibi taksitlerini öder ve ev sahibi olurlar. 15 yaşına gelen herkese kadın olsun, erkek olsun çalışma kredisi verilmektedir. Evli olan erkeğin kredisi iki misline çıkarılmaktadır. Kadının kredisine de dokunulmamaktadır. Böylece herkese iş vermiş oluyoruz. Tahsil yapan kimselere yarım mesailerle geçinecek şekilde iş verilmektedir. Öğrencilerin ve öğretmenlerin işlettikleri işletmeden vergi alınmayabilir. Ayrıca bu işletmeler faizsiz kredilendirilirken iki misli olarak kredilendirilebilir. Kural şudur. Herkes beşikten mezara kadar okuyacaktır ama aynı zamanda çalışacaktır. Az çalışarak geçinme imkanı sağlanacaktır, yani ücreti yüksek olacaktır.
عَلَى الْمُوسِعِ قَدَرُهُ (GaLAy eLMUSIyGı QaDaRUvHu)
“Musi’ kaderi ile. Varlıklı varlığına göre.”
Demek ki boşanmışlarda takdir edilecek miktar kocanın gelirine ve kazancına göre olacaktır. Bunu takdir edecek hakemlerdir. Hakemler takdir ederler ve o kadar miktar iddet zamanında verilir. Bu nişanlılarla evliler arasında değişmez. Bunun miktarı kadının varlığına göre değil, erkeğin varlığına göre belirlenir.
Erkek hanımlarına eşit seviyede kiralık ev tutmak zorundadır. Ama farkı kadın vererek daha lüks ev tutabilir. Evin lüksü aynı olacaktır. Büyüklük ise ev halkı sayısı kadar olacaktır. Çocukları varsa yahut anne babası orada kalıyorsa büyüklük farklı olabilir.
وَعَلَى الْمُقْتِرِ قَدَرُهُ (Va GaLAy eLMuQTıRı QaDaRuHu)
“Muktir olanlar da kaderi kadar. Darda olanlar da varlıkları nisbetinde.”
“Katre” damla demektir, çap demektir. “Muktir” sınırlı demektir, az demektir. “Kader” de miktar demektir, ölçülü demektir. Bu anlamları ile genişliğin darlığı demektir.
Bir bucakta servet sahipleri sıralanır. Orta değerden daha fazla mal sahibi ise işte bunlar musi’dirler. Orta değerin altında olanlar da muktirdirler. Zenginler buna göre sınıflanırlar. Arada kademeler konabilir.
مَتَاعًا بِالْمَعْرُوفِ (MaTAGan Bi eLMaGRUfi)
“Maruf bir meta olarak zengin zengine göre fakir fakire göre ödeme yapacaktır.”
Ortalama değer alınır. Servetin ortalaması alınır. Bu fakirlik sınırıdır. Ortalama varlıktan aşağı olanlar fakirdir, ortalama değerin üstünde olanlar da zengindirler. Fakir ve ganinin dışında musi’ ve muktir vardır. Orta değerin üstünde olanlar musi’, onun altında olanlar muktirdirler. Muktirin miskinden farkı; miskin gelirde orta değerin yarısından az geliri olandır; muktir ise serveti orta servetin yarısından az olandır.
Demek ki nafaka belirlenirken şu üç durum vardır.
a) Erkeğin serveti vasat servetin yarısından fazla, iki mislinden azdır, yani vasat servet içindedirler. Onlar için erkeğin geliri ile orantılı bir pay belirlenecek, bu da istişârî kararlarla belirlenecektir. Tasarruf meyli göz önüne alınır. Erkeğin geçindirmekle yükümlü olduğu kimseler de göz önüne alınarak hesaplanır.
b) Erkek musi’ ise yani serveti vasat servetin üstündeyse, onun için bucağın istişârî kararı sonucu kararlaştırılan miktardır. En yüksek miktar konur ve kadın daha fazla geliri veya varlığı var diye talep edemez.
c) Erkeğin varlığı azsa, vasat servetin altındaysa, artık varlığına göre değil, asgari nafakayı ödeme durumundadır. Borçlanarak ödeyecek yahut dayanışma içinde ödenecektir ama ödenecektir.
حَقًّا عَلَى الْمُحْسِنِينَ(236) (XaqQan GaLAy eLMuXSiNIyNa)
“Muhsinlere bu borçtur.”
Allah adli ve ihsanı emreder diyor. Burada da “muhsinler”i erkek kurallı çoğul olarak getirerek bunların birer cemaat olmaları anlamına gelmektedir. Allah her hafta hutbede okunan emirlerde ne diyor?
Allah size şunları emrediyor.
a) Adli emrediyor, dengeyi emrediyor. Eğer biri yoksulsa onu yoksulluktan çıkarınız. Eğer biri zenginleşip tekel oluşturacaksa onu aşağıya çekiniz. İşte zekât müessesesi budur.
b) Bir de “ihsanı” emrediyor. Adaletin yanında ihsan da vardır. İyilik etmeyi emrediyor. Bu da adlin yetmediği yerde ihsan ile gitmedir. Şöyle ki, bir kimseye fakirlik ve yoksulluk paylarını verirsiniz, yetimlik ve yaşlılık paylarını verirsiniz. Ama bu yetmez. Öyle durumda olabilir ki, ona özel yardım gerekir. O zaman insanlar kendi paylarından, kendi boğazlarından eksilterek onu zor durumdan kurtarmalıdırlar. Bu “ihsan”dır. Erkeklerin eşlerine nafaka temin etmesi muhsinlere farzdır; yani bir vakıf kuracaklar ve bu duruma düşen kimselere dayanışma içinde yardım edilecektir. İşte, dayanışma ortaklığı bir ihsan ortaklığıdır. Karşılığı, biz de o duruma düşersek aynı şekilde bize de yardım edilecektir demektir. Aramızdan biri hastalanmıştır. Doktora gidecek imkanı yoktur. Ne yapıyoruz? Şöyle düşünürüz; ya ben hastalansaydım, bana yardım edeceklerdi. Ben hasta olmadığım için “Allah’a hamd olsun” dersin ve ona bedenen veya mâlen yardımda bulunursun. İşte bu “ihsan”dır.
c) Akrabaya, yetime ve yoksula vermek. Burada bütçenin dağıtım şekli anlatılmaktadır. Fakirlerden değil de yoksullardan bahsediyor. Fakirlik zaruretten doğan bir hak değil, ekonomik dengenin hakkıdır, yani adl içine girmektedir.
İşte burada “muhsinler” deyince dayanışma ortaklığı kuranlar demek oluyor. Bu ortaklığa katılanlara “evliya” denmektedir; “veli” de bunların sorumlusu olmaktadır.
Kur’an Arapçasını bize fıkıhçılar öğrettiler ama biz Kur’an’ı o Arapça ile bugün anlıyoruz ve günümüzün sorunlarını çözüyoruz.
***
وَإِنْ طَلَّقْتُمُوهُنَّ (Va EıN OalLaQTuMUvHunNa)
“Ve onları tatlik ederseniz.”
Burada “Va” harfi gelmiştir. Demek ki bu yukarıdaki boşamadan farklıdır. Yukarıda talak cunah için şart yapılmıştı. Burada yarı mihir için illet yapılmıştır. Yukarıda size mihrin farz olması için sizin boşamanız gerekir denmişti. Burada ise boşarsanız mihrin yarısını vermeniz gerekir demektir. Mihri takdir etmiş iseniz yarısı, etmemiş iseniz kıyasla o kadar demektir.
“Va” harfi ile atfetti. Tatlik farklı değildir ama hükmü farklıdır. Biri şart, diğeri ise illet olarak gelmektedir. ‘Bana gelirsen borcumu ödeyebilirim. Gelirsen borcumun yarısını öderim.’ Cümleler birbirine atıf olabilir. Buradaki zamir nisaya gider. Nisa orada tarif edilmediği için yani “Mâ” sıfat “Mâ”sı olmadığı için de bütün kadınlara giden bir zamirdir.
مِنْ قَبْلِ أَنْ تَمَسُّوهُنَّ (MiN QaBLi EaN TaMasSUvHunNa)
“Onlara messetmeden önce.”
Yukarıda messetmeden onları tatlik ederseniz denmiş, burada messetmenizden önce messederseniz denmiştir. Kadınlarla birleşme Kur’an’da değişik şekilde ifade edilmiştir.
-Önce haramlar sayılırken duhul ettiğiniz karılarınızın kızları ile denmektedir.
-Sonra cünüplük için kadınlarla lems ederseniz denmektedir.
-Burada da messettiğiniz kadınlar deniyor.
-Bir de tezvici nikah karşılığı değil de duhul karşılığı getirmektedir.
Kur’an acaba bu dört şekli neden kullanmaktadır? Aralarında ne fark vardır?
Bunları tesbit etmemiz gerekir.
a) Zevc hâline gelmesi demek, birleşmek ve boşanmak demektir.
b) Duhul demek, birleşmek ama boşalmanın olmaması demektir.
c) Lems demek, birleşmeden boşalmak demektir.
d) Messetmek ise halvette boşalmadan ve duhulsuz mahrem uzuvların birbirine değmesi demektir.
Demek ki burada halvet yeterlidir. Fıkıhçılar da bunu böyle görüyorlar. Yukarıdaki tasnifte fıkıhçılarla bizim aramızda sadece tezvici onlar bizim anladığımız gibi anlamıyorlar. Ancak üç talak boşamasında hüküm olarak bizim kabul ettiğimiz şekilde kabul ediyorlar. Âyetle değil de sünnetle bu anlamı veriyorlar.
وَقَدْ فَرَضْتُمْ لَهُنَّ فَرِيضَةً
“Onlara bir fariza takdir etmiş iseniz.”
“Fariza” burada mihir olarak adlandırılmıştır ve nekiredir. Her kadın için fariza ayrıdır. Nafakada bütün eşler eşit olduğu halde, farizada kadınlar arasında fark vardır. Birinci, çünkü mihir kadının razı olduğu miktardır. Eşitlik ararsak onu denkleştirmemiz mümkün değildir. İkinci eş birinci eşten az mihir talep etme durumundadır, yahut daha fazla talep edecektir. Bunlar arasında tesviye mümkün değildir. Sonra bu nafakaya etki etmemektedir. Çünkü nafaka kocanın kendisinin geçindiği miktardır. Kadın zengin ise nafakasını genişletebilir.
فَنِصْفُ مَا فَرَضْتُم (Fa NIÖFu MAv FaRaWTuM)
“Farz ettiğinizin nısfı.”
Nikah yapılırken mihir konuyor. Anlaşma böyle yapılıyor veya mihir konuşulmuyor. O zaman mihri misil ile nikah yapılıyor. Mihir tesmiye etmek kendisini satıyor diyerek hakir görülmektedir. Mihir kadının kendisini satması değildir. Satan kimse bir daha geri almaz. Mihir kocanın kadına sadakasıdır, boşanma teminatıdır. Çünkü kadın yalnız o erkeğin olacaktır. Kendisini başka erkeklerle buluşmaktan hapsedecektir. Bunun anlamı, iş hayatında da erkek kadar hür olmayacaktır. Buna karşılık erkek de onun hizmetçisi hâline gelmektedir. Ona nafaka temin etmektedir. Mihir mirastaki payının peşin alınmasıdır. Boşanma tazminatıdır. Kadının başka erkeklerle pazarlık yapmamasının teminatıdır. Muta nikahında mihir yoktur, miras da yoktur. Başka erkeklerle pazarlık da yasak değildir. Böylece İslâmiyet evliliği derece derece yapmıştır.
1) Tek eşlilik. Mâli imkânları olmayanlar için bu kaçınılmaz sonuçtur.
2) Çok eşlilik. Mâli imkânları müsait olan erkeklere boşta evlenmemiş kadın kalmasın diye buna izin verilmiştir. Bu İslâmî nikâhtır.
3) Muta evlilik. İslâm nikâhından farkı, kadının sadece ücret alması, mirasçı olmaması, mihrin söz konusu olmaması ve başka erkeklerle pazarlık yapabilmesidir. Diğer hususlarda kadının iffetli olması, nesebin sıhhati, akrabalıklar, iddetin beklenmesi hususlarında İslâm nikâhından hiçbir farkı yoktur.
4) Cariyelik. Bunun İslâm nikâhından farkı, kadını aynı zamanda çalıştırıp istihdam edebilmesidir. Mihri istihkak etmez, mirasçı olmaz. Erkek rızası olmadan başka erkeğe devredebilir. Bunu yapabilmesi için çocuğun olmaması gerekir. Yahut böyle bir sözün bir defa ağzından çıkmamış olmasıdır. Mükatebleri de devredilemez. Mezun mezun olarak devredilebilir. Mükateb mükateb olarak devredilebilir.
İslâm nikâhı yapmışlarsa ve mihri de takdir etmişlerse, temastan evvel boşarlarsa mihrin yarısını verirler. Boşanma kadın tarafından gelmişse yani nişanı bozarlarsa, kadın hiçbir şey almaz. Ancak hediye alıp kullandığı şeylerden dolayı da bir şey isteyemez. Üç aylık nafakasını da alır.
إِلَّا أَنْ يَعْفُونَ (EilLAv EaN YaGFuVNa)
“Afvetmeleri hâlinde almayabilirler.”
Burada afv etme yetkisi kadının kendisine verilmiştir. Mihir tamamen kadına verilen haktır. Başlık değildir, yani anne veya babanın kızından dolayı bir şey isteme hakkı yoktur. Mihir üzerindeki tasarruf tamamen kadının kendi elindedir. Kadın mihri peşin de almayabilir. Müeccel mihir sistemi tamamen bir teminattır. Eşler arasında denge unsurudur. Emekle, masrafla elde edilen şey kıymetlidir. Kolay ele geçen şey ise kıymetsizdir.
Bir de bu sayede erkekler yarışa sokulmaktadır. Kim başarılı ve güçlü ise evlenme onun hakkı olmaktadır. Bu yarış tüm canlılarda vardır. Onların yarışı bedenî yarıştır. Oysa topluluklarda bu yarış ilmî, ahlâkî, meslekî ve siyasî yarıştır. Buralarda yarışı kazanan erkekler kadınlarla evlenmeyi hak ediyorlar.
Evlenme demek, daha fazla masrafları yüklenme olduğu için Kur’an bunu mihre bağlamıştır. Afvetme şeklinde ifade edilmesi bazısını içine almayabilir. Duhulden sonra bu afv hakemler kararına bırakılmış, burada ise doğrudan kadına bırakılmıştır. Kadın kusurlu da olsa bunu alma hakkına sahiptir. Çünkü erkek hıtbede bulunurken bu kusurları görmüş ve hıtbesini öyle yapmış olması gerekir. Talip olduktan sonra boşanma hakkı vardır ama kadın da tazminatı istihkak edecektir. Bununla beraber kadın kısmî iade ile de tatlika nişanlısını razı edebilir.
أَوْ يَعْفُوَ الَّذِي بِيَدِهِ عُقْدَةُ النِّكَاحِ
(Ev YaGFuVa elLaÜIy BiYaDiHIy GuQDaTu elNiKAXı)
“Yahut nikahın ukdesi yedinde olan kimse denmiş olur.”
Hıtbeyi yönetme yani erkekle pazarlık yapma işini kadın ya kendisi yapar, yahut velisine verir. Burada “ellezî” geldiğine göre bu kimse bilinen kimsedir. Bu kocası değildir, çünkü o anda kocası yoktur. O halde bu babasıdır diyebiliriz, yani doğal velisidir. Böyle olunca evlenme özgürlüğüne erişmiş kimse demektir. Bu da doğrudur.
Kendilerinde rüşt görülmeyenlere mallarını bile teslim etmediğimize göre, kendi kendisini yönetemeyecek kimseye evlenmesi de teslim edilemez. Nitekim bugünkü hukukta da bu böyledir. Onsekiz yaşını doldurmayan kimse velisinin izni ile evlenebilmektedir.
İşte buradaki “ev/veya” budur; yani kadın ya rüşte ermediği için velisinin emrindedir, yahut rüşte ermiştir ama kendisi pazarlık yapmamaktadır. Siyasi velisine havale etmektedir. Bu kimse kadının seçtiği velisi olup her zaman değiştirebileceği mü’min erkektir. Bunun akrabadan olması gerekmez. Kendisi ile evlenebileceği kimseyi de veli yapabilir.
Velayet konusu fıkıhçılar arasında tartışılmıştır. Biz bunu şuradan çözdük. Erkekler askerlik hizmetine bedenen katılıyorlar, siyasi hakları olmaktadır. Diyetleri de bölüşerek ödüyorlar. Kadınların siyasi hakları vardır ama siyasi mükellefiyetleri yoktur. Cizye de vermemektedirler. O halde onların mü’min veya müslim olduğuna nasıl karar vereceğiz? Sonra, Kur’an’da yolsuzluğa gidildiği zaman onun tedip edileceği emredilmiştir.
Kim tedip edecektir? Kocasına hiçbir suretle böyle bir hak tanınmamıştır. Onu tedip edecek olan siyasi velisi olacaktır. O halde mü’mine bir kadın eğer kendisine siyasi temsilci seçerse o mü’mine olur, siyasi haklara sahip olur ama siyasi görevleri yoktur. İsterse yapar. İşte babası veya nikahı ukdesinde olan kimse budur.
Bu tür pazarlıkları kim yaparsa onu yapan tek kişi olur. Sonunda anlaşma yapılır. Yetkilinin reddetme veya kabul etme hakkı vardır. Pazarlık yapamaz.
Uluslararası ilişkilerde de durum budur. Bir konuda vazifeli kılınan kişi veya fuzuli vazifeliler pazarlık yapar, anlaşmaları imzalarlar. Ama bu anlaşmaların yürürlüğe girmesi için tarafların yetkilileri de kabul etmelidir. Bunlar kabul eder veya reddederler, pazarlık yapmazlar.
Burada da böyledir. Ortak pazarlık yapsaydılar “ve” denirdi. “Veya” dendiği zaman birinin pazarlık yapması yeterlidir. Bütünlüğün korunması için kadın ya kendisi pazarlık yapar veya velisine yaptırmış olur.
“Nikahın ukdesi” dendiğine göre, kadın velisinin izin vermediği bir evliliği yapamaz. Velisinin izni şarttır. Ancak velisini kendisi seçer, istediğinde değiştirebilir. Hattâ evleneceği erkeği de veli olarak seçebilir. Yani kadının velilik sorumluluğunu alan bir erkeği bulması gerekir.
وَأَنْ تَعْفُوا أَقْرَبُ لِلتَّقْوَى
(Va EN TaGFUv EaQRaBu Li etTaQVAy)
“Affetmeniz takvaya ekrabdır.”
Burada “affetmeniz takvaya ekrabdır” diyerek, zorluk çıkarılmaması, erkeği fazla sıkıştırmamanız gerekir demektir. Neden buna gerek görülmüştür?
Sıkıştırılırlarsa, bu sefer erkekler evlenme ihtiyacını duymuyorlar. Batıda evlilik dışı ilişkilere giriyorlar. Böylece aile müessesesi hepten çökmüş oluyor. Müslümanlar arasında da insanlar muta nikahına kayıyorlar, cariye sistemine kayıyorlar. Bunlar meşrudur ama asıl istenen İslâm nikâhı ile evlenmedir. Bunun için de hıtbeye ve nişanlanmaya gerek vardır. Eğer nişanlılık erkekler için korkunç hâle getirilirse kişiler nişanlanmaktan vazgeçeceklerdir. Bu da evlilikten vazgeçme anlamındadır. Büsbütün serbest bırakacak olursak, bu sefer de aynı sonuca varır. Dolayısıyla dengede tutulmalıdır. Ne tamamen serbest bırakılıp erkeklerin oyuncağı hâline getirilmeli, ne de erkekler kadınların köleleri hâline düşürülmelidir. Karı kocalık denge üzerinde yürümelidir. Evlenme ve boşanmalar da denge üzerinde olmalıdır.
İşte, affetmek bir taraftan iyidir, çünkü böylece erkekler nişanlanmaktan pişman edilmezler. Diğer taraftan kötüdür, çünkü bu sefer nişanlanmayı heveslerinin tatmini için kullanırlar.
Kur’an affın takvaya daha yakın olduğunu söylemektedir. Bunun anlamı şudur. Affetsek erkekleri şımartmış oluruz, affetmesek erkeklere eziyet etmiş oluruz diyeceksiniz. Deliliniz yoksa yani şımaracaklarına deliliniz yoksa, o halde afv cihetini tercih edeceksiniz, afv asıldır.
وَلَا تَنسَوْا الْفَضْلَ بَيْنَكُمْ
(Va Lav TanSaVuv eLFaWLa BaYNaKuM)
“Ve aranızda fazlı unutmayınız.”
Bu âyet İslâmiyet’in rahmet olduğunu anlatan ve tavsiye eden âyetin başındadır.
Evlenmek de ayrılmak da helaldir.
Ortaklık da böyledir.
Biz bir market işletmesini kurmuş bulunuyoruz. Buraya katılmak veya ayrılmak serbesttir. Ancak kavga etmek haramdır. İster karı-koca arasında olsun, ister ortaklar arasında olsun, yapılacak iş hakemlere gitmektir. Kızmak, darılmak, kavga etmek, küsmek yoktur; ayrılan eşler arasında da yoktur. Hattâ hakemler karar verdikten sonra hakemlerin verdikleri kararlara razı olacaklar, ama sonra belki hakemler yanlış karar verdi diye birbirlerine iyiliklerde bulunacaklardır. Ayrılan karı-koca da böyle yapacak. Fadlı arada unutmayacaksınız.
Eski kötülükleri unutacaksınız. Allah’ın takdiri ile o öyle diyeceksiniz, bende de bilmediğim hatalar vardı ki böyle oldu diyecekiniz. Ama iyi günlerinizi ve iyilikleri hatırlayacaksınız. Böylece siz karşı tarafa iyilik yapacaksınız. Bu erkeğe emredildiği gibi kadına da emredilmiştir. Bu dünyada dahi iyiliklerin karşılığını görürsünüz. Âhirette kat kat alacaksınız.
Mü’minler Allah’a inanırlar, âhiret gününe inanırlar. Dolayısıyla hak anlayışında kâfirlerden çok farklı düşünürler. Kâfirler benim hakkım başkasına geçmesin diye tüm hayatlarında bununla uğraşırlar. Başkalarını çarparlar ve servetlerini çoğaltırlar. Servetlerini niçin artırdıklarını da bilmezler. Çocuklarına bile kıyamazlar. Mü’minler ise başkasının hakkı bana geçmesin derler. Benim hakkım ona geçsin ki âhirette defterimde alacak olsun derler. Kâfirler almakta yarışırlar, mü’minler vermekte yarışırlar. Kendilerine haksızlık yapıldığı zaman, sabrettim, sevap aldım diye sevinirler. Kendileri başkalarına haksızlık yaptıkları zaman üzülürler.
Bilhassa eşler bu hususta daha çok haksızlık yaparlar, bunun farkında olmazlar. Eşler arasında çıkan nizalar hakemler yoluyla halledilecektir. Affedilip hakemlere bile gidilmeyecektir. Bu hususta Kur’an o kadar ileri gitmiştir ki, boşandıktan sonra bile fazlı unutmamak gerekir.
“Fazl” nedir? Hakkından fazlasını vermektir.
İnsan sabah namazını kıldıktan sonra o gün ne ihsan yapabileceğini düşünmelidir. Birisine selam vermek, ‘nasılsın’ demek ihsandır. Derse gelip de birlikte bir şey yazmak, bir şey okumak ihsandır. Kızdığınız bir insana güler yüz göstermek ihsandır.
Burada şu sorulacaktır. Hiç mi cihat yapmayacağız, sabrı tavsiye etmeyeceğiz, zalimle hiç mi mücadele etmeyeceğiz? Hakem kararlarına uymayana karşı cephe alacağız. Onu yola getireceğiz. Gelmiyorsa ona küseceğiz, darılacağız. Biz, haksızlığa uğrayan değil; komşular, arkadaşlar darılacak. Cihadı kendi hakkımız için değil de başkalarının hakkı için yapacağız. Kendi hakkımız için ise affedici olacağız.
Adil Düzen Cemaati böyle oluşacaktır.
Çocuklar böyle bir aşirette büyüyecekler.
Cennet bunlar için hazırlanmıştır.
إِنَّ اللَّهَ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ(237)
(EinNa elLAHa BiMAv TaGMaLUvNa BaÖIyRun)
“Allah amel ettiklerinizi basirdir.”
“Basir” burada nekire gelmiştir. Göklerin ve yerin Rabbi insanların ne amel ettiklerini bilmektedir. O’nun emirlerini yerine getirdiğimiz için de Allah bize cenneti hazırlamıştır. Kötü insana iyilik ettiğiniz zaman Allah bunu da görür, Allah onu da görür. Çünkü kötü kimselere de iyilik edilmesini emretmiştir. Bizim görevimiz yalnız iyi insan olmak değildir, başka insanları da iyi etmektir. Bir başkasını ona yapacağınız iyiliklerle iyi edersiniz. Kötü insan kendisini yalnız hisseder. Her şeyin ona karşı olduğunu düşünür. Herkes ona düşmandır. O da herkese düşman olmuştur.
İşte, siz size kötülük yaptığı halde ona iyilik ederseniz, bunu da Allah rızası için yaparsanız, o insan Allah’ın ne kadar merhametli olduğunu, ben kötü olduğum halde bana iyilik etmeleri için insanları görevlendirdiğini düşünmeye başlar. Sonra onlar yola gelir.
Erbakan 1973 yılında Cumhuriyet Halk Partililerle koalisyon yapmak istedi. CIA’nın kışkırtması ile Müslümanlar ayağa kalktılar; onlarla koalisyon olur mu, onlar kâfir ve zalimdir dediler.
Ben o zaman sekiz sahifelik bir fetva yazıp gönderdim. Sonunda muhalifler susmak zorunda kaldılar ve koalisyon oldu. Biz onlara yanaştık, onlar bizden kaçtılar.
Sonunda ne oldu?
En solda olanlar bile bugünlerde AK Parti’ye geldiler.
Bu ne sayesinde oldu?
Bizim onlara yaklaşmamız sayesinde onlar da bize yaklaştılar.
İşte fazlı unutmama budur.
Allah basirdir. Âhirette görür. Ama Allah basir olduğu gibi başka basirler de vardır, onlar da O’nun kullarıdır. Siz iyilik ederseniz, onlar da iyilik ederler.
Siz sabrediyorsunuz, iyilik ediyorsunuz. Karşı taraf kötülüğüne devam ediyor. Bir gün gelir ve kötülüğün mânâsını anlar. O da size iyilik etmeye başlar. İkiniz de mesut olursunuz.
Ama o kötülük yaptı, siz de kötülük yaparsanız ne olur?
Onun hayatı da zehir olur, sizin hayatınız da zehir olur.
İyi biliniz ki, kâinatın sizden başka sahibi vardır. O istediği gibi idare eder. Siz sadece size düşeni yapmaya çalışın. Eşinizin ve çocuğunuzun yaptıklarından siz sorumlu değilsiniz. Siz sadece eşinize ve çocuğunuza, ananıza ve babanıza karşı görevlerinizi yerine getirdiniz mi, ona bakacaksınız. Onların ne yaptıklarına bakmayacaksınız. Boşanmış olsanız bile fazlı unutmayacaksınız.
Burada daha çok kadın tarafını örnekleyerek vermiştir.
Ama sonra erkek sigası ile herkes için söylemiştir.
Buradan da görülüyor ki “küm/siz” zamiri erkekleri içerdiği gibi kadınları da içermektedir. Affetmeyi kadınlara emretmiş ama “fazlı unutmayın” ifadesini “küm” yani erkek sigası ile getirmiştir. Demek ki “küm” sigası yalnız erkekleri değil, erkek ve kadınları da içermektedir. Böyle olmasaydı kadınlara mesela oruç farz olmazdı.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-414 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-244 İstanbul, 23 Haziran 2007
GELECEĞİN İSTANBUL’U CENNETTİR! - II
Geçen hafta sizlere 500 sene sonra nasıl bir İstanbul’u görmek istediğimizi şimdiden düşünüp planlamamız gerektiğini, bunun her 50 (elli) yılda bir güncelleştirmemiz gerektiğini yazmıştım. O 500 yıllık hedefe gidebilmemiz için 50 yıllık orta hedefli planlama yapmalıyız. Bundan 50 yıl sonra nasıl bir İstanbul’u görmemiz gerektiğini şimdiden planlamamız gerekir. Bundan sonra 5 (beş) yıllık hedefimiz belirlenmelidir.
Elli yıllık İstanbul’u planlarken, elli yıl sonra nüfusumuz ne olsun diye bir plan yaparız. Bu hatalı bir planlamadır. Çünkü sosyal yapıya müdahale etmiş oluruz. Biz neyi planlamalıyız?
Önce İstanbul 15 milyonluk bir şehirdir. Türkiye nüfusunun beşte biri İstanbul’dadır. Bu oranı koruyacak mıyız? Yoksa İstanbul nüfusunu sabit tutarak Türkiye’nin nüfusunu artırmayı mı hedefleyeceğiz? Ya da her şeyi kendi hâlinde bırakıp nasıl gelişirse gelişsin mi diyeceğiz?
Dünya nüfusu 7,5 milyar ise Türkiye nüfusu dünya nüfusunun yüzde biridir. Bu oran ideal yüzdedir. Çünkü insanlık yüze yakın devlete ayrılacaktır. Biz vasatın üzerindeyiz demektir. Türkiye’nin nüfus politikasını da buna göre tahmin edip ona göre planlama yapmaya mecburuz. Yani İstanbul’u düşünürken dünya nüfusunu düşünmeliyiz. Yüzde bir Türkiye’dedir. İstanbul da Türkiye nüfusunun beşte biri kadardır. O halde İstanbul dünya nüfusunun beşyüzde birini barındırıyor demektir. Bu dengeyi bozmayacak şekilde bir planlama yapabiliriz.
Planlamamızı daha ileri götürebilmemiz için dünya nüfusunun nereye çıkacağı konusu tartışılmalıdır. Batılıların tahminine göre nüfus on milyara çıkacak ve duracaktır. Bu tahmin elli yıl için doğru buluyoruz. Dünya nüfusu on miyara çıkacaktır. Beşyüzde bir 20 milyon eder.
Demek ki elli yıllık bir planlama yaparken 20 milyonluk bir İstanbul’u düşüneceğiz. On milyonu Anadolu yakasında, on milyonu da Avrupa yakasındadır. Demek ki elli yıllık planlama yapılırken tesbit ettiğimiz şey nüfustur. Sonra ikinci noktada İstanbul’un iki yakasını ayrı ayrı üniter olarak planlayacağız.
1- İstanbul’un birinci olarak çözeceği sorun yerleşme planını hazırlamaktır. Anadolu’nun her beş köyüne burada bir köyün tekabül ettiğini düşündüğümüzde, her on köye iki köy düşmektedir. İlk yapılacak iş, on köyü Anadolu’da bir bucak farz etmeliyiz. Anadolu’daki her bucağın İstanbul’da biri Anadolu yakasında diğeri de İstanbul yakasında iki köyü olacaktır. Biz ise buna ‘semt’ diyoruz. Anadolu’daki her bucak İstanbul’da iki semt ile temsil edilecektir. Elli sene sonra Anadolu’dan İstanbul’a gelen kendi bucağının semtine gidecektir. İstanbul’daki işlerini oradan halledecektir. Otel aramayacak, belki de pansiyon sistemi gelişmiş olacaktır. Misafir odası olanlar misafir kabul edecektir. Misafirin masrafını bucak yönetimi sağlayacaktır. Elli sene içinde İstanbul halkı kendi bucaklarına ait semtlere taşınmış olacaktır. İstanbul Anadolu’ya paralel organize olacak; Anadolu’daki on ilçeye İstanbul’da iki bucak tekabül edecek, Anadolu’daki on ile İstanbul’da iki il tekabül edecektir. İstanbul’da yirmi il olacak, bunların onu Anadolu yakasında, onu da Rumeli yakasında olacaktır.
2- İstanbul’da bölge sanayi merkezi olacaktır. Bu merkez bir tane olacak ve çevreyi kirletmeyen sanayi burada yerleşecektir. Burada bütün dünyadaki insanlar gelip çalışacak, kendilerinden vize istenmeyecektir. Bunun yanında tüm dünyada bin yerde şubesi bulunan bir marketler zincirinin merkezi olacaktır. Dünyadan gelen mallar burada satılacak, mala mal market sistemi ile bu sağlanacaktır. Ayrıca illerin merkezinde sanayi siteleri olacak, oradaki halk o fabrikalarda çalışabileceklerdir. O ilde bulunan halk o ilin istediği ilçesinde çalışabilecek, başka illerde çalışmayacaktır. Ayrıca her semtte süper marketin temsilciliği olacak, halk oradan alışveriş yapacaktır.
3- Halk oturduğu yere yakın işyerlerinde iş bulacaktır. Bu da trafikteki sıkışıklığı onda bire indirecektir. Ayrıca halk işlerini irtibat merkezleri ile yapacak, kişi her işini bulunduğu semtten takip edebilecektir. Bir iş yapmak için oradan oraya koşma gerekmeyecektir. Bu da trafik sorununu çözmüş olacaktır. Otobüs metroları faaliyete geçmiş olacak, iller arası trafik helikopterlerle sağlanacaktır.
4- İstanbul tamamen uluslararası açık şehir hâline gelecektir. Dışarıdan gelen kişi hangi bucağa konuk olacaksa oradan bir kişinin konuk olarak kabul edilmesi istenmiştir. Konuklar pansiyonlarda yerleşmiş olacaklardır. Vergilendirme aşağıdaki şekilde olacaktır.
İstanbul’un giriş yerinde giren malların onda biri, çıkan malların da onda biri vergi olarak alınacak; bunun beşte biri devletin olacak, kalan kısım İstanbul’da harcanacaktır. Diğer tüm vergi ve sigorta masrafları kalkacak, defter tutma mükellefiyeti de kalmayacaktır. İşte, elli sene sonra İstanbul’u böyle görmek üzere planlarımızı yapmalıyız. Daha nice İstanbul yazılarında buluşmak duâ ve dileklerimizle…
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-414 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-244 İstanbul, 23 Haziran 2007
SEÇİM, SEÇİM PLANLAMASI VE AKP
Bu seçim planlanmış seçimdir. AK Parti’nin iktidar olmaması için gerekli tedbirler alınmıştır.
a) İlk tedbir bilindiği gibi askeri duyuru olmuştur. Türk milleti ordusu ile arası açık olan bir partiye oy vermez. Bu hususta asker tam tavır almadı. Ama AK Parti’ye cumhurbaşkanı seçiminde ısrar etmemesini açıkça bildirdi. Abdullah Gül’ü seçtiremeyen parti güvenini kaybetti. AK Partiyi takdir etmektedir ama başarısız olduğu hususunda herhangi bir tereddüdü yoktur.
b) İkinci olarak, iktidar partisi; 1) Başörtüsü sorununu halledememiştir. 2) IMF’den çıkma teşebbüsünde bile bulunamamış, ülkenin KİT’lerini bitirmiştir, 3) Cumhurbaşkanını seçememiştir. 4) Anayasaları değiştirememiştir. Beceriksizliği her hâliyle ortadadır.
c) Üçüncü olarak, AK Parti karşısında partiler birleştirilmiştir. Çok daha kötü olarak bağımsız adaylar konmuştur. Bunların bir kısmı birkaç milletvekilinin oyunu alacaktır. Erbakan aday olsa Saadet Partisi’nden de büyük oy alacaktır. Böylece AK Parti’nin %10 barajı bile tehlikede olabilir. Unutulmasın ki, DSP %22’lerde iken %1’lerin altına inmiştir.
d) Daha da kötüsü, AK Parti’yi bitiren adaylar listesidir. AK Parti bundan önceki seçimde eski ANAP’lıları almıştı. Yalnız aldığı ANAP’lılar zihniyet itibariyle Millî Görüşçü idiler, kimileri de Akevler ortağıydılar. Hükümetin yarısını onlardan oluşturdu. Şimdi gelenlerin AK Parti ile hiçbir ilgileri yoktur. Saadet Partisi’ne gidebilirlerdi. Çünkü hedefleri ortaktır. Oysa AK Parti’nin hedefi ile soldakilerin hedefi arasında bir ilişki yoktur. Bunları alırken bunlar şöyle gelebilirlerdi. Bir ilde sekiz milletvekili var; bunun üçünü AK Parti almış ise, yeni gelen solcu dördüncü olarak konabilirdi. O zaman solcu halk bizim adayımız meclise girsin diye belki AK Parti tarafında oy kullanabilirdi. Oysa, şimdi soldakiler bunlara neden gittiler diye kızgındırlar. Ayrıca, listede zaten garanti yerde oldukları için onlara oy vermeyeceklerdir.
AK Parti’yi barajın altına indirecek başka bir olay; AK Parti sadece milletvekili olmak için AK Parti’yi değiştirmek veya yıkmak için gelenleri almakla kalmadı, AK Parti’yi samimi olarak destekleyenler de devre dışı bırakıldı. Örnek olarak İstanbul milletvekili olan Gürsoy Erol, mecliste çok samimi olarak çalışan bir milletvekilidir. Tayyip Erdoğan’ın baştan beri yakın arkadaşıdır. Kadıköy ilçe başkanlığı yapmakta idi. Mecliste ne yaptı? Merhum Ağrı Milletvekili Melik Özmen’i de yanına alarak tezkereye karşı oy verdi. Bu elemeyi göze alarak böyle oy verdi. Böylece tezkere iki oyla reddedildi. Bu oyu vermeseydi ne olacaktı?
a) Ordu istemiyor, Cumhurbaşkanı istemiyor, halk asla istemiyor. Tezkere geçseydi Türk ordusu savaşa sürüklenecekti. Bu durum ülke içinde siyasi çalkantılar doğuracaktı.
b) Tüm Türkiye Amerikan askerleri tarafından işgal edilecek, havaalanları ve limanlara el konacak, ülkenin tersanelerine girilmiş olacaktı. Irak’a Türkiye’den saldırılacaktı. Bu durumda biz Irak’la savaşa girmiş olacaktık.
c) Irak’taki başarısızlık bize yıkılacak, biz Iraklılarla doğrudan boğuşmak zorunda kalacaktık. Bugün o savaş sebebiyle İngiltere başbakanı Toni gitti. Onun sonucu ABD Başkanı Bush gücünü kaybetti. Türkiye Irak savaşına girseydi şimdi Tayyip Erdoğan’ın yerinde yeller esecekti.
d) Türkiye tezkereyi reddedince Almanya ve Fransa yanımızda yer aldı, itibarlı ülke olduk. Rusya ve Çin de Fransa ve Almanya’yı destekledi, biz böylece dünyada siyasetin galip merkezinde yerleştik. Yoksa ABD’ye karşı dünyanın ittifakı sağlanamamış olacak ve sadece Türkiye değil, dünya perişan halde olacaktı.
İşte Gürsoy Erol Tayyip Erdoğan ve AK Parti’yi bu badirelerden kurtardı. Tayyip Erdoğan’ın onu listenin başına alması gerekirken, sadece çıkarları için AKP’de olanları listenin başlarına koymuştur. Böylece gaflet ve dalalet içinde kendisini de partisini de uçuruma götürmektedir.
Yeni mecliste neler olabilir? Oylar dağılır, barajı bir veya iki parti geçer ama oyların ancak üçte biri mecliste temsil olunur. Gücünü milletten almayan böyle bir meclis ya hiçbir şey yapamaz hal alır, ya da bağımsızların da çok olduğu birkaç parti meclise girmiş olur ve böylece bir curcuna dönemi başlar.
Asıl büyük tehlike, seçimin hileli olduğunu iddia eden medya ve hırçın partiler, sokak hareketleriyle meclise saldırabilirler. Sonra hileli bir seçimle Türkiye’nin başına bir genel vali oturabilir. Gürcistan, Ukrayna ve Kırgızistan benzeri gelişmeler olabilir.
Adil Düzen Çalışanları endişede olmasınlar. Böyle bir durumda Türk ordusu devreye girer ve Türkiye’nin başına genel valiyi getirtmez. Buna dünya da müsade etmez. Etse bile, siz çalışın, onların hepsinin işini Allah bitirecek, “Adil Düzen”i bilmiş ve öğrenmiş mü’minler seçimle ve halkın desteği ile iktidar olacaktır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL